İbrahim MARAŞ
Bu yazıda İsra ve Miraç kavramlarını ve günün anlam ve önemine binaen de milletimizin ve İslam ümmetinin miracının nasıl olabileceğine dair birkaç mülahazamızı paylaşacağız. Öncelikle belirtelim ki, İsra, Kur’an’da açıklıkla belirtilen, Miraç ise Kur’an’da kapalı, bazı hadis kaynaklarında ise açık ama problemli ve ihtilaflı (bunlar klasik kaynaklarımızda bu şekilde yazılır) bazı yönleriyle anlatılan bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’de 17. İsra sûresi 1. Ayet, bize sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya bir gece yürüyüşü yaptırıldığından bahsetmektedir. Ancak aynı ayetin devamında geçen, “(varlığın hakikatlerine, yüceliklerine delâlet eden) işaretlerimizi göstermek için” tabiri çok önemlidir ve Miraç’a işaret eder. Nitekim İmam Maturidi, İsra suresinin ilk ayetinde Miraç konusunu açmamakta burada sadece Allah’ın Peygamberimize aklî delilleri gösterdikten sonra hissi delilleri gösterdiğinden söz etmektedir. O, burada sağlam hisler, duyular yoluyla “apaçık görme”nin şüphe, itiraz ve vesveseyi kesme noktasında akli delillerden daha etkili olduğunu vurgulamaktadır. Hatta o, Mescid-i Aksa’yı da mutlak manada uzaklık olarak yorumlamaktadır.
Maturidi’nin konuyla ilgili esas yaklaşımına çarpıcı bir örneği, 6. Sûre olan En’am 75. Ayette geçen “Aynı şekilde (kezalike) biz İbrahim’e de (istidlal, düşünme ve inceleme yoluyla) yakîn bilgi sahibi olsun diye göklerin ve yerin melekûtunu göstermiştik” ibaresini iki şekildeki yorumlamasında görmekteyiz. Buna göre ilk yorum, Peygamberimize hitaben, “sana gösterdiğimiz gibi, İbrahim’e de göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik” şeklindedir. İkinci yorum da enteresandır, buna göre, Hz. İbrahim’e hitaben, göklerin ve yerin melekûtu kendisine nasıl istidlâl yoluyla gösterilmişse, onun da bunu halkına onların anlayacağı bir şekilde istidlâl yoluyla anlatması istenmiştir. Maturidi’nin ayetin devamı ile ilgili aktardığı yorumlarda Hz. İbrahim’e de böylesi bir Miraç’ın yaptırıldığına dair atıflar bulunmaktadır. Fakat şunu da bilmek gerekir ki, Maturidi, devam eden ayetlerdeki yaklaşımında da görüleceği gibi, Hz. İbrahim’in yaşadığı olayın onun yaşadığı bir tecrübe olduğunu, bizim bunu yaşamadan anlayamayacağımızı, ancak bunun hikmetlerini istidlâl yoluyla anlayabileceğimizi söylemekte ve söz konusu hikmetler arasında günümüz için ibret verici olan şu ifadelere yer vermektedir. Buna göre Hz. İbrahim’le ilgili ayetler bize şunları öğretmektedir:
“Din konusunda akılların taşıyabileceği kadar deliller getirmek gereklidir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s.) bu yolla kavmini cevap veremeyecekleri kadar aciz bırakmış ve Rabb’inin dinini ortaya koymuştur. Hz. İbrahim’in, muhalifleriyle yaptığı bu tartışma sayesinde ortaya çıkmıştır ki; din konusunda münazarada bulunmayı çirkin gören pek çok Müslümanın bu görüşleri batıldır. Yine aynı şekilde, din konusunda, akletme yetisine sahip olanların çelişkili gördüğü rivayetleri, din budur diye (çelişkili olduğu halde) zahirlerine uyanların ve üstatlarını taklit edenlerin (bir başka nüshada isnadları taklit edenlerin) görüşleri de batıldır.” ( Maturidi, Tevilat, Ertuğrul Boynukalın-Bekir Topaloğlu neşri, İst. 2006, c.5, s. 123; Ayrıca bkz. Çeviri metni, ed. Yusuf Şevki Yavuz, Çev. Kemal Sandıkçı, İstanbul 2016, s. 141; Maturidi, Tevilât, Fatıma Yusuf el-Hıyemi neşri, c. 2, s. 140, c. 3, Beyrut 2004, s. 133; Mecdi Basellum neşri, c. 4, s. 142, c. 7, Beyrut 2005, s. 4).
