Prof. Dr. Gülten KAZGAN
1923’de “millî” Türk devletinin kurulmasını hazırlayan etkenleri, Türk sosyal bilim araştırmacıları, çok zaman, düşünce akımları çerçevesinde incelemektedir. Bu konuda, Ziya Gökalp’in oynadığı rol de ön plâna çıkarılmaktadır. Oysa, bir veya birkaç düşünürün fikirler sistemiyle, bir “millî” devletin kuruluşunu açıklamak söz konusu olamaz. Toplumsal gelişmelerin doğrultusunu ve biçimini her türlü kitle hareketlerinden soyutlamak, bunların oluşmasında insan iradesine bilim dışı bir yer atfetmek olacaktır.
Türktoplum tarihinde, büyük değişmeler hazırlayan kitle hareketleri, genellikle, göçler biçiminde belirmiştir. “Millî” Türk devletinin 1923’de kuruluşunu hazırlayan kitle hareketleri de, bundan farklı olmamıştır, Osmanlı İmparatorluğu, çeşitli inançları benimsemiş, farklı diller konuşan, ayrı yaşama düzeyi ve biçimlerindeki halkları uzun yüzyıllar bir arada barındırabilmiştir. Fransız İhtilâlini (1789) izleyerek, 18. yüzyılın sonundan itibaren oluşan milliyetçilik akımları ise, dalga dalga yayıldıkça, bu olanak ortadan kalkmaya başlamıştır, Avrupa’da, millî devletlerin kurulmasını hazırlayan etken, bir burjuva sınıfının yükselmesi ve bunun da köylüyü, esnafı peşinden sürüklemesi olmuştur. Bu sınıfsal oluşum, Osmanlı egemenliğindeki “millet halkları”nı da tanımlamaktan uzak değildir, Çağın büyük devletleri Çarlık Rusyası ve İngiltere’nin, dış politika araçları olarak, bilinçli biçimde millet halkları arasında tahrik ettiği bu oluşumlar, İmparatorluğu sarsmış ve sonunda parçalamıştır. İmparatorluğun bu parçalanma süreci içinde, Anadolu’dan dışarı ve Anadolu’ya doğru sürekli göç hareketleri ortaya çıkmıştır. Büyük kitlelere yer değiştirten göç hareketleri, bir taraftan İmparatorluğun çöküş sürecinin bir yönünü oluşturur; fakat, bir taraftan da yabancı sermaye ile birlikte, Osmanlı – Türk topraklarına yerleşmiştir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehir merkezlerinin nüfusunu, sırasıyla, % 50 ve % 70 oranında azınlıklardan ve Avrupalılardan oluşturan bu gelişimdir[1]. Ancak, gerek gelen Yunanlılar, gerekse Avrupalılar, Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllarda geri döndükleri için, bugünkü nüfus içinde artık bir payları yoktur.
Buna karşılık, aşağıda belirtileceğimiz göçmenler, Türk toprakları üzerinde kalmıştır; veya, dışarıya gittiyse de, göç oranlarının, yerli Anadolu halkınınkinden farklı olması için herhangi bir neden yoktur.[2] Aşağıda, dolayısiyle, son 120 yıl içinde ülkemize gelen göçmenlerin, tümüyle Türk topraklarında kaldıkları varsayılacaktır.
1853 Osmanlı – Rus çatışması, Kırım’ın elden çıkmasıyla sonuçlanmıştır. 18. yüzyılın sonundan itibaren bu topraklardan başlayan göçler, Kırım’ın kaybı ile süratlenmiştir; Birinci Dünya Harbine kadar sürmüştür. Göçün, kitle yer değiştirmesi çapma vardığı ilk yıllarda, 300 – 500 bin kişi kadar olduğu tahmin edilmektedir[3]. Biz, 1850 yılında, ortalama 400 bin kişinin geldiğini varsayacağız.
Çarlık Rusyasının 19. yüzyılda sürdürdüğü genişleme politikası, Kafkas ve Türk halklarının, yaşadıkları topraklardan kopmasına yolaçmıştır: Türkler, Avarlar, Çerkezler ve diğer Kafkas halkları, Anadolu’ya sığınmış, çoklukla da, Kuzey – Doğu Anadolu’ya yerleştirilmiştir. Bu göçler 19. yüzyıl boyunca sürdüğü gibi, 20. yüzyılın başında, Çarlık Rusyasındaki karışıklıklar, 1917 Ekim İhtilâli, Kafkasya’daki siyasal karışıklıklar, başta Çerkezler olmak üzere, çeşitli etnik gruplan Anadolu’ya yöneltmiştir[4]. Bu alanlardan söz konusu yıllar içinde gelenler bakımından şöyle bir varsayım yapacağız : muhafazakâr bir tahminle gelenler, 1 milyon kişi kadardır. Bu 1 milyon kişinin tümüyle, 1900 yılında göç ettiğini kabul edeceğiz.
Balkanlardan büyük göçler, 1877 – 78 Osmanlı – Rus savaşı ile harekete geçmiştir: 1870 ile Birinci Dünya Savaşı arası yıllarda, Osmanlı toprakları İmparatorluktan koptukça, buralardaki Türk – Müslüman halk, yerinden sürülmüştür. Gelen toplam göçmen sayısı için yapılan tahmine göre, sayıları 1 milyon kadardır; Bu 50 yıllık süre içinde gelenlerin, hepsinin 1900 yılında geldiğini varsayacağız[5].
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra gelen göçmen sayısı için, elimizde, daha kesin rakamlar bulunmaktadır. Devlet İstatistik Enstitüsü tahminleri, Kafkasya ve Rus yönetimindeki topraklardan göçlerin, 1920’lerden sonra durduğunu, fakat, Balkanlardan büyük kitlelerin gelmeğe devam ettiğini göstermektedir : Buna göre, 1923 – 33 yılları arasında 627.538, 1934 – 60 arasında 576.667, 1960 – 70 arasında 33 bin kişi gelmiştir. Bu kitle için yapacağımız varsayım şöyle olacaktır : ilk grup olan 630 bin kişinin tümünün 1930’da, ikinci grup olan 580 bin kişinin tümünün 1950’de, üçüncü grup olan 33 bin kişinin de 1965 de geldiğini varsayacağız. Diğer bir deyişle, göçü kaplayan sürenin orta yılı, tüm göçün yer aldığı yıl olarak kabul edilmektedir (Bkz : Ek, Tablo II ve III).
