Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
Millet’i “Marxism and the National Question” (Marksizm ve Millî Mes’ele) isimli eserinde ârızî veya gelip-geçici bir yığın değil, kararlı bir insan topluluğu şeklinde tanımlayan Stalin, aynı eserin ileriki sayfalarında tanımı daha da netleştirmekte ve Otto Bauer’in izinden giderek şu hâle getirmektedir:[1]
“Millet, bir kader birliği ile bir karakter cemâati içinde (birbirine) bağlanmış bir insanlar bütünlüğüdür.”
Bundan sonra “Millî Hareket” başlıklı ikinci bölümde, “Millet’in (sâdece) tarihî bir kategori olmayıp, belirli bir çağın, yükselen kapitalizmin çağının tarihî bir kategorisi olduğunu” söyleyen Stalin[2], bilâhare, Marksizm’in Millet olgusu hakkındaki klasik görüşünü tekrarlayarak, onu “sınıf teorisi” temeline oturtmakta ve bu olgunun esas olarak Burjuvazi’nin bir ürünü olduğunu ve Millet’in yükseldiği bu burjuvazi çağında milletler arasındaki asıl çatışmaların bir bütün olarak milletlerin hepsinin arasında değil, baskın (dominant) milletlerin egemen sınıfları ile, geriye itilen (sömürülen) milletlerin egemen sınıfları arasında olduğunu belirtmekte[3]; milletlerin kendi kaderlerini tâyin etme (self-determinasyon) hakkının bulunduğunu ve Proleterya’nın menfaatlerini koruyan sosyal demokratların da bunun mücâdelesini verdiğini ileri sürmekte ve fakat bunun Burjuvazi’nin anladığı anlamda bir millî siyâset olmadığını; bu sebeple, “sınıf bilinci”ne sâhip Proleterya’nın “Burjuvazi’nin milli bayrağı” altında yer alamayacağını belirtmektedir.[4] [5]
Millet ve Millî Devlet konusunda, Lenin de, her millî hareketin eğiliminin, modern kapitalizmin ihtiyaçlarının en iyi karşılanabileceği millî devletlerin oluşumuna doğru bir eğilim olduğunu belirttikten sonra, Marksist düzenin gelmesini sağlayacak tarihî şartların teşekkülü için sâdece lüzumlu ve fakat muvakkat bir ara safha olarak kabûl ettiği millî devlet için şunu söylemektedir: bundan ötürü, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti ulusal devlettir”19 Nitekim, Wilson’un ondört maddelik prensipleri arasında yer alan Self-Determinasyon[6] Hakkı’nı ondan daha önce tartışan Marksistlerin bu hakkı müdâfaa etmesinin aslî sebebi de budur. Filhakîka, “yabancı milletlerden politik olarak ayrılma ve bağımsız milî devletler kurma hakkı” olarak tanımladığı Self-Determinasyon Hakkı’nı şiddetle müdâfaa eden Lenin, Sovyet Devrimi’nden sonra Rusya’da merkeziyetçi bir birleşik devlet kurulduktan sonra merkeziyetçilik karşıtı hiçbir fikrin hiçbir sûrette savunulamayacağını ihtar etmektedir:[7]
Tüm çabaların devrimin utkuya kavuşması temeline dayalı olarak, merkezî ve birleşik bir devlet kurulması konusu üzerinde yoğunlaştırıldığı dönem boyunca Parti, federasyon fikrine genel olarak karşı çıkmıştır. Lenin geniş bir devlet çatısı içinde işçilerin uluslararası birliğinin özel bir önem taşıdığını kapitalizm koşullarında federasyon fikrinin merkeziyetçiliğin zayıflamasına yol açarak ilerlemeyi genel anlamda geciktirdiğini vurgulamıştır. 1913 yılı sonlarında Ş. Şahumyan’a şunları yazmıştır: “Biz kesinlikle demokratik merkeziyetçilikten yanayız. Federasyon düşüncesine ilke olarak karşıyız, çünkü bu düşünce ekonomik bağları zayıflatmakta olduğundan tek devlet kavramıyla bağdaşmamaktadır.” Bu sözleri açıkladıktan kısa bir zaman sonra Lenin, birçok ulus bir tek devlet oluşturduğu sürece, Marksçılarm hiç bir şekilde federasyon ilkesini ya da merkeziyetçiliğin herhangi bir karşıtını savunmamaları gerektiğini belirtmiştir. 1914 yılı sonlarına doğru “Büyük-Rusların Ulusal Gururu” başlıklı yazısında Lenin aynı düşünceyi yinelemektedir: Diğer koşulların değişmemesi halinde, kesinlikle merkeziyetçilikten yanayız ve küçük burjuvazinin ülkülerinden biri olan federal ilişkilere karşıyız.”
