Prof.Dr. Kemâl BEYDİLLİ
*****
1876 Anayasası, Madde 1: Devlet-i Osmâniyye memâlik ve kıtaat-ı hazırayı ve eyâlet-i mümtâzeyi muhtevî ve yek vücûd olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez.
1919 Amasya Tamimi: Vatanın bütünlüğü tehlikededir.
1919 Erzurum Kongresi: Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür.
1919 Sivas Kongresi: Vatan sınırları içindeki bölgeler bölünmez bir bütündür.
1920 Misak-ı Millî: Vatan hiçbir nedenle bölünmez bir bütündür.
1982 Anayasası, Madde 3: Türkiye, devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
2007 Güncel söylem: Şehitler ölmez, Vatan bölünmez!
*****
Türkiye’ye karşı 19. yüzyıl Batı parçalama politikası aynen devam etmektedir. 19. yüzyılda Osmanlı devletini parçalama süreci şöyle işlemekte idi: Yunan, Sırp, Bulgarlar kendi milli devletleri için İçeride ve dışarıda ihtilal faaliyetlerinde Batı devletlerinden himaye, teşvik ve Bili müdahale sağlarlardı. Rumeli’de halk kışkırtılır, komiteci baskınlarıyla ayaklanmaya sürüklenirdi Türk halkı kendini savunma zorunda kalır, devlet müdahale eder, kanlı kırgınlar olurdu. Bu tam da Batı’nın istediği bir şeydi: Hıristiyan milletler soykırımına uğruyor, dünya barışı tehlikeye giriyor, milletleri ezen Osmanlı rejimi çağdışıdır, gibi iddialarla davayı Büyük Devletler toplanıp kendi ellerine alırlar. Çaresiz Osmanlı hükümeti seyirci kalmak durumuna düşer ve Batı nasıl planlamışsa ona karar verilir. Balkan milletlerine özerklik veya doğrudan bağımsızlık sağlanır. Bati, bugün aynı taktiği Türkiye’ye karşı uygulama yolundadır. Batı’nın, büyük haksızlığı, Osmanlı’ya uygulanan politikanın, bugün modern Türkiye Cumhuriyeti’ne uygulanmaya kalkışılmasındadır… Batı’nın kısa görüşlü parçala- hükmet politikası, günümüzde de işler görünmektedir. ABD, Ortadoğu’da şimdi kendi planını uygulama yolundadır, kolay kolay bu plandan vazgeçmez. Ortadoğu İçin kendi planlarında Türkiye’yi engel gören ABD… Irak’ın egemenliği örtüsü altında Kürt kartını oynuyor. Bu Kürdistan planı I. Dünya Savaşı’ndan beri tezgâhtadır… Kuzey Irak şimdiden ABD himâyesindedir ve onun planlarına hizmet etmektedir… Bir tarihçi sıfatıyla benim gözlemim, Batı, Türkiye’ye karşı, 19. yüzyılda Osmanlı’ya uyguladığı politikayı sürdürmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı olmadığını anlatmak bizim ödevimizdir. (Halil İnalcık’ın, Taha Akyol’a yazdığı mektuptan, Milliyet, 2 Kasım 2007).
*****
Avrupa tarihi içinde önemli bir yer tutan ve “Türklerin Avrupa’dan atılması” anlamında geniş bir tanımlama bulan “Şark Meselesi” aynı şekilde yabancı dillere yerleşmiş bir terim (Die Orientalische Frage, Vostocnyj vopros, La Question d’Orient, The Eastern Question) olarak geniş çağrışımlar oluşturur, ancak bunun genelde hep yapılageldiği üzere bütün devirleri kapsayan bu anlamdaki tek bir tarif içine sıkıştırılması isabetli değildir. Hattâ bu kavramı “Doğu Sorunu” olarak ifade etmenin dahi, bu kelimelerin tarihsel yüklemeler itibariyle içlerinin boş olmasına ve özellikle dildeki sadeleştirmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan Doğu kelimesinin coğrafî çağrışım ağırlıklı olarak tarihsel malzemenin yoğunluğunu taşıyan teknik bir tabir haline dönüşmemiş olduğuna işaret etmek lazımdır. Şark Meselesi kavramını 19. yüzyıldaki Osmanlı zayıflamasının sonucu olarak topraklarının paylaşılması anlamında bir “miras kavgası” olarak algılamak en doğru yaklaşım olmakla beraber, genelde bunun kapsamını Türklerin Anadolu’ya girişine kadar (1071) geriye götürülmesi söz konusu olmaktadır[1]. Bununla beraber, Türk genişlemesi ve fetih harekâtının ve bunun Avrupa için arz ettiği tehdit ve tehlikenin bertaraf edilmesi için verilen ve yüzyıllar süren uzun soluklu mücadelelerin (Türk Meselesi), Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi anlamına gelen bu “mirası paylaşma” aşamasından {Şark Meselesi) ayrılması gerekmektedir. Şark Meselesinin ise ortaya çıktığı kendi zaman dilimi içinde bile şartlara ve durumlara göre farklı şekillerdeki alt tanımlamalarla tarif edilmek durumunda olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Genel bir tarif yapmak gerekirse, Şark Meselesi-. emperyalist politikalar takip eden büyük devletlerin (Düvel-i Muazzama), Osmanlı devletinin başta Avrupa’daki kısmı olmak üzere özellikle Ortadoğu (Asya) ve diğer yerlere (Afrika) yayılmış geniş topraklarının paylaşımı, devletin hükümranlık sahası üzerinde siyasî ve ekonomik tahakküm kurulması, bunun aracı olarak Müslüman olmayan halkların durumlarının istismar edilmesi ve bağımsızlık mücadelelerine maddî ve manevî her türlü desteğin verilmesi, bunun Avrupa (ve geç dönemlerde ABD) kamuoyunun kazanılması amacıyla yoğun bir anti-Türk propagandası halinde yürütülmesi anlamında, Osmanlı gücünün 18. yüzyıl başından itibaren kendini hissettiren askerî, malî ve mülkî gerilemesiyle beraber gelişen kendi aralarındaki şiddetli rekabet ve anlaşmazlıkların geleneksel bir tanımlamasıdır.
Türklerin Anadolu’ya girmelerinin Doğu Roma imparatorluğunun akıbetini belirleyen bir gelişme olduğu muhakkak olmakla beraber, bunun beşerî coğrafyada yol açtığı değişiklikler siyasî sonuçlarından daha önemlidir. Anadolu’da meydana gelen Türk-Müslüman ağırlıklı toplumsal değişikliğin mevcut etnik ve dinsel kitlelerin aleyhine gelişmesi, zaman içinde nüfus itibarıyla baskınlık arz etmesi ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra zorunlu olarak aldığı büyük göçler sebebiyle bu niteliğini daha da arttırması, imparatorluğun bu kesimindeki parçalanma sürecinin akim kalmasında önemli bir etken olmuştur. Bununla beraber aynı gelişmenin imparatorluğun Avrupa’daki topraklarında da söz konusu olduğunu söylemek olası değildir. Bunda nüfus oranlarındaki erken tarihli fetihlere rağmen, kapatılamayan büyük farklılık yanında, komşu büyük devletlerin Türk tehdidi ve tehlikesini savuşturan ve en nihayet, tamamen zararsız hale getiren, yüzyıllar boyunca ısrarla takip ettikleri direnişlerinin başlıca etken olduğu açıktır.
