Şahver ÇELİKOĞLU
“Hamd, has kullarının kalblerini velâyet nûruyla bezeyen, ruhlarını lütfun en güzeli ile terbiye eden ve bilgi anahtarlarıyla irfan sâhibi bilginlere tevhîd kapısını açan Allah Teâlâ’ya mahsustur.”
“Koruyup gözeten, Hakk’a çağıran, ümmetin hidâyet rehberi ve peygamberlerin efendisi Peygamber Efendimiz aleyhisselâma ve onun ehl-i beytine (ev halkına) âl ve ashâbına (âilesi ve arkadaşlarına) salât ve selâm eylerim.”
Asıl konumuz olan mârifet ve muhabbete girmeden önce, kısaca “edeb”den bahsetmeyi uygun görüyorum. Şöyle ki:
Edeb, var olan bir gücün harekete geçirilmesi demektir. Bu da insanın mayasında güzel bir seciye bulunması sâyesinde olur. Çünkü seciye, Allâh’ın fiili olduğundan beşerin onu meydana getirmeye gücü yoktur. Edebin menbaı, Allah vergisi olan iyi seciyedir.
Allah Teâlâ, seciyeleri kemâle erdirmek sûretiyle sûfilerin iç dünyâsını hazırlayınca onlar, Allah Teâlâ’nın nefislerine yerleştirdiği kâbiliyetlerini kuvveden fiile çıkarmak üzere çalışma ve riyâzat yolunu tutarak edeb ve terbiye kazanırlar. Âdab, bâzı kimselerde Allâh’ın fıtratlarına verdiği kâbiliyetlerin kuvvetinden fazla riyâzat ve çalışmaya ihtiyaç kalmadan kuvveden fiile çevrilir. Allah Resûlü (s.a.v)’in: “Beni Rabbim terbiye etti de edebim ne güzel oldu” sözü buna işâretir.
Bâzı kimselerin fıtratlarındaki kâbiliyetin eksikliği uzun uzun çalışmaya ihtiyaç gösterir. Bu sebepten mürîdler, şeyhin sohbetine muhtaçtır. Çünkü sohbet ve bilgi öğrenmek, tabiattaki kâbiliyetin ortaya çıkmasına yardımcıdır. Allah Teâlâ: “Nefislerinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem (ateşin)den koruyun.” (Tahrim,66/6) buyuruyor. İbn Abbas (r.a), korumanın, fıkıh ve edeb öğretmek sûretiyle olacağını belirtmektedir.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfin bir başka rivâyetinde şu lafızlar yer almaktadır: “Beni Rabbim terbiye etti de edebim ne güzel oldu. Sonra, Rabbim bana mekârim-i ahlâkı emrederek: Af cihetini tut, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir” (A’raf,7/199) buyurdu.
İnsanda edeb, ancak mekârim-i ahlâkın tekâmülü, huyun güzel olmasına bağlıdır. Hilkat, yâni tabiat insanın dışı ve görünen tarafı, hulk ise mânâsıdır. Bâzı âlimler, hulk da hilkat, yâni sûret ve cesed gibi değişmez, derler. Allah Teâlâ: “Allâh’ın yarattığında değişiklik olmaz” (Rûm,30/30) buyurmaktadır. Doğru olan görüş; sûret ve cesedin aksine, ahlâkın değişmesinin mümkün olduğudur. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin: “Ahlâklarınızı güzelleştiriniz” buyurması bunu gösterir. Allah Teâlâ insanı, salâh ve fesâdı; yâni iyi ve kötüyü kabûle istidatlı olarak yaratmış ve onu, edeb ve ahlâka lâyık kılmıştır.
Abdullah b. Mübârek (k.s): “Edebi küçümseyip önem vermeyen, sünnetlerden mahrûmiyetle cezâlandırılır. Sünnetleri küçümseyen, farzlardan fire vermeye başlar. Farzları küçümseyen mârifet-i ilâhîden mahrûm olur” demiştir.
