Doç.Dr. Faik ELEKBEROV[i]
Küreselleşme ve Bizler...
Günümüzde Türkçülük ve İslâmcılık bilincine ciddi etkileyen faktörler arasında küreselleşme süreci özel bir yere sahiptir. Birçok kişi küreselleşmenin temel fikirleri modernleşme, postmodernleşme, demokrasi, liberalizm, hoşgörü ve sivil toplumudur, diye düşünmektedir. Oysa küreselleşme yukarıdaki kavramları kullanarak Batılılaşmayı tebliğ etmektedir. Tüm bunlar da Türk-İslâm tefekküründe ulusal değil, kozmopolit bilinç oluşturur. Çünkü küreselleşme idealarının uygulanmasında görünüşte ırkından, dininden bağımsız olarak tüm insanların hak ve özgürlükleri öne çekilerek millîlik ve insanlık arka plana atılmaktadır.
Özellikle, son zamanlarda sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, çok kültürlülük, sivilizasyon, hoşgörü vb. kavramlarının küreselleşme sürecinin bir parçası olarak yayılması çok düşündürücüdür. Bize öyle geliyor ki, küreselleşme süreci anlamında aldatıcı ve görünüşte olumlu görülen (örneğin, bireyin özgürlüğü milletin ve devletin özgürlüğünden üstündür) fikirlerin içinde şuur altına gönderilen, ancak millî ve dinî meneviyyatımıza uygun olmayan konularda son derece dikkatli olmalıyız.
Dünyada küreselleşmenin yaygınlaştığı, modern, postmodern ve sivil toplumun kurulmasına çağrılar yapıldığı bir dönemde Türkçülük, İslâmcılık ve insanlığın ne kadar önemli olduğu konusunun özel ilgi doğurması doğaldır. Genel olarak, küreselleşme sürecinde Türkleşmek, İslâmlaşmak ve insanlaşmak bakımından iki temel bakış açısı var: 1) Batıyönlü sivil toplumu, modernleşme, hoşgörü, maddi insanlık, multikültüralizm Türklük, İslâmlık ve insanlığa oranla daha önemlidir; 2) Batıyönlü sivil toplum yapılanması, modernleşme, maddi insanlık, hoşgörü ne kadar gerekli olursa olsun, Türklük, İslâmlık ve insanlık onun gölgesinde kalmamalıdır.
Bugün de Türk-Müslüman insanının bilincinin şekillenmesinde en az iki taraflı bir mücadele sürmekte. İnsanlarımızda ne tür bir bilinç oluşturulacağı bu mücadelenin neticesinde ortaya çıkacaktır. Eğer sivil toplumun, modernleşmenin, hoşgörünün, maddi insanlığın Türklük, İslâmlık ve manevi insanlıktan daha önemli olduğu sonucuna gelindiği vakit, Türk-Müslüman insanının kendi düşünce sisteminin hayli dışına çıkması ile son noktasına varacaktır. Yaklaşık iki asra yakın Türk-Müslüman insanının Batılılaşma süreci sona erecektir. Bu süreç ise 3 aşamadan geçmiştir. 1) Tanzimat, 2) Türkiye Cumhuriyeti, Azerbaycan Cumhuriyeti vd., 3) Avrupa Birliği.
