Şahver ÇELİKOĞLU
Meşâyıh-ı kirâm, mârifeti şöyle târif etmişlerdir.
Mârifet, bir şeyin hakîkatini, sıfatıyla berâber idrâk etmeye denir. Yalnız bu idrak sûretâ ve geçici olan bir idrak değil, ilimden kaynaklanan bir idraktir. Diğer bir târifle; bir şeyin hakîkatine bütün levâzımâtıyla berâber müdrik olmaktır. Allâh’ın zâtını ve sıfatını kemâliyle kendisinden başkası bilemez. Şeyh Hazretleri, bu mevzûda şöyle demiştir: “Allâh’ı kendisinden başkası hakkıyla bilemez. Âriflerin idrak ve bilgilerinin çıkacağı en son nokta ise, Allâh’ın bilinmezliği karşısındaki acziyettir.”
Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) bu hususta: “Acz, idrâki idrak etmenin netîcesidir” der. (İ. Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s.349)
Ma’rifet, herkesin yapamadığı ustalık; bilme, biliş; daha çok “mârifetullah” (Allah bilgisi) mânâlarına gelmektedir.
Ârif; bilen, bilgin, irfan sâhibi. “Ârif-i billah”; mârifeti Allâh’a ulan, velîlik mertebesine ulaşan kimse, velî demektir. Hz. Ali (k.v): “Allâh’ı Allah ile Allâh’ın mâdûmunu O’nun nûruyla bildim” buyurmuştur. Bu ifâdeye göre insanın iki idrak hâlinden biri “mârifet-i Hak” diğeri “mârifet-i mahlûk”tur. Bunlardan ilki Allah Teâlâ’ya Allah ile ârif olmaktır. Bu mârifet de ilmi ve hâlî olmak üzere iki tarzda değerlendirilmiştir. Allah Teâlâ’ya hâlî mârifet, daha çok aşk yoludur; yâni eserlerde müessiri müşâhededir.
Bir kısım âlimler mârifeti; zühd, takvâ, seyr-ü sülûk, şerîat, tarîkat ve hakîkat âdâbına riâyet olarak târif etmişlerdir.
İnsanlar “âlim-i billâh” ve “gayr-i âilm-i billah” olmak üzere iki kısım olarak vasıflandırılır. “Âlim-i billâh” olanlar Hakk’ın mir’âtında (aynasında) kendilerinin zâhir olan istidadları hasebiyle, ancak nefisleri olduğunu bilenlerdir. “Gayr-i âlim-i billâh” olanlar ise, Allâh’ı bildiklerini ve O’nu müşâhede ettiklerini tahayyül eden kimselerdir.
Allah Teâlâ’nın mârifetinde matlûb olan emrin ilmi, âfâk ve enfüste olan Allâh’ın âyetlerini müşahedeye bağlıdır.
Nefsin icmâlen bilinmesi, Hakk’ın da icmâlen bilinmesini temin eder. “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü icmâlen biliştir. Mutlak vücûd âfakta mevcûd olduğu gibi, enfüste de mevcûddur. Hakîm Senâyî: “Kendi nefsine vâkıf olmayan kimse, Hâlık’ı nereden bilir? Sen kendi nefsinin elinde tutsak oluyorsun; girdigâr olanı nasıl bilirsin?” der.
Rabbini bilmek için, kişinin önce kendi nefsini (kendini) bilmesi lâzımdır. Gerçek mârifetin meydana gelmesi, âfâkî sûretlerde münteşir olan, ilâhî âyetler ile, enfüstekilerinin mârifeti arasını cem etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ (Fussilet,41/53): “Âfakta (ufuklarda) ve onların enfüsünde (kendi nefislerinde) insanlara âyetlerimizi göstereceğiz. O’nun Hak olduğu iyice belli olsun” buyurmuştur.
Âfâk, insanın dışında olan şeyler, enfüs ise, kendisinde olanlardır. Âfâkî taayyün, enfûsî taayyünden farklıdır. Allah Teâlâ, hir bir taayyünde, başka başka tecellîler ile zâhir olur.
Mârifet işinin ilmi, fikrin netîcelerinden uzaktır. Dirâyet ve zekâ ile bu neticelere varmak, insanı, Hakk’a mârifetten uzaklaştırır.
Mârifetsizliğin kişiyi yaşayan ölü mesâbesine getirdiğini düşünürsek, mârifeti, kalbin hayat ilmi olarak ifâde edebiliriz. Yâni mârifet hakkında bilgi sâhibi olmayan herkesin gönlü cehâletle ölüdür. Nitekim şerîat hakkında bilgi sâhibi olmayan kimselerin kalbi de bu yönüyle hastadır. (Hucvirî, s.96)
Âyân-ı sâbite (değişmeyen hakîkatler) içinde, insânî hakîkat de vardır. Mutlak vücûd vâhidiyyet mertebesinden rûh mertebesine tenezzül ettiği, yâni ilmî sûretlerden, gayriyyet elbisesiyle, kevnî sûretlerin ilk mertebesinde zâhir olduğu zaman, üç mârifet meydana gelmiştir:
1. Mârifet-i Nefs, (Kendi zâtını ve hakîkatini bilmek)
2. Mârifet-i Mübdi’ (mûcidini bilmek)
3. Mûcidine karşı fakru ihtiyâcını bilmek.
Kurb-i mârifet, yaratlıış gâyesine ulaşmaktır. Mârifet, hakîkatleri gereği gibi idrâktir. İlim ise hakîkatleri ve onların levâzımını idrâkten ibârettir. Bu sebepten tasdîke ilim, tasavvura mârifet ismi verilmiştir.
Şerîat, mârifet için temel esastır; mârifet şerîatle gerçekleşir. Mârifet ve hakîkat bâtın ilmi ve şerîat onun zâhiridir. Tarîkat, şerîatle mârifete ulaşma egzersizidir. Mârifet, kalbin hayat ilmidir; mârifet sâhibi olmayan insanların kalbi ölüdür. (S. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, s.316)
Böyle bir girişten sonra, mârifet ve muhabbet konularında neler söylenmiş, tavsiye edilmiş, muhtelif eserlerden ve zevât-ı kirâmdan görelim ve tatbike çalışalım.