“Amelde edeb, amelin makbûliyetinin alâmetidir” buyuran da Enes b. Mâlik (r.a) hazretleridir. Buraya kadar bahsi geçen tasavvufta edebdir. (Sühreverdî, Avârif, s.342) Şimdi de Huzûr-u İlâhîde edebden bahsedelim ki, mârifetullah ve muhabbetulâha kapı açılsın.
Huzûr-u İlâhî’de Edeb
Her türlü edeb, Resûlullah (s.a.v)’den alınıp öğrenilir. Çünkü (a.s.v) Efendimiz, zâhirî ve bâtınî bütün edebleri şahsında toplamıştır. Allah Teâlâ onun huzûr-u ilâhîdeki edebini şöyle haber veriyor: “Huzûr-u ilâhîdeki müşâhedesi sırasında Muhammed’in gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.” (Necm,53/17) Bu âyetin tefsirinde: “Huzurda bulunmanın âdâbına riâyet etti” denilmiştir ki, bu, âdâbın Resûlullah (s.a.v)’e has inceliklerinden biridir.
Allah Teâlâ, (s.a.v) Efendimizin yüce kalbinin yönelme ve yüz çevirmedeki îtidâlini bildirerek mâsivâdan yüz çevirip Allâh’a yöneldiğini, dünyâyı, dünyâlık hazlarıyla birlikte terk ettiğini haber vermektedir. Resûlullah (s.a.v), Allah Teâlâ’nın yüz çevirttiği şeye iltifat etmemiş, yüz çevirdiği şeyden kaybettiklerine de üzülmemiştir. Allah Teâlâ da: “Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz diye…” (Hadîd,57/23) buyurmuştur. Bu hitâb-ı ilâhî herkes için geçerlidir.
“O’nun gözü şaşmadı” âyet-i kerîmesi, genele âid hitâb-ı ilâhînin mânâsında Peygamber (s.a.v)’e âid, özel bir vasfı bildirmektedir. “Onun gözü şaşmadı” âyeti, Peygamberimizin (s.a.v) yüz çevirmedeki durumunu ve “Kâbe kavseyn” (onunla arasındaki mesâfe iki yay kadar yâhut daha az kaldı) (Necm,93/9) makâmındaki vâridâtı rûh ve kalb ile telâkkî ederek Hakk’a yönelmedeki hâlini göstermektedir. Allah Resûlü, o esnâda, Allâh’ın azameti karşısında O’ndan hayâ ederek gözlerini önüne eğmiş, eriştiği nîmetlerden sevinç duyarak tuğyâna düşmesin diye, nefsini yokluğa ve hiçliğe mahkûm etmiştir. Çünkü kendinde varlık hissedince tuğyâna düşmesi, nefsin sıfatıdır. Nitekim Allah Teâlâ: “Hayır (Rabbimin bu kadar ihsânına rağmen) kendini zengin; yâni kendine yeterli gördüğü için insan azar” (Alâk,96/6-7) buyurmaktadır.
İlâhî lütufların kalb ve ruh üzerinde tutulması, Peygamber (s.a.v)’in hâline uygun olmalıdır. Resûlullah (s.a.v), mîracda kendisine vâki olan ilâhî lütuflar karşısında nefsini yokluk ve hiçliğe mahkûm etmiş, Allah’dan hayâ ederek yine O’na sığınmıştı ki bu hâl, edebin en üst noktasıdır.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz böyle bir edebe sâhip idi. nefsi bastta ifrata varmadığı için, kabz ile mukâbele görmemiş ve mevâhib-i ilâhîyyeden (ilâhî lütuflardan) nasibi dâimâ artarak “Kâbe kavseyn” makâmına ermişti. Nitekim: “Onunla arasındaki mesâfe iki yay kadar yâhut daha da az kaldı” (Necm,53/9) âyeti bunu anlatmaktadır.