Tanzimat Döneminde (1839) çağdaşlaşmak adı altında başlayan Batıçılığın daha sonra demokrasi ve liberalizmle “yükselmesi”, sonuçta Avrupa Birliği’ni ve Batı uygarlığını doğurmuştur. Şimdi başta Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyetleri olmak üzere Türk-Müslüman dünyası Batı’nın-Avrupa’nın “Sivil toplum”na entegre olmaktadır. Daha doğrusu, Batı taklitçiliğini son hızla devam ettirmektedir. Çünkü “sivil toplum” adı altında oluşan bilinç daha çok Batı tarzı “beynelmilel”, aslında kozmopolit bilinçtir. Öte yandan, “sivil toplum”un kendisine tutumu ve uygulama biçimi kesin değildir. Öyle ki, gerçek manada sivil toplum, tolerans, çok kültürlülük modeli Türk toplumlarına uygulanırsa, bir anlamda o, millî-dinî bilinçle uzlaştırılabilir. Ancak bu formal şekilde olursa tamamen başka bir renk alacaktır. Bu anlamda, küreselleşme prosessi ile bağlı Selahattin Xelilov’un ff0ffikirleri çok anlamlıdır: “Şimdi küreselleşme adı altında yaşanan gelişmeler aslında bir kutuplu dünyanın mutlaklaştırılması ve ulusal devletlerin tek bayrak altında sıraya dizilmesi, bir dilin başka dilleri, bir siyasi iradenin başka siyasi iradeleri, bir ekonomik ilginin başka çıkarları sıkıştırıp çıkarması ile birlikte ele alınır.”[1]. Bu nedenle bizler için Türk-İslâm ülküsüne has tolerans, özgürlük, hümanizm önemlidir. Yani bizlere Batı tarzı hümanizm, hoşgörü, demokrasi gerekli değildir. Bize kendi millî ve dinî değerlerimiz gerekir ki, orada da önemli yeri insanlık felsefesi tutuyor.
Bu anlamda, “Sivil toplum”dan bahsedilirken sık sık böyle bir fikrin seslendirilmeli yani herhangi bir Doğu-Müslüman toplumunda Batı’ya, özellikle ABD’ye ait sivil toplum uygulamalarında, yerel gelenekler, ulusal özüne mahsusluklara dikkat edilmelidir. Çünkü Batı’nın “Sivil toplum” adı altında Türk-Müslüman dünyasına aktarılmaya çalışılan değerleri aslında değersizliktir. Başka bir deyişle, Batı değerleri yahut da Batı’nın “sivil toplum” modeli antiinsani felsefe üzerine kurulmuştur. Bunu, Batı pragmatizm, Frudizm, varoluş, yaşam felsefesi, Marksizm gibi felsefi öğretileri açık şekilde ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz yüzyılda Türk-İslâm dünyasının insanlarının bilinçlerini değiştirmek, yani Batı’ya yöneltmek için en çok kullanılan Batı felsefesi öğretilerinden Marksizm (sosyal-demokratizm) ve liberal-demokratizm (pragmatizm web.) geniş kullanılmıştır. Her iki Batı öğretisi Türk-Müslüman dünyasının insanlarının bilinçlerinin Türklük, İslâmlık ve manevi insanlık felsefesinden büyük ölçüde uzaklaşmasında ciddi rol oynamıştır ve bu süreç hâlen devam etmektedir.
Bu açıdan Türk-Müslüman insanının bilincinin değiştirilmesini amaçlayan ve hâlen etkisini koruyan bu iki örneğe: 1) Marksizm (sosyalizm-komünizm); 2) liberal-demokrasi ilkelerine dikkat etmek gerekir. İlginçtir ki, ilk bakışta bu iki “beynelmilel” ideanın biri – komünizm davası dünyada şiddet, diğeri yani- demokrasi gönülülük temelinde vücut bulmuştur. Ama burada işaret ettiğimiz “şiddet” ve “gönülüllük” kavramları nisbidir. Çünkü bazen şiddete karşı özgürlük, gönülüllükten ise diktatörlük doğar. Her ikisi de Türk-Müslüman insanının bilincinde ister şiddet (Azerbaycan, Türkistan ve Rusya Federasyonundaki Türk devletlerinde), gerekse gönüllükle (Türkiye) yer etmiştir.[2]
“Beynelmilel” – Batı fikirler ve “Millî” – Doğu fikirler
Şu anda da yeni “Millî Düşünce Sistemi”nin oluşumu sürecinin lengimesi fonunda, buna alternatif olarak Türk-Müslüman halklarında yabancı fikirler ve ona uygun olmayan ulusal bilinç biçimleri toplumun ayrı ayrı kesimlerini şu veya bu derecede etkiliyor. Çünkü millî bilinci istenilen düzeyde olmayan toplumlar ister istemez yabancı fikirlere karşı açıktır ve etkilenme ya da bu düşüncelere meyil baş gösterir. Bu, özellikle yeni bağımsızlıklarını ilan etmiş Türk Cumhuriyetleri için çok tehlikelidir. Bu anlamda Türk cumhuriyetlerinde (Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan) Türklük bilincinin oluşturulması/pekişmesi yolunda temel sorunlardan biri eğitim ve bilim alanında çalışan öğretmenlerin, akademisyenlerin millî-manevi ve felsefi bakış açılarının millîlik seviyesinde olmamasıdır. Bu devletler bağımsızlık döneminde millîleşme yolunda bilim ve eğitim alanında bir takım reformlar-hayata geçirirlerse de hâlen ciddi sorunlarla başbaşadırlar.
