Uluslararası Akciğer Kanseri Konferansı’nda araştırma merkezimizin çalışmalarına ait sunular için genç arkadaşlarımla Viyana’da beş gün geçirdim. Gündüz konferansta, akşam beşten sonra caddelerde, sokaklarda idik… Viyana, ilginiz amatörce de olsa, bugünün cemiyet yapıları için yaşayan çok önemli bir örnek. Batı sanatının, edebiyatının, müziğinin, felsefesinin, din anlayışının ve tabii refahının oldukça güçlü yaşandığı, üstelik tarih bilincini de “Türkleri biz durdurduk”, “Batı varlığını bizim direnişimize borçlu” varsayımları üzerine kurmuş bir Batılı şehir Viyana. Tabii böylesi bir şehrin insanının tavrı, tarzı da o medeniyetin, Batı medeniyetinin zihniyetini oldukça açık bir şekilde yansıtabiliyor. Kısa süre önce, Doğu’ya ait medeniyetlerin önemli örneklerinden birisi olan Budizm’in yoğun olarak yaşandığı, ama Batılılaşmaya çalışan Bangkok’ta gördüklerimin bende uyandırdığı kanaatleri, bu kez Batı medeniyetinin, her şeyiyle en önde gelen örneklerinin yaşandığı Viyana’da dolaşırken mihenk edinerek düşündüm. Uçak, sayısız rüzgar santrallerinin dizildiği uzun, yeşil düzlüklerin üzerinden, o bizim güzeller güzeli Tuna’yı iki kere çaprazlayarak, Alplerin Karpatlara döndüğü sıra dağları da sağına alarak Viyana’ya yaklaştı. Rus kökenli kaptanımız pisti tutturmak için üç kez sağa doğru yatarak manevra yapınca, sağ kanattaki yolcular için de Viyana’yı geniş bir çerçevede görme imkanı doğdu. Bereketliliğini her haliyle size anlatan kahverengiden yeşile renk renk tarlalar, korular, göletler, göletlerin kıyısında hayal edeceğiniz evler, akıp giden yollar… Aşağıya, hüzün dolu duygularla bakarken, birden şaşırıyorum; A ! Şehir merkezine yaklaşık 20-30 km mesafede gökyüzüne yığınla beyaz duman öbekleri salan sanayi tesisleri. Ve hatta, tahmin ediyorum, bir nükleer santral… Çevre burada da önemli bir sorun olmalı. Her halde Viyana’da ciddi bir “çevre hareketi”, “nükleer santrallere hayır!” kampanyalarının yaşandığını açıkça hissederim herhalde diye düşündüm. Havaalanından şehir merkezine ulaşmak için trene bindik. Yolda iki kondüktör, biri yerli Avusturyalı olduğu belli olan altmış yaşlarını aşkın erkek, diğer daha genç, göçmen bir Avusturyalı kadın. Biletlerimizi gösterdiğimiz için teşekkür ediyorlar, nazik bir tebessümle yanımızdan ayrılıyorlar. Az ileride, vagonun ön tarafında giyiminden, halinden, bakışından dağınıklığı ve uyumsuzluğu anlaşılan genç bir siyahi tedirgince etrafa bakınıyor, kondüktörler yanına gelince heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Anlıyorum ki bileti yok. Kondüktörler yanlarına alıp, ilk durakta indiriyorlar, üstelik istasyona götürüyorlar, tren kalkıyor, genç siyahi ve kondüktörler istasyonda kalıyor. Batı’da kurallar çok önemli, kesinlikle uyulması gerekiyor, insani gerekçelerin bile bir manası yok; kurala uyacaksın, yoksa bedelini ödeyeceksin. 