Şahver ÇELİKOĞLU
Rivâyete göre Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Beni Rabbim terbiye ettiğinden edebim ne güzeldir” buyurmuştur.(Keşfü’l-Hafâ,1/70) Edeb, zâhir ve bâtın terbiyesidir. Kul, zâhiren ve bâtınen terbiye edilince müeddeb olur.
İnsanda edeb, ancak güzel ahlâkın tekâmülüyle kemâle erer. Güzel ahlâkın (mekârim-î ahlâkın) tekâmülü, huyun güzel olmasına bağlıdır. İnsandaki edebe ehil olma kâbiliyeti, çakmakta ateş olma kâbiliyetine, hurma çekirdeğinde hurma ağacı olma istidâdına benzer. Allah Teâlâ kudreti eseri insana, ilhâm ederek onu çekirdeği yetiştirmeye yönlendirir ve çekirdek, hurma olur.
Allah Teâlâ, insan nefsinde hayra da, şerre de kâbiliyet halk etmiş, ıslâha da fesâda da imkân vermiş ve Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur:
“Andolsun nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını; isyânı ve itâati ilhâm edene” (Şems,91/7-8) şekillendirme, iki şeyede kâbiliyetli kılmakdır. Allah Teâlâ devamla:”Nefsini temizleyen felâha ermiş, onu kirleten ziyâna uğramıştır.” (Şems,91/9-10) buyurur. Nefis terbiye edilince akıl idâreyi ele alarak nefsin zâhirî ve bâtınî ahvâlini düzeltir, ahlâk güzelleşir, edep kökleşir.
Edeb, var olan bir gücün harekete geçirilmesi demektir. Bu da insanın mayasında güzel bir seciye bulunması sâyesinde olur. Çünkü seciye, Allâh’ın fiili olduğundan beşerin onu meydana getirmeye gücü yoktur. Çakmakta ateşin oluşması da buna benzer. Ateş mahzâ Allâh’ın fiilidir, insanların kesbi onu meydana çıkarmaktır. Edebin menba-ı, Allah vergisi olan iyi seciyedir.
Âdab, bâzı kimselerde Allâh’ın fıtratlarına verdiği kâbiliyetlerin kuvvetinden fazla riyâzata ihtiyaç kalmadan kuvveden fiile çevrilir. Allah Resûlü’nün (s.a.v): “Beni Rabbim terbiye etti de edebim ne güzel oldu” sözü buna işârettir. Bâzı kimselerin fıtratlarındaki kâbiliyetin eksikliği de uzun uzun çalışmayı ve riyâzatı gerektirir.
Âişe (ranhâ), Resûlullah(s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet eder: “Çocuğun anne- baba, üzerindeki hakkı, ona güzel bir isim vermesi, iyi bakması ve güzel bir edeple yetiştirmesidir.” (Kenzü’l-Ummâl,14/417)
Hasan el-Basrî der ki: “Tevhîd, îmânı gerektirir. Îmânı olmayanın tevhîdi de yoktur. Îmân şerîati icap ettirir. Şerîata bağlanmayanın îmânı da tevhîdi de yoktur. Şerîat edebi gerektirir. Edebî olmayanın şerîati, îmânı ve tevhîdi yoktur.
Ebû Ali ed-Dekkâk der ki: “Kul, tâati sâyesinde, cennete, tâatındaki edebi sâyesinde de rızâ-i Bârî’ye kavuşur.”
Abdullah b. Mübârek (k.s): “Hizmetteki edeb, hizmetten daha yücedir” der.
Yine İbn Mübârek (k.s): “Edebi küçümseyip önem vermeyen, sünnetlerden mahrûmiyetle cezalandırılır. Sünnetleri küçümseyen, farzlardan fire vermeye başlar. Farzları küçümseyen, mârifet-i ilâhî’den mahrûm olur” der.
Ebû Ali (k.s) de şöyle der: Edebi terkedeni kovarlar. İçerde edepsizlik eden kapıya gönderilir. Kapıda sûi edeb eden hayvanlara bakmaya gönderilir .(Avârif.S.342)
Şöyle iki söz daha vardır.
“Tasavvuf topluca zikirdir, dinleyip vecde ermek, uyup amel etmektir.”