Öyle ki, bir zamanlar, özellikle 1920-1930 yıllarında Azerbaycan’da, Türkiye’de ve diğer Türk devletlerinde mevcut olan Batı kosmopolitzminin Türk-Müslüman dünyasında yeniden güçlendiği gözlenmektedir. O tarihlerde Azerbaycan’da, Türkiye’de, Türkistan’da Batı kosmopolitzminin körükörüne tebliğatçıları, şimdiki radikal hoşgörü taraftarları gibi tara, saza, papağa, başörtü ve başka millî-dinî değerlere karşı çıkıyorlardı. Bugün de böyle durumlar görülmektedir. Hemen hemen millî-dinî değerlere ait her bir kavram radikal tolerans taraftarlarınca tutuculuk gibi görülmekte. Kısacası, aşırı Batı-Avrupa hayranlığı birçoklarının gözlerini inanılmaz derecede kamaştırmakta. Bence, bugün eski Sovyetler Birliği sınırlarında yaşamış Türk cumhuriyetlerinin esas sorunu hoşgörülü olmak, kozmopolit olmak değil, millî düşünce sistemindeki sorunlar olmalıdır. Biz, öncelikle Azerbaycan toplumu için insan yetiştirmeliyiz, dünya için değil. Herhalde vatanına, milletine, devletine sahip çıkamayan hoşgörülü olup dünyaya da sahip çıkamayacaktır. Bu anlamda “Yeni Millî Düşünce Sistemi”nin kurulması, daha doğrusu bir zamanlar mevcut olanın restorasyonu büyük önem taşımaktadır. “Yeni Millî Düşünce Sistemi”nde ise millî-dinî idealarla Batı’nın “beynelmilel” düşüncelerinin yeri ve rolü tanımlanmalıdır.
Kanaatimizce, Türk halklarının toplumsal bilincinde ona yakın olan millî-dinî idealarla (Türkçülük, İslâmcılık, insanlık) ve Batı’nın “beynelmilel” fikirleri (komünizm, demokrasi, liberalizm, hoşgörü, sivil toplum vb.) arasında mücadelenin yaşandığı bir dönemde toplumun hem ulusal özellikleriyle koruması, hem de Batı sivillleşmesine entegre olması meselesi çok tartışılmalıdır. Bunu şöyle ifade edilebilir ki, halk hem millî-dinî değerlere sahip hem de Batı’nın “sivil toplum” Vaktiyle komünizm hakkında da aynı hükümler çıkarılmış, millî ve beşeri komünizmden söz açılmıştır. Ancak sonra anlaşıldı ki, sadece biz beynelmilel komünizm döneminde de yaşamamışız. Bütün bunlar Batı’nın oyunlarından başka bir şey değilmiş. Özellikle, Batı’nın sözde komünizm dönemini yaşamış halkların, yeniden Batı’nın sözde “sivil toplum” veya “demokrasi”, “hoşgörü” dönemini yaşamasının ne anlamı var?