Türk Meselesi olarak tanımlanan bu tehdit ve tehlike, Türklerin Rumeli’ye geçişleriyle güncel bir olay haline gelmiş ve bu tehlikenin önlenmesi için birçok defalar Haçlı Seferi özelliği taşıyan ve bütün Avrupa çapında geniş boyutlu katılımlarla sahnelenen silahlı mücadeleler verilmiştir. Osmanlı devleti, ilk yüzyıllarındaki karşılıklı hükümdarların idaresinde cereyan eden büyük meydan savaşları neticesinde (1389 Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna), Anadolu’nun ve daha sonraları Arap vilayetlerini oluşturacak geniş topraklarını tamamen hâkimiyet altına almasından (1473 Otlukbeli, 1514 Çaldıran, 1516 Mercidabık, 1517 Ridaniye) çok önce Rumeli ve Balkanlar’da geniş topraklar ele geçirmiş ve buralardaki devletlerin (Bulgar, Sup, Bosna krallıkları, Doğu Roma imparatorluğundan arda kalan son kale “İstanbul’, Mora Despotlukları, Arnavutluk) tarihe intikalini sağlamış; Adalar Denizi’nde (Arşipel/Akdeniz/Ege) hâkimiyet kurmuş, uzun asırlar sürmek üzere Tuna-Karadeniz havzasındaki prenslikleri (Eflak-Boğdan) ve Karadeniz’i bir iç deniz haline sokmak üzere Kırım Hanlığı’nı hâkimiyeti altına almış, başka bir deyişle daha Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’nun ele geçirilmesinden en az 100 sene öncesinden Adriyatik sahillerine erişmiş ve Macaristan’ın fethiyle (1526 Mohaç) Viyana kapılarına dayanmış bulunuyordu. Bu durum karşısında Türk Meselesinin Avrupa’nın beka davası olduğu ve hayatî bir önem taşıdığı açıktır ve 1354’ten 1683’e (Rumeli’ye ayak basıştan II. Viyana Muhasarası hezimeti) kadar gelen dönemi Şark Meselesinin. birinci aşaması olarak kabul eden tarihçiler[2] bunu böyle algılamıştır. Böyle olmakla beraber Avrupa’nın Türk Meselesi olarak gördüğü şeyin, Türkler için de “Kızıl Elma” mefkûresiyle bir Türk “Büyük İdeali” halinde bütün “Diyâr-ı küfrü / Dârü’l-harbi” İslâm bayrağı altına sokmak anlamında bir “Garb Meselesi” olarak algılanmış olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Öte yandan 15. yüzyılın başından itibaren gelişen Moğoİ-Tatar saldırılarından bu yana, özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu’ya yönelik ve zaman içinde Avrupa’da Türkleri arka cepheden vurabilecek bir müttefik olarak algılanan[3] Şia ve İran tehlikesi sebebiyle Osmanlı devletinin de bu istikamette kendine özgü bir “Şark Meselesi’ bulunduğunu[4], hattâ bunun Portekiz tehdidinin[5] bertaraf edilmesi için verilen mücadeleyle de ilişkilendirilmesi lâzım geldiği unutulmamalıdır. Avrupa yönündeki çatışma, İlci din ve uygarlık arasındaki mücadele olarak sürüp gitmiş; savunma, Hıristiyan din ve kültür dünyasının büyük devlet olma yolunun Osmanlı savaş mekanizmasıyla karşı karşıya gelmekten geçen komşu devletleri (Venedik, İspanya-Alman/Avusturya-Macar, Lehistan ve Rusya) tarafından üstlenilmiş, zamanla diğer Avrupa güçlerinin de katılımlarıyla genel bir hal almıştır. Böylece Türk Meselesi, 15. yüzyıl başından itibaren Hıristiyanlığa ve bunun oluşturduğu uygarlığa karşı hayatî bir tehdit ve tehlike olarak bir Avrupa Meselesi haline gelmiştir. Avrupa kamuoyunda ve vicdanında yer etmiş olan anti-Türk imaj ve izlenimlerinin doğması ve yerleşmesi bu dönem içinde gerçekleşmiştir. Özellikle, 16. yüzyıl boyunca, icadından beri matbaanın kötüye kullanılmasının en parlak örneği olmak üzere Türk Meselesi ile ilgili olarak 2.500’den fazla yazılımın (broşür, kitap, risale, havadisnâme, varaka, tezhilat) basılmış olması, Türkler aleyhindeki genelde insafsızlık boyutunda haksızlıklar ve abartılar içeren ve günümüze kadar gelen olumsuzlukları oluşturan ve sorgulanmaksızın kabul gören yargıların bütün Avrupa’da yaygınlaşmasında en önemli etken olmuştur[6]. Türk Meselesi, 18. yüzyılda (1699 Karlofça ve özellikle 1774 Küçük Kaynarca sonrası) hayatî tehdit ve tehlike bo-yutunun ortadan kalkmasından ötürü giderek önemini kaybetti ve şekil değiştirmeye başladı. Zayıflayan Osmanlı devleti üç kıtada sahip olduğu geniş toprakları sebebiyle, güçlenen mücavir devletlerin (Rusya ve Avusturya) ve deniz aşırı sömürge imparatorlukları kurma ve dünya devleti olma yolunda önemli ilerlemeler kat eden doğrudan sınırdaş olmayan ülkelerin (İngiltere ve Fransa) başka anlamda bir ilgi odağı haline gelmeye başladı. Topraklarına sahiplenmek amacıyla yapılan paylaşım projeleri, devletin çöküş aşamasına Avrupa’daki büyük güçlerin kendi çıkarları istikametinde duydukları ilginin yol açtığı anlaşmazlıklar, 19. yüzyılda “Şark Meselesi’ adı altında anıl-maya başlandı ve Avrupa devletlerarası sisteminin ve genel barışın en önemli konularından birini oluşturdu; hattâ bu gelişme, isimlendirmenin yanıltıcılığı altında aslında “Şark’la alâkası olmayan, başlı başına ve bütün ağırlığıyla bir Avrupa Meselesi haline geldi[7]. Devletler arasındaki denge siyaseti, bir başka devletin çıkarını zedelemeden gerçekleşmesi mümkün olamayacağından ötürü, bir büyük gücün özellikle çok uluslu Osmanlı Avrupa coğrafyasını tek başına parçalamasına ve paylaştırmasına veya tamamen kendine mâl etmesine izin vermemekteydi. Burada, Tek basma ifadesiyle böyle bir şeye muktedir olduğunu birkaç defa ispat edecek olan Rusya’nm kastedildiği açıktır. 1699 Karlofça ile başlayan süreç içinde, özellikle 1774 ICaynarca’dan sonra daha açık bir şekilde ortaya atılan soru, önlenemez bir çöküş içine girmiş olduğu varsayılan Osmanlı devletinde yaşayan Türk-Müslüman hâkim tabakası dışındaki milyonlarca Hıristiyan halicin akıbetinin nasıl belirleneceğiydi. Şark’taki “hasta adam” olarak Osmanlı devletinin âni ölümü genel bir miras savaşıyla Avrupa’yı kana bulayabileceğinden, hayatta tutulması özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya karşısında İngiltere’nin tavır koyduğu ve Avusturya tarafından da desteklenen bir siyaset haline dönüştü. Çeşitli zamanlarda meydana gelen parçalanmaları ise Avrupa’da savaş tehlikesini azaltan bir unsur oldu. Hattâ devletler arası dengeleri zedeleyen başka bölgelerde yapılan fetihler, ilhaklar ve bölünmeler sebebiyle kendi aralarında çıkan ciddi anlaşmazlıkların telafisinde Osmanlı topraklarından tazmin edilmeleri, Şark Meselesini Avrupa genel barışının “emniyet sübabi’ haline getirdi[8]. “Düvel- i Muazzama” arasında 1814-1912 arasında düzenlenen üç kongreden İlcisinin, 24 konferanstan 12’sinin Şark Meselesiyle alâkalı olması[9] bu anlamda bir önem taşır.