Tüsterî (k.s) der ki: “Resûlullah (s.a.v) nefsinin gördüğüne ve müşâhede ettiğine kanmadı. O, Rabbini bütünüyle meşâhede etti. Öyle bir müşâhede ki, o makamda bulunması gereken bütün sıfatlardan zâhir olanları görerek.
Sühreverdî (k.s) Hazretlerinin Cerirî’den (k.s) naklen haber verdiği şu söz, bunları teyid eder mâhiyettedir: “Halvet ve yalnızlığı aramaya çalışmak, onu elde etmeye vesîledir. Mükâşefe sınırında durmak, kurtuluştur. Allâh’a yakınlığın ilmini öğrenmek vuslattır. Cevab vermemeyi çirkin görmek azıktır. İlâhî hitâbı dinlemeye götürücü yolları kabûlden imtinâ etmek, tekellüf ve zorlamadır. Allah Teâlâ’ya yönelişte sâhip olunan ilm-i idrâkin yok olmasından korkmak, günahtır. Nefsin fısıltılarına kulak kabartmak, Hak’dan uzaklaşmaktır. Karşılaşma sırasında boyun eğebilmek, yiğitliktir. Üns makâmında sevinç, aldanmadır.” Bütün bu kelimeler, sâhipleri için huzûr u ilâhîye âdâbındandır.
Zünnûn el-Mısrî (k.s) der ki: “Ârifin edebi, her edebin üstündedir. Çünkü onun iyiliği, kalbini edeblendirmiş olmasından kaynaklanmaktadır.”
Huzûr u ilâhî âdâbından biri de, Şiblî (k.s)’nin söylediği gibi, Hak ile berâberliğin sevinciyle edebi terk etmektir. Bu durum, bâzı haller ve bâzı şeylere mahsustur, bâzılarına değil. Allah Teâlâ, duâ ile de emretmiştir. Mûsâ (a.s) bast hâlinde, dünyevî bir talepte bulunmaktan imtinâ etmişti, tâ ki, Hak Teâlâ onu kurb makâmına yükseltsin. Halbuki Allah Teâlâ ona, bast hâlinde talep için izin vermiş ve: “İste benden, isterse hamuruna katacağın bir tuz olsun” buyurmuştu.
Bast hâlinden başka bir hâle geçince: “Yâ Rabbi, bana indireceğin her hayra muhtâcım” (Kasas,28/24) demişti. Çünkü başlangıçta âhiret ihtiyaçlarını istiyor, fakat dünyâyı hor gördüğünden dünyevî ihtiyaçlar için bir talepte bulunmayı kabûl etmiyordu. Çünkü Mûsâ (a.s) azamet-i ilâhîye karşısında âdî dünyâ isteklerini görmüyordu. Buna dünyevî bir örnek verecek olursak, koca padişahtan büyük şeyler istenir. İnsan koskoca padişahtan, basit ve sıradan şeyler istemekten çekinir. Aralarındaki haşmet perdesi kalkıp, insan, padişaha yakın olunca, ondan küçük şeyler de hattâ tehlikeli şeyler de isteyebilir.
Ed-Dekkâk (k.s) Hazretleri: “Eyyûb’a da (lutfettik). Rabbine: Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin, diye duâ etmişti” (Enbiyâ,21/83) âyet-i kerîmesinde Eyyûb (a.s) da “Bana merhamet et yâ Rabbî” demeyi edeben terk ettiğini ve sâdece “Sen erhamurrâhiminsin” demekle yetindiğini belirtiyor.
Îsâ (a.s), huzûr-u ilâhî edebine riâyetinden: “Ben söylemedim” demek yerine, “Eğer söylemiş olsam Sen onu bilirsin” (Mâide,5/116) demiştir.