Özellikle, bugün Türk toplumlarında demokrasi, hoşgörü, sivil toplumu hakkında, gerçek manada, yani hem Doğu, hem de Batı bilimini bilmek anlamında tam ve geniş hayal yoktur. Daha doğrusu, Doğu ile karşılaştırıldığında yarım da olsa, daha çok Batı bilimini, Batı felsefesini, Batı tarihini öğreniyoruz. Zira Batı bilimi, Batı felsefesine ait bilgilerimiz daha çok teorileriler üzerine. Bütün bunlar, bizim Batı tarzı sivil toplum kurmamız, hoşgörülü olmamız demek değildir. Bu açıdan demokrasi, sivil toplum, hoşgörü, çok kültürlülük teorileriyle, onlara ait hükümlerle bir toplumun gerçek hayatı, millî özüne mahsusluklarını eşit görmek yanlıştır. Çünkü millî kimlik, dinî kimlik ve insani bilinci normal düzeyde şekillenmeyen bir toplumda dışardan gelen fikirlerle oluşturulan tasavvurların eksik olacağı aşikârdır. Bu varla yok arasılıklar insanların kafasında eksiklik kompleksi oluşturur. Her durumda, Türk toplumlarının bilincinde yarım demokrasi, yarım komünizm (sosyal-demokrasi), yarım liberalizm, yarım sivil toplum, yarım İslâmcılık, yarım Türkçülük hâkim olur. Yani biz de bütün bunlar hem var hem yok. Tüm bu var/yoklar ise Türk halklarında ileri düzey bir bilincin oluşmasına izin vermez. Son iki asır boyunca millî hafızası ile oynanan ve yok edilmeye çalışılan Türk toplumunun bu meseleyi çözmeden herhangi bir yeni ve güçlü toplumsal-ekonomik sivil bir cemiyeti oluşturması mümkün değildir. Önce millî hafıza bilinci oluşturulmalı, daha sonra yeni bir modelin uygulanmasına gayret gösterilmelidir. Eğer millî hafıza bilinci restorasyon edilmeden topluma yeni bir model teklif edilirse, toplumun farklı kesimleri ona farklı tepkiler gösterecek ve çatışma ile sonuçlanacak bir süreç yaşanacaktır.
Bu anlamda, şu anda demokrasi, sivil toplum, hukuk devletinin yapılanması, hoşgörü adı altında hayata geçirilen reformlar toplumun ayrı ayrı tabakaları arasında ittifakla karşılanmıyor. Doğru, genel olarak bu reformların aleyhine kimse konuşmuyor, ama bunların aleyhine konuşmak veya yazmak çok da anlamlı bir adım olurdu.
Bir taraftan millî şuura sahip olunmayan, diğer taraftan sivil toplum modelini tam anlamayan bir toplumda ister istemez olumsuz tepkiler oluşacaktır. Belki bu olumsuz tepkiler ilk dönemlerde ciddi şekilde kendini gösterir. Fakat zaman geçtikçe durum değişebilir. Bu durum, tüm toplumlar için geçerlidir. Yani hiç bir toplum bundan kurtulamaz. Bu yansıma tepkilerin mahiyeti de aynı değildir. Yeni tepkiler toplumun gelişmesi açısından olumlu da olumsuz da olabilir. Bakmak lazım kimler, hangi daireler, hangi anlamda tepkiler ortaya koyuyor, diye. Elbette, toplumun sağlıklı düşünen beyinlerinden hataları ortadan kaldırmak, yani toplumda önce millî hafıza bilincini kurtarmak, millî, dinî ve insani ruhu yükseltmek ve bunun sonunda istenilen “sivil toplum” ideasıyla uzlaştırma yolunda tepki vermeleri beklenir. Yeni millî, dinî ve insani değerleri korumakla birlikte, çağın çağdaş taleplerini de dikkate almak gerekir.
Her toplumda üst bilinç (millî, dini ve insani bilincin birliğini) oluşturulmadan, populist sloganlarla başarıya ulaşmak mümkün değildir. Özellikle, SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını yeniden ilan etmiş Türk cumhuriyetlerinin halkları ilk dönemlerde populist yaklaşımlardan uzak durarak yani millî bilinci şekillendirerek Türkçülük ve İslâmcılığı doğru şekilde kamuoyuna aktarılabilmeyi bilmediği için, millî fikirler mi beynelmilel fikirler mi çatışması yaşamaya başlamıştır. Bugüne kadar da bu tartışmalar devam etmiştir. Burada önemli olan millî manevi değerlerle moderni uzlaştırmak, bunu yaparken de önceliği millî manevi değerlere vermektir[3]. Oysa Batı “sivil toplum”unda sözde de olsa, en yüksek değer ulusal kimlik (millet), dini kimlik (Müslüman, Hristiyan), siyasi kimlik (sağcı, solcu, merkezci) değil insandır.[4] Ama sözde bu böyledir.