Kavramın tarihsel bir terim olarak ortaya çıkması Mora’da başlayan Rum İsyanı sebebiyle Verona görüşmeleri (1822) esnasında olduğu ileri sürülmekle beraber[10], bunun asrın başında belirgin hale gelmiş olan sürecin teknik olarak adının konulmasından başka bir şey olmadığı açıktır. Ancak bu tarihte kavramın ağırlıklı olarak Osmanlı Güney-Doğu Avrupa topraklarına işaret ettiği ve Ortadoğu veya Afrika’daki topraklarına atıfta bulunulmadığı görülmektedir. Bu bölgeler İngiliz-Fransız zıddiyetinin nüfuz mücadele sahası haline gelecekleri ana kadar kavramın dışında kalmışta. Dolayısıyla 1683’ten sonra meselenin ana bölgesini Güney-Doğu Avrupa oluşturmuştur. Bu tarihten itibaren bölgede giderek artan bir şekilde Rusya’nın ağırlığını hissettirmesi meseleye yeni bir boyut kazandı. Bu özellikle Osmanlı-Avusturya münasebetlerinde kendini gösterdi. Ziştovi Barışı (1791) bu İlci devlet arasındaki düşmanlığın bundan böyle silâhlı bir çatışmaya meydan verilmeden sürdürülmesi ve yumuşatılarak nihayet sona erdirilmesi gibi ilgi çekici bir sonuç verdi. I. Dünya Savaşı’nda bu İlci esld hasmm aynı düşman (Rusya) karşısında yalcın bir ittifak içine girmeleri, Şark Meselesinin -teknik terminoloji olarak müstakil veya birbirleri içine giren kavramlar olarak tartışılan- Güney-Doğu Avrupa / Balkanlar ve Tuna Havzası’nda artık sona erdiğinin göstergesi oldu. Prusya-Alman kuvvetleri karşısında uğradığı ağır yenilgi neticesinde (1866) Macaristan kanadıyla yeni bir devlet (Avusturya-Macaristan, 1867-1918) oluşturmak mecburiyetinde kalan Avusturya, bu tarihten itibaren Güney-Doğu Avrupa’ya ve Osmanlı devletinin elinde tuttuğu topraklara doğru daha fazla ağırlık vermek zorunda kalmış ve Ortaçağlar’da kaybettikleri toprakların peşinde koşan başta Macaristan olmak üzere ulus-devlet bütünleşmesini amaçlayan sair benzer etnik ve dinî halklara sahip olarak Osmanlı devleti ile aynı zafiyet halini paylaşmaya başlamış ve Şark Meselesinin kendisi için de söz konusu olduğunu görmüştü. “Boğazdaki Hasta Adam” ve “Tuna’daki Hasta Adam” neticede aynı illetin kurbanı oldular (1918).
Ekonomik çıkarlarının yönlendirdiği yayılmacı siyaseti dışında, Ortodoksluğun baskınlığı ve etkinliği sebebiyle, özellikle “Balkanlar’daki Hıristiyan kardeşlerinin Türk boyunduruğundan kurtarılması” misyonu Rusya’nın emperyalist ihtiraslarının Şark Meselesine yaklaşımına farklı bir boyut getirmiştir. “Üçüncü Roma” ideali ve Aya Sofya kubbesine “haçın rekzi’, meselenin itici gücünü oluşturmuş ve askerî, ekonomik ve yayılmacılık gibi sâilder yanında, Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks halkları da heyecanlandıran ve Rusya ile emel birliği içine sokan en önemli kültürel ve dinî etken olmuştur. Bu etken kültürel-dinî açıdan Şark Meselesini birbirine karşıt Grek-Ortodoks ve Roma-Katolik anlamında Doğu-Batı ikilemine ayırırken[11], bunları meselenin Türk-İslâm parçasıyla da karşı karşıya getirmiştir. Bu her üç unsurun liberal Batı ile yalan ilişkiler kuran kesimlerinin kendi halklarına aktardıkları kültürel birikimler, Aydınlanma Dönemi fikirleri, Fransız İhtilali neticeleriyle çağdaş eğitimden geçen ve sanayileşen dünyayı çeşitli fikir hareketleriyle, sol ve sosyal görüşleriyle kavrayışları, meselenin iç dinamiklerine yeni bir yön ve güç vermiş, bu anlamdaki büyük devlet politikalarını da zora koşmuştur.
