Turgut GÜLER
İnsan, tam mânâsıyla “tarafsız” olabilir mi? Fıtratı buna müsâit midir? Bencillik, hodgâmlık zincirlerini ne kadar parçalarsa parçalasın, âdemoğlundan steril bir tarafsızlık beklenemez. Zîrâ o zaman, makina ile aynı derekeye düşer.
Tarafsızlık, bir vicdân işidir ve vicdân, aslâ tarafsız olamaz! Yine aynı şekilde, esâreti yüzde yüz ortadan kaldıran “saf hürriyet”ten de bahsedemeyiz. Nâmık Kemâl’in:
“Ne efsûnkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet!
Esir–i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esâretten…”
deyişi, boşuna kalem idmanı değildir. Aslında, hakikî hürriyet, yüksek ve asîl fikirlere esir olmaktır.
deyişi, boşuna kalem idmanı değildir. Aslında, hakikî hürriyet, yüksek ve asîl fikirlere esir olmaktır.
Tarafsızlığın ve hürriyetin, rafineri çıkışlarına, insânî bakış açısı ilâve edilmezse, ortaya hijyenik (!) bir anarşi çıkar.
Eskilerin tâbiriyle: “Etliye, sütlüye karışmamak”, tarafsızlık mânâsına gelmiyor. Âcizlik, nemelâzımcılık; “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” duâsına kapı aralıyor.
Nötr hâle gelmiş kişi, aczin kuyusuna düşmüştür. Aczini duymayan insan ise, kuvvetli olma noktasından uzaklardadır.
Bugün içine atıldığımız ve aşağılık duygusunun hâkimiyeti altındaki hâlet-i rûhîye, bu şekildeki tarafsızlık pompalamalarıyla elde edilmiştir.
Hâlbuki istikbâlimizin teminâtı; milletten, diyânetten, rûhânîyetten, vatandan, töreden, ahlâktan yana taraf tutmakta yatıyor. Kurtuluşun reçetesi, taraflı olabilmekte gizli…
Eskiyi hakkıyla tanımayan ve bilmeyen, yenilik yapamaz. Bütün Dünyâ’nın, ama en çok da Türkiye’nin ileriye yönelik adımlar atması, bu yüzden zorlaşıyor.
Eski, öyle zannedildiği gibi bit pazarı metâı değildir. Bilâkis, antikacılar çarşısının nâdide parçalarındandır.
Zâten, oturmuş ve kabûl görmüş bir davranış yekûnunu, sırf “yenilemek” uğruna ortadan kaldırmak, “eskici” esnâfını bile hayrette bırakır.
Bir nesnenin, eşyânın, tavır ve edânın, müeyyidenin “eski” hangarına çekilmesi için, tam teşekküllü bir konsültasyondan geçirilmesi lâzım. Yâni, ıskartaya çıkarılacak şeyin, bunu hak etmesi gerekiyor.
Ne hazîn bir tecellîdir ki, son iki yüz yıllık Türk târîhinde, sapasağlam ve zinde nice “eskiler”, çürük ve kof “yeniler”e teslîm edilmiştir.
Zaman zaman iç geçirerek nostaljik nefesler gönderdiğimiz eski günler, yenilerinin yanında ne kadar dik ve mağrûr duruyor…
Alelacele ve ceffelkalem tedâvüle konan pek çok “yeni”, vücûdumuza uymadığı için tâmire gönderilmedi mi? Öyleyse, lüzûmsuz sıfat tevziinden önce, bu vücûdu iyi tanımalı.
İthal malı teknolojiye intibâk etmekte pek zorlanmıyoruz, ama ithal hukuk ve sosyal hayat, cemiyetimizin ateşini yükseltiyor. Ne var ki, bu ince âyâr noktası hesâba katılmadığından, beyhûde bir ömrü, kendimize yakıştırmaya çalışıyoruz.
Rahmetli Tanpınar’ın: “Devâm ederek değişmek, değişerek devâm etmek” şeklinde formüle ettiği yaşama biçimi; eskiyi de, yeniyi de kucaklayan ışıklı bir sahnedir.
Dünya târîhine kocaman huzmeler gönderen Türk milletine, ancak böylesi bir “eski-yeni halîtası” yakışır. “Eskimeden yenileşmek…” Bütün sır, burada gizli… Fakat bahsedilen sırra vâkıf olmanın yolu, sû-i istimâli ortadan kaldırmaktan geçiyor. Bu ise, topyekûn bir hukuk inkılâbı ile mümkün.
Sû-i istimâle müsâit olmayan kaanûn yoktur. Hangi kaanûn olursa olsun, eğer onu tatbik edeceklerde kâfi iştah varsa, “delinecek” bir taraf, mutlakâ bulunur. Bahsedilen bu iştâhı bertarâf edemiyorsanız, boşuna kaanûn değiştirmeye çalışmayın. Çünkü siz kaanûnu değil, ancak onu kötüye yorma şeklini değiştirmiş olursunuz.
Şöyle, bir tayy-ı zamân ile 1860’lı yıllara gidebilsek, bugünküne benzer fuzûlî konuşmaların, memleket ufkunda uçuştuğunu görürdük.
Nihâyet 1876’da birincisi ve 1908’de de ikincisi ilân edilip, koskoca Cihân Devleti’ni kırpıp kırpıp kuyuya atan anayasa, hangi hayırlı işimize vesîle olmuştur?
Şimdiki Türkiye mesâhasının on, on beş katı vatan toprağını yele vermiş bir milletin, yaklaşık yüz elli yıldır anayasa mugalâtası ile karın doyurması, dramatik olmanın da ötesinde…