Tarihi Roman Üzerine Bir İzahat

Hasan ERİMEZ

Ülkemizde kitap okuyan hatırı sayılır kalabalıklar içinde, romanın içeriğindeki estetik ve sanatsal unsurları tartışmaktan ziyade öncelikle romanın, bilhassa da ‘Târihî romanın’ tanımı hakkında bilgilendirmemiz gereken çok ciddi bir kitle olduğu kanaatindeyim. Çünkü târihî roman hakkında zihinlerde oluşan çok karışık bir algı mevcut. Bunda başlıca etken, insanların bir târihî romandaki hemen hemen bütün unsurlarda kaynak ve bulgularla saptanmış bir gerçek aramalarıdır. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki; târihî roman, ‘târih’ten önce bir ‘roman’dır. Roman ise temeli kurgudan oluşan, bu kurgu çerçevesinde yazarın kendi birikimi, kültürü ve psikolojisi doğrultusunda inşâ ettiği özgün ve sanatsal bir edebî eserdir.

Târihî roman konusunda, târih ile romanın ayırt edilememesindeki başlıca etkenin, târihî romanların hemen hemen bütün unsurlarında saptanmış bir gerçek aranması olduğunu söylemiştik. Oysa sadece saptanmış gerçekleri vermek tarihçinin işidir. Târihî roman yazarının böyle bir sınırı, görevi ve kaygısı yoktur. Târihî roman yazarı, her şeyden önce bir sanatkârdır. En azından bu kaygıyı taşımaktadır ve taşımalıdır. Aristoteles’e atfedilen, “Sanatçı yalnız olanı değil, olabiliri de yansıtandır” sözü, aslında bu durumun sârih bir izâhâtıdır. Çünkü sanat bir bilim değildir. Bunun dışında ülkemizde de bu konuda ilk ciddi izâhâti Nâmık Kemâl Bey’de buluruz. O ise roman sanatını şöyle tanımlar: “Romandan maksat, güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde bulunan bir vak’âyı; ahlâk ve âdet ve hissiyât ve ihtimâlâta müteallik her türlü tafsilâtı ile beraber tasvir etmektir.”

Târihçi ve târihi roman yazan bir yazar, birbirinden farklı ve birbirinin yerine aday olmayan kimselerdir. Târihçi, târihî bulgular ve belgelerin ortaya çıkardığı olgulara sadık kalarak bir döneme yahut dönemlere ait yorumlar meydana getirirken; târihî roman yazarı, bu bulgular ve belgeler yanında bunların arka plânına da hayâli ile ulaşıp tarihçinin yorumladığı dönemi ve dönemleri romanın gerektirdiği sanatkâr bir üslup ile kendi oluşturduğu kurgu içinde anlatır. Her târihî roman yazan kişiye ‘Târihçi’ gözüyle bakmak doğru bir bakış açısı değildir. Târihçi, ilmî disiplin ile mahduttur. Roman yazarı ise ilmî disipline çok fazla tahammül gösteremez. Zira romancı bir sanatkârdır. Tükenmeyen yaratma arzusu onu hiçbir şekilde sabit verilere bağlı kılamaz. Sanatını ortaya koyarken târihin verilerinden yararlanır, târihin değiştirilemeyecek gerçeklerinden sapmaz fakat bunun yanında bu gerçeklerin etrafında da yeni ve özgün kurgular, karakterler, hâdiseler, coğrâfî yerler yaratıp o değiştirilemez gerçeğin arka plânına ışık tutar. Ve hatta çoğu zaman bu değiştirilemez gerçekler sadece bir malzemeden ibârettir. Târihî romanda mühim olan hâdiselerin târihinden ziyâde hâdiseleri meydana getiren insanın veya insanların târihidir. Bu sebeple bir târihçi milletin târihini somut verilerle ortaya koyarken, bir târihî roman yazarı ise sonsuz hayal gücü, tükenmeyen yaratma arzusu ve sanatsal kabiliyeti ile milleti oluşturan ve milletin içindeki insanları anlatır.