Şark Meselesinin gelişmesinde Osmanlı devletinin kuzeydeki güçlü komşusunun hâkim rolü üstlenmiş olmasından ötürü, konunun takibinde Rusya siyasetinin esas etken olarak alınması kaçınılmazdır: 1774’den sonraki gelişmelere bakıldığında Osmanlı devleti için Şark Meselesi, Batı karşısındaki gerilemenin nasıl telafi edileceği ve devletin eski gücünü tekrar kazanması için ne gibi reformlar yapılması gerektiği gibi sorularla bağlantılı olmak üzere, gerçekte bir Batılılaşma Sorunu olarak ağırlık kazandı, Yenilenme ve Yeniden Yapılanma dönemlerine (Nizam-ı cedîd ve Tanzimat) girilmesinde önemli bir etken oldu. Bu tarihlerden itibaren Osmanlı devlet adamları Lehistan (1795) ve Venedik’in (1797) tamamen ortadan kalkmalarıyla sonuçlanan bölünmelerine benzeyen bir akıbetten kaçınmanın yollarını ararken, Avrupa için de Şark Meselesi denildiğinde genelde Osmanlı devleti ile Lehistan’ın kaderinin ne olacağı anlaşılmaktaydı.[12] 1768 de başlayan büyük savaşta Rusya’nın Memleketeyn’i (Eflak-Boğdan) ve 1772’de Kırım’ı işgal etmesi, meselenin dengelere riayet boyutunu erken tarihlerde gündeme getirdi. Bu ilkenin ille kurbanı, Prusya’nm da dâhil olmasıyla bu üç güç arasında taksime uğrayan Lehistan oldu (1772). Ancak buradan hissesine düşen yerler Avusturya’nın Tuna Beylikleri’nin Rusya’nm eline geçmemesi gerektiğiyle ilgili temel siyasetinde ihmal yaratmadı. 1771’de Osmanlı devletiyle Rusya karşıtı-bir ittifak içine girmesi, 1853’te Memleketeyn’i tekrar işgal etmiş olan Rusya’yı savaşa iştirak tehdidiyle buralardan uzaklaştırması yine bu anlamdadır. Bu hassasiyet Memleketeyn’in 1856 Paris Antlaşması’ndan sonra birleşik bir prenslik haline gelmesini (1859) ve Berlin Kongresi’nde de bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasını temin etti (1878). Eski bir Osmanlı toprağı olarak Romanya Şark Meselesinin denge politikasının bir ürünü oldu[13]. Böylece ne Rusya’nın ne de Avusturya’nın eline geçti, ancak Osmanlı Boğazları gibi Tuna seyrüsefaini yüzünden devletlerarası vesayet altında kaldı.
Kırım’ın Rusya tarafından ilhakıyla sonuçlanan krizin (1783), 1776’dan beri devam eden Amerika Bağımsızlık Savaşı’na son verilmesi amacıyla Paris’te sürdürülen barış müzakerelerini tacil etmesi ve daha fazla uzatmadan bu eski İngiliz kolonisinin bağımsızlığının tanınması (3 Eylül 1783), bu uzun mücadele sebebiyle kan kaybeden ve Rusya’yı “Şark”ta yalnız bırakmış olan Fransa ve İngiltere’nin dikkatlerini âcilen tekrar “Orient”e çevirmek zorunluluğunu hissetmelerinin sonucu oldu[14] ve Şark Meselesinin dünya tarihine yön veren meş’um gelişmelerinden birini teşkil etti.
Rusya’nın 1821 Rum isyanlarına müdahil olması, ağırlığım Güney-Doğu Avrupa’ya kaydırması demek olduğundan, karşısında Avusturya, Fransa ve İngiltere’yi buldu. İsyanın, Eski Yunan’ın bütün menkıbeleriyle desteklenen ve kadim devirlerdeki düşmanların (Persler, Truvalılar) yerine Türkleri oturtmuş olarak sürdürülen, Avrupa çapında coşkun bir hayranlıkla (Philhelenizm) destek bulmuş olan mücadelesinin[15] bütün “medenî âlemi’ “barbar Türkler” karşısında yek-vücut olmaya sevk etmesi, bu konuyla ilgili olarak ortaya çıkan Şark Meselesinin ortak müdahalelerle çözümüne imkân verdi. “Utanç veren Türk varlığının Avrupa’dan tamamen kazınarak Türklerin tekrar Asya’ya sürülmesi ve Yunanistan’m Hıristiyan dünyasıyla birleştirilmesi“[16] ana söylemi altında, etkileri günümüze kadar gelen yoğun bir Anti-Türk propagandasının sürdürülmesi ve nihayet savaşa dâhil olmayan devletlere ait donanmanın Navarin’de gerçekleştirdikleri haksız baskın (20 Ekim 1827), Avrupa kamuoyunda ve hükümetler nezdinde meseleye nasıl yaklaşılmakta olduğunu gözler önüne serdi: Şark Meselesi, dolayısıyla Türkler söz konusu olduğunda devletlerarası hukuk, zaten kendi sistemlerinin dışında gördükleri Osmanlı devletine karşı uygulanmayacaktır. Böyle bir sözü verdikleri 1856 Paris Antlaşmasından sonraki gelişmeler de, bunun kâğıt üzerinde kaldığını açıkça gösterecektir. Berlin Kongresi’nde Bismarck, temsil ettikleri devletin çıkarını savunan ve Paris Antlaşmasında varılan kararlardan hareketle Avrupa hukukundan istifadeye hakları olduğuna atıfta bulunan Osmanlı delegelerinin yüzüne karşı gayet kaba bir şekilde, “o hukuk size göre değil” derken, Şark Meselesindeki çifte standart ilkesini bir kere daha gözler önüne sermekteydi[17]. 1912 Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde “statükonun değişmeyeceği”ne dair yapılan, yani Türklerin galip gelmeleri halinde de sınırların aynı kalacağı anlamındaki resmî duyuruların, Türklerin yenilgisi üzerine tamamen unutulması örneğinde olduğu gibi, özellikle günümüzdeki terör hadiseleri karşısında ABD ve AB tarafından sergilenen farklı uygulamalar (benim teröristim kötü-seninki iyi/benimki terörist-seninki isyancı), bu ilkenin Türkler için hâlâ geçerli olduğunu göstermektedir.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Şark Meselesinin, Rusya’nın Osmanlı mirasına tek başına sahiplenmesine karşı çıkılması, devlet üzerinde üstünlük kurmasının veya topraklarını istediği şekilde parçalamasının engellenmesi anlamında bir içerik kazandığı muhakkaktır ve bu, devletin Avrupa’daki toprakları, özellikle Slav-Ortodoks halkların ağırlıklı olarak yaşadığı Balkanlar için geçerli olan bir yaklaşımdır. Rusya’nın, Fransa’nın Mısır’a saldırısı (1798) ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanı (1832) esnasında yaptığı ittifak antlaşmalarıyla (3 Ocak 1799 İstanbul ve 8 Temmuz 1833 Hünkâr İskelesi), Boğazlardan savaş gemilerini serbestçe geçirme hakkına kavuşması ve diğer devlet gemilerine kapalı tutulmasını sağlaması, Şark Meselesi nin önemli bir veçhesini oluşturur ve Boğazlar Meselesi olarak bilinen önemli konuyu gündeme getirir. İlk Osmanlı-Rus ittifakı 1805’te tekrar yenilenmiş olmakla beraber, 1806-1812 savaşı ve Bükreş Antlaşması ile sonuçlanmış olarak âkim kalmış; Hünkâr İskelesi ise Rusya’yı Şark’ta tek basma hareket etmekten alıkoyan Avusturya’nın (18 Eylül 1833 Münchengraetz antlaşması) ve İngiltere’nin müdahalesiyle dengelenmiştir. 