Saadettin YILDIZ
Üçler Güler, “zaman”la kavgası olan bir adamdı: Zamana daha çok şey sığdırmak… Zamanın akıp giden her saniyesinden şiirli bir kelime devşirmek… Kelimelerin daracık hacimleri içine o hacimleri kaç misli aşan genişlikteki anlamları yerleştirmek… Bütün aradığı, bütün emeli buydu. Her şair gönlüyle konuşur ama, Üçler, dilin görevini de gönlüne yüklemişti. Üç çocuğuna “gül”lü isimler koyuşu, belki de, kendisiyle birlikte başkalarına da “gül” dedirtmek içindi!…
Gönül adamıydı; gönlü zengindi. Bizde “şair” denince akla dağınık, hayalperest, vakti saati belirsiz bir insan gelir. Üçler, bir gönül adamına yakıştırmada güçlük çekilecek derecede “düşünen bir aydın”dı. Hayatı, matematik problemi çözer gibi çözmeye çalıştığına ve buna dair düşüncelerini öğrencileriyle de paylaştığına defalarca şahit oldum. Şiirin düşünce ile iç içe girdiği bir hayat algısı vardı. Fikirle duygu, şiirle matematik, felsefeyle iman, hayal ile gerçek el eleydi onun dünyasında.
İhtirası yoktu: Zenginlik, mevki-makam, sahte yükseliş peşinde koştuğunu görmedim, gören de yoktur. Fakat şiir konusunda ne kadar muhteris olduğunu tanıyanlar bilir. Bir mısraya hem ruh, hem duruş kazandırmak için aynı yerde, kimseyle tek bir kelime konuşmadan, belki etrafındakilerin farkına bile varmadan saatlerce dururdu. Elinde, en çok bağlandığı dostlarından biri olan sigarası… Onun bu duruşlarını en rahat dağıtabilenlerden biri bendim. Şiirleri hakkında -bazan haddi de aşan- yorumlar yaptım, tartıştım. Daha sağlam mısralar elde edebilme ihtimalinin hatırına, katlanır, bazan küçük müdahalelerimin mısraya kazandırdığı farklılığa çocuklar gibi sevinirdi.
İlhamı boldu. Ne var ki, şiiri ilhamın yazmadığını, fakat yazana yardım ettiğini de bilirdi. Bir şiiriyle günlerce, aylarca uğraşması bu yüzdendir. Etrafına da dikkatli bakmakla beraber, ilhamın pınarı kendi iç dünyasında kaynıyordu. Şiirin kendisinde başlayıp yine kendisinde tamamlandığını iyi bilen, şiirine kendi nefesini tam anlamıyla katan bir şairdi.
Derviş tabiatliydi: Sabrı da, derinliği de dervişliğinden beslenmişti. Kimseye üstünlük tasladığı olmamış; hiç kimsenin sunabileceği imkânların parıltısına kapılmamış; fakat tevazuun kişiliğini ezmesine de, tahammülün hadsizliğe yol açmasına da fırsat vermeyen bir “esaslı duruş”tan ayrılmamıştır.
Heyecanlı bir adamdı; fakat heyecanını bile sessizce ve sindire sindire yaşayan birisiydi. Şiir peşindeyken bütün vücudu titrer, güzel bir söyleyişin heyecanını daha söz mısraya dönüşürken yaşamaya başlardı. Karalama defteri, aynı şiirin defalarca yeniden yazıldığının örnekleriyle doludur.
Âşıktı. Hep aşkla yaşadı. Gıdasıydı aşk. Şiirlerinin tamamı –teması ne olursa olsun- “aşk”la söylenmiştir.
GEL TUT ELLERİMİ
Gel, tut ellerimi, yavaş yavaş tut!
Dünyayı, zamanı, herşeyi unut…
Hiçbir şey söyleme, hiçbir şey sorma,
Yıldızları sustur, geceyi unut;
Gel tut ellerimi, yavaş yavaş tut…
mısraları, o aşkın ellerden gönüllere doğru süzüldüğü şırıltılı / fısıltılı su yollarıdır.
O, “yıldızlara yükselme”yi en çok hakkeden adamdı; yıldızlara çıkmanın anahtarının “bir yudum sevgi” olduğunu en iyi anlayanlardandı:
BİR YUDUM SEVGİ
Çık, çıkabilirsin! Yıldızlara çık;
İnsansın, önünde her kapı açık.
Bir yudum sevgiden başka nesin sen;
Hava, ateş, su ve bir kuru balçık;
Çık, çıkabilirsin! Yıldızlara çık…
Kelimelerin küçük dokunuşlarla nasıl anlam değiştirdiğini, sihirli kürecikler gibi bir anlamdan başka bir anlama ne güzel yuvarlandığını çok iyi anlamıştı:
KARALAMA
Kardır Karacoğlan, kara dersiniz,
Yârdır gönlündeki, yara dersiniz.
Böyledir, bilinmez sözün hikmeti
Nârdır sesindeki, nârâ dersiniz;
Kardır Karacaoğlan, kara dersiniz…
25 yıl kadar önce yazdığım bir değerlendirme yazısında “Eskişehir’de Sessiz Bir Şair: Üçler Güler” başlığını kullanmıştım. O zamanki sessizliği ömrü boyunca sürmüştür. Fakat o, dışı sessiz olan bir adamdı. İçi daima fırtınalıydı: Şiir fırtınası… O fırtınadan, yüzlerce mısra doğdu şiirimize.