80 Euro cezayı o gencin ödeyemeyeceği her halinden belli, belki sınır dışı edilecek. Aynı olay bizde olsa “E, o da bu seferlik biletsiz olsun canım, haline baksana, garip yabancı” denilir, birkaç kişi “yazık” diye araya girer, kondüktör de bir iki baş sallaması ile bırakır giderdi. İşte fark daha ilk adımda kendisini göstermeye başladı… Mesleki toplantılar iyi gidiyor ama, Batılı dost kimi görsek mutlaka “Türkiye’ye çok üzülüyoruz.” diyorlar, ardından da “Ailenizle güvende misiniz?” diye sormazlar mı? Dikkatimi şu da çekti: İlgilerinde sanki mevcut siyaseti ağır bir şekilde kötülememizi bekler bir hal vardı. “Neden siz Irak’tasınız, neden Suriye’desiniz?” soruları onları hiç ilgilendirmiyordu. Dahası böyle reaksiyonlardan ciddi şekilde rahatsız oluyorlardı. Onlar, Irak’ta, Suriye’de Batı olduğu için yüzbinlerce kadın, çocuk, yaşlı, genç insanın öldüğünü, bizim de güvenliğimizin kaybolduğunu asla anlayacak durumda değillerdi ya da bu durumu kendi hesaplarına haklı görüyorlardı. Çünkü “varlık ve hayat” anlayışları yapılanları makul ve haklı gösteriyordu onlara. Toplantılar devam ederken biz de kendimizi farklı hissetmeye başladık. Viyana, yaygın metro ve raylı sistemleri, geniş caddeleri, açık sokakları, parkları, gezi, sergi, oyun alanları ile ulaşımı oldukça rahat bir şehir. Araç park sorunu yaşandığına hiç şahit olmadık veya trafik sıkışıklığına denk gelmedik. Cadde kenarlarında, merkezi yerlerde inşaatlar vardı ama yapılan işler günlük hayata kısıtlayıcı etki yapmıyordu.Ana caddede metro girişi. Sadece “U” harfinden metro girişini anlayabiliyorsunuz.
Ve metronun içi…
Büyük caddelerde Noel’e doğru gece manzaraları.
Parkların rahatlığı ve estetiği hayran bırakıyor.
Merakla, biraz da Batılılaşan şehirlerle kıyaslayabilmek için Viyana’nın kenarlarına, varoşlara açılıyım derseniz, metro veya otobüs son duraklarında göreceğiniz şehir manzarası Batılılaşan Doğu şehirlerindekinden çok farklı olacaktır; şehir Viyana merkezdeki gibi devam etmektedir.
Burası Viyana’nın son duraklarından birisi; varoş herhalde, bilemedim?
Kısacası Viyana’da insan rahatlığına önem verildiği, insanlara, bizim alışık olmadığımız bir planlı şehir hayatı sunulduğu çok açıktı…
Peki neden böyle ? Bu iyiliğin sebebi sadece zenginlik mi ?
Elbette hayır!
Bir farkı iyi görmek lazım:
Batı medeniyetine ait diğer şehirlerde olduğu gibi, Viyana da Batılının “varlık ve hayat” anlayışlarından kaynaklanan bir hayat tarzına göre kurulmuş, inşa ve organize edilmişti; orada, onlar için, onlara uygun, onların mutlu olduğu ve idealize ettiği bir hayat akıp gidiyordu. İstedikleri gibi, olması gerektiği gibi yaşıyorlardı, inançları gibi, düşündükleri gibi, duygu ve heyecanları gibi yaşıyorlardı. Onlar olmasını hayal ettikleri gibi bir şehire sahiptiler. Tabii bütün sahip olduklarını korumak, geliştirerek devam ettirmek için de kısa, orta, uzun vadeli planlar yapıyor, hayata geçiriyorlardı. Çünkü şehir hayatından başka beklenti, amaç ya da hayalleri yoktu.Burada şunu da vurgulamak lazım: Toplumsal olarak uzun tarih yolculuğunda Batılının yarattığı gelenekler vardı ve onlar geleneklerini yaşıyorlardı; değişen zamanda gelenekleri onları güçlü tutuyor, doğru yönde değişim ve gelişmeye imkan veriyordu. Hani derler ya “değişerek gelişmek” ama “gelişmek”. Kenan Gürsoy üstadda okuduğum bir ifade tam da buraya uyuyordu: “Geleneği olmak başka bir şey, gelenekçi olmak başka bir şey.”
Bu ayırımı iyi görmek lazım.
Kütüphane
Bu binaların içi çok farklı, çok modernize edilmiş ama dışı da hayranlık verici değil mi ? İşte geleneği olmanın ama değişerek ilerlemenin pratik örnekleri. Bina, ikiyüzyıl öncesi görünümde, ama içi bugünün teknolojisi ile donanımlı.
Yukarıda anlattığım detaya çok dikkat etmek lazım. Neden yabancılara, göçmenlere karşı çıktıklarını, Batılının tarafına geçip te böyle baktığınızda anlıyorsunuz. İşin insani tarafı mı? Onu da bizimle onların “varlık” yorumunda tartışmak lazım. Eğer bir insan için “öteki” kavramı varsa ve öteki ona benzediği ve işe yaradığı sürece kıymetli ise, bu hali hak etmeyen ötekinin insani bir değeri olmayabilirdi. Göçmenlerin ızdırabına karşı Batı’da takınılan katı-acımasız tavrın düşünce insanlarında, sanatkarlarda, yazıp-çizenlerde, basında, üniversitelerde, parlamentolarda niçin yeterince eleştirilmediğini ve sessiz bir anlayışla kabullenildiğini Viyana’da anlayabiliyorsunuz. Onlardan farklı bir tavır beklemek olmayacak duaya amin demek olur. Boşuna ısrar da etmemek lazım.
Tuna’nın öte yakasında yeni Viyana. Amerika’nın, Kanada’nın şehirlerinden pek farklı değil. Devasa binalar, geniş caddeler dışında anlatılacak pek bir şeyi de yok.
Belediye binasının girişi; gelenek!
Viyana’nın yeni şehri modern caddeler, binalar, şehir mobilyaları ile diğer Batı şehirlerinden farklı değildi. Etkileyici bölge eski Viyana. Roma-Gotik tarzı ihtişamlı hükümet binaları, belediye sarayı, müzeler, kütüphaneler, parlamento, şimdi değişik sosyal amaçlarla kullanılan saraylar… Viyana’da Batı kültürünün tarihi seyrini, o büyük medeniyetin ruhunu hissediyorsunuz. Ve tabii aklınıza o zor kazanılmış muhteşem değerler geliyor; hani Batı medeniyetinin, hepimizin ideal edindiği çağdaş uygarlığın yüce değerleri: Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hürriyet, eşitlik ve daha başkaları; Viyana’da, bu önemli Batılı şehirde o değerlerin nasıl ve ne anlama geldiğini çözmeye
çalışıyorsunuz.
Burada durup, aslında, Batı’nın içselleştirerek mükemmelen yaşadığını ve temsil ettiğini düşündüğümüz “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet”, “özgürlük”, “eşitlik”, “yaşam hakkı kutsallığı”, “hümanizma” gibi değerlerin, aslında “Batıya ait eşsiz bir medeniyetin ürettiği değerler” mi, yoksa bugün artık “sürdürülebilir kapitalizmin araçsal unsurları” mı olduğunu tartışmak gerekir. Eğer söz konusu bu değerleri Batı medeniyetinin insanlığa sunduğu önemli kazançlar olarak düşünüyorsanız, şimdi Viyana’da çok belirgin şekilde yaşanan yabancı karşıtlığını, iticiliği, Doğu’da yaşanan vahşeti hoşgörüyle algılamayı bu değerlerin evrenselliği ile bağdaştırmanız gerekecek ki yaşanan hayatta bu bağdaştırma pek te mümkün değil gibi.Batılı şehirlerdeki yabancıların ancak az bir kısmı iyi dil öğrenip, çok çalışıp, tahsil yapıp, meslek edinmişler. Kendi kültürel değerlerini de hatıralara saygılı bir anışın ötesine geçirememişler. Böylece o toplumla uyum içinde, ruhsal ve zihinsel olarak nötr vaziyette, ama madden verimli olarak yaşayıp, gidiyorlar, hatta teknik anlamda idari görevlere bile gelebiliyorlar, kimse de onlara, çok önemli bir şey olmadıkça, ses çıkarmıyor. Ama büyük çoğunluk, Anadoluluğu bırakamayanlar genel olarak hizmet sektöründe çalışıyorlar. Onların dilleri iyi değil, ikinci sınıf olduklarını maaş ve sosyal haklarıyla çok güzel fark ediyorlar ve ona göre davranıyorlar. Bu grup aslında Viyana’da istenmeyen insanlar, evlerine dönsünler diye gayret ediliyor. Biraz samimi olur da size güvenirlerse neler anlatıyorlar neler? Batı’nın, bizim de kutsallaştırarak hayran olduğumuz ve idealize ettiğimiz o evrensel değerleri neden bu grup için de geçerli değil, işte tam da bunu tartışmak lazım. Konu insanların duygusuzluğu ya da bazılarının kötülüğü ile açıklanamaz. İki ihtimal var: Ya bu değerler aslında gerçek sosyolojik değer değil, gerçekten sürdürülebilir kapitalizmin araçsal unsurları ya da değerlerin uygulanacağı bir grup insan var, uygulanmayacağı bir de ötekiler var. Bunları gelişmekte olan ve Batılılaşan toplumların aydınları iyi okumalı. Viyana’nın hem eski şehrini hem yeni şehrini görüp, aradaki süreci anlamaya çalıştığınızda saraylar ve etrafındaki ilişik yapılar size feodalizmin nasıl bir güç merkeziyetine yol açtığını, sonra kapitalizmin ilerleyişini ve nihayet sürdürülebilir kapitalist modele dönüşü pek güzel anlatıyor.
…Viyana, Batı kültürünün ve fikriyatının oluştuğu, o muhteşem klasik müziğin, şiirin ve edebiyatın geliştiği en önemli coğrafyalardan birisi. Batı düşünce hayatında da Viyana’nın mühim bir yeri var: “Mantıksal pozitivistler” i hatırlayın. Pozitivizmin kaynaklandığı merkez yine Viyana; “Viyana çevresi” deniliyor onlara. Gerçek bilimciler için Viyana çevresi pozitivistlerinin artık bir değeri yok. Ama Türkiye gibi az gelişmiş, yarı sömürge ülke aydınlarının zihniyeti hala onların esareti altında. Viyana çevresinin pozitivist tavrı bizim küçük burjuva entelijansiyasında çok geçerli.
Opera ve tiyatro binalarını bizimkilerle karşılaştırdığımda, Viyana’da asıl olanı, hakiki olanı, o büyük medeniyeti yaratan müesseseleri görüyorsunuz. O duvarların içinde, insani ya da değil ama kimsenin büyüklüğünden şüphe etmediği büyük Batı medeniyeti yaratılmış.Tiyatro binasının ön yüzü.
Opera binası; bizimkiyle kıyaslayın, ne dersiniz ?
Ankara opera binası.
Bizim aynı amaçlı binalara bakınca benzeme sevdasının sahteliği ve sığlığı ötesinde bir karakter göremezsiniz. Çünkü bizimkilerde bir şey yaratılmıyor, sadece taklit edilmeye çalışılıyor besbelli. Biri o muhteşem medeniyet yaratılırken üç yüz sene önce yapılmış. Diğeri ise taklit edilme çabası başlayınca, altmış yıl önce. İşte Batıcı aydınlarımız da Batılıyı Viyana’nın opera ve tiyatro binaları gibi, kendilerini de bizim opera ve tiyatro binaları gibi görsünler. Bu çok doğru bir kıyas ve tanımlama olur. Peki aynı sığlığı Galata Mevlevihanesi’nde görür müsünüz? Hayır! İşte orada da bir medeniyet yaratılıyordu.
Eski şehrin merkezinde en önemli yer Stephan Meydanı. Meydan adını Aziz Stephan Katedrali’nden alıyor. Aziz Stephan Katedrali Avrupa’daki önemli dini yapılardan bir tanesi. 1147 yılında yapımına başlanılan bu muhteşem eserin bizim için ayrıca iki önemli özelliği var: Birisi kulesindeki çan! Katedralinin çan kulesinde 1534’de yapılan bir çan var; orada daima bir nöbetçi oturur, Türk akıncıları gözler, akıncıların yaklaştığını fark ederse çan çalarak Viyanalıları uyarırmış. Bu memuriyet görevi, ta ki 1956 yılında, Belediye tarafından “artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığı” kararı alınınca kaldırılmış. İkincisi de Katedralin sol kanat arka duvarında bir sipahiyi ezerek flamalı mızrağını kalbine saplayan Azize Mariya heykeli. Hiçbir dini yapının duvarında insanı öldüren ve çiğneyen aziz ya da azize figürü olur mu?
Demek ki Batı’da, o uygar dünyada oluyormuş.Aziz Stephan Katedrali.
Katedralin sol kanat arka duvarındaki ezilen sipahi figürü.
Batılının zulüm, eziyet, kahır anlayışını tarihi yapılarında hep görebiliyorsunuz. Bu insanlara bir şeyler eziyet etmiş, zulüm yapmış, sonra onlar da her şeylere, kendilerine bile eziyet etmişler, zulüm yapmışlar. Batılıların ruhları bir türlü dinginlik bulamıyor, huzur ve hüzünü yaşayamıyor; arayışlarında hep bir yangın var. Önce “İsa bu dünyada zulüm görerek ayrıldı, öyleyse dünya zulüm ve eziyet yeri” demişler. Sonra da “Protestanlığın eşyaya ve varlığa hakimiyet hırsı ve heyecanı”. Sonuç şu: “Zulüm görmeyi ve zulüm yapmayı, ikisinin arasında rahat ve huzuru bulmayı hayat tarzı haline getiren Batılı.”Öldüren kim ölen kim ? Demek ki uygarlık öldüre öldüre kuruldu…
Daha önce de belirttim. Viyana bizim kuşatmayı aşma üzerine tarih bilincini geliştirmiş. Fırsat buldukları her yerde bunu işliyorlar; arsızca. Siz hiç İstanbul’da ezilen Bizanslı, Romalı, Anadolu’da Yunan, Ermeni, Fransız, Rus figürü gördünüz mü? Hani muhteşem medeniyet diyoruz ya, işte bu kadar muhteşem; Korkularla ayakta durmaya çalışan, arsız ve erdemsiz.
Hofburg sarayı ön yüzü, karanlıkta * ile işaretlenmiş figüre dikkat.
Ve o figür: Viyana kuşatmasını kıran Polonyalı prens Jan Sobieski. Atıyla Osmanlı paşasını çiğniyor. Yerdeki hilalli sancağa, paşanın tolgasına, üstüne örtülü bayrağa dikkat. Arsızlığın, saygısızlığın bu kadarına pes doğrusu! En zalim düşmanlar bile bayrak, sancak, tolga, komutan gibi unsurlara saygı göstermezler miydi?.
Bir başka figür: Bir hükümet binasının alnında Osmanlı armasını pençeleriyle ezen kartal. Ey Osmanlı kaç devlet ezdin? Hani senin bu kabil figürlerin?
Ve Arsenal! Askeri müze. İçim titreyerek müzeye girdim. Sağ üst koridor sonunda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın otağı… Sancaklarla, silahlarla ve daha nice hazinelerle burada… Fotoğrafa bakın; yüzlerce yıl önce başlayan ve hala akan göz yaşlarının ılıklığını hissedeceksiniz. Ne zaman ait olması gereken yere dönecekler? Kim olacak onu yapacak seçilmişler? Düşüncem pekişiyor: Türk milliyetçilerinin şimdilik günlük siyasetle hiç ilgileri olmamalı. Onların ölçüsü de sınırı da bir koca Dünya!Arsenal ve en kıymetli sunusu; Otağ!