Kezâ, Millet olgusunu (bilhassa modern anlamı çerçevesinde) bir Burjuvazi ürünü olarak gören Stalin de, her ne kadar milletlerin kendi kaderlerini tâyin etme hakkı bulunduğunu savunsa da[8], bir bölüm sonra[9], bütün marksistler gibi, O’nu, sosyalist düzen için ciddî bir ayak bağı olarak görmekte ve Kültürel-Millî Özerlik’in “kötü bir şey” olduğunu; Millî Mesele için bir çözüm yolu olmadığını, işçileri milliyetlerine göre bölmek sûretiyle işçi sınıfının birliğini baltaladığını söylemektedir[10]
Bunun içindir ki, tarihin belirli bir aşamasında Marksist düzen için bir âlet olarak “iyi” bir vâzîfe gören millî devlet, artık terk edilmelidir. Çünkü, millet ve “millî devlet, milliyetçilik” gibi ilintili bütün kavramlar, artık tarihin kat’î bir kaderle (tarihî kader, fatum historicum) biteceği noktada, yâni sosyalist düzenden sonra kurulacak ve bütün tarihî bakıyyeleri temizleyerek devletsiz toplumun yolunu açacak olan “Tüm Halkın Devleti”[11] ile birlikte, bu dönemden önceki her şey gibi ortadan kaldırılacaktır. Çünkü, “millet” gibi bir burjuva ürünü olan “milliyetçilik”, esâs îtibariyle, “ulusal yalnızlaşmada, başka ülkelere güvensizlik duyulmasında ifâdesini bulan bir burjuva ideolojisi ve politika ilkesi olup, birisi egemen ulusun Büyük-Güç şovenizmi, diğeri ise ezilen ulusların yerel milliyetçiliği olmak üzere iki türü vardır; ama nihâî safhada, emekçiler için kabûle şâyân değildir; çünkü emekçilerin çıkarlarını sâdece proleter enternasyonalizmi temsîl edebilir[12]
Yâni, Marksist teori açısından Millet, Millî Devlet ve Milliyetçilik, sâdece ve yalnız, Evrensel Marksizm’in gelebilmesinin tarihî şartlarının kaçınılamaz gereği olması bakımından bir değer taşırlar. Türkiye’deki milliyetçi çevrelerin bir kısmında aşırı ve naif bir heyecâna sebebiyet veren, bâzı Marksistlerin tövbekâr olmuşçasına Millî Devlet’i [daha doğrusu, “Millet-Devlet”(Ulus-Devlet)’i] ve Hürriyet ve İstiklâl’i âteşîn bir sûrette müdâfaa etmeye başlamalarının asıl sebebinin de bu felsefeden kaynaklandığına dikkat edilmelidir: Marksistler her yerde ve her zaman aynıdırlar ve literatürlerinde aynı kelimeye yükledikleri anlamlar da çoğunlukla, “ötekilerinki” ile aynı değildir: Onların anladığı mânâda millî devlet ve milliyetçilik (bu arada, Türkçe’de “ulusçuluk” ve “ulusalcılık” ile “milliyetçilik” kavramlarının da tam örtüşmediğine dikkat edile), Marksizm’e atlama taşı olarak hizmet etmekten başka bir tarihî vazîfesi ve değeri olmayan, bu vazîfeyi îfâ ettikten sonra tarihin çöplüğüne atılacak olan “burjuva ürünü” âletlerden başkası değildirler. Şu hâlde, Marksizm’in millet, milliyetçilik ve ulus-devlet telâkkîsinin “araçsal” (enstrümantalist) bir görüş olduğunu söyleyebiliriz.
