1976 yılında Tarsus’ta doğdu.
2002 yılında Niğde Üniversitesi’nden mezûn oldu.
Töre, Kurgan Edebiyat, Siyah-Beyaz Kültür, İnziva, Herfene, Yeni Düşünce, Başarı Edebiyat, Yör-Türk, Temrîn, Şiar ve çeşitli yerel edebiyat mecmûalarında şiirleri yayınlandı.
2014 yılında 22. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları’na resmî olarak davet edildi ve “Belemir” adlı şiiriyle kürsü aldı.
Bazı şiirleri bestelendi, ses sanatçıları ve müzik gurupları tarafından icrâ edildi.
Kamu kuruluşunda memurdur ve Mersin’de yaşamaktadır.
Evli ve bir kız iki erkek olmak üzere üç çocuk babasıdır.
Eserleri
Gülizâr Divânı (Ankara 2013), Köl Tigin Ünlemesi (Ankara 2013), Kutalmışoğlu Süleymanşâh Ululaması (İstanbul 2015)
Şiirlerinden Örnekler
BELEMİR
Ekin, rüzgâr vurdukça bayraklaşıyor birden,
Dalgalanıyor içten, rahmet yüklenmiş tarla.
Uzaklarda kurganlar, oturdukları yerden
Kıyâm eyliyor tekmil, avâza nesir nesir…
Ne zaman yalnız kalsam o mağrur şarkılarla
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Açıyor beliğini hangi çiçeğe baksam,
Hangi dilden konuşsam işliyor peteğini.
Atfı aşktan ibaret alelade bir akşam
Sen tehir etme, çık, gel, o mis kokunu getir…
Kaldırınca o anaç yamaçlar eteğini
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Göğü şahlandırıyor göğsümü yırtan niyaz;
Her besmele isyandır, sabırsız her yiğitte.
Utanma, bağrıma düş, bağrımdaki imtiyaz
Nice eşkıya tutar, nice pusu çökertir.
Ak kılın kara kıldan ayrıldığı vakitte
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Gelinlik kız misâli ırgalanıyor savak,
Dereler yatağından haylazca taştığında.
İmdatsız direniyor sulağına akkavak,
Sarı alıç, kızıl nar, gök çınar, kara incir…
Çayır, çebiç boyunu tüylenip aştığında
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Ağaçlar süvâridir, dallar çelikten çengel;
Gövdesinde kutsuyor, köküyle sürdüğünü…
Gün elini çekmeden, tepeyi aşmadan gel,
Dağların kasığına yeşilini sen giydir:
Hatmediyor zeytunlar, her sabah gördüğünü
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Kalem kâğıt kimdendir, nicedir hâl-î ârif;
Bağım bahçem üryandır, yolum yolağım nurlu.
Şu üzüm salkımları ellerin kadar zarif,
Her bir tanesi tebliğ, her biri kutlu emir.
Elçiler toplanıyor topraktan allı morlu
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Çoban ateşlerinde tembihleniyor siyah,
Mühürleniyor mavi, tekinsiz ormanlara.
Sen yine kendinden bil, uyanıp gel bir sabah;
O azgın nehirlerde akıl almaz bir seyir…
Al al doğuyor ufuk, aşiyan harmanlara
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Toprak damlı evleri ağartıyor her deyiş,
Her hisleniş gizliyor, huzur dizlediğimi.
Hangi vakit kor düşse bu çetrefil bekleyiş,
Sen hayalime sarıl, kekik kokusu emzir.
Kimse bilmiyor yalnız seni izlediğimi
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Basılan kervanların bozgunluğuna inat
Üzerime kırağı yağıyor ince ince.
Ziyanım imanıma, yitiğime kâinat;
Sen saçını dağıt da bir gece rûyama gir…
Doğurgan coğrafyamda yemişler sütlenince
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
Av avlağında oğul, er sofrasında buğday,
Ûmidim mihmânını sînene sorduğunda.
Telek avuçlamıyor, kiriş sarmıyor bu yay,
O sac perçin tutmuyor, su yutmuyor şu demir.
Pusatsız bir savaşçı safına durduğunda
Gök, yüzünü öpüyor; gökyüzünü Belemir…
BİR ŞİİR KADAR YAKININDAYIM
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin,
Gün, kutsuyor hasretin secdeye varışını.