Es-Serrâc (k.s) der ki: “Dindar kimselerden oluşan havassın edebi, kalb temizliğine îtinâ, kalbin esrârına riâyet, ahde vefâ, hâli korumak, havâtıra ve evâika (tersliklere) aldırmamak, için ve dışın bir olması, Hak’dan bir şey taleb ederken, kurb makâmında ve huzûr ânında hüsn-i edebe bağlı kalmak.” (Sühreverî, Avarif, s.342,348)
Kuşeyrî (k.s) Hazretleri buyuruyor: Gerçek mânâda edeb, bütün hayır ve iyi meziyetlerin toplamıdır. Edebli olan zat, kendisinde her nev’î hayır ve meziyetlerin toplanmış olduğu kimsedir.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Güzel bir isim vermek, güzel bir sütanne bulmak ve güzel bir edeb öğretmek, çocuğun babası üzerinde hakkıdır” buyurmuştur. (Aclûnî,1,70)
Ebû Ali (k.s) diyor ki: “Kul, ibâdet ve tâatı ile cennet, ibâdet ve tâatteki edebi ile Allâh’a vâsıl olur.”
Celâcilî Basrî (k.s) der ki: “Tevhîd bir mûcib (gerekli kılan)dir, îmânı îcab ettirir, o halde îmânı olmayanın tevhîdi yoktur. Aynı şekilde îman da bir mûcibdir, şerîati îcâb ettirir, şerîati olmayanın ne îmânı ne de tevhîdi vardır. Şerîat de bir mûcîbdir, edebi îcâb ettirir. O halde edebi bulunmayanın ne şerîati, ne îmânı, ne de tevhîdi vardır.” (Tevhîd îmânı, îman şerîati, şerîat edebi gerektirir. O halde edebi olmayanın şerîati, şerîati olmayanın îmânı, îmânı olmayanın tevhîdi yoktur, sebep olmayınca netîce, netîce olmayınca sebep olmaz.)
Abdullah Cerirî (k.s) şöyle demiştir: “Yalnız olduğum zamanlarda bile, yirmi sene var ki, oturduğum zaman ayağımı uzatmış değilim. Çünkü (büyük sanılan insanlara karşı değil), Allâh’a karşı edebli olmak daha uygundur.”
Yahyâ b. Muaz (k.s), “Ârif, ma’rûfu olan Allah ile edebli olma hâlini terk etti mi, mahvolanlarla birlikte mahvolur gider” der. Yine o, “Allah Teâlâ’nın edebi ile edeblenen, O’nun muhabbetine ehil olanlar arasında girer” demiştir.
Hasan Basrî (k.s) Hazretlerine, ulemâ edeb ilmi konusunda çok söz söylemiştir. Edebin dünyâda en faydalı olanı ve âhirette maksâda en iyi ulaştıranı hangisidir? Diye sorulunca: “Dinde fakih olma, dünyâda zâhid olma. Azîz ve Celil olan Allâh’ın hakkına ârif olmaktır” diye cevap vermişti.
Zünnûn Mısrî (k.s), “Ârifin edebi, herkesin edebi üstündedir. Çünkü ârifin kalıbını ma’rufu (Rabbi) terbiye etmiştir” demiştir.
Şibli (k.s) de “Hak subhânehû ve Teâlâ ile rahat rahat konuşmak (niyazda bulunmak) terk-i edebdir” demiştir.
Abdullah ibn Mübârek (k.s) Hazretlerinin sözleriyle konumuzu bitirelim. Hazretin “Biz çok ilimden ziyâde az edebe muhtâcız” dediği rivâyet edilir. Yine İbn Mübârek (k.s): “Biz edeb öğretmenlerini kaybettikten sonra edeb öğrenmek istiyoruz” (nerede şimdi o eski edebli zevat) demiştir. O demiştir ki: “Ârif için edeb, mübtedî için Tevbe gibi (lüzûmlu)dur.”
“İnsanlar edebden çok bahsetmişlerdir. Biz de diyoruz ki: Edeb nefsini bilmektir.” (Mârifet-i nefstir. Kendini bilen Allâh’ı bilir.) (Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.455)