Bir özel ayrıntı daha: Kuşatmada bırakılan kahve çuvallarından kahve yapmayı ve içmeyi öğrenmişler. Şimdi Viyana Avrupa’nın kahve merkezi… Nihayet Tuna! Gördüğünüz anda ta içinizde hissettiğiniz, kalbinizin bir başka çarptıran, uzanıp da el ele, gönül gönüle vermek istediğiniz yeşil Tuna. Sanki size bir kırgınlık hissettiriyor sessizliği ile, durgunluğu ile. Tuna’ya hasretle bakınca, eğilip suyunu avucumu alınca Bülent Ecevit’in şu dizeleri aklıma geldi: Bir destanın yasları gibi yükselir
Tuna kıyılarında Türk kaleleri
….
Bayram sabahları bu burçlar üstünde,
Beyaz ay yıldızlı al bayrak çekilmez.
Ve Tuna’nın koyuca mavi göğsünde
Sipahi akisleri bir bir dizilmez.
Bir yaşlı günden beri, güzel Tuna’ya
Yabancı gelir bu aktığı toprak;
Sabahları güneşin doğduğu yana
Akar tuna, içinde hasret yanarak… Tuna’nın bizim için ifade ettiği kıymet Avusturyalılar için pek bir anlam taşımıyor. Onlar Tuna’yı zengin su kaynağı ve ulaşım alanı olarak görüyorlar. İki Tuna daha yapmışlar Tuna’dan aldıkları kollarla. Tuna’nın üzerinde de Avusturya’dan Almanya’ya turistik tur hizmeti veren otel şeklindeki nehir gemileri… Acaba yüreğim böyle bir geziye dayanır mı diye düşünmedim değil!Tuna üzerinde otel gemi; ama turlar bayağı pahalı.
Tabii Tuna bu haline üzgündü; ne kenarında çiçekler, ne üstünde oynaşan hırçın dalgacıklar vardı… Durgun akıyor Tuna; bekliyor belli; Yemen gibi, Libya gibi, Suriye gibi, Tebriz, Kırım, Karabağ, Batum, Musul, Kerkük, Telafer, Halep, Dobruca, Silistre, Üsküp, Selanik ve daha nice bizim toprakların beklediği gibi bekliyor; belli ki birilerini bekliyor…
Dönüş yolculuğu başlarken Viyana’yı sosyal bilimcilerin her yönüyle iyice bir analiz etmesi gerektiğini düşünüyorum. Batılılaşma, kültür değişmeleri, milliyetçilik konularında Viyana eşsiz bir sosyal laboratuar. Emperyalizmin ve burjuavizinin dayattığı çarpıtılmış tarih anlayışının etkisini kırmak istiyorsak ve eğer bir Türk medeniyeti tasavvuru yaratacak isek hem Doğu’dan Batı’ya ama hem de Batı’dan Batı’ya bakmak gerekiyor. Farklılıkları görmek, anlamak, yaratılan hayranlıktan kurtulmak, kendimizi tanımak, güvenmek ve yolumuzu doğru çizmek ancak böyle mümkün.Batının bize dayatarak hayranlık yarattığı, bizi teslim alan, kaynağını Batı medeniyeti zannettiğimiz “değerler”in aslında ne olduğunu ve asıl işlevlerini ancak böyle anlayabiliriz. Bence Türk milliyetçilerinin ilk teşhir etmeleri gereken şeyler “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük”, “hürriyet”, “eşitlik” gibi değerlerin mevcut halleriyle sürdürülebilir kapitalizm ve Batı emperyalizminin araçsal unsurları olduğunu görmek, teşhir etmek, bunların Doğu’daki bize ait kaynaklarını ortaya çıkarmak ve nihayet bizce yorumlamak olmalıdır. O kadar zenginiz ve her şey aslında o kadar da ortada ki…