Geçen yüzyılın başlarında Türkçülük ve İslâmcılığı savunanlar beynelmilel-küresel fikirlerin millî fikirlerin üzerinde etkisini azaltmak için İslâmcılık ve Türkçülükteki modernlik ruhunu öne çıkarmışlardı. Bu anlamda, onlar İslâmcılık ve Türk modernizmini ilave etmişlerdir. Bu modernizm ilk bakışta, Batı kültürü ile irtibat, temel amaç Türkçülük ve İslâmcılığın çağdaş ruhunu güçlendirmek idi. Bu bakımdan Türkçülük ve İslâmcılıktan bahseden aydınlarımızın “Avrupa tarzı”, “Batı medeniyetindenim” ifadeleri modern ruhlu Türkçülük ve İslâmcılık mülahazasıyla ifade edilmiş, böylece bir tür küreselleşme düşüncelerini zararsız hâle getirme amacı gütmüşlerdi.[5] Çünkü 20. yüzyılın başlarında o günde olduğu gibi, Garplaşma, liberalizm, sosyal-demokratizm fikirleri yaygındı. Bu fikirlerin bir tür “bertarafı” için millî ideologlarımız İslâmcılık ve Türkçülüğün çağdaşlık ruhunu güçlendirmeye çalışmışlar.[6]
Yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi, şu anda da uluslararası idealara, küreselleşme süreçlerine millî ideologların tuttuğu çizgiden yaklaşmak, ancak zamanın gereklerine uygun şekilde hareket etmek gerekir. Bugün demokrasi, küreselleşme, tolearans, çok kültürlülük Batı uygarlığının ömrünü uzatmak için düşünülmüş araçlardır. Bu araçlarla Batı uygarlığı kendi düşünce tarzını diğer medeniyetlere, dolayısıyla İslâm-Türk uygarlığına yamamağa çalışıyor. Aslında Batı uygarlığı yeni emperyalizmin tezahürü olduğu için, bu teoriler de onu hayata geçirmenin araçlarıdır. Batı uygarlığı adlı yeni emperyalizm ötesinde kalan medeniyetleri, kültürleri ancak Batı uygarlığı formatında düşünmeye ve yaşamaya sürüklemekte. Başka bir deyişle, onlar demek istiyorlar ki; Batı’nın yolunda, Batılı ol, ama unutma ki, senin büyüğün, başbilenin, yolgöstericin Avrupalılar, Batılılar. Bu ise, Batılı olmayanlar Batı’nın yolunda giderek yeni bir uygarlık yaratmasın demektir.
Bizim, yani Türk-Müslüman dünyasının 21. yüzyılda sloganı şöyle olmalıdır: Türklük, İslâmlık ve İnsanlık…
Türklük Bir Dindir, İnsanlık Dini
Türklük özünde İslâm dinini ve İnsanlığı birleştiren bir ülküdür. Aslında Türklük kendisi de bir dindir. Türklük bir din olmakla beraber kültürdür, kardeşliktir, sevgidir, insanlık; Müslümanlıktır, iyilik, adalettir.
Türklüğün gerçek mahiyetinden bizi çok uzaklaştırdılar. Bizlerin borcu Türklüğün insanlık, adalet, sevgi, birlik ve beraberlik olduğunu yeniden ortaya koymaktır.
Türkler Müslüman olmadan önce de, olduğunda da, bir din olarak var olmuştur. Öyle ki, Türk ve Türklük gökte Tanrı, yerde insanoğlunun bir kombinasyonu demekti. Bu anlamda Türk demek, insan ve insanlık anlamını ifade etmiştir. İslâm dini de aynı mahiyet taşıdığı için Türklük ve İslâmlık birbirini tamamlamıştır.