Aşağıdaki Tablo, yuvarlaklaştırılmış göçmen sayıları ve göçün devam ettiği sürenin orta yılı tüm göçün yeraldığı yıl olduğu esasına göre hazırlanmıştır, 1850-1950 yılları arasında nüfus artış haddi % 1, 1950 – 70 yılları arasında da % 3 olarak kabul edilmiştir. Bu varsayımlara göre, 1850 yılından 1970 yılma kadar Türk topraklarına gelen göçmenlerin ve bunlardan doğan yeni kuşakların sayısı, yığmalı olarak, 10 milyon 919 bindir. Diğer bir deyişle, (30 yılı bir kuşak değişimi için gerekli süre kabul edersek) 1970 yılındaki toplam Türkiye nüfusunun (35.666.549) % 30’u son dört kuşak içinde yerinden kopmuş ve Türkiye’ye gelmiş vatandaştır. Gerçekte, bu, çok yüksek ve dikkat çekici bir orandır. Çünkü, bu göç hareketlerinin çok büyük kısmında, halkı yerinden koparan büyük siyasî olaylardır; topraklar, üretim araçları, servetler, istek dışı olarak terkedilmiş, kitleler göçe zorlanmıştır. Bu olgu, B. Avrupa ve Doğu Avrupa’dan, Yeni Dünya ülkelerine doğru olan göçlerden çok farklıdır. Bu fark, nedenler kadar sonuçlar açısından da geçerlidir. Yeni Dünya topraklarına doğru olan göçlerde, Avrupa halkları, zengin ve bakir topraklarda, kullanılmamış kaynakların kullanımını gerçekleştirme olanağını bulmuştur; teknolojik bilgiyi beraberinde götürmüş, kapital birikimini sağlamış, kendisine uygun yönetimi kurabilmiştir. Oysa, Osmanlı İmparatorluğunu yıkan etkenlerden biri olan Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri, başta Çarlık Rusyası ve İngiltere İmparatorluğu olmak üzere, büyük dünya devletleriyle savaşmayı gerektirmiştir. Savaşların yerinden kopardığı büyük kitleler, aynı savaşların üretim gücünü tükettiği bir devletin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle, birincide, göçler kapital birikimi ve gelişmenin kaynağı olduğu halde, İkincide, yıkılma sürecini çabuklaştıran bir etken olmuştur.
Tablo’dan, Kafkasya ve Çarlık Rusyası yönetimine giren diğer topraklardan göçlerin, birikimli toplam 10 milyon 919 bin kişi içinde, birikimli 4 milyon 920 bin, yâni, % 45 kadar tuttuğu görülmektedir. Balkanlardan olan göçlerden birikimli nüfus ise, % 55 kadardır. Diğer bir deyişle, 1970 yılındaki nüfus içinde, % 14 kadarı, son 120 yıl içinde, Doğu’dan Anadolu’ya ve Trakya’ya göç edenlerin çocukları, % 16 kadarı da Balkanlardan Anadolu’ya ve Trakya’ya son 100 yıl içinde göçedenler ve bunların çocuklarıdır. Doğudan göçler, 1920’lerden sonra hemen hemen, tükendiği halde, Balkanlardan göçler, 1960’dan sonra yavaşlamakla beraber, sürüp gitmektedir (Bkz : Ek, Tablo III).
TABLO | |||
Son 150 yılda gelen, göçmenlerin ortalama geliş yılı ve sayılan üzerinden, bileşik faizle büyüme haddine göre 1970′ de sayıları | |||
Batıdan ve Doğudan gelenler | Ortalama Geliş Yılı | Gelenlerin Sayısı (bin) | 1970’de göçmenler ve bunlardan doğanların sayısı (bin) |
Doğudan (Rusya’dan) | 1850 | 400 | 1950 |
1900 | 1000 | 2970 | |
Ara Toplam | 4920 | ||
Balkanlardan gelenler | 1900 | 1000 | 2970 |
1930 | 630 | 1695 | |
1950 | 580 | 1275 | |
1965 | 39 | 59 | |
Ara Toplam | 5.999 | ||
Toplam | 10.919 | ||
Not: 1850- 1950 arasında nüfusun doğal artış haddi % 1, 1950 – 1970 arasında % 3 kabul edilmiştir |
Balkanlardan göçler, Osmanlı İmparatorluğunun genişleme döneminde Doğu Avrupa’ya Türklerin yayılmasının 4 asır sonra tersine dönmesi olgusudur. 19. yüzyılda kapitalizm Doğu Avrupa’ya yayılmaya başladığında, milliyetçilik ideolojisini de beraberinde getirmiştir. Yükselen yeni burjuva sınıfının çıkarlarıyla, bürokratik Osmanlı yönetimi ve Osmanlı hukukunun bağdaşması olanaksızlaşmıştır. Yeni sınıf, mülkiyet hakkını koruyacak bir düzen, iş hayatında özgürlük, kapital birikimi olanaklarını kullanmak ve kendisinin kullanabileceği bir millî piyasa istiyordu. Oysa, Balkanlarda, Türkler, toprak sahibi sınıftı; ekonomik artık, Osmanlı yönetimine aktarılıyor, çöküş döneminin bitmez tükenmez savaşlarında kullanılıyordu. Türklerin sürülmesi, kıt kaynak olan toprakların kendi amaçları için ekonomik artık yaratmasını sağlayabilecekti, Balkan köylüleri, yeni yükselen burjuva sınıfının öncülüğünde, Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmış ve Türkleri topraklarını terke zorlamıştır.