Kekik kokulu rüzgâr, çayırın ve çimenin
Saçlarını okşuyor, usulca akşam akşam;
Şerhlerken bulutların mehtâbı sarışını,
Nûr olup iniyorsun, hangi yöne bakınsam.
Bu çetin hengâmede hicrân kolay değilmiş,
Alıcı kuş misâli yırtıcıymış meğerse…
Göğsü sarıya kesmiş, boynu yana eğilmiş
Her başak, tüyleniyor üstünde bir çilenin;
İstersen bendini çek, durdur gücün yeterse,
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin…
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin,
Mısralarım bezerken parmağının ucunu.
İşvesi oluyorsun yazdığım her hecenin,
Her hece akıbetim, sana verdiğim meyil;
Dilersen kıyâm eyle yahut aç avucunu,
Bu cebrî ilişmemden kaçışın mümkün değil!
Kendin bul kıymetini, kumaşını kendin biç,
Yazı yaban ardında savurma gözyaşını.
Ala kuzu melerken, sekerken kara çebiç,
Hangi çoban ateşi dermanıdır öfkenin?
Rahat ol, telâş etme, çatma sakın kaşını,
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin…
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin,
Bir şiir kadar esrik, bozkır tepen atlarla…
Seyrine duruyorum menziline girenin,
Ayazda kalmış gibi titriyor, üşüyorum;
Damarımda şahlanıp göğü öpen atlarla,
En tedirgin gecede koynuna düşüyorum.
Vâdiler nasıl derin, dağlar nasıl da büyük,
Emzirir bir yakadan, bir yakaya sesini.
Ne düşer ağır ağır, ne vurulur, nice yük,
Kırkından sonrasında, sırtına göçebenin?
Hangi şehre taşırsan taşı sen adresini,
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin…
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin,
En mağrur ezgileri topluyorum dengine.
Kelâmı üstün müdür şarkıdan mesafenin,
Notalar ayin eyler, kapanır cümle menfez;
O ateşîn danslara, şu cengin ahengine,
Bu ritmik yolculuğa, hangi dağ geçit vermez?
Seğiriyor gözlerim nârınla yaprak yaprak,
Duymadın mı âşıklar, kurtulamaz ölümle?
Ne ezik bir azâde, ne de bezik bir tutsak,
Affı var mıdır bilmem, ocağına düşenin.
Sürgüle o kapını, o perdeni düğümle,
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin…
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin,
Kırlardan devşirdiğim rengârenk çiçeklerle.
Mayalanıyor birden dudakları cemrenin,
Sarıl sen toprağıma, tutun, ruhunu dindir;
Upuzun coğrâfyamda koş yalınayak, terle,
Dök göğsüme saçını, perçemlerini indir…
Her sabahın göğsüne biraz çay, biraz simit,
Yüzümdeki zambaklar kuruluyor sofrana.
Âmâ bir fener gibi şavkına sızan ümit,
Sûretimi işliyor camına pencerenin…
Nazını ziyân etme, hiç güvenme tafrana,
Bugün bir şiir kadar yakınındayım senin…
BİLDİĞİN YÖRÜK ÇOCUĞUYUM BEN
Efsûnlansa kandiller göğsünde bir bulağın,
Kalkar, kanatlanırım kartalların yurduna;
En sakit münâdinin, en civanmert ulağın
İnsâfına yaslanıp, acziyet beyân etmem…
Koşturmam hiçbir avın besmelesiz ardına,
Zira hiçbir başağı harmanda ziyan etmem.
Bildiğin Yörük çocuğuyum ben;
Avlanmışlığım vardır benim, bu dağlarda,
Şu vâdilerde davar gütmüşlüğüm,
Ve o ırmaklarda çimmişliğim vardır elbet.
Bildiğin Yörük çocuğuyum…
Öğrenir, çoluk çocuk yitik öykülerimden
Yaylak şölenlerinde neden durulduğumu,
Ne sebepten bulutla yarıştığımı bazen,
Karla oynadığımı, doruklarda çoğu kez…
Hiç kimse asla bilmez, nasıl vurulduğumu;
Hiçbir aşk, bahtım kadar göğsümü tepelemez.
Bildiğin Yörük çocuğuyum ben;
Eylenmişiliğim vardır benim yağmurlarda,
Kar yanığı yüzümle kayalara durmuşluğum
Ve kaya mezarlarına sığındığım zaman zaman.