Herhalde İslâm dinini kabul eden Türkler burada da insan ve Tanrı fikrinin bütünlüğünü, birliğini görmüşlerdir. Çünkü İslâm dini de sırf insana ve insanlığa bağlı bir dindir. Türkler İslâm dininde de Türklük de olduğu gibi, insan ve Allah’ın bütünlüğünü, insanlığın ön planda olmasını görmüş ve onu kabul etmişlerdir. Bu anlamda Türkler kendilerini, ister ulusal ister dinî anlamda Türk ve Müslüman olarak göstermekte hiç bir sorun görmemiştir. En azından bu, Türkler için Türklük de Müslümanlık insanlık demektir. Sadece, Türkler önce bunu din anlamında Tenqricilik-Tanrıçılıq, daha sonra da Müslümanlık dini gibi vasıflandırmıştır. Türk dini Tanrı ve insan gibi anladığı için, İslâm dinine de Allah ve insan kavramına bakmıştır.
Türklük Müslümanlık deyince, öncelikle Tanrı’ya tapınmak akla gelir. Tanrıcılık da Müslümanlık, Müslümanlık da tanrıcılık …. Türklüğün ve Müslümanlığın birbirine zıt olduğu fikri, Batı’ya aittir. Yani, Batı dediğimiz İngiliz-Amerika-Yahudi sistemi Türklüğü ve Müslümanlığı birbirinden ayırıp, ayrı ayrı imha etmek istemektedir. Buna izin vermemeliyiz.
***
İslâm, Müslümanlık sadece Araplara ait değildir. Belki de İslâm’da Türk’ün de ruhu var? Kim bilir? Bu anlamda bizlere Arapların örf ve geleneği gerekmez. Ama Kur’an gerekir. Çünkü Kuran’da insanlık felsefesi var. Türk’ün felsefesi de insanlık felsefesidir. Bize insan ve insanlık gerekir. Kim insanlık uğrunda mücadele ediyorsa, hangi din ve ırktan olursa olsun doğru yoldadır. İnsanlık ise Türk’ün ve İslâm’ın ruhudur…
Ne yazıktır ki, 18. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın başlarından itibaren Türklük-Müslümanlık ve insanlık ülküsü Batı’nın, daha doğrusu İngiliz-Amerikan-Yahudi sisteminin fikirleri karşısında yenilmeye başladı. Batılılar insanlık olan Türkçülüğü ırkçılık, Müslümanlığı radikalizm-terörizm diye adlandırmaya başladılar. Böylece, şu anda Türkçülüğü ırkçılık, Müslümanlığı terörizmle eş değer tutulmakta. Biz de Türkçülüğün, Müslümanlığın öyle olmadığını savunmakla meşgulüz. Oysa bizim işimiz bu değil. Bizim işimiz Allah-insan birliğini, yani insanlık felsefesini dünyaya yaymaktır. Ama bugün insanlık denilen ne varsa hepsini Batı, yani İngiliz-Amerikan-Yahudiler üstlenmiştir. Türk-Müslüman dünyası ise bu formatta sadece Türklüğün ve İslâmlığın insanlığa aykırı olmadığını savunmakla yetinmektedir. Bizce, her iki durum da iyi değildir. Bizler yeniden, insanlık görevini, misyonunu yüklenmeliyiz, Batı’nın maddeci “insanlık” felsefesine karşı, Türk-Müslüman dünyasının asıl insanlık felsefesini ileri sürmeliyiz.
Türklük-tanrıcılık insanlıktır!
İslâmlık-Müslümanlık insanlıktır!
Tanrıcılık Müslümanlıktır!
İnsanlık, Türklük, Müslümanlık!
“Medeni” Avrupa’ya Göre Millîliğimizden, Dinimizden ve İnsanlığımızdan Vazgeçemeyiz!
Tüm zamanlarda insanların haysiyetine ve inançlarına karşı aşırı fikirler kabul edilmemiştir. Bugün de gerek Türk-Müslüman kesimin gerekse diğerlerinin inançlarına karşı konuşmak ve yazmak doğru sayılamaz…
Bugünün Azerbaycan’ı, Türkiyesi laik devlettir. Üstelik toleranstan bol bol konuşuyoruz. Bunun sonucudur ki, şu anda Azerbaycan, Türkiye vatandaşları da televizyonlarında çalışanlar ne isterse giyer ne isterse konuşuyor. Ama her şeyin bir ölçüsü olmalıdır. Özellikle, bazı televizyon kanallarında hoşgörü adı altında yaşam tarzlarında İslâm dininin kural ilkelerini yaşatmaya çalışanların aşağılanmasına izin verilmemelidir.