Tabiî, “Hıristiyanları koruma” kisvesi altında çağın büyük devletleri bir taraftan Balkanlarda milliyetçiliği tahrik ederken, bir taraftan da, Osmanlı devletini bağımlı duruma getirmiş ve nihaî çöküşünü hazırlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, Balkanlardaki Türk – Müslüman azınlıkların tâbi olduğu devletlerin “ayrılıkçı” eylemleri, bu kitleleri dışarı itmeğe devam etmiştir. İkinci Dünya Harbinden sonra Balkanlarda yerleşen sosyalist rejimlerde de, azınlıklar, “Soğuk Savaş” içinde onun bir parçası olmuştur[6].
Biraz ileride görüleceği gibi, Doğudan ve Batıdan Türk – Müslüman halkı yerinden koparan siyasal olaylar, Türk halkı arasında da “milliyetçi” akımları uyaran bir etken olmuştur; milliyetçilik, burjuva sınıfının bağımsızlaşma sürecindeki ideolojisi olmaktan çok, ve ondan önce, aynı etnik özellikteki halkı bir araya toplayan olayların uyardığı bir ideoloji biçiminde belirmiştir.
B) Topraklarımızın dışına göçler :
Türkiye Cumhuriyetinin etnik yapısı Osmanlı yönetimindeki Anadolu ve Trakya’nınkinden çok farklıdır (Bkz: Ek, Tablo I). Bu farkın bir nedeni, topraklarımıza doğru göçlerse, bir nedeni de topraklarımızdan dışarı doğru gerçekleşen göçlerdir. V. Eldem’in verdiği rakamlara göre, 1897 yılında, yalnız İstanbul ve Anadolu’da yaşayan Ermeniler 1,2 milyon, Rumlar 1.1 milyon, Museviler 88 bin kadardır. Aynı yıl, İstanbul ve Anadolu’nun toplam nüfusu 12 milyon 611 hin kadar olduğuna göre[7], Türkiye Cumhuriyeti topraklarının büyük kısmını oluşturan bu alanda, nüfusun 20 si bu üçetnik gruptan oluşuyor demektir. 1965 nüfus sayımında ise, ana dili olarak bu etnik grupların dillerini konuşanlar, sırasıyla 33 bin, 58 bin ve 10 bin kişidir. Diğer bir deyişle, Anadolu halkının 2,3 milyon kadarı son 70 yıl içinde dışarı göçetmiştir. Buna, Edirne Eyaletinde 1913 yılında yaşayan 90 bin Rum ve 321 bin Bulgar da eklenirse, bu sayı, 2,7 milyonu da aşmaktadır. Bu göçlerin yoğunluğunun 1915 – 1925 yılları arasında olması, göçlerin ekonomik etkilerinin de çok belirgin olmasına yolaçmıştır.
Türkiye’den azınlıkların göçünü hazırlayan olaylar, Türklerin dış dünyadan, Anadolu ve Trakya’ya göçünü hazırlayan olaylardan farklı değildir. Ermenilerin tehciri, Birinci Dünya Harbi süresinde yoğunlaşmıştır. Ermeniler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “milliyetçi” ideolojinin ve ayrılıkçı hareketlerin etkisinde kalmıştır. Tıpkı Balkanlarda olduğu gibi, başta Çarlık Rusyası olmak üzere, İngiltere, ABD. ve Fransa da bu hareketleri, dış politikalarının bir aracı olarak kullanmış, sürekli tahrik etmiştir. 4 yüzyıl Balkanlarda, nasıl çok farklı etnik gruplar Türklerle barış içinde yaşadıysa, 19. yüzyıla kadar aynı barışçı yaşam Anadolu’da da sürmüştür. Fakat, milliyetçi Ermeni özlemleri, dıştan destek arayan ayrılıkçı Ermeni hareketleri, Birinci Dünya Harbi içinde Türklerle Ermenileri hasım olarak karşılaştırmıştır. Birinci Dünya Harbinden önce, milyonlarca Türkün Doğudan ve Batıdan sürülmesi, sonuçta, Türklerde de; milliyetçilik ideolojisini geliştirmiştir. Özellikle, Doğu Anadolu, Doğudan sürülen Türklerin vatanı olmuştur; bu topraklar, iki halk arasındaki savaş alanına dönüşmüştür. Ermeni ayrılıkçılarının Fransızlarla işbirliği yaptığı Silisya (Adana) da, bir ikinci savaş alanı olmuştur. 1915-20 yılları arasında 1 milyon Ermeni tehcir edilmiş, bunun 500 bin kadarı Rus Ermenistanında, bir o kadarı da Arap topraklarında yerleşmiştir; 100 bin kadarı da, 1921’de imzalanan Türk- Fransız andlaşmasmdan sonra, Fransız kuvvetleriyle birlikte Türkiye’yi terk etmiştir[8]. 1927 nüfus sayımı, sayılarının 65 bin kaldığını göstermektedir (Bkz : Ek, Tablo I).
Osmanlı imparatorluğunda, milliyetçi özlemlerinde ayrılıkçı olmakla kalmayıp, genişleme siyaseti de güden bir diğer etnik grup Rumlar olmuştur. Rum ve Türk milliyetçileri arasındaki çatışma, özellikle Balkan Harplerinin bitmesinden ve büyük kitlelerinin göçe zorlanmasından sonra şiddetlenmiştir. Bu çatışma, Türk Millî Mücadelesinde doruğuna çıkmıştır.
Batı Anadolu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı kapitalizminin bir uzantısı olmaya başlamıştır. En yoğun azınlık grubu olan Rumlar da bölgenin ekonomisinde egemen sınıf olarak yükselmiştir. Birinci Dünya Harbi arefesinde biçimlenen Türk milliyetçiliği, Rumların bölgeyi Helenleştirme isteğine karşılık, bölgeyi Türkleştirme çabasındadır. Yunanistan, andlaşma hükümlerini bozarak, Balkan Harpleri sonunda, Türkleri tehcir edince, Türkler de misillemeye girişmiştir, Böylece, hem tehcir edilmiş olan Türkleri yerleştirecek topraklar boşaltılmak, hem de Rum ekonomik egemenliğine son verilmek istenmiştir. 100 bin Rumun tehcir edilmesine yol açan olaylar arasında, Yunanlıların Ege adalarının bir kısmını ilhak etmeleri de sayılmalıdır[9].
