Murat Emre TİRYAKİOĞLU
Sınav kavramı insanoğlunun var oluşuna kadar dayandırabileceğimiz, insanın hakikati arayışında, dünya ile uhreviyatında dengeyi bulmada karşısına çıkan, sınanmak fiilinden türemiş olan bir kelimedir. Kelimelerin içeriklerine göre temsil ettikleri ağırlıklar göz önünde bulundurulduğunda söz konusu kelimenin muhatabında en hafif haliyle bir ihtiyat, kısmi bir gerilme ve motive olması da bu fiilin azametinden kaynaklıdır.
İnsanoğlundan sınava ilk giren kişi de Âdem Peygamber’dir. (Varlıklar içerisinde ilk sınava tabi tutulan ise meleklerdir.) Malum, sınavı geçemeyerek elmayı yemiş ve çocuklarını ağır bir imtihan içerisine sokmuştur. Sonrasında Habil ile Kabil, Şit (a.s), Nuh Babamız… Hatta bütün peygamberlerin vasıfları ve sınavları olmuştur. Onlara bu mucizeyi sağlayan sahip oldukları istidatların sınanmasıyla meydana gelmiştir. Sadece peygamberler değil, Âdem (a.s)’nin zürriyetinden olan her varlık kendi bünyesinin, sosyal çevresinin ve ideallerinin meşrebince sınava tabi tutulmuştur ve tutulmaktadır. Hoş, amel defteri denilen şey varlığımız konulu sınavın kâğıdı değil midir?
Sınavın derinliğini anlatmaya çalışırken bir diğer özelliğine de değinmemiz gerekir. Sınavın çeşitliliği… Hz. Âdem’in cennette yaşar iken tekti. Yasak elmayı yememekti. Bütün varlığını neticelendirecek olan bu fiili gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğiydi. Keza Kabil’in imtihan sayısı (zahiri manada) babasına göre daha fazla olmuştur. Bir yandan kendi kulluğunu yaparken diğer yandan da nefsinin arzuladığı kişi için kendisine rakip olan biri vardır. Ondan daha fazla imtihana tutulan Hz. Nuh olmuştur vs. Bu şekilde zamanın geçip insanoğlunun kendince kültürel tekâmüle uğrayıp çeşitlenmesi, kendince her seferinde daha fazla medeniyet kurmaya çalışıp şehirler, iş bölümü sahibi olmasıyla sınav çeşitliliği de fazlalaşmaya başladı. Hayatın giriftliği her alanda yeni yeni imtihanlar çıkarmaya başladı. Artık sabah uyanmak bir imtihan, trafiğe rağmen işe yetişebilmek bir imtihan, işyerinde başarılı olmak bir imtihan, kafa yapımıza uygun bir eş seçmek imtihan, eş dost akraba ilişkileri imtihan, uyumak imtihan, kendimize zaman ayırabilmek imtihan, okulda dersler imtihan, ilköğretimden ortaya geçmek, orta öğretimden yükseköğretime geçmek imtihan, yükseköğretimi bitirip iş sahibi olmak imtihan.
İmtihanın çeşitlerini böylece saymış olduk. Şimdi bu imtihanlardan birinin üzerine özellikle eğilmek istiyorum. Mensubu bulunduğum neslin eğitim öğretim eğitimi. Bizler, yani seksen sonrasının hızla değişen/dönüşen Türkiye’sinde hem ilk, hem orta, hem de yükseköğretim görmüş bir nesil olarak öğrenim hayatımızdan bu yana çeşitli imtihanlara maruz kalanlardanız. Bu nesil ilk olarak, eğer biraz başarı bir öğrenciyse, imtihan sorumluluğunu ilk olarak ilkokul bitiminde almıştır. O dönem Anadolu Liseleri şu anki formatında olmayıp yalnızca belli bir sıkletin üstü öğrencilerin okuyabildikleri okullardı. Sekiz yıllık zorunlu eğitim öncesi bu okulların sadece lisesi değil ortaokulu da bulunmaktaydı. Daha iyi öğrencilerin arasında bulunmayı düşünenler için sınav haliyle ilkokul beşinci sınıfta başlayan bir maraton oluyordu.
Sekiz yıllık eğitimin zorunlu olması sonrasında ise ilk ve ortaokullar birleşti ve ilköğretim okulu kavramı o dönem insanının dünyasına girdi. Artık mavi önlükleriyle dolaşan ilkokul birinci sınıflarıyla takım elbise giyen ortaokul son sınıf öğrencileri bir aradaydı. İşte o zaman Fen ve Anadolu Liseleri’nin kıymeti daha da anlaşılmış oldu. Sekiz yıllık maratonun son yılında öğrencilerin birden fazla çeşitte lise seçeneği vardı. Fen Lisesi, Anadolu Lisesi, Süper Lise, Anadolu Öğretmen lisesi, Endüstri Meslek Lisesi, Anadolu Teknik Meslek Lisesi, Kız Meslek Lisesi vs. vs. Bütün bu liselere girişle beraber ufaktan da olsa uzmanlaşma başlamış oluyordu. Daha doğrusu herkesin hayatla ilgili beklentileri farklılaşmış oluyordu. Bu liselerden Fen ve Anadolu olanlar için de sınav bulunmaktaydı. Öğrenciler için ilkokulda başlayan sınav meselesinden farklı bir önemi vardı bu sınavın. Nitekim yine de nispeten bilinçli aileler ve çalışkan öğrenciler arasında dar bir sınıf bu sınava çok fazla önem atfediyordu. Kalan öğrenci topluluğu ise bu sınavla sadece başvuruları başladığı zaman karşılaşıp hasbelkader sınava da giriyorlardı.