Bildiğin Yörük çocuğuyum…
Bir sevdâyı öğütler yer yatağından esrâr,
Üzüm salkımlarına ve incir kuşlarına…
En haylaz ıslıklarla işgâle yürür rüzgâr,
Çıplak dudaklarıma, bilmediğim yerlerden;
Oysa ana kokusu devşiririm yarına,
Keskin bakışlarımla esrimiş fenerlerden…
Bildiğin Yörük çocuğuyum ben;
Demlenmişliğim olur bazen, yar dibinde
Kara keçede bağdaş kurmuşluğum
Ve ne kadar istesem de şehirleşemem.
Bildiğin Yörük çocuğuyum…
Her şarkı zamansızdır, her türkü biraz öksüz;
Kuşlar öper her sabah, yüzümdeki günâhı.
Bâkir mağaralarda telâşlansam da gündüz,
Gece bir orman gibi huzura el bağlarım;
Nergis gülüşlerinde pençelerim siyâhı
Ve zeytun gölgesinde göğe doğru ağlarım.
Bildiğin Yörük çocuğuyum ben;
Söylenmişliğim olur bazen kekiklerle,
Üzerlik boğumlarında tütmüşlüğüm
Ve hep iki yakamdadır elleri toprağın.
Bildiğin Yörük çocuğuyum…
TURAÇ-NÂME
Nuruyum, rahmetiyim bu kutsal toprakların,
Bu mahrem coğrâfyanın izin vermem aczine…
Benim gibi ağlar mı yüreği yaprakların,
Taşların damarları benim gibi inler mi?
Sepeğim düşürülse bir namlunun haczine,
Başak dökmüş ekinler zapt-ı haciz dinler mi?
Sersem sersem gezinir boz abalı bir yiğit;
Irgalanır boynumda, işlemeli bir mendil.
A turaç a hey turaç, azığı sırlı çiğit;
Hangi zeytinyağından, ayağındaki kandil?
Hızlıyım zaman gibi, sızım kadar yavaşım;
Konuşunca susarım, gökten eli güğümlü.
Demlenir besmeleyle aç karnına savaşım,
Kuru çalılıklarda, anamın beşiğinde.
Tanrı kurban istese, ayağından düğümlü
Cezbeye kurulurum, bir geben eşiğinde…
Kurşun gibi erir de pençelerimde atlas,
İçli türkülerimi duymaz mı, sağır mı gök?
A turaç, a hey turaç, a göğsü kara elmas;
O pür kanatlarına, bu kadar ağır mı gök?
Ne iğreti bir bolluk, ne de bağnaz bir kıtlık,
Kucağımda ılıtır, börtü böcek aşını.
Siner üstüme birden ak sakız, ala çıtlık,
Esriyip, sütlenirim al sandal ağacına.
Ezgilerle bezerim doğanın kumaşını,
Islığım durduğunda bir dağın yamacına.
Bahar ayinleriyle oynaştığında doğum,
Bir kurt başlı tuğ gibi yükselir göğe tepez…
A turaç a hey turaç, endâmı kına boğum,
Bu çevlik kimin kızı, kimin oğlu bu kepez?
Can canan sarı alıç, kadir kıymet alca nar;
Körelir mi pusatlar hasadın barlasında?
Bilinmez hangi çoban, bitkin düşene kadar
Böğürtlen diplerinde büyütür rüyasını;
Hangi çocuk kabartır umudun tarlasında,
Soğuk kar sularıyla kardığı mayasını…
Ne dem vurulur niçin, yüzükoyun bir göçek,
Yazı yaban kokusu burnundan gitmez mi ey?
A turaç, a hey turaç, a çiğni çiğdem çiçek,
Bu kasvet sancağının baskını bitmez mi ey?
Bu ne kutlu bir nimet, bu ne kutlu bir nasip,
Mıhlarım bakışımı, bir ardıç bulağına;
Sabah aşı üstüne harmanda ahkâm kesip,
Değirmen çatağının çekerim tetiğini…
Usulca fısıldarım, rüzgârın kulağına
Garibini şu bağın, o dağın yitiğini…
Seferîyim, seferim titrer çocukluğumdan
Taş sarnıçlarda yetim, bağda başakta anaç.
A turaç, a hey turaç, gözleri inci mercan,
Ya dur tüne göğsüme, ya da kanadını aç!