Birinci Dünya Harbi içinde de, ayrılıkçı Rum isyanları Batı Anadolu’da patlak verdikçe, sonuç isyancıların tehciri olmuştur. Fakat, Harp yenilgiyle sonuçlanınca, Batı Anadolu Yunan Askerî işgaline girmiş, 1920’de 120 bin Yunanlı bölgeye yerleştirilmiştir. 1922 de olaylar tersine dönmüş, Türk zaferi üzerine, 400 bin Rum tehcir edilmiştir. 1925 yılında, Yunanistan’a Türkiye’den iltica edenlerin sayısı 1,2 milyon tahmin edilmektedir[10]. Türkiye’de kalanlar ise, 120 bin kadardır (Bkz. Ek, Tablo I).
Balkan Harpleriyle Milli Mücadelenin sonu arasında büyük kitlelerin defalarca yer değiştirmesi, geri döndürülemez bir olguydu. Bunun içindir ki, 460 bin Makedonyalı Türkle 1,2 milyon Rum’un “mübadele”ye tâbi sayılması kabul edilmiştir. Bununla beraber, Lozan Andlaşmasından sonra da, karşılıklı göçler, tehcirler sürmüş gitmiştir. İki ülke arasında herhangi bir önemli siyasî anlaşmazlık, kendi içlerindeki azınlıklara baskı ve bazan da tehcirle sonuçlanmaya devam etmektedir[11].
/
/
Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Yahudiler, hiçbir zaman, Ermeniler veya Rumlar gibi sayıca önemli azınlıklar olmamıştır. Ekonomik ve malî gücü onlarla beraber paylaşsalar da, “anti – semitizm” bir ideolojik akım olarak onlara karşı gelişmemiştir. Yahudi tehciri diye bir olay, sanıyoruz ki, yoktur. Bu, çok ilginç bir noktadır: çünkü, bize, tehcir olaylarının gerisindeki etkenin tek olmadığını gösterir. Eğer Rum ve Ermeni tehciri, sadece, bu etnik grupların ekonomik egemenliği dolayısiyle uyarılmış olsaydı, aynı hareketin Yahudilere de yönelmesi gerekirdi, Oysa, Osmanlı İmparatorluğunda, veya Birinci Dünya Harbi içinde veya Millî Mücadele içinde, bu nitelikte güçlü bir anti – semitik akım gözlenmemektedir. Bunun bir nedeni, Ermeni ve Rumların sayıca çok olmasına karşılık, Yahudilerin az olmasıdır; ikinci nedeni birincilerin büyük toprak sahibi olmasına karşılık, Yahudilerin daha çok şehirli – burjuva azınlık niteliğidir, Türklerin ekonomik gelişme düzeyi, bu dönemlerde, ancak, toprak sahipliğinde ve biraz da iç ticarette rekabeti düşünebilecek niteliktedir. Ancak, bir üçüncü neden de, Ermeni ve Rumların dıştan destek gören ayrılıkçı, hareketleridir.
Bu öneriler, Türk milliyetçiliğinin gerisinde, burjuvazinin yükselme özlemi yok demek değildir; sadece, bunun, çok sayıda etkenden biri olduğudur. Nitekim, Ermeniler ve Rumların gitmesinden sonra, Yahudiler ekonomik hayatta gittikçe yükselmişlerdir; İkinci Dünya Harbi içinde gelişen anti – semitik ırkçı akımlar, kısmen bunun ideolojik düzeyde sonucu olmuştur, Yahudilerin 1948 – 50 yılları arasında 30 bin kadarının İsrail’e göç etmesinde iki neden bulunabilir: bir neden, tabiî, İsrail’in kurulmasıdır; bir neden de, Varlık Vergisinin diğer azınlıklarla beraber Yahudileri de şiddetle vurmasıdır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti içinde bir burjuva hareketi, İkinci Dünya Harbi içinde daha belirginleşmiş ve iç rekabeti kendinden güçlü grupları bertaraf ederek tasfiyeye yönelmiştir.
II – KİTLE GÖÇ HAREKETLERİNİN TOPLUMSAL – EKONOMİK SONUÇLARI
A) Türk burjuva sınıfının yükselmesi:
Son 150 yıl içinde içeri ve dışarı doğru kitle göç hareketleri, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundaki ve daha sonraki dönemdeki nitelikleri belirlemek bakımından çok önemli roller oynamıştır:
i) Bir kere, Osmanlı İmparatorluğunu yıkan başlıca etkenlerden biri olan milliyetçilik ideolojisi, bunu destekleyecek güçlü / bir toplumsal sınıfın ortaya çıkmasından önce doğmuştur,
ii) Etnik kültürel özellikleri bakımından nisbeten yeknesak olan halkların, ister Balkanlarda olsun, ister Anadolu’da, bir araya gelmesi, ayrılıkçı hareketlerin sarsıntılarına son vermiştir,
iii) Osmanlı burjuvazisinin Türk olmayan etnik yapısı, yerini, yavaş yavaş Türk kaynaklı yeni bir sınıfın gelişmesine bırakmıştır.
Böylece, “millî devlet” olarak, Türkiye Cumhuriyetinin yaşayabilirliği sağlanmıştır.