14 Temmuz 1841 tarihli Londra da yapılan Boğazlar Mukavelenamesi, Boğazlar üzerindeki Rus üstünlüğüne son vermiş ve burayı devletlerarası statüde bir geçit haline getirerek Osmanlı hukukunu da kısıtlamıştır. Konunun arzettiği gelişme çizgisi dâhilinde, Şark Meselesinin sona eriş tarihini Lozan antlaşmasından (1923) sonra Boğazların hukukî durumunu günümüze kadar gelen statüsüyle tekrar düzenleyen 1936 Montreux antlaşmasına kadar uzatmak mümkündür.[18]
1853 Kırım Savaşı Osmanlı devletinin üzerinde tek başına hâkimiyet kurmayı amaçlayan ve bunu resmen talep eden Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlandığında, Fransa, İngiltere ve Avusturya desteğinin Rusya karşısında direnilmesinde ne kadar hayatî olduğu ortaya çıktı, zira büyük komşu ile tek başına verilecek olan bir mücadelenin zaferle bitirilmesinin mümkün olmadığı görülmekteydi. Rusya’nın da gördüğü, Osmanlı mirasın üzerinde tek başına söz sahibi olmasının silahlarının üstünlüğüne rağmen olası olmadığı idi. Buna rağmen aynı şeyi, 1870-1871 Prusya-Alman zaferiyle utanç verici bir hezimete uğramış olan Fransa’nın zayıflamasından da cesaret almış olarak tekrar denemekten kendini alamadı ve 1875-1876’daki Karadağ, Sırp (Bosna krizi) ve özellikle Bulgar ayaklanmalarına müdahale ederek, Kırım Savaşı’ndaki hezimetinin intikamını almak üzere harekete geçti. Doğu Anadolu’yu da işgalleri altına alan Ruslar İstanbul önlerine kadar geldiler ve Avrupa kısmındaki Osmanlı topraklarını istedikleri gibi parçaladılar (3 Mart 1878, Ayastefanos Antlaşması). Osmanlı mirası üzerindeki mutlak tasarruf gücünün gözler önüne serildiği bu “Doksanüç Savaşı ve Bozgunu” Şark Meselesinin en önemli aşamasını teşkil etti. Ancak, Kırım Savaşı esnasında olduğu gibi genel bir muhalefet ile karşılaşan Rusya, bu sefer bütün Avrupa’yı tekrar karşısına almaya cesaret edemedi ve Berlin’de verilen karara uymak zorunda kaldı (13 Temmuz 1878).
Berlin Kongresi, Avrupa dengesini gözetmek üzere paylaşımı yeniden gerçekleştirdi. Burada Osmanlı çıkarları görüşülmediği gibi, bağımsızlığına kavuşturulan eski Balkan halklarının akıbetleri, kendi istekleri doğrultusunda olmaktan ziyade müdahil devletlerin çıkarları istikametinde tayin edildi. Böylece Balkan Kazanının bu tarihten sonra da kaynamasına zemin hazırlandı. Doksanüç Savası sonunda Türk devletinin yaşama kabiliyeti olmadığı yargısı genel kabul görmüş ve bu tarihten itibaren ayakta kalmasını büyük devletler arasındaki rekabet ve geri kalan mirasın ayrı değerde parçalar (İstanbul şehri ve Boğazlar) olarak paylaşımının mümkün olamaması sağlamıştır. Her türlü terörist çete savaşlarıyla sürdürülen Makedonya Meselesi, Şarkî Rumeli Vilayeti’nin Bulgaristan tarafından ilhak edilmesine, ─aslında mülkün sahibi olan Osmanlı devletinin müdahale etmesi beklenirken─ karşı çıkması sebebiyle patlayan Sırp-Bulgar savaşı (1885), Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı krizi (1908) ve Balkan savaşları (1912-1913) Berlin Kongresi’nde ekilenlerin mahsulünü oluşturdu. Bağımsızlığına kavuşturulan ancak büyük devletlerin siyaseti sonucu daha doğumları anında birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları içine düşen Romanya, küçültülen Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ yanında, büyük devletlerin de paylaşımdan ─denge politikası icabı olarak─ pay almaları temin edildi. Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan’a bırakılması, Doğu Anadolu’daki üç vilayetin (Kars-Ardahan-Batum) Rusya’ya terk edilmesi yanında; Tunus (1881) Fransa’nın, Kıbrıs (1878) ve Mısır (1882) da İngiltere’nin eline geçti. Küçük Balkan devletlerinin üzerinde hak iddia ettikleri ve kanlı bir çete savaşı sahasına dönüşecek olan Osmanlı Makedonyası (Vilâyet-i selise: Selanik, Manastır, Üsküp) paylaşamadığından eski sahibine iade edildi. Böylece Türk fetihlerinin bu ilk toprakları ile Arnavutluk arasındaki karasal irtibat tekrar kurulmuş olarak, 1912-1913 Balkan Savaşlarındaki kaybedişlerine kadar Osmanlı idaresi altında kaldılar ve Şark Meselesinin biraz daha uzayıp gitmesine hizmet ettiler. Osmanlı Avrupa topraklarındaki bu çözülme Müslüman halkın yoğun katliamı ve kültür varlıklarıyla beraber imhasıyla neticelendi[19]. Müslüman ahali, Yugoslavya’nın dağılması sırasında (1990 Bosna Savası) tarihî coğrafyadaki kasıtlı maddî tahribat yanında, katledilen 250 bin Müslümanın başına geldiği gibi medenî dünyanın gözleri önünde Şark Meselesinin Avrupa çıkarları doğrultusundaki çözümünün kurbanı oldu.
Osmanlı hâkimiyetinin Avrupa’daki ve Afrika’daki topraklardan dengeli bir şekilde tasfiye edilmesinden sonra parçalanma ve bölüşme sırasının Anadolu’ya ve Arap Vilayetlerine (Ortadoğu topraklarına) geldiği görüldü. Mısır ve Süveyş kanalı başta olmak üzere Hindistan’a giden yolları denetimi altına alan İngiltere’nin, Doksanüç Savaslnâan sonra Boğazlar üzerindeki hassasiyetini ve Osmanlı devletinin toprak bütünlüğüne olan ilgisini büyük ölçüde kaybetmiş olarak paylaşım planları içindeki yerini alması, Anadolu ve Ortadoğu topraklarının bölüşümünü gündeme getirmiş ve Şark Meselesinin ikinci aşaması böylece başlamıştır.