Üstteki lise çeşitlerinden birine giren öğrencilerden bir kısmı üç, bir kısmı dört yıl okuyorlardı. Lise öğrencileri ise birinci sınıftan itibaren söz konusu bir sınavın bahsine muhatap oluyorlardı: Öğrenci Seçme Sınavı. Bu sınav; üniversite hayali kurmayan meslek liseliler için dahi önemliydi. En azından yüksekokula geçiş yapmak için. Ama gelgelelim diğer lise çeşitlerinde okuyan öğrenciler için bu sınav mutlak geçilmesi gereken bir engeldi. Bu sınav sayesinde üniversiteye giriliyordu. Sadece geçmek yetmeyecek, iyi bir puan alıp sıralamalarda üstlerde yer almak gerekiyordu. Birinci sınıfta sadece ismi duyulan ve henüz muhatap alınmaktan uzak olan ÖSS; ikinci sınıftan itibaren üniversite düşünen öğrencilerin yavaş yavaş hayatının merkezine oturuyordu. Son sınıfa geldiklerinde ise üniversite düşünenler için ağır bir maratonun startı verilmiş oluyordu. Artık boşa geçirilmeyecek bir an yoktu. Ders çalışılmalıydı. Daha çok ders çalışılmalı, hatta okul yetmediği için bir dershaneye yazılmalıydı. Öğrenciler bilmedikleri pek çok kavramı bu sınav sayesinde öğrenmiş bulunuyordu. Okul puanı, sözelcinin sayısalcının ayrı soruları cevaplaması, deneme sınavları, soru bankaları, konu anlatımlı kitaplar, yaprak testler, hangi dershanenin daha iyi, hangisinin daha ucuz olduğu gibi pek çok kavram hayatın merkezine oturuyordu. Bir öğrenci başarılı olmak istiyorsa hafta içi gündüz okula, en az iki kez de akşam dershaneye; hafta sonu da iki gün boyunca dershaneye gitmek, artakalan zamanlarda da evde ders çalışmak durumundaydı.
Özellikle başarılı öğrencilerin bulunduğu liselerde son sınıfta boş duran, kendine zaman ayıran hiçbir öğrenci göremezdiniz. Gençler öylesi şartlanırdı ki, hepi topu beş dakikalık teneffüslerde bile soru çözenlere rastlardınız. Her türlü eğlence ve gençliğin gerektirdiği aktiviteler üniversiteye saklanırdı. Gençlerin gündemi sadece sınav olunca da çok başarılı olanların yanında istidadını gösteremeden sınav dışı faktörlere de mağlup olanlar olurdu. Yaşıtlarımız hatırlayacaktır, dershanede deneme sınavlarında, etütlerde, soru çözerken çok başarılı olup sınava gelince tekleyen pek çok kişi vardı. Aslında sınavda başarılı olan ve bütün işleri yolunda giden çocuklarda dahi stres ve kaygı kaynaklı aşırı sivilcelenmeden gerginliğe, uyku probleminden kilo almaya kadar pek çok fizyolojik problemde meydana çıkıyordu. Aileler o dönem sınav için çocuklardan daha çok hazırlanıyorlardı. Bazı veliler konulara, derslere, üniversitelere çocuklarından daha fazla vakıftı. Genelde potansiyelini gösteremeyip olabileceğinin altında kalan gençlerin arka planında böylesi veliler de az değildir.
Öğrenci Seçme Sınavı biterdi haziran ayında. Sevabıyla günahıyla, istenilen şekilde, istenilenden az puanla, hülasa nasipte olanla geçer giderdi. Artık puanları düşük olanlar için bir yıl daha hazırlanma, puanları fena olmayanlar içinse önce tercih dönemi, sonrasında üniversite kapısı açılırdı. Sınavdan istediği puanı alamayan öğrenciler yeniden çalışmaya, aynı şeyleri üstelik bu sefer liseden mezun şekilde yaşamaya başlarlardı. Başka seçenekleri yoktu; kesinlikle üniversiteye girmeliydiler. 18-19 yaşındaki bu gençler için sistem ve çevre üniversiteden başka seçenek kabul etmiyordu. Hayır da olsa, şer de olsa üniversite okunacak; başka herhangi bir kariyer planına mahal verilmeyecekti.