“Medeni” Avrupa’ya göre bizler ne millîliğimizden ne de dinimizden imtina edebiliriz! Çünkü Avrupalılar, Amerikanlar, Batılılar, Ruslar gelir giderler. Ama “Türklüğümüz, İslâmlığımız ve insanlığımız” daima bizimledir…
Demek istediğim şu ki, Avrupa-Batı hayranlığının imanımızı ayaklar altına almasına izin veremeyiz. Bu bir anlamda vatanseverlikle ve insancıllıkla bağdaşmaz. Kendi millî ve dinî değerlerini bilmeyen ve onları takip etmeyip başkasının değerlerine körükörüne uyanlar ancak kölelerdir.
Belli çevreler Batı’nın “kültürünü” Azerbaycan’da, Türkiye’de yaşatmayı başarmış ve bunun karşılığını da almışlardır. Birileri Batı-Avrupa’nın “değerleri”nin tebliğ noktasında ellerinden geleni yapmaktalar, yapsınlar. Ama hadlerini bilsinler, ölçüyü kaçırmasınlar. Batı-Avrupa “kültürünü” teblig etsinler, ancak millî ve dinî değerlerimize dokunmasınlar. Yani birileri Batı-Avrupa “kültürünü”nün tebliğini Azerbaycan Türk ve İslâm kültürünün aşağılanması şeklinde yapmasınlar!!!
Çünkü bizler, Avrupa-Batı “medeniyeti”nin iyisi ve kötüsü, olumlu ve olumsuz yönlerini aşağı yukarı biliyoruz. Ali Bey Hüseyinzadelerin, Ahmet Bey Ağoğluların, Muhammed Emin Resulzadelerin, Ziya Gökalpların, Yusuf Akçuraların Batı-Avrupa kültüründen ne beklediklerini de ama sonucun neyle bittiğini de anlıyoruz. A. Hüseyinzade’nin yazdığı gibi, bizlere Avrupa’nın teknolojisi, bilimi gerekir, adet ve geleneği, ahlakı, yaşam tarzı değil. Ama 100 yıl sonra Türk-İslâm dünyasının Batı’dan-Avrupa’dan neyi aldığı, neyi almadığı artık bellidir.
Aynı zamanda, 18. yüzyıldan Batı-Avrupa’nın bir kopya-kopyası olan Rusya’nın Marksizm-Leninizme dayalı komünizm sömürgeciliği adı altında bizleri ne denli “medenleştirdiği”ni de gördük. Sovyetler Birliği döneminde, özellikle de 1920-1930 yıllarında Azerbaycan’da tara, saza, papağa, başörtü, Nizamilere, Sabirlere, Dede Korkudlara, Füzulilere karşı “kültürel saldırı”nın önünde sadece millî aydınlar durmaya çalıştılar. O zaman da şimdi olduğu gibi, bir sürü dalkavuk ve meddah millî ve dini değerleri çiğnemek için canhıraş çalıştılar. Onların akibetleri de bilinmektedir… Onlar çok geçmeden “Kosmopolit”likle itham olundular. Bu gü nde millî ve dinî değerlere hakaret edenlerin sonu onlar gibi olacaktır…
Azerbaycan halkı sadece tarına, sazına, başörtüsünden, şapkanın, Nesimilerine, Dede Korkutlarına, Fuzuli ve başka milli –dini değerlerine sahip çıkan Cavidleri, Cevadları, Müşfikleri, Elmas Yıldırımları, Emin Abidleri, Çobanzadeleri, M.E. Resulzadeleri, Şehriyarları sevecektir…
Bana öyle geliyor ki, millî ve dini konularda çok hassas olmak gerekir. Halk dilinde söylersek, Türk devletlerimizin hayatı için önemli alanlarda “haya-küye” gitmek olmaz. Bu anlamda Azerbaycan, Türkiye televizyonlarında, yazılı basında millî-dinî meselelerle ilgili hezeyanlara yol açanlara haddini bildirmek gerekir. Çünkü her şeyin endazesi var!!! Endazeni aşmak olmaz!!!