Bu izâhâta örneklerle destek vermek de mümkündür. II.Gök Türk Devleti döneminden örnekler verelim. Meselâ Bolçu Savaşı veya Ming-Şa Dağı savaşı ile ilgili târihî bulgular bize belli noktaları verirler. Bunlar ekseriyetle savaşların hangi kağanın döneminde olduğu, kimler arasında cereyan ettiği, savaşı kimin kazandığı gibi yüzeysel bilgilerdir ve bunlar değiştirilemez gerçeklerdir. Fakat bir de bu savaşların arka plânı vardır. Niçin bu savaşlara girildiği, savaşların nasıl cereyan ettiği, savaşa giden süreçte şahıslar veya toplum nazarında neler yaşandığı, bu süreçlerde geçen trajediler yahut tüm insânî durumlar anlatılmaz. Bunlar, târihin aydınlatmadığı noktalardır. Burada roman yazarı devreye girer. Bilgiler ve bulgular çerçevesinde o döneme ulaşır, sonsuz hayal gücü ile kendini o dönemde yaşayan insanların psikolojisi ile bütünleştirir, sanatsal yaratma kabiliyeti ile karakterler ve tâlî hâdiseler yaratarak o savaşlara yani değiştirilemez gerçeğe giden süreci tüm toplumsal ve insânî durumlar içerisinde anlatır. Burada değiştirilemez târihî gerçekler sadece bir malzemedir, mühim olan kurgu ve insanın târihidir. Bir örnek daha verelim: Köl Tigin’in nasıl öldüğünü konusunda târihî kaynaklar bize bilgi vermez. Sadece âbideler ve Çin kaynaklarının yardımıyla hangi yıl öldüğünü biliriz. Köl Tigin’in ölümü târihte bir karanlık noktadır. Roman yazarının bu dönem hakkında bir eser yazarken, ilmî verilere bağlı kalıp Köl Tigin’in ölümünü sadece târih vererek geçiştirmesi pek tabii mümkün değildir ve romanın ruhuna aykırıdır. Roman yazarı bu hususta yine kabiliyetlerini kullanarak Köl Tigin’e bir ölüm sebebi ve ölüm mekânı yaratır. Belki de bunu, ölüme giden bir süreç içerisinde ilmek ilmek anlatmayı tercih eder. Bu ölüm süreci, ölüm sebebi ve ölüm mekânı her târihî roman yazarında farklılık gösterebilir. Çünkü bu onun kurgusuna ve romanın temasını oluşturduğu psikolojisine bağlıdır. Fakat her ne olursa olsun o ölümden bahsedilmelidir ve bu da ancak bir romancının sanatsal kabiliyetleri ile mümkün olabilir.

Meselenin omurgasını oluşturan târihçi ve târihî romancı ayrımına devam edecek olursak; bilinmeli ki târihçi için, târihte sadece belgelerin ve bulguların ortaya çıkardığı insanlar vardır. Ve onlar donuk bir resim gibi sadece ‘tip’tir. Romancı ise târihçinin ortaya çıkardığı bu donuk resmi canlı hale getirir. O ‘tip’e bir ‘karakter’ verir. Târihî kaynaklar, bahsettiği insanın veya insanların her insânî halini elbette ki kayıt altına alamaz. Romancı ise canlandırıp ‘karakter’ haline getirdiği o insana; araştırmaları, kültürü, bilgisi, psikolojisi ve kurgusu dahilinde iyi ve kötü insânî hasletler ekler. Bunun yanında romancı için târihte sadece târihî bulguların ve kaynakların ortaya çıkardığı insanlar yoktur. Yine sonsuz hayal gücü ve tükenmeyen yaratma arzusu ile eserinin dönemine uygun, çeşitli bedenî ve karakteristik özelliklerle mücehhez yeni insanlar yaratır. Özetle romanı, romanın ve bilhassa da târihî romanın ne olduğunu bilerek okumak gerekir. Târihî romancı iyi bir târih okuru ve yorumcusudur fakat târihçi değildir. Bu yüzden târihçinin sahip olması gereken ilmî disipline dört dörtlük sahip olmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Çünkü onun işi bir sanat eseri yaratmak, bu eserin içinde yüzeysel ve didaktik bilgileri değil daha derin insânî ve toplumsal durumları ortaya koymaktır. Her anlattığı güzerân etmiş şeyler değildir fakat güzerân edebilecek mahiyettedir. Târihçinin eserlerinde değiştirilemez gerçekler vardır. Târihî romancının eserlerinde ise değiştirilemez gerçeklerin yanında gerçekleşmesi muhtemel olaylar da mevcuttur. Ve hatta kurgunun aslını çoğu zaman değiştirilemez gerçeklerin arka plânı oluşturur. Târihçinin eseri belgesel filmi, târihi romancının eseri sinema filmidir.

