Fatma Adile BAŞER
Medeniyet; dilden fikre, inançlara, sosyal hayata ve kurumlara, hukuka, ferdî ve toplumsal stratejilere, estetik duyuş ve yönelişlere konu olan sanatlara ve müziğe kadar uzanan çok çeşitli unsurların birbirini dengeleyen sistematik bir yapıyı ortaya koymasıyla dikkat çeken bir alandır. İlk bakışta müstakil gibi görünen her bir unsurun, dikkatli bakışlara muhatap olduğunda, bir diğer unsurun devamı niteliğini taşıyacak derecede onunla organik bir ilişki içinde bulunduğu, onu tamamlayan ve ona yeni imkânlar sunan bir muhteva taşıdığı gözlenir. Bu durum elbette mûsıkî için de söz konusudur. Yahya Kemal’in “Çok kimse anlamaz eski mûsıkîmizden/ ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” mısralarıyla tarif ettiği kadîm mûsıkî’nin ne olduğuna bu noktadan bakılınca, mûsıkîyi diğer medeniyet unsurlarıyla birlikte değerlendirerek onu anlama gayretine düşmemiz gerektiği, daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Musıki-dil; şiir, edebiyat, mûsıkî-din; değer algıları; mûsıkî-mimari; hat, tezyîni sanatlar; mûsıkî-tarih; devlet kurgusu, hukuk anlayışı, sosyal hayat, tecrübeler, kurumlar, törenler vb ilişkilerden başka alışkanlıklardan, spora, malzeme bilgisi ve üretimine, kullanım tekniklerine kadar uzanan maddi manevi alanlarla müziği birlikte ele alan bir bakışla onu anlama kastedilmiş oluyor. Buna göre medeniyet kavramının bütüncül yapısı içinde, sadece mûsıkînin ele alınmasıyla bile “parça-bütün” ilişkisi bağlamında müziğin bağlı olduğu medeniyet dairesini teşhis etmek mümkün olabilmektedir.
“Eski mûsıkî”yi anlamanın aynı zamanda “bizi” anlamak manası taşıması, medeniyet-mûsıki ilişkisindeki önemi açıklıkla vurgulamış oluyor. Eski mûsıkînin bağlı olduğu medeniyet, Yahya Kemal’in “biz” dediği, kimliğimizi ve değerlerimizi içinde bulduğumuz, bizi biz yapan, bizi biz kılan medeniyettir. Bir başka deyişle “biz” diyerek çeşitli alanlardaki tercihimizle kimlik atfettiğimiz şey de aslında “medeniyet” olmaktadır. Bu bakımdan özelden genele sıralanabilen unsurlarla kimliğin belirlenmesinde “medeniyet” kavramı, nice süzgeçlerden geçirilerek özleştirilmiş toplumsal nihai tercihlerin hukukî, stratejik, estetik sonucu olarak karşımızda duruyor.
Medeniyete, unsurları arasındaki organik ilişkiler bütünlüğünden bakılınca, “biz” kavramını açıklayan öğelerin her birinin zımnen o medeniyet içinde anlamlı bir yer bulduğu gözlenir. Ancak bu noktada medeniyet kavramının özelden genele, yerelden evrensele yönelen bir büyüme ve genişleme temposu içinde bulunduğunu görmemiz, taşıdığı zımnî evrensellik iddiasını da dikkate almamız gerekiyor. Nitekim medeniyet söz konusu olduğunda “biz” tanımının sınırlarını her adımda biraz daha genişleyen bir yetenek taşıdığını kolaylıkla fark ederiz. Bazen din, bazen dil, bazen coğrafya, bazen tarih…vb. üzerinden üretilen ortak paydalar, gücü ve güncelliği oranında medeniyet halkasına, yani “biz”e katılmış olur. Bu yüzden medeniyet tarifinde bazı paydaların dışarıda bırakılması, kendini belli paydalar üzerinden o medeniyete nispet edenlerce yeterince âdil sayılmaz ve itiraz görebilir.
Diğer taraftan bütün toplumlar medeniyet ölçeğinde ulaşılmış bulunulan kuşatıcılığın telkin ettiği tamlık hissiyle, içinde bulundukları medenî durumu geriye doğru teşmil ederek homojenleştirmek, sanki bütün tarih devirlerini aynı medeni kalıp ve anlayışlarla geçirdiklerini varsaymak doğal psikolojik eğilimi görülüyorlar. Halbuki “biz” denilen şeyin inşası büyük tecrübelere dayalı bir birikimle adım adım insan ömrüne değil, kuşaklara mal olan emeklerle gerçekleşe gelmiştir. Medeniyetin o çok katlı yapısı geriye doğru soyulup, sonradan katılan unsurlar birer birer atılmaya başlansa geriye medeniyet namına kimsenin elinde dişe dokunur bir şey kalmaz. Çünkü “ben” “biz”i tanımlayamaz. Fakat “biz”in içinde “ben” zaten zımnen vardır.