—————————————————–
Kaynak:
Yeni Çağ [Analiz]., 07 Şubat 2004, Cumartesi., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 072; 2004-015; Şubat-03
[1] Stalin., Marxism and the National Question., pp.308-309
[2] Stalin., Marxism and the National Question., p.314
[3] Stalin., Marxism and the National Question., pp.315-316
[4] Stalin., Marxism and the National Question., p.322.
[5] Lenin., Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı., 4. Baskı., s.55
[6] ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson’ın (1856-1924), I. Dünya Harbi sonrasında, yeni bir milletlerarası düzen için için vaz’ ettiği ondört maddeden oluşan, 8 Ocak 1918’deki Kongre konuşmasında îlân ettiği beyannâme. [Bkz: Arthur Link (Ed.)., “The Papers of Woodrow Wilson”., 1978, Vol: 45., pp.536-38]. Bu beyannâmenin XII. maddesi, Türk olmayan Osmanlı tebaasının can güvenliğinin ve otonomi taleplerinin imkânlarının sağlanmasını ve ilâveten Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası seyrü sefere açılmasını öngörmektedir.
[7] Lenincilik ve Ulusal Sorun., Konuk Yay., 4.Baskı., s.287
[8] Stalin., Marxism and the National Question., Chapter: III
[9] Stalin., Marxism and the National Question., Cahapter: IV
[10] Stalin., Marxism and the National Question., pp.343-344
[11] “Tüm Halkın Devleti. Bütün halkın çıkarlarını ve iradesini ifade eden bir devlet, komünizmin vücut bulması için bir alet. Tüm halkın Devleti SSCB’nde sosyalizmin tam ve nihai zaferinin bir ürünü olarak ortaya çıkmış, ve proletarya diktatörlüğü devleti (bak. Proletarya Diktatörlüğü) kendisine düşen tarihsel görevleri tam olarak ifa ettikten ve toplum komünizmin tam-çapta vücut bulması dönemine girdikten sonra, Tüm Halkın Devleti onun yerini alır. Tüm Halkın Devleti’nin başlıca özellikleri şunlardır: bir sınıf baskısı için bir alet değildir, tek bir sosyal temel üzerinde yükselir ve komünist kamusal (public) öz-yönetim’e geçişte bir temel taşıdır. Tüm Halkın Devleti komünizmin tam zaferine kadar varlığını korur. “Tüm halkın iradesini dile getirerek, o, komünizmin maddi ve teknik temellerinin hazırlanmasını organize eder, ve sosyalist ilişkileri komünist ilişkilere dönüştürür, ve emeğin ölçümü ile tüketimin ölçümünü baştan sona kontrol eder, halkın refahını yükseltir, vatandaşların haklarını ve özgürlüklerini, sosyalist kanun ve düzeni, ve sosyalist mülkiyeti korur, halkı bilinçli bir disipline ve çalışma konusunda komünist bir tutuma sokar, ülkenin savunma ve güvenliğini garanti altına alır, sosyalist ülkelerle kardeşçi işbirliğini geliştirir, dünya barışını korur, ve bütün ülkelerle normal ilişkiler yürütür” (SBKP programı).
[M. Rosenthal, P. Yudin., Materyalist Felsefe Sözlüğü., Dördüncü Basım., s.506]
[12] M. Rosenthal, P. Yudin., Materyalist Felsefe Sözlüğü., Dördüncü Basım., “Nasyonalizm” Md., s.354 (özet)