TEVEK
Od varınca kilide,
Çözülür rengi buzun;
Melengice, pelide,
Rüzgâr yine en uzun
Islığını çaldırır.
Heybet sağarım sıkça,
Koşarım yalınayak…
Kuşlar kanat çırptıkça
Ordu yürütür koyak;
Dağ, tuğunu kaldırır.
Gün ışığı, ensemde
Göğsüme inen çekiç;
Epriyen elbisemde
Ak kuzu, kara çebiç,
Çayır çimen yıldırır.
Bir ileri, bir geri
Gerilir, tüm zincirler.
Ötüşürken tanyeri,
Oğul tutar incirler;
Mor zeytunlar çıldırır.
Bel dayarım izbeye,
Başağa kalır, vadem;
Durduğumda cezbeye,
Yağmur, acı bir badem
Pusatlanıp, saldırır.
SENİ BURALARDA GÖREMİYORUM
Üşüyor gülüşüm bu kış ayında,
Yüzümü yüzüne süremiyorum
Sabah sohbetinde, akşam çayında
Seni buralarda göremiyorum
Ne zaman derdimle kalacak olsam
Aşkından bir demet alacak olsam
Hoyratça kapını çalacak olsam
Seni buralarda göremiyorum
Gecenin koynunda heyecanımda
Bir şarkı mırıldan otur yanımda
Hüznüne durduğum en zor anımda
Seni buralarda göremiyorum
İşveli mevsimler düşler yakıyor
Kanadı kırılmış kuşlar şakıyor
Takvimler geçiyor günler akıyor
Seni buralarda göremiyorum
En geniş sokaklar yollar dar şimdi
İçimde dinmeyen özlem var şimdi
Haydi ‘merhaba’ de sarıl sar şimdi
Seni buralarda göremiyorum
ATSIZ ATA BETİĞİ
Kara demir pençeler, kamçılar yağlı urgan,
Sıyrılınca kınından baskınlar süreğime…
Bodur dilek ağacı, tepesi basık kurgan,
Ulak olur göğsümde, uluşur adağıyla;
Ucalmış yakarılar, oturur yüreğime
Bir Oğuz kargısıyla, bir Kıpçak sadağıyla:
Islak nergis kokusu tütsüler çemenleri,
Uyanır güzel yurdum, tâcını serer sermez;
Ay ata, Atsız Ata, tuğ açarken tanyeri,
Hangi adsız yiğide, yamaçlar geçit vermez?
Gün ışığı soluyup, başaklanmak tek işim;
Kurşun gibi yağarım, harmanlara bilcümle…
Tutar iki yakamdan en derin iç çekişim,
En soylu doğruluşum, imzalar kâğıdını;
Tolgalı savaşçılar heybeler, tebessümle
Yasını bu toprağın, şu suyun ağıdını:
Doruklar, ak doruklar, genç kız gibi ve hatta
Emzikli anne gibi umudunu büyütür.
Ay ata… Atsız Ata… Tutunduğum hayatta,
Beni ruhundan başka hangi maden öğütür?
Karaardıç, akça çam sarnıçları sakızlar,
Yıldırım gibi çöker, tozun dumanın ahı…
Ay kızıla dönünce gök erler, gökçe kızlar,
Avuçlar bûse bûse aşkın gümbürtüsünü;
Tanrıdan inmiş diye secdelerim sabahı,
Bıkmadan selâmlarım akşamın örtüsünü:
Bir Kök-Türk alfabesi, bir Selçuklu mavisi,
Figürü derli toplu, Türk-Türkmen betiğiyim;
Ay ata, Atsız Ata, tamgaların ravisi,
Gerilmiş destanların en kavi tetiğiyim.
Ümîd ederim tekmil, coğrafyamı anarak
Kar suyu gibi sızar, yarıklardan pâyesi…
Sebepsiz resimlerim, ezgilerim yanarak;
Hangi erlik zûl eyler, bâkir kalan bu yurdu?
Kadim manifestodur varlığımın gâyesi,
Bir ordu yitip gider, çıkar gelir bir ordu:
Rüzgâr, bakışlarıyla okşar çıplak atları,
Çözer düğümlerini, çifte çifte belikten…
Ay ata… Atsız Ata… Bu cengin pusatları,
Her sabah besmeleyle kavil eyler çelikten…