Günümüzde Miraç tartışmaları, yanlış bir şekilde, Kur’an’da bulunmadığı düşünülerek, Kur’an üzerinden değil hadis rivayetleri üzerinden yürütülmektedir. Hadis kaynaklarında geçen Miraç hadisi ile ilgili rivayetler ise metin, içerik ve aklî tutarlılık bakımından birtakım çelişkiler arz etmektedir. Bunun klasik kaynaklarımızda çok ciddi eleştirileri yapılmıştır. Meselâ, Miraç’ın Peygamberlik gelmeden önce mi sonra mı olduğundan tutun da, beş vakit namazın Miraç’ta farz kılınıp kılınmadığına, Miraç’ın bedenle mi, ruhla mı yoksa hem beden hem de ruhla mı olduğuna ve bunun da rüyada mı yoksa uyanıkken mi gerçekleştiğine dair tartışmalar yapılmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Maturidi de, ilgili ayette, hadislere hiç girmemekte, Mescid-i Aksa’yı da farklı şekilde yorumlamaktadır. O halde bize düşen daha dikkatli olmaktır.
Biz burada bunun tartışmasını yapmaktan ziyade hadislerin oldukça metaforik bir üslupta aktarıldığını ve hem İsra ayetini hem de hadisleri bu çerçevede anlamak gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan yapılan tartışmaları ve birçok dostumuzun, bu konuda yeterince tahkik yapmadan veya olaya Kelam, Felsefe ve Tasavvuf’un yorumlarını dikkate almadan yapılan yaklaşımları veyahut da “Kur’an’da İsra (gece yürüyüşü) vardır, ama Miraç yoktur” şeklindeki anlamsız çıkışları bir kenara bırakmamız lazım geldiğini savunuyoruz. Bize göre Miraç, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an’da da vardır. Hem de bu sadece Peygamberimiz için değil, Hz. İbrahim ve Hz. Musa için de ve belki bilmediğimiz başka peygamberler için de söz konusudur. Buna benzemek açısından da bizim için de bir görevdir. Bunun bedenle, ruhla veya ikisiyle birlikte olduğu tartışmaları da anlamsızdır. Meselâ Fârâbi, İbn Sina, İmam Gazalî ve İbn Arabî gibi düşünürler; Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın da böyle bir tecrübe yaşadığını savundukları gibi, onların, asla aynısı olmayan, onlara benzer bir tecrübenin, insan olma noktasında aynı olduklarından, bütün insanlığa potansiyel olarak verildiğini düşünürler. Bunun da gerçekleştirilme imkânını, bildiğimiz bedene değil, bedeni beden yapan ve cismânilik özelliği bulunan ama asılda soyut aklî bir cevher olan Nefs-i Nâtıka’ya, yani akla vermişlerdir.
