Mehmet MAKSUDOĞLU
Birkaç yıl önce, ABD nin önde gelen üniversitelerinden birinde, mezûniyet törenine çağırılan bir şirketin genel müdürü, kürsüde, Dünyânın en zengin kişisi Bill Gates olmak üzere, birçok başarılı adamın üniversite mezunu olmadığını söyledikten sonra, “mezûn olanlara bir diyeceğim yok; yeni gelen öğrencilere tavsiyem: hemen bavullarını toplayıp burayı terketmeleridir” der. Adam, pek tabiî, apar topar kürsüden indirilir.
Bill Gates, bilindiği gibi, öğrenemediği için, başarısızlığından dolayı, üniversiteyi terketmiş bir kişidir. “Başarısız” olarak değerlendirilen bir kişi, öyle “başarılı” oluyor ki, başarı ölçüsünün madde kabûl edildiği hâkim anlayışta, “Dünyânın en zengin kişisi” olarak başarısını tescîl ettiriyor; bu, bir bakıma, mevcût, yürürlükteki öğretim sisteminin çarpıklığını, geçersizliğini, başarısızlığını belgeleyen çarpıcı bir olaydır.
Günümüz üniversitesinin gelişimini incelediğimizde, ortaya çıkan manzara şudur:
Hz. Muhammed Aleyhis Selâm zamânında, Suffa Ashâbı vardı. Peygamber Mescidi’nin bir duvarına bitişik olarak yapılan gölgelikte barınırlardı; yeni vahyolunan âyetleri (Kur’ân-ı Kerîmi) ve Peygamber A.S. ın sözlerini (hadîs-i şerîfleri) ezberlerlerdi. Unutulmamalıdır ki, çok doğru olarak ifâde edildiği gibi, bütün kitaplar, bir tek kitabın, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması içindir. Sabahtan akşama yiyeceği olmayan Suffa Ashâbı, insanın dünyâ ve âhireti için en gerekli bilgileri kaynağından alıp öğrendiklerine uygun olarak yaşarlardı. Resûl’ün Sîreti, tefsîr, hadîs, fıkıh, akaaid konularında, bu sâhaların günümüzdeki profesörlerinden çok daha bilgili idiler.
Milâdî yedinci yüzyılın ilk yarısında, Hz. Ömer Radiyallâhu Anhu devrinde Kûfe ve Basra şehirleri (önce ordugâh olarak, sonra yerleşim merkezi şeklinde) kuruldu. Bu şehirlerdeki kitapçı dükkânları günümüzdeki kitaplıkların işini görürdü: insanlar, ücretini ödeyerek bu dükkânlarda kalıp sabahlara kadar kitap okurlardı. O çağda, Paris, kerpiçten yapılmış binâlarıyla acınacak bir yerleşim birimiydi, Berlin’in yeri ise hâlâ otlaktı, orada domuzlar otluyordu. Ortaçağ, Avrupa için gerçekten zifîrî karanlık, oldukça uzun bir zaman dilimidir (395-1453) ; Müslüman Doğu için ise, pırıl pırıl, aydınlık bir çağdır. Kan dolaşımını, müslüman âlimler, Harvey’den yüzyıllarca önce biliyorlardı. Batılıların Avicenna dedikleri İbn Sînâ’nın el Kaanûn fit Tibb adlı kitabı, Mîlâdî onyedinci yüzyılda Avrupa’da ders kitabı olarak okutuluyordu. Müslümanlar, meridyeni ölçmüşlerdi. Palermo-İtalya ve Endelüs (İspanya) yoluyla İslâm âlemindeki bilgiler Avrupa’ya geçti. Algebra (El Cebr/Cebir), alcohol (el Kuhul/alkol: tabîî içmek için değil), şerif, tariff, risk (rızk), cheque (çek) (arapçası: sakk), cashier (kasa?), admiral (emîrul mâ), zero/şifr (sıfır) kelimeleri, Avrupa’lılar ne kadar unutturmağa da çalışsalar da, bu geçişin izini taşıyan belgelerdir.
Sıfırın bilinmesi, bulunması; hesâbı, dört işlemi çok kolaylaştırmışır: o zaman Avrupa’da kullanılmakta olan Roma rakamlarıyla bu dört işlemi yapmak işkencedir:
Roma rakamları;
I,II, III, IV, V, VI, VII, VIII, IX, X (10),
XI, XII, XIII, XIV, XV, XVI, XVII, XVIII, XIX, XX (20),
XXI (21), XXII (22), XXIII (23), XXIV (24), XXV (25), XXVI (26), XXVII (27), XXVIII (28), XXIX (29), XXX (30),
XXXI (31), XXXII (32), XXXIII (33), XXXIV (34), XXXV (35), XXXVI (36), XXXVII (37), XXXVIII (38), XXXIX (39), XL (40),
XLI (41), XLII (42) XLIII (43), XLIV (44), XLV (45), XLVI (46), XLVII (47), XLVIII (48), IL (49), L (50),
C (100), D (500), M (1000).