İçeriye ve dışarıya doğru kitle göç hareketleri, Türkiye’nin millî devlet olarak sahneye çıkmasında çeşitli yollardan etken olmuştur. 19. yüzyılın başından itibaren Avrupalıların ve Öreklerin Osmanlı İmparatorluğuna gelmesi, bir taraftan kapitülâsyonlardan onları yararlandırırken, bir taraftan da Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik çöküşünü hazırlayan bir diğer etken olmuştur. Yürürlükteki toplumsal ekonomik yapıyı değiştirme bilincinin Türk aydınlarında uyanması da bundan bağımsız olmamıştır. 1838 İngiliz Ticaret Andlaşmasının liberal ilkeleri, geleneksel Türk zanaatlarının ve küçük sanayiin yıkılmasında etken olurken, Türk askerleri de bitip tükenmez Osmanlı Harplerinin tüm yükünü taşırken, Osmanlı topraklarında bir Rum ve Ermeni burjuvazisi doğmuştur. Ermeniler, tefeci ve vergi – mültezimi olarak kapital birikimi olanağına kavuştuğu gibi, küçük sanayi, zanaatlar ve iç ticaretten de aynı olanakları bulmuştur. İthalât – ihracatta Rumlar ön plâna çıkmış, küçük sanayi, zanaatlar ve iç ticarette de Ermenilerden az rol oynamamıştır. Batı Anadolu’da Rumlar ve Doğu Anadolu’da Ermenilerin toprak düzeni ise, Türklerinkinden oldukça farklıdır: birinciler, toprak sahibi – çiftçidir; oysa, İkincilerde, beylerin sahip olduğu büyük mülkler ve bunlarda çalışan ırgatlar bir yanda, bir yanda da fakir köylü bulunmaktadır. Türklerden oluşan askerî – sivil bürokrasi de, bunların üzerindeki yönetici kadrodur. Diğer bir deyişle, Osmanlı İmparatorluğunun toplumsal yapısında, 19. yüzyılın başından itibaren başlayan ayrışım, başta Avrupalılar olmak üzere, Ermeniler ve Rumların burjuvalaşmasiyle sonuçlanmıştır. Avrupalının, iş adamı yeteeklerinden yoksun saydığı Türkler, bu burjuvalaşma sürecine katılamamıştır.[12]
Fakat, Anadolu’ya Doğudan gelen göçler, değişik bir havayı da beraberinde getirmiştir. Rusya’da yaşayan Türkler arasında haşlayan burjuvalaşma, Avrupalıların bu kanısını yadsır nitelikteydi. Anadolu’ya Doğudan gelen Türkler, kısmen tüccar sınıfındandı; beraberlerinde “Pantürkizmin” sözcülüğünü yapan aydınlar da vardı[13]. Bunlar, Türk iş adamının öncü sınıf olduğu bir “Pan Türk” devletin sözcülüğünü yapıyorlardı. Ne var ki, bu amaç, Osmanlı İmparatorluğunda, dar bir bey – eşraf ve asker – sivil bürokrat sınıf dışında, Türk halkının sefaletiyle açık bir çelişki yaratıyordu; yabancı ve azınlıklardan oluşan burjuva sınıfının varlığıyla bağdaşmıyordu. Rumların ve Ermenilerin tehciri, bir taraftan ayrılıkçı hareketlerinin doğal sonucu olurken, bir taraftan da sahip oldukları servetin ve mülklerin Türklerin eline geçmesini sağlayan bir hareketti. Gerçekte, bu hareket, özellikle Balkanlardan gelen göçmenlerin kendilerine uygulanan bir eylemin, bu kere, Türkler tarafından azınlıklara uygulanmasıydı. Özellikle, toprağın kıtlığı, Türk halkının % 80 den fazlasının köylü olması dolayısiyle, tehcir hareketlerini uyaran bir etken sayılmalıdır[14].
Fakat, kitle göçleri, Yeni Cumhuriyet topraklarında yaşayan halkı Türkleştirdiği, bir Türk kapitalist sınıfın yetişmesi için Türk bürokrasisince gayretler sarfedildiği halde, İkinci Dünya Harbi yıllarına kadar, bu alanda çok az mesafe katedilebilmiştir. 1930′ lardaki millîleştirme hareketleri de, daha çok, kamu kesiminin genişlemesine yolaçmıştır. 1939 – 40 yılı Ticaret ve Sanayi Odaları bülteni, değil kapital yatırımları, sayıları itibariyle dahi, Batılılar ve azınlıkların iş hayatına hâlâ hâkim olduğunu ortaya koymaktadır[15]. İkinci Dünya Harbi içindeki enflâsyon ve Varlık Vergisi, Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele içinde azınlıkların tehciri olaylarının tamamlayamadığını gerçekleştirebilmiştir; çünkü, tehcir olayı, daha çok toprak sahiplerini etkilediği halde, Varlık Vergisi iş hayatındakileri tasfiyeye yaramıştır, Her nekadar bu vergi, harp döneminin büyük spekülatif kazançlarını massetmek amaciyle konmuş ve ırksal bir temele dayandırılmamış olsa da, sonuçları, buna varmıştır. Bir taraftan uygulamada oldukça kişisel kıstasların kullanılması, bir taraftan iş hayatında azınlıkların egemenliği, bu verginin, Türklerden çok bu grupları vurmasına yolaçmıştır; buna karşılık, Türkler için, harp kazançları yanında, kapital birikimi açısından yeni olanaklar yaratmıştır. Bir kere, konulan vergi, azınlıkların elindeki gayrimenkuller ve üretim araçlarının düşük fiyatla elden çıkarılması sonucunu yaratmıştır. Bu da, ürün fiyatlarının süratle arttığı harp içi yıllarda, kapital kazançlarını, Türkler elinde artıran bir etken olmuştur. Çünkü, düşük fiyatla gayrimenkullerin ve firmaların ele geçirilmesi sözkonusudur. İkinci olarak, vergi, azınlıkların oluşturduğu burjuva sınıfını tedirgin etmiş, sosyal statülerini düşürmüş, geleceğe güvenini azaltmıştır. Bunların yavaş yavaş Türkiye’den ayrılması, yükselen Türk burjuva sınıfına karşı iç rekabeti de tasfiye etmiştir. Genellikle, burjuvalaşması Türklerden daha önce başlayan azınlıkların, iş hayatında daha tecrübeli, daha uzun bir geleneğe sahip olduğu, daha büyük çaplı kapital birikimi yapmış oldukları düşünülürse, bu tasfiye, aynı zamanda eşitsiz rekabet .şartlarını da Türkler için bertaraf etmek demektir. Nitekim, bir Türk burjuva sınıfının yükseldiği, kapitalizmin güçlendiği dönem, 1950 sonrası yıllara rastlar. Tabiî, bunda, rol oynayan tek etken olarak, sözkonusu nüfus hareketleri gösterilemez; ancak, çeşitli etkenlerden biri olduklarında da şüphe yoktur.