***
Müzik tarihi açısından bakıldığında mûsıkînin İslam medeniyetinin içinde yine İslâm sanatlarına bağlı bir estetik alan olarak biçimlendiği görülür. Bu biçimlenişte medeniyetin temel ölçüsü Kur’an-ı Kerîm olmuştur. Manası kadar bizatitihi kıraatin kendisinden kaynaklanan özellikler, bu özelliklere bağlı prensip ve ölçüler musıkîyi de karakterize etmiş, Kur’an merkezinde bir mûsıkî estetiği doğurmuştur. Hatta musıkî terminolojisi kendine temeli Kur’ân kıraatine dayanan kavramları seçmiştir. Musıkinin disiplin bakımından esasını oluşturan “Makam” kavramı bunların başında gelir. İslam’ın ilk yıllarında Kuran-ı Kerim’i ayakta okuyanların durduğu yere “makam” denildiğini biliyoruz. Nitekim bu kelime, bir anlamıyla da kıyam edilen, durulan yer demektir. Kariin Kur’an okurken Hakk’ın huzurunda yani makamda oluşunu bilmesi gibi, halka hizmeti Hak huzuru, yani makamı sayan devlet anlayışı sebebiyle zaman içinde devlet görevlilerinin bulundukları mevkiye de “makam” denildiğini biliyoruz. Musıkîde “makam”, temelinde yine Kur’an üzerinden hikmetli söze atıf yapan bir müzikal kurguyu ifade için başlangıçtan itibaren yerleşmiş bir terimdir. Yani makam veya makam musıkisi ortaya konuluşundaki kök anlamı itibariyle ilahî özneye yani Hakk’a ve hikmete yönelişi ifade etmektedir. Bu sebeple musıki tahsili öncelikle kıraatle başlar, sonra makama teşbih edilen adapla hoca nezaretinde meşk yapılır imiş. Hafız Post, Mustafa Itrî, Zekâi Dede gibi büyük bestekârlarımızın hafızlığı (ki bu unvanı taşımayan birçoğunun da hafız olduğu biliniyor) bir tesadüf değil şuurlu yönelişin bir sonucudur.
XII. yüzyıla kadar Arap ve Fars üslûbuyla şekillenen İslam medeniyeti, bu tarihten itibaren Türk üslûbunun da katılımıyla daha zengin ve olgun bir kıvama yükselmiştir. Türk üslubu geçirdiği aşamalarla özellikle Osmanlı döneminde, kendisi bir alt başlık olmanın ötesine geçerek, müstakil bir yapıya kavuşmuş, ulaştığı sanat merhaleleriyle diğer üsluplar üzerinde büyük etki bırakmış, hatta önemli ölçüde onları kendi üslûbuna benzetecek bir cazibe yaratmış, kendi medeniyet çevresinin ortak paydası haline gelmiştir. Bunu başarabilmesi “ilay-ı kelimetullah” idealiyle tabiaten “biz” demeyi bilen, kendine bağlı unsurları ortak ideal ve menfaatlerde buluşturabilen büyük devlet terbiyelerinde saklıdır. Onun Türklüğü devlet modelinde, düşünüş, yaşayış biçiminde, yorumlayış ve stratejilerini oluşturma yönteminde, kendine has tecrübelerinde, bu tecrübelerin sanata gerek anlam gerek yöntem bakımından dönüştürülmesinde bulunur. Onun tarzı, tavrı anlayışı ve imanıyla buluşanları, dilini konuşanları daima kendinden saymış, almış vermiş “biz” dediği medeniyetinin kapsama alanını büyütmüştür. Bu yönüyle “Türklük” içine aldığı unsurlara kendi mayasını (devlet kurgusunu kutsî sayan yaklaşımını, örfü ve yaşama biçimiyle gösterdiği imanını, tecrübesini ve hikmet anlayışını barındıran dilini); katarak yeniden yoğurmayı ve yoğurduğuyla tekrar yoğrulmayı bir hayat tecrübesi haline getiren, türeyiş ve hayat kanununa Töre ile sahip çıkarak ona uyanların oluşturduğu bir yapıdır. Bu sebeple çevre kültürler, Türk yaklaşımının yarattığı bu anlayışa gönüllüce katılmış, onunla bütünleşmiş, onun doğal parçası haline gelmiş, yani Türk olmuşlardır. Buradaki Türklüğü etnik manada değil, İslam medeniyetinin içindeki Türk üslubunun özellikle Osmanlı başarısıyla perçinlenerek ulaştığı bir medeniyet kimliği olarak anlamak mümkündür. Nitekim bu Türklüğün içinde kavmi olarak gayrı Türk unsurlar bulunduğu gibi, gayrı müslimler de yer almıştır. Ancak gerek değerlerini, gerekse değerlerini somutlaştırarak kurguladığı müesseselerini İslâmdan ve onu yorumlayış biçimi olarak tarif ettiğimiz “Türklükten” alan bir devletin çatısı altında benzer yaşayış şartlarına ve hukukuna sahip olmak, ortak hayatın belirlediği kurallar içinde gündelik ihtiyaçları karşılama alışkanlıkları, görev tanımlamaları, iş dağılımı ve üretimi…vb alanlardaki özgün uslup, benzer psikoloji ve hissiyatın ortaya koyduğu estetik algı ve sanatsal yaklaşımlar, toplum unsurlarını birbiriyle kaynaştırmış onlara bir ortak kimlik de sunmuştur. Ortak kimliğin kazanılması elbette bir tesadüfün eseri olarak değerlendirilemez. Bu noktada devleti oluşturan toplum unsurları arasında ortak hayatın sağlam bir hukuka dayandırılması, ortak menfaat ve ideallerde birleşmenin sağlanması gibi kritik başarı eşikleri bulunduğunu hatırlamamız gerekir. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı devletinde sağlanabilen bu somut başarı, “medeniyet anlamındaki Türklük”ün yönetimdeki başarısının sonucu olarak görülmektedir.