Bu rakamları kullanarak meselâ 29 ile 38 i çarpmak için ne yapmalı? XXIX x XXXVIII = çıkın bakalım işin içinden! veya 48 i 12 ye bölün : XLVIII: XII=? ?
Daha sonra, öğretimin câmilerde yürütüldüğünü biliyoruz. Câmide bir üstâd oturur, öğrenenler, onun çevresinde halka meydana getirerek otururlar, öğretim böyle yapılırdı; bütün öğrenciler birbirinin yüzüne bakardı. Hangi hoca daha iyi öğretiyorsa, onun çevresindeki halka daha geniş olurdu. Günümüzde, Amerikan metodu olarak üniversitelerde uygulanan “ekle sil/add and drop” dedikleri usûl, yüzyıllarca önce, câmilerde böylece, kendiliğinden ortaya çıkmıştı.
İslâm dünyâsına Selçukluların hâkim olduğu çağlarda, sünnî İslâma karşı, Bâtınîler, gizli propaganda yürütüyorlardı. “Fikre karşı ancak fikirle karşı çıkılabilir” düstûrunu bilen Selçuklu vezîri Nizâmül Mülk, İslâm’ın sistemli bir şekilde öğretilmesi için özel mekânlar hazırladı, üstadlar tâyin etti; Nizâmiye medreselerini kurdu. Zamanla, medreselerde, dînî ilimlerin yanında, tıp, matematik, astronomi gibi ilimler de öğretilir oldu.
Haçlı savaşları sırasında, Avrupa’lılar, İslâm ülkelerindeki öğretim kurumlarını, medreseleri görüp kendi ülkelerinde, benzerlerini kurdular; kolejler, medreselerin kopyasıdır. Avrupa’daki en eski kolejler, hemen Haçlı Savaşlarından sonra kuruldu. Kolejlerde, tıpkı medreselerde olduğu gibi, üstad/öğretim üyesi ve öğrenciler ikaamet etmekte ve öğretim yapılmaktadır.
Zamanla, Avrupa’lılar, kolejleri muhâfaza etmekle birlikte, benzer öğretim kurumları da açtılar: öğretenin ve öğrenenin ayrı yerlerde kaldığı, derslerin belli binalarda, okullarda, fakültelerde yapıldığı bir öğretim usûlüne de yer verdiler. Kolejlerde de en yeni bilgileri öğretmeğe devâm ettiler. Bu gelişim, üniversiteleri meydana getirdi. En iyi üniversitelerden birinde cereyân eden olayı da belirtmiştik. DEMEK Kİ, bu öğretim işi çıkmaz sokağa gelip dayanmıştır.
Bir yerde yanlışlık yapılmış olmalıdır ki, bütün bu gelişmelerden sonra, yol, çıkmaz sokağa saplanıyor.
Durumu anlamak için, dönüp biraz geriye bakmak gerekiyor: İslâm ülkelerindeki verimsizliğin, onmazlığın sebeblerinin en başında, medrese/tekke ayrılığı, bâzan da mücâdelesi olduğu ifâde ediliyor. Çünkü, her medeniyeti, yetişmiş, bilgili, iyi eğitilmiş insanlar kurar ve yüceltir.
Kaynağa dönersek görürüz ki, Suffa Ashâbı, sonraki yüzyıllarda medresede aktarılan bilgileri öğrenmenin yanında, daha da önemlisi, tekkeler kurulduktan sonra oralarda tâkib edilen usûllere uygun olarak iç dünyâlarını da zenginleştiriyorlar, “öğrendiklerini yaşayan” kimseler oluyorlardı. İlk örneklerini Suffa Ashâbında, daha sonraki örneklerini tekke ehlinde gördüğümüz bu rûh eğitimi olmayınca, insanlar, sâdece kafalarına “bilgi” doldurmakla yetinince, o bilginin “gereğini yerine getirme” alışkanlığını edinmeyince, işler iyi gitmiyor. Bu durumu, Osmanlı’nın, yeryüzünün en güçlü devleti olduğu onaltıncı yüzyılda, hepsi de medrese öğretimi görmüş, hattâ, öğretim ve eğitimin en iyi yapıldığı yer kabûl edilen Enderûn’dan (Saray’daki mektepten) yetişmiş idâreciler, bürokratlar arasındaki rekaabet ve anlaşmazlıklarda açıkça görebiliriz. Sâdece kafaya bilgi istiflemekle iş bitmiyor; gönlü âbâd etmeden işler iyi yürümüyor; kafa – gönül bağını ve âhengini kurmadan işler düzelmiyor.
İnsanlığın, bütün bu olanlardan ders alarak yönelmesi gereken eğitim: tekkedeki gibi, insanın iç dünyâsını mâmûr ederken, en yeni bilgileri, en yeni metodlarla kafaya akıtan, düşünmeğe, araştırmağa sevkeden bir eğitim-öğretim olmalıdır.