“Tasavvuf, külfeti terk, rahatlık ve kolaylığı yaymaktır.”
Zünnûn (k.s) der ki: “Şam civârında bir kadın gördüm. Nereden geliyorsun? dedim. “Geceleri, yanlarını yataktan ayırıp, ibâdet eden” (secde,32/16) bir topluluğun yanından” dedi.
Nereye gitmek istiyorsun? dedim. “Ticâret ve alışverişin kendilerini Allâh’ın zikrinden alıkoymadığı erlerin” (Nûr,24/37) yanına diye karşılık verdi.
Bana onların özelliklerini anlatır mısın? dedim şu beyitleri okudu.
“Onlar kalblerini Allâh’a bağlamış; düşünceleri, yalnız Allah olan, başka hiç kimseye yönelmeyen bir topluluktur.”
“Onlar sahrâdaki su birikintileri ve dağlardaki vâdîler gibidir, sayıları azdır.”
Tasavvufu, mûteber eserlerden özet olarak nakletmeye çalıştık. Şimdi de sûfî kimdir? Kime sûfî denir? Bir kaç paragraf alalım.
Cüneyd (k.s) der ki: “Sûfi toprak gibidir, her kötülük ve beğenilmeyen şey, onun üzerine atılır, fakat ondan çıkan sâdece tatlı güzel şeylerdir.”
Yine Cüneyd (k.s): “Sûfî, üzerine iyinin de günahkârın da bastığı toprak gibidir. Altında her şeyin gölgelendiği buluta ve her şeyi sulayan yağmura benzer” der.
Sûfîler tasavvufun mâhiyeti hakkında lafızları farklı ve mânâları birbirine yakın binlerce söz söylemişlerdir. Bunların hepsini nakletmek burada mümkün değildir. Bu mânâları birleştirip bir tesbitte bulunmak üzere, bâzılarını zikretmeye çalıştık ve diyoruz ki:
“Sûfî daimâ kalb tasfiyesi ile meşgul olan kişidir. Nefsin şâibelerinden kalbi tasfiye ederek her ânını dünyevî bulanıklıklardan temizler. Onun bu tasfiyesine, Mevlâsına karşı dâimâ boynu bükük, fakr hâli yardımcı olur. Bu hâl, onun sıkıntı ve dünyevî bulanıklıklardan arıtır.
Nefsi harekete geçip nefsânî sıfatlarından biriyle ortaya çıkacak olsa, sûfî onu, uyanık basîretiyle derhal farkeder ve nefisten kaçıp Allâh’a sığınır.
Tasfiyeye devam sâyesinde cem hâlini yaşar, (cem hâli bütün irâde, kudret, kuvvet ve fiilleri Allah’dan görmek). Nefsin harekete geçmesiyle fark hâli ortaya çıkarak keder ve bulanıklık meydana gelir. Rabbinden güç alarak kalbine hükmedince kalbi de nefsini etki altına alır. Allah Teâlâ buyurur: “Ey inananlar, Allah için adâletle şâhidlik edenlerden olun.” (Mâide,5/18) Âyette geçen “Allah için şâhidlik” sıfatı, ancak tasavvufla tahakkuk eder.
Sûfilerden biri der ki: “Tasavvuf çiledir, sıkıntıdır, ıstırap ve çilenin olmadığı yerde tasavvuf yoktur.”
Bu sözdeki sır şudur: Ruh, Cenâb-ı Hak katına doğru cezbolunur. Yâni, sûfinin rûhu, kurb-i ilâhi cihetine çekilir. Nefs ise aşağı çekme özelliği sebebiyle kendi âleminde (dünyâda) kalmak ister. Ancak daha sonra ruhtaki değişmelere tâbi olur.
Evet, sûfî, devamlı hareket hâlinde olmalı. İhtiyâcını yalnız Allâh’a arzederek dâima O’na sığınmalıdır. Nefsin etkisine düşmemek için iyi bir murâkabe yapmalıdır. Bu mânâlara vâkıf olan, tasavvufun değişik ifâdelerde anlatılan mânâlarının hepsini kavramış olur. (Sühreverdî, Avârif, s.69-71)