B) Nüfusun toplamı ve köy – şehir dağılımındaki değişme:
Yoğunluğu 1910- 30 yıllarına rastlayan, içeriye ve dışarıya doğru göçler, nüfusun köy-şehir dağılımını, dolayısiyle meslekî dağılımını da etkilemiştir. Bu dağılım yanında, toplam nüfus da değişmiştir. V. Eldem’in verdiği rakamlara göre, toplam nüfus, 1913 yılında bugünkü hudutlar içinde 15,3 milyondur[16], 1927 nüfus sayımında 13,6 milyon olduğuna göre, aynı topraklar üzerindeki toplam nüfus, 1,7 milyon azalmış demektir. Bu azalışta, Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele içindeki ölümlerin payı olduğu kuşkusuzdur.
Fakat, aynı yıllar arasında, dışarıya göçler içeriye göçlerden 1 milyon kadar fazladır. Dolayısiyle, nüfus azalışında net göçlerin olumsuz olmasının da etkisi vardır, 1920 ve 1930’larda, nüfus artış haddinin düşüklüğü yanında, nüfus yoğunluğunun düşüklüğü, bugünkünden farklı bir görünüm yaratmaktaydı; emek – yoğun teknolojinin yaygın olduğu bu dönemde, emek kıtlığı demekti.
İkinci olarak, nüfusun, büyük şehirlere dağılımında 1900’lerin başıyla 1930’larda, azalış olmuştur. İstanbul nüfusundaki azalış ise, özellikle göze çarpıyordu : Birinci Dünya Harbinin arefesinde, İstanbul’un nüfusu 1,2 milyondu; 1927 nüfus sayımında, sadece, 691 bin, 1935’de de 884 bindir. İstanbul nüfusunun 1,2 milyonu bulması, 1950 yılını beklemiştir. Aynı azalış, Batı Anadolu nüfusu için geçerlidir. 1913 yılında Aydın Vilâyetinin nüfusu 1,6 milyon kadardır[17]; 1935 nüfus sayımında, Aydın Vilâyetine tekabül eden İzmir, Aydın, Manisa illerinin nüfus toplamı, 1,3 milyon kadardır.
Üçüncü olarak, nüfusun köy – şehir arası dağılımının da köy lehine değiştiği, dolayısiyle, meslekî dağılımın da, göçlerden etkilendiği anlaşılıyor. Dışarı göç eden nüfus çoğunluğu şehirleşmiş ve iş hayatında bulunan nüfustu; köylü olan kısmı da, iç ve dış piyasa ile bütünleşmiş ticarî üretim yapmaktaydı. 20. yüzyılın başında, buna rağmen, Osmanlı imparatorluğunda köylü nüfus oranı % 80’i buluyordu[18]. 1927 nüfus sayımı ise, % 82 olarak göstermektedir; 1950 nüfus sayımı rakamları da durumun değişmemiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu oran ve V. Eldem’in araştırmasında ortaya koyduğu rakamlar, 1913 yıllarında ulaşılan kişi başına refah seviyesine, ancak, 1960’larda ulaşılabildiği izlenimini uyandırmaktadır[19]. Bu yıllar arasındaki büyük nüfus hareketlerinin kitleleri yerinden koparması, harplerin etkileri yanında, ekonomik durgunlukta rol oynamış olmak gerekir, Herschlag, bu konuda şöyle diyor: “…nüfus mübadelesi organik veya tamamlayıcı nitelikte değildi. Türkiye’den ayrılanlar, büyük ölçüde, tüccar ve zanaatkârdı; Yunanistan’da bunlardan fazlası, Türkiye’de ise, kıtlığı vardı. Gelenlerin ezici çoğunluğu ise köylüydü; Rum mültecilerinin ayrılmasından sonra, gelen Türkler için bulunan işlerin sayısı ancak eskinin yarısı kadardı. Oysa, giden mültecilerin sayısı gelenlerden çok daha fazlaydı”[20].
İkinci Dünya Harbinden sonra, Balkanlardan devam eden göçler ise, büyük şehir nüfusunun artmasına katkı yapmıştır: 1965 nüfus sayımına göre, İstanbul nüfusunun % 10’u, İzmir nüfusunun % 11’i, Bursa nüfusunun % 12’si, Eskişehir nüfusunun % 6’sı yurt dışında doğmuştur. Trakya’nın Tekirdağ, Kırklareli, Edirne gibi en büyük şehirlerinde, bu oran, sırasiyle, % 13, % 15 ve % 12 dir (Bkz : Ek, Tablo 111); yâni, ortalama her 6-8 kişiden biri yurt dışında doğmuştur. Göçmen, yerleşmelerini inceleyen bir araştırmacı, bunların, teknolojik değişmelere daha açık, daha dinamik; toplumsal – ekonomik uyarılar karşısında hareketliliğinin, yerli halktan, daha yüksek olduğunu belirtmektedir. Yerleşme mekânları ise, genellikle daha düzenli, kentli yaşama biçimlerine daha açıktır[21].
Böylece, Cumhuriyet kurulmazdan önce ve sonra gerçekleşen büyük nüfus hareketleri, bir taraftan etnik yeknesaklığı sağlayarak “millî devletin kitle temelini” oluşturmuştur; bir taraftan, Türk asıllı bir burjuva sınıfının yükselmesini kolaylaştırmıştır; bir taraftan, Türk toplum yapısını önce olumsuz ve sonra olumlu yönde olmak üzere etkilemiştir. Bu göstergeler, içeriye ve dışarıya doğru olan göçlerin, son 100-150 yıl içinde, Türk millî bütünlüğünü oluşturmaktaki etkilerinin, büyük ölçüde araştırmaya değer nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır. Buna, Türkiye’de çeşitli dönemler itibariyle, refah düzeyinde, toplumsal ve ekonomik yaşantıdaki etkileri de eklenmelidir.
SONUÇ
Millî bir Türk devletinin kurulmasında, son 150 yıldaki büyük nüfus hareketleri, içeriye ve dışarıya doğru göçler olarak, önemli bir rol oynamıştır. Genellikle, herhangi bir ideoloji kendini kabul ettirme aşamasında, sahneye “saldırgan” olarak çıkar: Hristiyanlık, milliyetçilik v.s. bu nitelikleriyle, diğer herhangi bir ideolojiden farklı değildir. Kendisini kabul ettirdikten sonra da, daha barışçı bir görünüme bürünür. Yeni Türk Cumhuriyetinin kurulmasında, önce dış dünyada Türklere karşı başlayan milliyetçi saldırganlık bir uyarıcı etken olmuş; Türk milliyetçi hareketi de, buna bir cevap olmuştur. Böylece, etnik yapısı homojen bir kitle, bu topraklarda doğmuştur. Sanıyoruz ki, siyasal bilimcilerimiz, içeriye ve dışarıya doğru göç hareketlerinin, millî Türk devleti ve bir Türk burjuva sınıfının doğuşuna, toplumsal – ekonomik yapıya etkilerini yeter ölçüde incelememiştir, Bu yazının esas amacı, bu noktaya dikkati çekmektir.
İSTATİSTİKÎ EK :
GELEN GÖÇMENLERLE İLGİLİ İSTATİSTİKLER
TABLO I | |||||
Nüfusun Başlıca Dil Grupları İtibariyle Dağılımı (000) 1870 – 65 | |||||
Etnik Grup | 1870 | 1927 | 1935 | 1960 | 1965 |
Türkçe | 10.000,0 | 11.950,0 | 13.900,0 | 18.254,0 | 28.300,0 |
Kürtçe | 1.000,0 | 1.184,5 | 1.480,0 | 1.677,0 | 2.200,0 |
Arapça | 4.000,0 | 134,3 | 153,7 | 269,0 | 370,0 |
Rumca | 2.100,0 | 119,8 | 108,8 | 89,5 | 48,0 |
Çerkezce | 700,0 | 95,9 | 57,6 | 75,8 | 58,0 |
İbranice – İspanyolca | 158,0 | 68,9 | 42,6 | 35,8 | 10,0 |
Ermenice | 2.300,0 | 64,8 | 57,6 | 52,8 | 33,0 |
Kaynak: 1870 yılı için rakamlar, A. de la Jonquiere, a.g.e., S. 30. | |||||
Diğerleri için, DİE Nüfus Sayımları. |
TABLO II | ||||||
Nüfusun Doğum Yeri İtibariyle Dağılımı (1927 – 1965) | ||||||
Doğum Yeri | 1927 | 1935 | 1945 | 1955 | 1960 | 1965 |
Bulgaristan | 101.163 | 226.464 | 222.27 | 295.917 | 284.669 | |
Yunanistan | 75.435 | 367.801 | 298.39 | 257.035 | 262.077 | |
Romanya | 19.331 | 61.649 | 85.326 | 68.112 | 62.94 | |
Rusya | 181.864 | . 69.793 | 46.524 | 29.151 | 25.598 | |
Yugoslavya | 23.750 | 158.145 | 123.818 | 133.762 | 251.277 | |
Diğerleri | 67.307 | 56.288 | 107.941 | 65.853 | ||
Toplam | 401.543 | 962.159 | 832.616 | 891.918 | 952.514 | 903.074 |
Nüfus içinde % | 3 | 6 | 4,4 | 3,6 | 3,5 | 2,9 |
Kaynak ; DİE, Nüfus Sayımları. |
TABLO – III | ||||||||
Göçmenlerin Dönemler İtibariyle Geldiği Ülkeler (1923 – 1970) | ||||||||
1923 – 33 | 1934 – 60 | 1961 – 70 | 1923 – 70 | |||||
Geldiği ülke | Sayıları | % | Sayıları | % | Sayıları | % | Sayıları | % |
Bulgaristan | 101.507 | 16,3 | 272.971 | 47,0 | ─ | ─ | 374 478 | 30,8 |
Romanya | 33.852 | 5,4 | 87.476 | 15,0 | ─ | ─ | 121 351 | 9,6 |
Yugoslavya | 108.179 | 17,2 | 160.922 | 28,8 | 30.502 | 95 | 299 603 | 23,7 |
Yunanistan | 384.000 | 61.1 | 23.788 | 4,1 | 813 | ─ | 408 427 | 33,5 |
Türkistan | ─ | ─ | 2.128 | 0,3 | 454 | ─ | 2 582 | 0,2 |
Diğerleri | ─ | ─ | 12.345 | 2.0. | 211 | ─ | 12 556 | 1,0 |
Mülteciler | ─ | ─ | 16.993 | 2,8 | 121 | ─ | 17 114 | 1,4 |
Toplam | 627.538 | 100 | 576.667 | 100 | 32.101 | 100 | 1.236.306 | 100.0 |
Kaynak; DİE Nüfus Sayımları. |
TABLO – IV | |||
Göçmenlerin önemli Bîr Oran Oluşturduğu Başlıca Büyük Şehirler (1965) | |||
Başlıca İller | İl toplam nüfusu (000) | Göçmen nüfusu (000) | Oran |
% | |||
Bursa | 755,5 | 83,8 | 12 |
Edirne | 303,2 | 35,2 | 12 |
İstanbul | 2.293,8 | 227,9 | 10 |
İzmir | 1.234,7 | 137,7 | 11 |
Kırklareli | 258,4 | 38,8 | 15 |
Tekirdağ | 287,4 | 38,7 | 13 |
Kocaeli | 335,5 | 22,8 | 7 |
Eskişehir | 415,1 | 25,7 | 6 |
Kaynak: DİE, 1965 Nüfus Sayımı. |
Prof. Dr. Gülten Kazgan :
Prof. Dr. Gülten Kazgan, (d. 5 Haziran 1927, İstanbul), ekonomist, yazar.
Öğretim gördüğü Amerikan Kız Koleji’nde ekonomi eğitimi almaya başlayan Kazgan, 1946’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğrenci oldu. 1950 yılında üniversiteyi bitirerek Sınai Kalkınma Bankası’nda iş hayatına atıldı. Bir süre sonra aynı okulda asistan olarak göreve başladı.
“Tarımsal Gelirin İstikrarsızlığının Uzun Dönem Eğilimleri” konulu teziyle doktorasını aldı. Gülten Kazgan, bu süreçten sonra tarım ekonomisi konusunda yetkin bir isim haline geldi. Rockefeller bursuyla 1957 yılında Chicago Üniversitesi’ne giderek iki yıl boyunca T.W. Schultz ile çalıştı.
Daha sonra Türkiye’ye dönerek tarım ekonomisi üzerine olan çalışmalarını “Türkiye Ziraatında Arz Fonksiyonu” başlıklı doçentlik teziyle sürdürerek, 1961 yılında doçent unvanını aldı. 1975 yılında Roma ve Paris’te bir yıl çalıştı, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde ders verdi, polit-ekonomi üzerine kitaplar yazmaya başladı, eserleri yayımlandı. 1994’te profesör olduğu İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldu. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kurucu rektörü görevini üstlenen Prof. Dr. Gülten Kazgan, bu kurumda Ekonomi Bölümü ile Araştırma Merkezi Başkanı olarak çalıştı. İktisat camiasında “Hocaların Hocası” ve “İktisadın Duayeni” sıfatlarıyla anılan Kazgan, 2010 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından “Emeritus Profesör” kadrosuna atanmıştır.
Eserleri[değiştir | kaynağı değiştir]
Türkiye Ekonomisinde Krizler 1919-2001: Ekonomi Politik Açısından Bir İrdeleme, 2005, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6176-26-1
İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, 2004, Remzi Kitabevi, ISBN 975-14-0392-8
Dünden Bugüne Türkiye ve Rusya Politik Ekonomik ve Kültürel İlişkiler, 2003, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6857-70-6
Küreselleşme ve Ulus – Devlet Yeni Ekonomik Düzen, 2000, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6857-04-8
Türkiye ve Rusya Politik, Ekonomik ve Kültürel İlişkiler, 2004, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 978-975-6857-70-0
Kuştepe Araştırması 1999, 2001, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Tanzimat’tan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi Birinci Küreselleşmeden İkinci Küreselleşmeye, Altın Kitaplar Yayınevi
İstanbul Gençliği Gençlik Değerleri Araştırması, 2006, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6176-76-8
Kuştepe Gençlik Araştırmaları 2002, 2002, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi Birinci Küreselleşmeden İkinci Küreselleşmeye, 2002, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6857-31-5
Tarım Ve Gelişme, 2003, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ISBN 975-6857-69-2
Türkiye’de Gelir Bölüşümü, 1992, TOBB yayınları
Ekonomide Dışa Açık Büyüme, 1985, Altın Kitap Yayınevi
[1] 1897 yılında, İstanbul’un nüfusu 1.181.00, bunun içindeki Türk nüfus da 597 bindir. V. Eldem, a.g.e., S. 55. 1868 yılında, İzmir şehir merkezi nüfusunda, Türkler 40 bin, Yunanlılar 75 bin, Avrupalılar 20 bin kadardır. Oysa, 1776’da, Türkler 60 bin, Yunanlılar 15 bin kadardır. N. Taçalan, a.g.e., S. 51 ve devamı.
[2] 1960’dan sonra B. Almanya’ya giden işçiler içinde göçmen oranı % 4 tür, 1960ida toplam nüfus içinde göçmen oranı % 3.5 dur. A. Aker, “İşçi Göçü”, Sander Yayınları, İstanbul 1972, S. 34.
[3] C. Eren, Integration, 6 Jahrang No. 3’den naklen O. Arı, “Bulgaristanlı Göçmenlerin İntibakı”. Ankara 1960, S. 4-6.
[4] Jonguiere, 1864’te Osmanlı topraklarına gelen Çerkezleri 700 bin kadar tahmin etmektedir; a.g.e., S. 34 – 35.
[5] 1 milyon göçmenin dökümü şöyledir: 1877 -78 harbi dolayısiyle 400 bin, 1912 – 13 Balkan Savaşlarında 117.350, Birinci Dünya Savasının ilk yıllarında (1914 – 15) 120.550, 1920’de 414 bin.O. Arı, a.g.e., ve B. Şimşir, “Rumeliden Türk Göçleri”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Cilt II, Ankara 1970, S, 426 ve O. Arı, a.g.e., S. 4-6,
[6] 1950 – 51 yıllarında, Bulgaristan’ın Türkleri tehciri hatırlanmalıdır. Kore Harbinin sürdüğü bu yıllarda, Türklerin Kore’de, Güney Kore saflarında savaşmasına, Bulgarların tepkisi, Türklerin tehciri olmuştur.
[7] V, Eldem, a.g.e., S. 55.
[8] H. M. Sachar, “The Emergence oi the Middle – East: 1914-24”, The Penguin Press 1969, S. 87 ve devamı.
[9] N. Taçalan, a.g.e-, S. 71 – 78.
[10] H. M, Sachar, a.g.e., S. 413.
[11] Kıbrıs olaylarının alevlendiği 1963 yılında, Yunan vatandaşı olan Rumların, zararlı faaliyetlerinden ötürü, Türkiye’den tehciri hatırlanmalıdır.
[12] N. Berkes, “The Development of Secularism in Turkey”, Montreal, Me Gill University Press 1966, S. 142.
[13] N. Berkes, aynı eser,
[14] Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında toplam nüfusun’% 80’i köylü idi. Fakat, burjuvalaşan azınlıklarda şehirli nüfus oranının daha yüksek olması beklendiğine göre, Türk halkının % 80’den daha fazlası köyde yaşıyor olmalıdır.
[15] “Ticaret Yıllığı: Türkiye, Bulgaristan, Mısır, Yunanistan, Irak, Romanya, Suriye, Yugoslavya, 1939 – 40”, İstanbul.
[16] V. Eldem, a.g.e., S. 61,
[17] V. Eldem, a.g.e., S. 52.
[18] V. Eldem, a.g.e., S. 56,
[19] V. Eldem, a.g.e., S. 41.
[20] Z. Y. Herschlag, “Turkey: an Economy in Transtion”, The Hague,. 1958, S. 27.
[21] O. Türkdoğan, “Seçilmiş bazı Yerli ve Göçmen Gruplar Üzerinde Sosyal Değişme Örnekleri”, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum 1971.