Anadolu’da Ermeni Meselesi olarak bilinen gelişmeler, konunun büyük devletler eliyle yazılan hikâyesinin bölge aktörleri tarafından kanlı bir şekilde sahnelenmesinden başka bir şey değildir. Aynı bölgeyi paylaşmakta olan Ermeni ve Kürtler arasındaki zıddiyet ve düşmanlık, devlete, Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarının 16. ve dolayısıyla 61. maddesinde yer aldığı şekliyle[20], Ermeniler lehinde reformlar yapılması ve Kürtlerin tecavüzlerden korunması vazifesini yüklemiş ve büyük devletlerin denetimini öne çıkartmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren reform, anahtar bir sözcük haline gelmiştir. Kelimenin ıslahat anlamındaki kapsamı Osmanlı idarecileri için, devletin ayakta kalması amacıyla yapılması elzem bir takım düzenlemeleri içerirken, Müslüman olmayan kesimler için bu kelime millî amaçlarına büyük devletlerin müdahaleleri ile erişmeyi sağlayacak bir vasıta olarak görülmüş ve kötüye kullanılmıştır. Reform, imparatorluğun çözülmesinde devletlerarası hukukta yerini almış bir müdahale vasıtası olarak, Osmanlı idarecilerinin direnme noktası haline dönüştü ve imparatorluğun reforme edilmesi, çözülme ve parçalanması ile eş anlama geldi. Günümüzdeki AB görüşmeleri doğrultusundaki reform taleplerinin de bu anlamda bir gizli maksat ve aynı anlamda bir hayatî kaygı hassasiyeti içerdiği açıktır.
Anadolu, Suriye ve Irak bölgelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri, özellikle ABD’li Protestan misyonerlerinin çalışmaları bölgedeki Hıristiyanların, bilhassa hedef alman Ermenilerin mezhep değiştirmeye yöneltilmesi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. 1830’de resmen tanınan Katolik Ermeni cemaati[21] yanında 1850’de aynı şekilde cemaat (millet) kimliğini kazanan Protestan Ermenilerin sayılarında giderek önemli artışlar meydana gelmiş ve hepsi birden uluslararası misyonerliğin ana hedefi olmuşlardır. Bölge Hıristiyanlarına getirilen hizmetin (eğitim, meslek edinme, sağlık, barınma, beslenme vs.)[22] ağır malî cephesinin kasası, misyonerlerin çıkış ülkelerinde yapılan Anti-Türk propagandasının dehşet boyutuyla doğru orantılı olarak dolmakta olması, “Türk vahşeti” ile ilgili söylemlerin her sene biraz daha abartılmış olarak duyurulması sonucunu verdi. Bunun neticesi, bugüne kadar gelen Türk-aleyhtarlığının özellikle diaspora ülkelerinde yoğun bir şekilde yer etmesi olmuştur.
Makedonya çetecilerinin terörü kullanarak yürüttükleri mücadele tarzını aynen benimsemiş olan Ermenilerin, büyük güçlerin müdahalesini temin ve Avrupa’daki Osmanlı topraklarında ortaya çıkan devletler gibi Anadolu’da da bağımsız bir Ermenistan kurmak istemeleriyle ilgili olarak kanlı eylemlerle yürüttükleri mücadele, genelde bu iki unsur (Ermeni-Kürt) arasında çatışmalar halinde gelişmiş, ancak mülkün sahibi olarak sorumluluk bölge üzerindeki denetimi zaten yetersiz olan Türk idaresinin üzerinde kalmıştır. İmparatorluğun müttefiki Almanya’nın da iştirak ve tazyikiyle I. Cihan Savaşının ilk senelerinde yürüttüğü, savaş bölgelerinin Ruslarla işbirliği yapmalarından ötürü Ermeni nüfusundan arındırılması uygulaması (1915 Tehcir)[23], Kürtlere, tek başına bölgeye sahip olmaları istikametinde tarihsel bir fırsat verdi ve Anadolu’nun parçalanması girişimini Şark Meselesinin en kanlı uygulamalarından biri haline getirdi. Bölgedeki Alman gözlemci ve konsoloslarının raporlarında da belirtilmiş olduğu üzere, göç yollarında ve iskân bölgelerinde Kürt aşiretlerinin ve Arap bedevilerinin yaptıkları saldırılar, Ermenilerin mukadderatını 93 Bozgunundan bu yana Rumeli ve Balkanlar’da yerinden sökülen ve yollara dökülen Türk-Müslüman halkın başına gelenlerle benzeştirdi[24]. Tehcirin teknik vebalı, töhmetin önemli kaynaklarında yer alan belgelerin tahrif edilerek yayımlanmış ─hattâ tahrif edilmiş olarak arşivlere girmiş─ olduklarının delilleriyle gözler önüne serilmiş olmasına rağmen[25], iftiralar inkârcı durumuna sokulan mülkün sahibi üzerine yıkılmış, ancak faturası yakın zamanlara kadar Kürt isminin tabu olarak algılanması sebebiyle gerçek muhatabına çıkartılamadan kalmıştır. Konunun bu anlamda bir muhasebeye tâbi tutulmak üzere yeniden ele alınması kaçınılmazdır.
İtalya ile sürdürülen savaş sonunda (1911-1912) Afrika’daki son toprağını (Trablusgarp) ve Ege’deki Rodos ve çevre adalarını bu devlete terk etmek ve Japonya karşısında uğradığı hezimetten soma (1905) tekrar Balkanlar’a dönen Rusya’nın desteğiyle başlayan Balkan Savaşı’nı göğüslemek zorunda kalan Osmanlı devleti, 1913’de Rumeli’deki topraklarını tamamen elden çıkartmış, Edirne’yi zorla geri alarak, bugünkü Trakya toprakları kadar bir parçaya indirgenmiş bulunuyordu. Sırbistan ve Karadağ’ın Rusya’ya, hezimete uğramış olarak Osmanlı mirasından yüklüce pay alması engellenmiş olan Bulgaristan’ın ise Osmanlı devletiyle beraber Alman-Avusturya/ Macaristan cephesine yanaşması, büyük savaşın karşıt gruplarını ortaya çıkartmıştır. Savaşın daha ilk aylarında, İngiltere ve Fransa, İstanbul ve Boğazı’nın geleceği üzerindeki Rus çıkar önceliğinin en geniş anlamda karşılanacağını 14 Kasım 1914’te Rusya’ya resmen bildirmiştir[26]. Bu iki devletin’ de çıkarlarının korunması kaydıyla, İstanbul şehri ve Boğazı’nın Rusya’ya bırakılması talebi kabul edilmiş ve bu hususlar taraflar arasında nota teatisiyle garanti altına alınmıştır (Mart-Nisan 1915). Savaş hedefleri olarak ayrıca Doğu Anadolu’da Rusya’nın himayesinde olmak üzere bir Ermeni devletinin kurulması, Batum’dan Sinop’a kadar Karadeniz sahil bölgesinin Rusya tarafından ilhakına izin verilmesi öngörülmüştür[27]. Rusya’daki ihtilal neticesinde (1917) oluşan yeni rejimin Şark Meselesi ile ilgili olarak yapılan gizli antlaşmaları açıklayarak iptal etmiş olması, meselenin Rusya için sona erdiğinin göstergesi olmuştur.