***
İslâm medeniyetinde kıraatle temellendirilen mûsıkî nazariyatına Arap, İran ve Türk müzisyenlerinin katkıları bulunmaktadır. Ortaya konulan ortak nazariyata, Farâbî, Urmiyeli Safiyuddin, Abdülkadir Merâgî gibi büyük ustalara bütün üsluplar aynı derecede benimseyerek sahip çıkmış, musıkilerini bu nazariyata göre kurgulamışlardır. XX. Yüzyıl başında şark musıkisi ile ilgilenen oryantalistler, musıki nazariyatçıların kimliklerini onların eserlerinde kullandıkları dil üzerinden belirlemek gibi çok yanlış sonuçları olan sığ bir yol belirlemiş, bunun tesirleri günümüze kadar ulaşmıştır. Mesela İslam medeniyetinin ortak musıki nazariyatını belirleyen Azerbaycan’ın Urmiye’sinden yetişmiş Safiyuddin bir Türk olduğu kadar, İranlılarca Fars, Bağdat’ta bulunuşu ve Arapça yazdığı eserleri dolayısıyla Araplarca da Arap kabul edilmektedir. Hangi etnik kimliğe sahip oldukları bir yana bırakılarak konu sonuçları bakımından değerlendirildiğinde ise, ortaya konulmuş bu önemli nazari eserlerin bütün İslam âleminin klasik musikisine delil ve kaynaklık ettiği açıkça gözlenmiş oluyor ki, bu eserlerde yine “biz” ya da “bizim” dediğimiz o eski musıki saklıdır.
Diğer taraftan Avrupalıların İslâm’ı “Türk” adlandırmasıyla andıklarını ve müziğine de asırlarca “Türk mûsıkisi” dediklerini kendi kaynakları üzerinden biliyoruz. Bunun gerekçesi İslâm’ı Türk karakterli bir medenî çerçeveden ve göstergeler sistemi üzerinden tanımaları, gerek savaş gerekse barışta sürekli olarak Türklerle muhatap olmalarıdır. XX. yüzyıl başındaki oryantalist görüş siyasi sebeplere dayalı kasıt ve şuurla Türk’e ait tanımlamaların tamamını “Arap” adına dönüştürmeyi ilke edindi. Madem ki Müslümanların peygamberi bir Arap, getirdiği kitap Arapça idi. Öyleyse daha önce Türk üzerinden tanıdığı İslamî değerlere ait ne var idiyse hepsi artık Arap sayılmalıydı. Etnik kimliği öne çıkaran bu milliyetçi ve ayrımcı yaklaşım, XIX. Yüzyılda Avrupa’dan başlayarak bütün dünyayı sardığı gibi Osmanlı ülkesine de ulaştı. Bundan sonra “medeniyet anlamındaki Türklük” yerini Fransız ihtilâlinin belirlediği milliyetçilik bağlamında Türkçülüğe bırakmış oldu. Bu görüşün müzikteki yargısı, klasik mûsıkinin Arap-Acem ve Bizanstan alınma, Türk’ün öz müziğinin ise ancak halk müziği olduğu görüşüydü ki bu görüş Cumhuriyetin de benimsediği bir yaklaşım oldu. Bir medeniyet musıkisi olan Türk musıkisi “sarıklı irticanın dönüşü” kabul edildiğinden horlandı aşağılandı. Toplumun seviyesini belirleyen, özelden genele, yerelden evrensele yükselen medeniyet çarkının dişlileri darbe aldı, kırıldı. Yahya kemal’in “eski musıki” dediği bu medeniyet müziği, ancak içinden onu değerli kılan özelliklerin iyice ayıklanmış halleriyle piyasaya sunuldu, meze yapıldı. Nitekim yukarıda değindiğimiz, Hak huzurunda huşû ile ilahî kelâmı hatırlatan teganniye “makam” diyen, rebab yayının tellere sürtünüşünden çıkan sesleri, cennet kapılarının açılışına benzeten, kudûmde gül ağacından yapılmış zahmelerin deve derilerinden gerilmiş kasnaklara dokunuşunu “Hak” lafzına yakıştıran ve bu yüzden ona “Kudûm-i şerif” sıfatıyla muamele eden anlayış, edep ve muaşeret Türk musıkisi idi, “Eski musıkimiz”, medeniyetimizin musıkisi idi.
Nesillerimizin onu anlamalarını ve “bizi” yeniden keşfetmelerini dileyelim.