İnsanlarımız bilmelidirler ki, Batı-Avrupa’nın miliyyetçilik düşüncesi, demokrasi anlayışı bizim için geçerli değildir, onlar Türk-Müslüman dünyasını yok etmeye çalışmaktadırlar. Bakınız, Avrupalılar-Batılılar bir yandan bizleri paramparça ettiler, öbür taraftan içimize sokuldular…. Kendisi de “demokrasi”, “kültür”, “insan hakları”, “sivil toplum” sıfatlarıyla… Şimdi onların “demokrasisi”, “kültür” adına İstanbul’da, Bakü’de, Diyarbakır’da, Taşkent’te, Kerkük’te, Ankara’da, Kazan’da vb. yerlerde Avrupalıların-Batılıların her türlü “kültürel” dayatmalarına direnmek zorundayız…
Avrupalılar “bizleri” çok küçümsüyorlar. Bunda hiç de haksız değiller. Eğer yüzümüzü Batı’ya çevirmekten, onların “demokrasisi”nden, “kültürü”nden başka yol görmüyorsak, demek ki Avrupalılar “öğretmen-usta” “bizler” ise “öğrenci”. Bu anlamda “bizler””öğrenci” olarak Avrupalı “öğretmen”lerin “kültür” derslerini kabul etmeliyiz!!!. Artık yeter, yeter!!! Yani bu kadar da millî-dinî değerlerimizin çiğnenmesine izin veremeyiz.
İki yüzyıla yakın Türk-İslâm dünyası olarak çoğumuzun “kurtuluşumuz Avrupa’da-Batı’da, yoksa Rusya’da diye düşünüyoruz. Bence, her zaman bir kurtuluş vardır ve şimdi de böyle olmalıdır: Türklüğümüz-İslâmlığımız- İnsanlığımız!!!
—————————————————————–
Kaynakca
1. Abbasov Əbülhəsən. Millî ideologiyanın formalaşmasında Heydər Əliyev irsinin rolu. Bakı, “Elm və təhsil”, 2010.
2. Bağırov Şahin. Azərbaycanda vətəndaş cəmiyyəti quruculuğunun siyasi aspektləri. Bakı, “MBM”, 2006.
3. Ələkbərov Faiq. Millî ideologiya probleminə tarixi-fəlsəfi baxış (II hissə). Bakı, “Elm və Təhsil”, 2014.
4. Ülken H.Z.Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi. İstanbul. Ülken. 2013.
5. Hüseynzadə Ə. Seçilmiş əsərləri. Bakı, “Şərq-Qərb”, 2007 .
6. Gökalp Z. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul, Akvaryum, 2005.
7. Güngör Erol, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul. Ötüken. 2007
8. Xəlilov S.S. Sivilzasiyalarası dialoq. Bakı, “Adiloğlu”, 2009.
********
Dipnotlar
[1] Xəlilov, Sivilzasiyalarası dialoq. Bakı, 2009, səh. 22
[2] Ələkbərov, Milli ideologiya probleminə tarixi-fəlsəfi baxış (II hissə). Bakı, 2014, səh.217-218.
[3] Abbasov, Milli ideologiyanın formalaşmasında Heydər Əliyev irsinin rolu. Bakı, «Elm və təhsil», 2010, səh. 39.
[4] Bağırov, Azərbaycanda vətəndaş cəmiyyəti quruculuğunun siyasi aspektləri. Bakı, «MBM», 2006, səh.42.
[5] Hüseynzadə, Seçilmiş əsərləri. Bakı, «Şərq-Qərb», 2007, səh. 255.
[6] Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul, Akvaryum, 2005, səh.25-30.
Kaynak:
Türk Yurdu, Ekim 2015 – Yıl 104 – Sayı 338
[i] Azerbaycan Milli İlimler Akademisi`nin Felsefe ve Siyasi – Hukuki Araştırmalar Enstitüsü “Felsefe ve Sosyal Fikir Tarihi” bölümünde ve Eğitim Problemleri Enstitüsünde büyük bilimsel öğretim üyesidir