Şark Meselesinin Ortadoğu safhası olmak üzere Arap vilâyetlerinin paylaşımı, Hindistan’a yönelik çıkarları itibariyle önceleri Mezopotamya ve Basra Körfezi’nde yoğunlaşmış olan İngiltere ve Suriye (Lübnan-Filistin) bölgelerinde hâkimiyet kurmak isteyen Fransa tarafından uygulama sahasına sokulmuştur. 19. yüzyılın sonlarında Almanya’nın bölgeye girmek istemesi büyük devlet zıddiyetini arttırmış ve bölge dışında ateşlenen sömürge edinme kavgaları buralarda Şark Meselesi ne yeni boyutlar katmıştır[28]. Osmanlı Arap vilâyetlerinin, paylaşımı Şark Meselesinin son aşamasını teşkil etmiş ve Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) bunun son durağını oluşturmuştur. Böylece, Arap coğrafyasının paylaşılması ve Filistin’de yoğun göçlerle sayıları giderek artmakta olan Yahudiler için bir vatan yaratılmasının temellerinin atılması, Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey Irak topraklarında bir Kürt devleti oluşturulmak istenmesi söz konusu edilmiş olmakla beraber, geriye kalan Anadolu topraklarının İtalya ve Yunanistan’ın da iştirakiyle tamamen parçalanması Millî Mücadele’nin zaferiyle sonuçsuz kalmıştır (24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması). Anadolu’da ayakta kalabilecek bir devlet kurmaya yetmeyen nüfusuyla Ermeni varlığının I. Cihan Savaşı’nın sonunda büyük ölçüde tasfiye edilmiş olması gerçeği karşısında, büyük devlet politikalarının geçen yüzyıldan kalma örneklerini vererek günümüzde de sürdürülmekte olan Şark Meselesinin, Osmanlı devletinin tarihe intikalinden sonra dahi, eski imparatorluk topraklarının bölüşümünden hissedar olamamış ve sona kalmış olan başka bir etnik unsurun devletleşmesi ve sınırların yeniden tesbiti anlamında devam etmekte olduğunu ileri sürmek her halde yanlış olmayacaktır.
Balkanlar’da Şark Meselesinin son aşamasını teşkil eden, dağılan Yugoslavya’dan ortaya çıkan Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ yanında özellikle, Bosna-Hersek ve Makedonya Cumhuriyetleri örneğinde olduğu gibi, devlet olarak ortaya çıkan ve hâlâ çıkmakta olan (Kosova Cumhuriyeti) etnik unsurlar göz önüne alındığında; geçen yüzyılda Osmanlı mirasına Balkanlar’da Rusya’nın, Ortadoğu’da ise İngiltere’nin tek başına konmaya çalışması gibi; emperyalist politikalarını, milletlerin zenginliklerini gasp etmek ve yağmalamak üzere bunlara hod be-hod saldırarak sergileyen ve bunu, coğrafi keşiflerden bu yana hıristiyanlık, medeniyet, demokrasi, hürriyet (zamana ve kurtarılacak ülkenin özel şartlarına göre: kimyasal silah, Saddam!) gibi “Beyaz Adam” söylemleri satarak yapan geçen yüzyılın büyük sömürgeci devletlerinin, insanlık tarihinin üzerlerine kazıdığı Yağmacı / Gasıb Devlet (Raubstaat) sıfatını devralmış olarak kabaca sürdüren günümüzdeki başka bir büyük gücün (ABD), pervasız bir şekilde haritaları değiştirerek bu paylaşımı istediği gibi gerçekleştirmeye niyetlenmiş olması, Şark Meselesinin burada da henüz sona ermediğinin açık bir göstergesidir.
Hülasa: Şark Meselesi, Kafkaslar ve Anadolu dahil olmak üzere Osmanlı mirası coğrafyalar üzerinde paylaşım kavgalarının yapıldığı ve haritaların yeniden çizilmek istendiği her yerde hâlâ devam etmektedir. Bu teşhis, Taha Akyol’a yazdığı mektupta, “bir tarihçi sıfatıyla benim gözlemim: Batı, Türkiye’ye karsı, 19. yüzyılda Osmanlı’ya uyguladığı politikayı sürdürmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı olmadığını anlatmak bizim ödevimizdi” diyen İnalcık Hoca’nın kaygılarını haklı çıkartmaktadır.
————————————–
Kaynak: Halil İnalcık Armağanı – I, 2009 Doğu-Batı
——————————
Kaynaklar:
[1] Edouard de Driault, Şark Meselesi. Bidayet-i Zuhurundan Zamanımıza Kadar, Çev. Nafiz Bey, Hazırlayan: Emine Erdoğan, Ankara 2003.
[2] Klaus-Detlev Grothusen, “Die Orientalische Frage als Problem der europäischen Geschichte. Gedanken zum 100. Jahrestag des Berliner Kongres-ses”, Die Türkei in.Europa, Göttingen, 1979, s. 81
[3] Barbara von Palombini, Bündniswerben abendländischer Mächte um Persien, 1453-1600. Wesbaden 1968. Tanıtma için bk. Kemal Beydilli, Tarih Enstitüsü Dergisi, X-XI, İstanbul 1981, s. 413-417.
[4] Feridun M. Emecen, “Osmanlı Devletinin ‘Şark Meselesinin ortaya çıkışı: İlk münasebetler ve iç yansımaları”, Tarihten Günümüze Tüık-İran İlişkileri Sempozyumu, Ankara 2003, s. 33-48.
[5] Salih Özbaran, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, İstanbul 2004.
[6] Cari Göllner, Turcica: De europäischen Türkendrucke des XVI. Jahrhunderts, II, Bucureşti 1968.
[7] Grothusen, “Orientalische Frage als Problem”, s. 80.
[8] Immanuel Geiss, Der Lange Weg in die Katastrophe, Die Vorgeschichte des Ersten Welt Krieges. München 1990, s. 136; Mustafa Gencer, Die Rolle der “Orientalischen Frage”in dem System der wechselseitigen Beziehungen des Deutschen Kaiserreiches zum Osmanischen Reich (1890-1908). Master Tezi, Ruhr Üniversitesi, Bochum 1995, s. 13.