Tikelliğinden (cüzîliğinden) dolayı Nefs kavramını tümel olan Ruh’tan ayıran düşünürlerimize göre; Nefs-i Nâtıka, bir yönüyle Külli Misal âlemine yani melekût âleminin mutlak soyut “akıl” yönüne bağlıdır, kaynağı orasıdır ve bu yönüyle soyut aklî bir cevherdir. Onun burada Allah karşısındaki yaratılış konumu ibda olarak tanımlanır, yani benzersiz bir şekilde ve yokluk onu öncelemeksizin yaratılmıştır. Buna ilahi isimlerin tecellisi de denebilir. Bu, bir yönüyle Allah ile melekût âlemini bağlayan bağdır ve dini literatürdeki adı mukarreb meleklerdir. Nefs-i Nâtıka, diğer bir yönden de emir âlemine veya melekût âleminin göksel nefisler (âyân-ı sâbite âlemi-heyûlânî âlem) yönüne bağlıdır. Dini literatürde de buna, melekût âleminin mukarreb olmayan hizmet yönü, âleme dönük yönü adı verilir. Bu kısım diğer bir yönden de ilahi sıfatların tecellisidir. Buna halk âlemi denilir ve bu yönüyle oluş bozuluşu, yani tekvin kavramını da içine alır. Nihayet Nefs-i Nâtıka’nın üçüncü bir yönü, tabiat âlemine bağlıdır, burada da oluş bozuluş âlemi (halk) söz konusudur. Dini literatürdeki adı, şehadet âlemidir. Bu âlem tekvinin gerçekleştiği âlem olmakla birlikte bir üst âlemle ilişkisi bakımından halk âlemi de denilebilir. Buradaki izahta Allah’tan âleme doğru, mutlak hükümdarlıktan da mecâzi hükümdarlığa doğru bir gidiş vardır.
O halde insan denen varlık, bu varlık skalasında, Kur’ânî ifadeyle, kendisine ruh üflenen yüce bir yönü olmaklığı ile ulvî, cisim olmaklığı ile de süflî bir varlıktır. Allah, insâni nefsi, öyle derinlikli bir şekilde yaratmıştır ki, insan bunun farkına vardığında, hem kendi bedeninin, onu cisim olmaklık yönüne bağlayan arzu ve öfke gücünü hem de bütün bitkisel ve hayvâni nefisleri taakkul ve teemmül etme ve dahası idare etme kabiliyetine sahip olacaktır. Demek ki, küçük âlem olan insanın varlığının özünde cisimlikten sıyrılarak ilahi hakikatleri (büyük âlemi) müşahede etme kabiliyeti potansiyel olarak vardır, yani ona yüklenmiştir. Öz bakımından iyi olmakla birlikte iyilik ve kötülük arasında bir dengeyi temsil eden Nefs-i Emmâre’yi, Mutmainne’ye boyun eğdirmekle başlayan süreç, melekût âlemiyle en üst düzeyde kurulacak bir aklî iletişimle mükemmeliğe (nefs-i kâmile) erecektir. Bu, hem nazarî hem de amelî bir mükemmelliktir. Yani pratiğe, topluma ve evrene bilfiil yansıması olacaktır. Zaten sufiler ve filozoflar için bilgi, esasta burhâni ve yakînlik içeren bir kesinlik taşıma özelliği olmakla beraber, mahiyeti ve kaynağı itibarıyla ilahidir. Kur’an, bu anlattıklarımızı, Fussilet sûresi 41/53. ayette “nefislerinizde ve âfâkta (dış âlemlerde) varlığımızın delillerini sizlere göstereceğiz” beyanıyla belirtmekte ve başka ayet ve hadislerde de aynı durum sık sık ihsan mertebesi ile açıklanmaktadır.
İnsanın fıtratında var olan bu ilahi güç insana potansiyel olarak verildiğinden insanın bunu kendi çabasıyla açığa çıkarması beklenmektedir. Bu yüzden her insan, fıtratında ilahi bir aşk ve tamamlanma (kâmil insan olma) isteğiyle doğar ve bunu ortaya çıkarmakla mükelleftir. İşte bunun için insanın varlığın bütününü anlayarak ve idare ederek yeryüzünde gerçek saadete ulaşması, bir cennet kurması ve her nefesini bunun için harcaması beklenir. Bunun sonucunda yeryüzünde kısmen tattığı saadeti, en yüce saadet ve ebedî cennet olarak ahirette tadacaktır. Bu noktada yeryüzünde kısmen tattığı saadet, çok önemli ve hakiki sorumluluğudur. Bunu, düşünürlerimiz; kâmil insan, hakîm, velî veya arif olma şeklinde tanımlamakta ve bu insanların hâkim olduğu toplumu Erdemli Toplum, Erdemli Millet, Erdemli Ümmet, bu devleti de Erdemli Devlet olarak görmektedirler. İnsan bu seviyedeyken yeryüzünün en erdemlisi olacağından Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanacak ve ibda ile emr âlemine nüfuz ederek bu üst âlemlerle aklî irtibata geçecek, buradan feyz alacaktır. Bu durum kişinin hem ahlâkî mükemmelliği hem de Miraç’ıdır ve bulunduğu konum bilgi akışındaki en üst seviyedir. Ancak böyle olsa da, bu makamı elde eden kişi, esas olarak, yaşadığı oluş bozuluş âlemindeki duyusal, vehimsel ve aklî idrakini tamamıyla terk edemeyeceğinden; bunu, yaşadığı oluş bozuluş âleminin istidlâl yöntemini, burhânî yakîn bilgiyi esas alarak; akılla, cedelle, metaforla, temsille anlatmaya çalışacaktır. Peygamberimiz’in Miraç’ta yaptığı da budur.
Eğer Miraç ile ilgili rivayetler gerçekten karıştırılmadan, bozulmadan aktarılmışsa, hadis usulüne göre bu tür rivayetler netleştirildikten sonraki elde ettiğimiz kısım Kur’an’a da tatbik edilerek değerlendirilmeli, düşünce tarihimizdeki felsefî ve tasavvufî yorumlardan da son derece istifade edilmelidir. Aksi takdirde, “Buhari’de varsa kesin doğrudur” yaklaşımı veya “koskoca eski alimler bunu söylememişler de siz mi söylüyorsunuz” yaklaşımı yine geleneğimizin bize öğrettiği üzere ahmaklıktır, aptallıktır. İmam Maturidi’nin, Fârâbi’nin, İbn Sina’nın, Gazali’nin ve İbn Arabi’nin öğrettiği de budur. Yani böylesi bir bakış açısı geleneğimizin bizatihi kendisine yabancıdır. Nitekim Maturidi yorumcusu Semerkandî, onun “Hz. İbrahim’in yaşadığı (Miraç) tecrübesini yaşamadığımız, müşahede de edemeyeceğimiz için bize düşen hikmetlerini ortaya çıkarmaktır” sözünü açıklarken söylediği şu muhteşem cümleler ibret vericidir:
“Biz bu olaya şahit olmadık. Halbuki müşahede yoluyla elde edilen bilgi gerçek bilgidir. Bu da bize bu konuda verilmemiştir. (Görmediğimiz) Yalan olma ihtimali olan bir şeye Allah adına yemin ederek şahitlik etmek batıldır. Bu yüzden bu konuda herhangi bir amelde bulunma durumu söz konusu olmadığı için de yapılacak bir şey yoktur”.(Maturidi, Tevilat, Ertuğrul Boynukalın-Bekir Topaloğlu neşri, c.5, s. 123)
Sonuç olarak; Miraç, insan olmakla, yani akıl sahibi olmakla elde ettiğimiz bir potansiyeldir. Sadece namazda değil hayatın her anında Miraç’ı anlamak, yaşamak üzerimize düşen bir borçtur. Miraç, Peygamberî ahlâkı örnek alıp kendimizde yaşatmaktır. Miraç; hak, hukuk, adalet ve sevgiye dayalı Erdemli Milleti oluşturabilmektir. Biz yapamasak da yapanlar çıkacaktır. Miraç’ın ruhani mi bedeni mi olduğu, uykuda mı uyanıkken mi vuku bulduğu, Peygamberlikten önce mi sonra mı gerçekleştiği gibisinden tartışmalar da, tespit açısından önemli olmakla birlikte, bu perspektiften bakılınca, anlamsızlaşacaktır. Miraç’ı hakikatiyle anlayabilmek için İslam ahlâk düşüncesini, sudur, vahdet-i vücûd ve nur metafiziği anlayışlarını çok iyi bilmek, İslam metafiziğini çok iyi anlamak üzerimize düşen en önemli bir yükümlülüktür. Yüce Rabbimiz bizi Miraç’ı hakkıyla anlayanlardan, milletçe ve ümmetçe urûc edenlerden (manevi ve ahlâkî yükselişi gerçekleştirenlerden) eylesin. Milletçe milli egemenliğimizi de kutladığımız bugün kurtuluşumuz ve saadetimiz Miraç’ımızdadır.