Üniversiteyi düşünen bu çocukların tamamı istedikleri okul ve fakülte olmasa da üniversiteye yerleştiler. Okudular. Yalnız iş sadece üniversite okumakla da olmuyordu. Bu ülkede okutulan çocukların tamamına yakını memur olması, en azından devletin kulpundan tutması için okutuluyordu. Bu amaç uğruna okuyan çocuklar da gayet tabii üniversiteyi bitirince devlet memuru olmak için uğraşacaklardı. Öyle de oldu. Eğitim Fakültesi’nde okuyanlar doğal olarak öğretmenli yapmak isterken, Fen Edebiyat Fakülteleri’ de mağduriyetleri için seslerini çıkarmaya başladılar. Bunların üzerine her yıl katlanarak mezun veren İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunları da eklenince KPSS’ye yığılma çoğalmaya başladı. Diğer kulvardan Mühendislik Fakültesi öğrencileri de devletin kulpundan tutmak, özel sektördeki kapı önüne konma riskini bertaraf etmek için azımsanmayacak sayıda memur olma talebinde bulunan bir topluluk oldular. Bu durum biraz da sınavın popülerleşmesi ve modern insanın konfor odaklı risk almayan yapısı nedeniyle iyice sarmala girmiş durumdadır. Halbuki devlet denilen organizmanın büyüklüğü ve istihdam edeceği insan sayısı bellidir, fazlasının da ne gibi külfetleri olacağı ortadadır.
Şimdi; buraya kadar süreci anlattığımız öğrencilik hayatı yaklaşık on yaşından yirmi beş, yirmi altı yaşına kadar sınavlarla boğuşmuş olmaktadır. Sürekli hayati öneme haiz sınavlarla karşılaşması ise diğer kişisel sınavlara önem vermemesine neden olmaktadır. Aile sınavı, sevgili sınavı, hayat sınavı, çocuk olma sınavı, birey olma sınavı… Hiçbiri bu şartlar ve on beş yıllık baskı altında yaşamış kişi için söz konusu sınavların bütününden daha önemli olmamaktadır. Zira bu nesil için yaratılan gerçeklik tamıyla sınava endeksli, sınav verilmeden gelecek olmadığı üzerine kuruludur. Nesil; dile kolay tam on beş yıl aynı soruların biraz dönüştürülüp sorulduğu sınavlarla hayat kurmaya zorlanmıştır.
Seksen sonrası doğan hemen hemen bütün bireylerin hayatı bir kamu kurumuna yerleşmek üzerine kurulduğu için bu neslin büyük kısmı dünyadaki dönüşüme ayak uydurmakta zorlanmıştır. Hâlbuki bu nesil, önceki ve sonraki nesillere nazaran çok şanslıdır sosyal çevre konusunda. Hem sokak kültürüne yetişebilmiş, hem de sanal dünyanın bütün nimetlerine erişme olanağı bulmuştur. Müzikte, futbolda, sinemada hem klasiğe, hem de post modern temayüllere muhatap olabilmiştir. Mahallede tek tük görülen Tofaşlardan kendi arabasını satın alabilecek düzeye gelen ekonomik sınıflar içerisinde yaşamıştır. Varlığı da, yokluğu da görmüştür; özel kanalların ilk çıkışlarından internet fenomenliğine pek çok medeniyetin getirilerini yaşama şansına erişmiştir.
İçlerinde başarılı olan, yaptığı işin hakkını verebilen pek çok insana sahip olsa da bu nesil böylesi bir çeşitlilik içerisinde tek formatlı bir sınavla hayatına yön vermeye zorlanmıştır. Hayatın bütün bu giriftliğine rağmen tek sınav onlarda hayatın bütün renklerinin griden ibaret olduğu fikrini oluşturmuştur. Nitekim sosyal medyada her gün hayatını KPSS’den ibaret görenlerin yardım çığlıklarına denk geliyoruz: “#60binöğretmenataması” “#İiBFlilerkadrobekliyor” kimden? Elbette devletten. Fakat devletin bu kadar personeli istihdam şansı var mı? Hayat KPSS’den ibaret mi? Bu kadar insan sadece özgüven eksikliği ve risk almamak için mi KPSS’den medet umuyor? Bu çocukların toplumda yer edinebilmeleri ve kalıcı olabilmeleri için sağlam dayanaklar var mı?
Üstüne düşünülecek çok şeyimiz var. Ancak bir milyona yakın insanın hayata entegrasyonunda, üstelik arkadan gelenlerin de istek ve yeteneklerine göre yönlendirilmesinde problem var ise eminim ki daha büyük bir problemimiz yoktur. Fakat maalesef bizim ülkemizde toplumbilimi çok rağbet görmez. Magazin sevdasıyla sulandırılmış bir politik arena pek çok derdimizin önüne geçmeye devam ediyor. Olan ise yarın ülkeyi yönetecek bu sınav nesline oluyor.