Ahmet KARTAL
Kadim bir geçmişe sahip olan Türkler, gerek İslâm’dan önce gerekse İslâm’dan sonra bulundukları coğrafyalarda büyük ve özgün bir kültür ve medeniyet oluşturmayı başarmış dünya üzerindeki ender milletlerdendir. Türk kültür ve medeniyetinin teşekkül edip gelişerek tekâmüle ulaştığı coğrafî mekânlardan birisi de hiç şüphesiz Mâverâünnehir ve Türkistân bölgesidir. IX. asırda İslâm medeniyeti, bu bölgede altın çağını yaşamıştır. Bu topraklarda bir taraftan kılıçla, diğer taraftan kalemle mücadele ederek İslâm medeniyetine hizmet eden Türk milleti tarih sahnesine çıkmış ve Türkistân bozkırlarında Türk-İslâm medeniyetini inşa etmiştir. Böylece Türkistân’ın Merv, Beykent, Herât, Buhârâ, Semerkand, Faryâb, Merâga, Kâşgar ve Hârezm gibi büyük şehirleri erken devirlerden itibaren bir kültür merkezi hâline gelmiş, ilim, irfan ve sanat yönünden gelişme görülmeye başlamıştır. Diğer taraftan bu bölgeler, ilme, sanata ve edebiyata önem veren, âlimi, sanatkârı ve şâiri destekleyip himaye eden Türk asıllı sultanlar ile devlet adamları tarafından hem çeşitli sanat eserleri ve mimarî yapılarla donatılarak bayındır kılınmış hem de Türk yurtlarında kurulan cami, medrese, ribat/dergâh gibi mekânlar eğitim ve öğretim ocakları hâline dönüştürülerek buralarda ilmî seferberlik başlatılmıştır. Bu seferberlik neticesinde madde ve mânâ yönünden yüksek seciye ve şahsiyet sahibi önemli birçok âlim, bilge, sanatkâr ve şâir, neşv ü nemâ bulmuş ve akabinde bunlar, insanlığa paha biçilmez faydalar sağlayan eşsiz düşünce ve eserler ortaya koymuşlardır. Türkistân’ın münbit topraklarında yetişen bu âlim, bilge, sanatkâr ve şâirler, oluşturulmaya çalışılan Türk kültür ve medeniyet hamlesinin teşekkülünde, ilmek ilmek işlenmesinde ve gelişip tekâmüle ermesinde hayatları, görüşleri, düşünceleri ve ortaya koydukları eserlerle önemli katkılar sağlamışlardır. Böylece, Irâk-ı Arab’ın yanında Türkistan coğrafyası, ikinci kültür merkezi olarak İslâm dünyasındaki yerini almıştır.
Dünya tarihinde az rastlanılır böylesi bir oluşum, İslâm dünyasının “ilk Rönesans devri” olarak kabul edilebilir. Nitekim bu dönemde önemli bir Türk-İslâm merkezi hâline gelen, nüfusu ekseriyetle Türklerden oluşan ve doğal olarak halkın Türkçe konuştuğu Doğu Karahanlıların başkenti Kâşgar’da, İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk eserleri -XI. yüzyıl ortalarında- Hakanîye Türkçesi ile yazılmıştır. Ancak halkın yoğun bir şekilde Farslardan oluştuğu Gazneli ve Büyük Selçuklular döneminde her ne kadar sarayda, orduda ve Türk halkı arasında Türkçe konuşulsa da, edebiyatta Farsça, ilim ve hukukta ise Arapça kullanıldığı bilinmektedir.
İslâmdan sonra teşekkül eden ve Derî Farsçası olarak da isimlendirilen Yeni Farsçanın oluşumundan sonra meydana gelen Fars şiirinin hem oluşumu hem de gelişimi üzerinde şiire ilgi duyan ve şâirlere hâmilik eden Türk asıllı sultanlar ile Farsça şiir söyleyen Türk dilli şâirlerin önemli bir yere sahip olduğu ve Fars şiirinin muhtevasını belirledikleri bir gerçektir. Bundan dolayı da, bu dönemlerde kaleme alınan edebî metinlere, Türk edebî zevkinin sirayet ettiği görülmekte, hatta bu metinlerin özünde Türk millî hissi ile Türk sanat anlayışının bulunduğu, Türk renginin ve kokusunun yer aldığı, Türk örf, âdet, gelenek ve inançlarının önemli bir yere sahip olduğu, “Türk” kavramının önemli bir kullanıma sahip bulunduğu müşahede edilmektedir.