[9] Winfried Baumgart, Vom europäischen Konzert zum Völkerbund. Friedenschlüsse und Friedensicherung von Wien bis Versailles, 2. bsk., Darmstadt, 1987, s. 9-10.
[10] Grothusen, “Orientalische Frage als Problem”, s. 86; Filcret Adamr, “Orienta-lische Frage”, Lexicon der Geschichte Russlands, yay. H-f. Torke, München 1985, s. 275.
[11] Grothusen, “Orientalische Frage als Problem”, s. 94.
[12] A. Sorel, La Question d’Orient ou XVIIIe siede. Le Partage de la Pologne
et la Traité de Kainardji. Paris 1878 {Onsekizind Asırda Mesde-i Şarldye ve Kaynarca Muahedesi, trc. Yusuf Ziya. İstanbul Matbaa-i Hayriye 1327, s. 169 vd.; Roderick H. Davison, “Osmanlı Diplomasisi ve Bıraktığı Miras”, İmparatorluk Mirası, Balkanlarda ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, Ed. L. Carl Brown, İstanbul 2000, s. 268-269; Matthew S. Anderson, Doğu Sorunu, 1774-1925. çev. İdil Eser, İstanbul 2000, s. 21 vd.
[13] Lothar Maier, Rumänien auf dem Weg zur Unabhängigkeitserldaerung 1866-1877, München 1989.
[14] Erwin Hölzle, Russland und Amerika. Aufbruch und Begegnung zweier Weltmächte, München 1953, s. 39.
[15] Friedgar Löbker, Antike Topoi in der deutschen Philhellenenliteratur. Untersuchungen zur Antikerezeption in der Zeit des griechischen Unabhängig-keitskrieg (1821-1829), München 2000; Regine Quack- Eustathiades, Der Deutsche Philhellenismus während des griechischen Freiheitskampfes (1821-1827), München 1984.
[16] J. G. Heynig, Europa’s Pflicht, die Türken wieder nach Asien zu treiben, und Griechenland mit unserer christlichen Welt zu vereinigen. Zum zweiten Mal dargestellt, Dessau 1821, bk. Löbker, Antike Topoi, s. 100.
[17] Bismarck’m mütehakkim tutumu için bkz. Mahmud Celaleddin, Mirat-i Hakikat, (yay. İsmet Miroğlu), İstanbul 1983, s. 635 vd.; Şark’la ilgili poli- girmeyeceğine daif yapılan, yani Türklerin galip gelmeleri halinde de sınırların aynı kalacağı anlamındaki resmî duyuruların, Türklerin yenilgisi üzerine tamamen unutulması örneğinde olduğu gibi, özellikle günümüzdeld terör hadiseleri karşısında ABD ve AB tarafından sergilenen farklı uygulamalar {benim teröristim kötü-seninki iyi/benimki terörist-seninki isyancı), bu ilkenin Türkler için hâlâ geçerli olduğunu göstermektedir.
[18] Grothusen, “Die Orientalische Frage als Problem”, s. 80-81; Adanır, “Orientalisch Frage”, s. 278.
[19] Bilal Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri; Ankara 1970, II, CLXXXII; Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlanna Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi (1821-1922), (Çev. Bilge Umar), İstanbul 1995, s. 59 vd.; H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyeti Balkanlardı Makûs Talihi, İstanbul 2001, s. 61 vd.
[20] Berlin Antlaşması: “Ahalisi Ermeni bulunan eyâlatta ihtiyacat-ı mahalliyenin icap ettiği İslahatı bilatehir icra ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve emniyetlerini temin etmeği teahhüd eder…”, Nihat Erim, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, Ankara 1953, s. 423. Çerkesler bölgenin aslî unsuru değildir ve göçler sebebiyle ortaya çıkan bölgedeki varlıklarının kalıcı olmadığı bilinmektedir.
[21] Kemal Beydilli, II. Mahmud Devrinde Katolik Ermeni Cemâati ve Kilisesinin Tanınması (1850). Cambridge-Mass. 1995.
[22] Bk. Hans-Lukas Hieser, Iskalanmış Barış. Doğu Vilayetlerimde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839-1938. İstanbul 2005.
[23] Vahakn N. Dadian, The History of the Armenian Genocide, Oxford 1995, s. 256. Alman elçisi Baron von Wangenheim’m, Ermeniler için müdahalede bulunulması ricalarını reddettiği ve Türk hükümetinin aldığı ted- ■ birleri ve bunun uygulanmasını onayladığı da bilinmektedir. Ona göre savaşın başarılı bir şekilde sürdürülmesi esastır ve bu hedef için her vasıta mu- , bah olup, tehcir uygulaması Alman çıkarları doğrultusunda ortaya konulmuştur. Ermeniler, Türklerin fanatik düşmanı ve İtilâf Devletlerinin dostudurlar, dolayısıyla Alman planlarının uygulanmasında tehlikeli bir engel teşkil etmektedirler. Bu yüzden bunların inşa halindeld Bağdat demiryolu hattı boyunca yerleştirilmek üzere Mezopotamya’ya nakli öngörülmekteydi [J. Pomianskowski, Der Zusammenbruch des Osmanischen Reiches, s. 161-162. {Osmanlı İmparatorluğumun Çöküşü, çev. Kemal Turan, İstanbul 1990)]. Nitekim Ermeniler bu düşünce doğrultusunda özellikle bu istikamete sevk edilmişlerdir. Bu esnada pek çok ordu kumandanlığı ve kurmaylık vazifeleri yanında, özellikle Türk Orduları Genelkurmay Başkanlığında (1913-17) Alman generali Friedrich Bronsart von Schellendorf un bulunduğu (bunun ayrılmasıyla Hans von Seeckt, 1917-18) ve askerî harekât planlaması dışında savaşın büyük ölçüde teknik hizmet, silâh, mühimmat ve nakit para hususlarında Alman yardımıyla yürütülmekte olduğu ve cephelerin genel Alman askerî harekâtına hizmet etmek üzere açıldığı dikkatlerden kaçmamalıdır.
[24] J. McCharty, Ölüm ve Sürgün, s. 200, 207; 219.
[25] Cem Özgönül, Der Mythos eines Völkermordes. Eine kritische Betrachtung der Lepsiusdokumente sowie der deutschen Rolle in Geschichte und Gegenwart der “Armenischen Frage. Köln 2006.
[26] Marian Kent, “Büyük Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğunun Sonu ve Büyük Güçler, (Ed. M. Kent), İstanbul 1999, s. 214.
[27] F. Adanır, “Orientalische Frage”, s. 278.
[28] Gregor Schöllgen, Imperialismus und Gleichgewicht. Deutschland, England und orientalische Frage 1871-1914, München, 1984; Aleksander S. Jerussalemski, Außenpolitik und die Diplomatie des deutschen Imperialismus Ende des 19. Jahrhunderts, Doğu Berlin, 1954.