Bu konuyu noktalamadan önce dikkat çekmek gereken bir husus daha var. Bu da, insanların târihî romanın her unsurunda saptanmış gerçek aramasında tesir payı olan muhafazakâr sanat anlayışıdır. Bu sanat anlayışı doğrudan olmasa da dolaylı olarak bize; insanlara alışılagelmiş kalıplarımızdan sıyrılmadan, sadece iyiyi ve güzeli göstermemiz, tarihteki toplumumuzu ve insanlarımızı kusursuza yakın tasvir etmemiz gerektiğini söylemektedir. Üstelik bu uğurda, târihte gerçekleşmiş olayları veya yaşamış olan insanları, salt bugünkü toplumsal algı düzenine farklılık katmamak için tahrif etmeyi dahi tasvip etmektedir. Örneğin Kemal Tahir’in Devlet Ana romanındaki “Cavlaklar” denilen serseri, dilenci, esrarkeş derviş grubunun anlatılması bu muhafazakâr sanat çevrelerini rahatsız etmektedir. Fakat öyle bir gerçek de vardır. Keza Kalenderîler, Haydârîler, Câmîler ve Rûm Abdalları denen gruplar bu serseri yahut zâhid derviş grubundan kişilerdir. Ve bunlar dönemin târihî kaynakları da dahil birçok kaynaklarda anlatılmaktadır. Bu cavlaklar gibi, târihî süreç içerisinde toplumumuz içerisinde yaşamış birçok aykırı insan grubu mevcuttur. Bunlar toplumun içinde var olmuşsa elbette anlatılmalıdır. Bir kere bu gibi insanları yahut bugünkü genel kabullerimizi sarsacak yaşanmış durumları anlatmamak hem târihe hem de sanata aykırıdır. Ayrıca değiştirilemez gerçekleri tahrif ile çirkinleştirmek ne kadar ayıp ve kabul edilemez ise, yine değiştirilemez ve güzerân etmiş gerçekleri sırf bugünkü algımız uğruna hiçe saymayı tasvip etmek yahut güzelleştirmek de o kadar ayıp ve kabul edilemezdir. Üstelik bunlardan ilhâm ile yeni ve özgün olgular da yaratılabilir. Buna, ekseriyetle sürekli iyiyi ve güzeli daha doğrusu hiç değişmez kahraman tiplerini isteyen bugünkü toplum algısı ne kadar hazırdır ve târihî romancıya tanıdığı saha imkânı ne kadardır tartışılır. Fakat muhafazakâr sanat anlayışı bu çerçevede sanatı ve gerçeği her ne kadar prangalara vurmaktaysa da bu saha genişletilmelidir. Bu cavlaklar meselesi sadece bir örnektir. Bunun gibi, bugünkü genel kabullerimizi değiştirebilecek yahut sorgulatabilecek birçok târihî hâdise mevcuttur. En azından bu hâdiseleri, kaynak ve mantık takviyesi ile yorumlarsak güzerân etmiş olma ihtimâli kuvvetlidir. Bunları burada örneklemeye kalkar isek sanırım derginin bir sayısını şahsen kiralamam gerekecektir. Bunun yerine sürekli okuyup tefekkür şalterlerini açık tutmamız, hem okuyucular hem de benim açımdan zahmetsiz olacaktır.

*Bu yazı Ayarsız dergisi ocak sayısında yayınlanmıştır.
Yazar
Hasan ERİMEZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen