Şahver ÇELİKOĞLU
Bilinmelidir ki Hak Teâlâ inâyetiyle kullarına yardım edip, kendi mârifetine teşviş etmiş ve bunu elde etmenin yollarını öğretip Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’da şöyle buyurmuştur:
“(Yûsuf) onları hemen tanıdı. Onlar ise onu tanımıyorlardı.” (Yûsuf,12/58) “Onları sîmâlarından tanırsın.” (Bakara,2/273) “Tanıdıkları gerçekten dolayı”(Mâide,5/83) “Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan bir nasîbi yoktur.” (Nûr,24/40) “Şüphesiz Allah hakkıyla gören ve işitendir.” (Gafîr,40/20)
Hak Teâlâ kudsî hadîste buyurmuştur ki:
“Ey Âdemoğlu! Nefsini bilen beni bilir, beni bilen beni ister, beni isteyen bulur ve bütün isteklerine nâil olur ve umduklarının da üstüne erişir. Benim üzerime başkasını tercih etmez. Ey Âdemoğlu! Mütevâzî olursan beni tanırsın, aç kalırsan beni görürsün, bana kulluk için tenhâya çekilirsen bana ulaşırsın. Ey Âdemoğlu! Rab benim, o halde beni tanı. Ey Âdemoğlu! Beni ancak nefsini bilen tanır. Ve beni ancak nefsini terk eden bulur. Şu halde ey insan! Beni tanımak için nefsini bil. Ey Âdemoğlu! Benim mârifetimi kalbinden giderenin kalbi mânen kör olur. Ey Âdemoğlu! Bizim mârifet sarayımıza girenin kalbinden korku ve hüzün yok olup gider ve emniyette olur.”
“Ey Dâvud! Ben gizli bir hazîne idim, mârifetime muhabbet ettim (bilinmeyi istedim-sevdim) ve mahlûkâtı yarattım ki beni tanısınlar. Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık ederek bana yaklaş ve beni karşısında câhilliğin olmadığı bilgi ve mârifetle tanı. Ey Dâvud! Fayda veren ilmi öğren. Faydalı ilim, celâlimi, azametimi, büyüklüğümü ve gücümü öğrenmendir. Kudretimin her şeye gâlip olduğunu idrak etmendir. Ancak böyle bir mârifet seni bana yaklaştırır. Ey Dâvud! Kim beni bilirse, onun için belâları ayak bağı, sabrı ar kılarım.”
Hazret-i Habîb-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
“Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinlerin (sakaleyn) amellerinden ağır gelir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/397, H.No:1069)
“Sizin Allâh’ı en iyi bileniniz benim.” (Buhârî, İ’tisâm,5: Müslim, Fezâil,127) “Hiç şüphesiz mârifet, kalbin fiillerindendir.” “Eğer siz Allâh’ı hakkıyla bilerek mârifetin hakîkatine erişseydiniz, duâlarınızla dağlar yerle bir olurdu.” (Kenzü’l Ummân, 3/142,H.No:5881,5893) “Sizin Rabbini en iyi bileniniz, nefsini bilendir.” Ve O (s.a.v) duâsında şöyle yalvarmıştır: “(Allâh’ım) noksan sıfatlardan seni tenzih ederiz. Biz seni hakkıyla tanıyamadık!” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr,2/520)
“Allâh’ım! Her zaman diri ve kâim olan! Gökleri ve yeryüzünü (eşsiz sanat hârikaları hâlinde) yaratan! Her şeyin mâliki, celâl ve ikrâm sâhibi! Senden, izzetinle kalblerimizi ihyâ etmeni, mârifet nûrunla gözlerimizi nurlandırmanı istiyoruz. Ey âşikâre bilen!” “Allâh’ım, kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, kulağımı nurlandır. Sağımdan, solumdan, önümden, ardımdan, üstümden, altımdan nûr ihsân eyle. Saçımı ve cildimi nurlandır. Etimi, kanımı nurlandır ve beni (baştanbaşa) nurlu eyle.” (Buhârî, Daavât, 10: Müslim, Salât’ul-Misâfirîn,181)
Aklın en fazîletlisi, insan nefsini bildiren mârifettir. Hikmetin en fazîletlisi, insan nefsini öğretendir. Ve yine hikmetin en fazîletlisi, Yezdân’a yakınlığı öğreten mârifettir.
Nefsini bilmeyen, Rabbini tanımaktan gâfildir. Nefsini bile bilmeyen, acaba Rabbini nasıl bulur? Nefsini bilen ise, bu fânî dünyâ ile nasıl ünsiyet kurabilir? Her seven mutlaka sevilir. Kendi nefsini bilmeyen başkasını nasıl bilebilir. Böyle olunca Allâh’ı bilmeye nasıl muktedir olur? İnsana nefsini bilmesi yeterlidir. Çünkü bu, kişiyi mârifetullâha götürür. Ve rabbini bilen O’nu tevhîd eder… Ve şöyle tavsiyede bulunur:
Nefsini bilen kişiye gereken odur ki, kanaatkâr olup iffet ve istikâmet üzere yaşamaya çalışsın. Mâsivâya alâkayı azaltıp Hakk’a yönelsin. Hak Teâlâ, Hz. Dâvud (a.s)’a buyurmuştur ki: “Ey Dâvud! Nefsini bil ki beni bilesin.” Dâvud (a.s) sormuş: “Yâ Rabbi, nefsimi ve seni nasıl bilebilirim?” Allah Teâlâ ona cevap verip buyurmuştur ki: “Nefsinin zayıf, âciz ve gelip geçici olduğunu bil ki benim de güçlü, kudretli ve bâkî olduğumu bilesin, beni benimle bulmuş olasın.”
Allah dostları şöyle demişlerdir: Allâh’ı bilmek gönülde bir nurdur ve muhabbeti insan rûhuna feyz ve saadet verir. Allâh’ın tevhîdi kalbdeki huzur ve ünsiyetin anahtarıdır.
Allâh’ı bilmek muazzam bir hazînedir ve sevgisi kalıcı bir feyiz kaynağıdır. Allâh’ı bilen uyanık olur ve insanlardan özür dilemesini bilir. İlmin meyvesi mârifetullahtır. Mârifetullâhın meyvesi ise Allâh’ın emir ve yasaklarıyla belirlediği çizgiyi (hudûdullah) korumaktır.
Hakk’ı bilenin mârifeti kâmil olur ve ârif-i billâh olanın diline güzellikler gelir, ebedî saadeti elde eder. En faydalı ilim mârifetullahtır. Mârifetullâhın yeri ise uyanık olan kalblerdir. Hakk’ın birliğini (vahdâniyet) tanımak mârifettir, tek olduğunu (ferdâniyyet) bilmek ise hakîkî tevhîddir. Eğer Cenâb-ı Hak kendini tanıtmamış olsaydı kimse O’nu bilip ârif olamazdı.
Mârifetullah; aç bir mîde, uykusuz gözler ve dâimâ Allâh’ı zikreden kalb ile ruhta meydana gelir ve gönülde meydana çıkar. Mârifetullah, Allah Teâlâ’nın her şeyden önce ve sonra olduğunu, içte ve dışta zâhir olduğunu, her şeyi bildiğini, fiillerinde hikmet sâhibi olduğunu ve bütün canlılara rızık verdiğini bilmektir. Mârifetullah, Allâh’ın vahdâniyetinden haberdar olmaktır ve mârifetullâhın gâyesi, O’nu kalbe muttali (yakın) kılmaktır. Mârifetullah, kalbin mâsivâdan arındırılması ve gönlün O’nunla hayâtiyet bulmasıdır. Mârifetullâhın alâmeti O’na muhabbet ve her emrine itaattir. İki şey Allâh’ın kuluna lütfettiği şeylerin en hayırlısıdır ki bunların biri mârifetullah, diğeri muhabbetullahtır.
Mârifetullah gönülde ışık ve nurdur. Muhabbetullah ise gönülden mâsivâyı yakıp yok eden bir ateştir. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme, c.3, s.11: Ayrıntılı bilgi için aynı esere mürâcaat ediniz.)
Allah Teâlâ’yı tanımanın yolunu şöyle ifâde ederler: Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a)’dan tevhîdin sıfatına ilişkin çok veciz bir söz nakledilmiştir. O halka verdiği bir hutbede şöyle demiştir:
“Yüce Zâtını tanımak için, kulun bundan âciz olduğunu anlamasından başka yol bırakmayan Allâh’a hamd olsun.” (El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, s.367)
Kuşeyrî (k.s) Hazretleri mârifetullah konusuna En’âm (6) sûresinin 91. âyeti ile giriyor: Hak Teâlâ: “Allâh’ı hakkıyla takdîr edemediler” buyurmuştur. Bu âyetin tefsîrinde, “Allâh’ı hakkıyla tanıyamadılar” denilmiştir.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ise şöyle buyurmuştur: “Bir evin temeli, o evin esâsıdır. Dînin esâsı ise, Allah Teâlâ hakkında mârifet, yakîn ve kötülükten men edici akıl sâhibi olmaktır.” Hz. Âişe (r.anhâ): “Annem babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah! Men edici akıl ne demektir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v): “Kişinin Allâh’a âsî olmasını engelleyen ve Rabbine hırsla itaat etmeyi sağlayan akıldır” buyurdu.
Şeyhler ve sûfîler mârifet konusunda fikir beyân etmiş, her biri kendisine bahşedilen fuyuzât nisbetinde konuşmuş ve yaşadığı vaktin içinde bulduğu mânâlara işâret etmiştir. Bir iki örnek alalım. Meselâ Kuşeyrî (k.s) buyuruyor ki:
Ulemâ lisânında mârifet, ilim mânâsına gelir. Onlara göre her ilim bir mârifettir, her mârifet de bir ilimdir. Allah Teâlâ hakkında âlim olan herkes âriftir. Her ârif de âlimdir. Sûfîlere göre mârifet şu vasıflara hâiz olan kişinin sıfatıdır:
Bu kişi Hak Subhânehû ve Teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hak ile olan muamelesinde sıdk ve ihlâs üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara âid âfetlerden temizlenerek arı duru hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve dâimî sûrette kalbi ile îtikâf hâlinde bulunur. Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak Allah Teâlâ’dan güzel bir teveccühe nâil olur. Allah (c.c) onun bütün hallerinde sıdk üzere olmasını sağlar, o kimseden nefsin hevâcis ve havâtırı kesilir (nefis ona arzu izhar etmez hâle gelir). O kimse kendisini Allah’dan başkasına dâvet eden hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir.
Böylece kul; halka yabancı, nefsinin âfetlerinden uzak olur. Allah’dan başkası ile sükûnet ve huzur bulma ve Hak’tan gayrisini mülâhaza etme durumundan temizlenir. Sırren ve rûhen Allah Teâlâ ile münâcaatı devâm eder, her lâhza Allâh’a dönüşü tahakkuk ettirir. İlâhî kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dâir olan sırları Hak Teâlâ’nın târifi ve tâlimi ile alır. İşte o zaman böyle kimseye ârif denir. Onun bu hâli ise mârifet ismini alır.
Kısaca, kul kendisine yabancılaştığı nisbette Rabbi hakkında mârifet tahsil eder. (Mârifet ilham, ârif ilhama mazhar olan velî ve sûfî demektir. Mârifetin mukaddimesi zühddür.)
Şiblî (k.s) şöyle buyuruyor: Mârifetin evveli (ve menbâı) Allah Teâlâ’dır, âhirinin ise nihâyeti yoktur.
Bir kimse Allah hakkında mârifet sâhibi olursa, mâişeti saf ve temiz olur, hoş bir ömür sürer, her şey ondan korkar, mahlûk korkusu kalbinden gider. Allah Teâlâ ile ünsiyet ve ülfet eder, denilmiştir.
Rüveym (k.s): “Mârifet ârif için bir aynadır, oraya baktığı zaman Mevlâsının kendisine tecellî ettiğini görür” demiştir.
Zünnûn Mısrî (k.s): “Ârif ile muaşeret ve muâmelede bulunmak Allah Teâlâ ile muaşeret ve muâmelede bulunmaya benzer; senden zuhûr eden şeylere tahammül eder, sana hilm ile muâmele eder. Çünkü o, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmıştır” demiştir.
Sûfîlerden biri, bir kimse Allah Teâlâ hakkında mârifet sâhibi olursa, dünyâda kalmaktan usanır ve bütün genişliğine rağmen dünyâ başına dar gelir, demiştir. (Kuşeyrî Risâlesi, Mârifetullah md. s.487)
Hucvirî (k.s), Keşfu’l-Mahcûb adlı değerli eserinde mârifetullah konusuna âyet ve hadîs ile giriyor ve bilâhare şöyle buyuruyor:
Hak Teâlâ: “Allâh’ı hakkı ile takdir edemediler” (En’âm,6/91) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de: “Şâyet siz Allâh’ı hakkı ile tanımış olsaydınız, denizlerde su üzerinde gezerdiniz, duânız sâyesinde dağlar yerinden oynardı” buyurmuştur.
Allah Teâlâ ile ilgili mârifet iki nev’îdir. Biri ilmî, diğeri hâlîdir. İlmî mârifet, bütün dünyâ ve âhiret hayırlarının aslı-esâsıdır.
Bütün hallerde ve zamanlarda kul için en önemli şey, şânı yüce olan Allâh’ı tanımaktır. Hak Teâlâ: “Ben cinnî ve insanı sâdece bana (kulluk) ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyat,56) buyurmuştur. Bu âyetteki “ibâdet etsinler” ifâdesi “tanısınlar” mânâsına gelmektedir. (Maksad ibâdet değil, mârifettir-tanımaktır) Allah tarafından (dost olmak üzere) seçilenleri, dünyâ zulmetlerinden kurtarılanlar ve kalbleri kendisi ile ihyâ edilenler müstesnâ, halkın çoğu mârifetullahtan yüz çevirmişlerdir. Bu hususta Hak Teâlâ: “Kendisine nûr verip, onunla halk arasında yürüyen bir kimse (yâni Hz. Ömer) zulmetler içinde kalan bir kimse (yâni Ebû Cehil) gibi midir?” (En’âm,6/122) buyurmuştur.
Mârifet, kalbin Hak ile hayat bulması ve diri olması, sırrın Hakk’ın hâricinde kalan şeyden yüz çevirmesidir. Herkesin kıymeti, sâhip olduğu mârifet iledir. Mârifet sâhibi olmayanın kıymeti yoktur.
İster ulemâ olsun, ister fukahâ olsun, isterse daha başkaları olsun, insanlar Allah hakkındaki sıhhatli ilme “mârifet” adını vermişlerdir. Tasavvuf yolunun şeyhleri ise Allah (c.c) hakkındaki sıhhatli hâle “mârifet” ismini vermişlerdir. Bundan dolayı da “mârifet ilimden daha üstündür” demişlerdir. Çünkü sıhhatli ilim olmadan sıhhatli hâl bulunmaz. Sıhhatli ilim, sıhhatli hâl değildir. Yâni Allah (c.c) hakkında âlim olmayan, onun hakkında ârif olmaz. Hakk’ı bilmeyen O’nu tanımaz. Fakat ârif olmayan bir kimse âlim olabilir.
Kulu hidâyete erdiren ve onun kalbini İslâm’a, mârifete açan ve şerheden hakîkatte Allah’dan başkası değildir. Mü’minlerin emîri Hz. Ali (k.v)’ye mârifetten sorulunca: “Allâh’ı Allah ile tanıdım. Allah’dan başkasını da Allâh’ın nûru ile tanıdım” demiştir.
Allah Teâlâ hakkındaki mârifet, sürekli olarak aklın hayret içinde kalmasından ve Hakk’ın inâyetinin (yardımının) kulu üzerine yönelmesinden başka bir şey değildir ve kendi irâdeleri ve kudretleri ile bunu kazanmaya halk için yol yoktur. Allah Teâlâ’nın lütuf ve nîmetlerinden başka kul için delil yoktur. Bu da kalblerin fetih ve açılışından, gayblerin hazîne ve defînelerindendir.
Hucvirî (k.s) mârifeti, ilhamdan ayırmakta ve şöyle demektedir: Mârifet şerîattir, nübevvettir, hidâyettir, ilham değildir. Ve mârifet konusundaki ilhâmın hükmü her bakımdan bâtıldır. Zîrâ şer’î hükümler ilhamlar değil, ilham şer’î hükümlerle ölçülür, bunun aksi tenâkuz olur.
Mârifetulah konusunda taklid doğru ve uygun bir şey değildir. Allah Teâlâ’yı kemâl sıfatları ile tanımak îcab eder. Bu ise Allah Teâlâ’nın güzel bir riâyeti (gözetlemesi, denetlemesi), sıhhatli bir inâyeti olmaksızın doğru dürüst bir şekilde meydana gelmez.
Zünnûn Mısrî (k.s): “Mârifet konusunda iddia sâhibi olmaktan sakın” demiştir. Çünkü mârifet iddia edersen, mahv ve helâk olursun. Onun mânâsına sıkı şekilde sarıl ki kurtuluşa eresin. Mârifetin hakîkati, mülk, mukaddes ve müteal olan Allâh’ındır, diyebilmektir. Bir kimse, mülk olan bütün şeylerin (ve kulların) O’nun mülkü olduğunu, her şeyde O’nun tasarruf ettiğini bilirse, o kimseni halk ile ne işi kalır ki, halk ile veya kendisi ile (Hak’dan) mahcub olsun? Hicab, cehâlettendir. Cehâlet fânî olunca, hicab mütelâşî olur, ortadan kalkar. Dünyevî (olan şeyler) mârifet ile uhrevî (olan şeyler) hâline gelir.
Bu mânâda ve konuda sûfîlerin birçok rumuzları vardır. Meselâ: Abdullah b. Mübârek (k.s) der ki: “Mârifet, hiçbir şeye taaccub etmemendir.” Zîrâ taaccub, bir şahsın kudretinin üstünde ve gücünden fazla bir iş yapmasından meydana gelir. Mukaddes ve müteal olan Allah (c.c) kemâle kâdir olunca, en mükemmel olanı O yapınca, bir ârifin kendi fiillerine taaccüb etmesi imkânsız olur…
Şiblî (k.s): “Mârifet, hayretin devamlı oluşudur” demiştir. Hayret (ve şaşkınlık) iki nev’îdir: İlki, bir şeyin varlığı ve mâhiyeti, ikincisi; bir şeyin keyfiyeti hakkındaki hayrettir. Allâh’ın varlığındaki hayret şirk ve küfürdür, keyfiyetindeki hayret ise mârifettir. Çünkü Allâh’ın varlığında ârifin şüphesi yoktur. Allâh’ın keyfiyeti ve nasıl bir varlık olduğu husûsunda ise akıl için mecâl yoktur…
Bayezid Bistâmî (k.s) der ki: “Mârifet, halkın hareketleri, sükûnları Allah iledir, diye bilmen ve tanımandır.” İzni olmadan hiçbir kimse O’nun mülkünde tasarrufta bulunamaz.
Yine Şiblî (k.s) der ki: “Mârifetin hakîkati, mârifetten âciz kalmaktır.”
Ârifin sıfatı hakkında Muhammed b. Vâsıtî (k.s) şöyle demiştir: “Allâh’ı tanıyan bir kimsenin sözü az, hayreti dâimî olur.” Çünkü ibâre ve ifâdenin dâhilinde olan bir şeyi ifâde etmek ve anlatmak mümkündür.
Ebû Bekir Vasıtî (k.s) der ki: “Allâh’ı tanıyan, her şeyden kopar ve kesilir (inkıta hâli), hattâ lâl olur, mahvolur.” Yâni, dili ile hiçbir şeyi anlatamaz, vasıflarında fânî olur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de: “Seni lâyık olduğun şekilde medh u senâ edemiyorum” buyurmuştur.
Ebû Hafs Ömer (r.a) diyor ki: “Allâh’ı tanıdığımdan beri kalbime ne hak ne de bâtıl girmiştir.” Mukaddes ve Müteâl olan Allâh’ı tanıdığım zamandan beri gönlüme hak ve bâtıl fikir gelmemiştir. Çünkü halk için rağbet ve arzu bulunduğu sürece; O, kalbe döner, maksad bâtılın mahalli olan nefse, kalbin onu irşad ve delâlet etmesidir. Dâimî izzet bulunca, yine kalbe rücû eder. Maksad kalbin onu hak ve hakîkatin menbaı olan rûha irşâd ve iletmesidir. Kalbde gayr ve mâsivâ bulununca, ârifin ona dönmesi nekret (yabancılaşma) ve tanımamazlık olur.
Şimdi, bütün halk mârifetin burhânını ve delîlini kalbden taleb etmiştir. Rağbeti ve havayı da yine O’ndan istemişlerdir. Kalbden bâtılı taleb etmeye rağbet etmeyenler ve Hak’dan başkası ile it’mi’nan bulmayanlar, hakkı kalbden taleb etmişlerdir. Burhânın alâmeti lâzım olunca, Hakk’a avdet etmişlerdir. Şu halde kalbe rücû eden kul ile Hakk’a rücû eden kul arasındaki fark budur. (Hucvirî, Keşfu’l-Mahcub, s.397-410)