Mu’izzî-i Semerkandî bu durumu: “Bütün güzellikler ve olgunluklar, Türklerden haber veriyor.” şeklinde dile getirir. Türkler, Anadolu’yu vatan edindikten sonra, burada hâkim unsur hâline gelmişler, şiirlerini Türkçe olarak söylemeye başlamışlar; neticede Türk dilinin, özellikle Oğuz Türkçesinin son derece zarif, ince, parlak, vakur ve muhteşem bir edebiyat dili olarak gelişmesini ve klasik hâle gelmesini sağlamışlardır. Böylece Türkçe ve Türk şiiri daima tekâmül ederken, özellikle Türklerin, Gazneli ve Büyük Selçuklu dönemlerindeki desteğini ve hâmiliğini kaybeden İran şiiri, Gibb’in de Osmanlı Şiiri Tarihi isimli kitabında ifade ettiği gibi “asla kurtulamayacağı bir kısırlığa maruz kalmıştır”. Türklerin kendi dillerine göstermiş olduğu bu teveccüh neticesinde, hem şekil hem muhteva hem de işleniş yönünden Türk şiiri büyük gelişme göstermiştir. Türk milletinin, sanat istidadı ve kabiliyetini, zekâ gücünü, kudretini ve kıvraklığını gösteren bu şiir, mânâ derinliği ve yoğunluğu, dili kullanmaktaki üstün yeteneği ve başarısı bakımlarından dünyanın diğer büyük edebiyatlarıyla boy ölçüşebilecek seviyeye yükselmiştir. Türklerin aşk, his, ruh, vecd, coşku, heyecan, zevk, tefekkür, hayat görüşü ve yaşantısı, örf ve âdeti ile mezc ve tahmir ederek gerçekleştirdiği ve daha sonra Klasik Türk Edebiyatı diye isimlendirilen bu edebiyata ait metinler, Anadolu’da üretilmiştir. Üretilen bu metinler, Türklerin atalarının Türkistân’da kendi şiir estetiğini, zevkini ve anlayışını yansıtarak oluşturduğu Farsça şiirlerin, Anadolu’da Türkçe olarak söylenmesi şeklinde tezahür etmiştir. Yani Türk dilli şâirlerin büyük desteğiyle Türkistan’da Farsça olarak oluşturulan bu şiirler, Anadolu’da Türkçe olarak yeniden hayat bulup neşv ü nemâ etmiştir. Bu da Klasik Türk şiirinin nüvesinde, özellikle Gazneliler ile Büyük Selçuklular döneminde oluşan edebî gelenek ve anlayışın olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
XIX. asrın ikinci yarısından itibaren, özellikle Batılı müsteşriklerin öncülüğünde dile getirilen ve günümüzde de genel kabul gören; “Klasik Türk şiirinin herhangi bir geçmişinin olmadığı”, “tamamen Fars kültürünün etkisinde kaldığı” ve “Fars şiirinin taklidi olduğu” gibi hiçbir ilmî gerçeğe dayanmayan ve subjektif bakış açısını yansıtan ideoloji kimlikli görüşlerin varlığı dikkat çekmektedir. Oysa ki, Klasik Türk Edebiyatı; “Müslüman Türklerin Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi altında ve İslâm öncesi edebî birikimlerinin bir devamı olarak kendi zevk ve anlayışlarıyla ilk örneklerini Asya’da Fars diliyle verip İran edebiyatının gelişimine katkıda bulundukları, özellikle XIII. yüzyıldan sonra Türkçenin İslâmî kültür ve edebiyat geleneklerine adapte olmasıyla da Osmanlı, Çağatay ve Azerî sahaları merkez olmak üzere yoğun biçimde Türk diliyle icra ettikleri, öz ve şekil itibarıyla klişeleşmiş ortak İslâmî değerlere bağlı kalmak kaydıyla vücuda getirdikleri bir edebiyat olup, yaklaşık altı asır kesintisiz olarak devam etmiş, köklü ve derin bir geçmişe sahip”tir. Bu yüksek edebiyatın bütün yönleriyle derinlemesine bir analize tabi tutulup anlaşılabilmesi ve sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmesi, daha çok birlikte yaşadıkları Araplarla ilişki içerisine giren Türklerin gelişimine katkı sağladıkları Arap/Abbâsî edebiyatı ve Yeni Fars edebiyatının oluşum dönemleri ile o dönemlerde mevcut olan Türk edebiyatının durumunun tarihî seyir itibariyle araştırılması ve incelenmesiyle mümkün olabileceği görülmektedir. Kısacası, bu dönemle ilgili araştırmalarda öncelikle Arap ve Fars edebiyatları da mukayeseli bir şekilde dikkate alınıp incelenmelidir. Diğer taraftan bu konularda sağlıklı ve yerinde karar verebilmek için, Türklerin gerek Fars dili ve kültürü gerekse Arap dili ve kültürüne, hiçbir komplekse girmeden yapmış olduğu katkılar da göz önünde bulundurulmalıdır. Arap ve Fars edebiyatlarını göz önünde bulundurarak yapılacak araştırmalar, Klâsik edebiyatımız hakkındaki spekülasyonları da ortadan kaldıracaktır.