Turgut GÜLER
Nâmık Kemâl, oğlu Ali Ekrem’e bir gün şu satırları içine alan mektûbu yazmış:
“– Ekrem’ciğim,
Ne yapacağımı bilmediğim için sana mektûb yazıyorum, ama ne yazacağımı da bilmediğim için, sözüme son veriyorum. Gözlerinden öperim”
Nâmık Kemâl âyârında bir edîbin de ne yazacağını bilemediği ânlar oluyorsa, zamânenin yazar-çizer takımına pek şaşmamak lâzım. Hele üst kademedeki politikacılarımızın, usturlabını kaybetmiş “uzay yolu” hecelemelerini, hiç kaale almamak gerekiyor.
“Taş, düştüğü yerde ağırdır.” diyen büyüklerimiz, sözün kantara çıktığı bir muâşeret nizâmında hayat sürmüşlerdi. Kâşgarlı Mahmûd’un tesbît ettiği nice güzel kelime grubundan biri “Kişi alası içtin, yılkı alası taştın” sıralanışı ile karşımıza çıkmıştı. “İnsanın kirliliği içinde, hayvanınki dışında.” diye bugünkü söylenişe aktarılabilcek bu altın değerindeki tecrübe lâmbası, huzmelerini perîşân hâlimize tutuyor.
Oburun biri, iştâhının esîri olarak çatlayıp ölmüş. Mevtânın ağlayan çocuklarını teskîn etmeye çalışan âile dostları:
“- Bu kadar gözyaşı döküp üzülmeyin. Babanız açlıktan ölmedi ya!…”
demişler.
Ölüm sebebi hânesine “oburluk” tabelâsı asmak, en çarpıcı ecel sahnelerinden. Burada, sâdece yenen gıdâ nîmetine değil, vücûd nîmetine karşı da küfrân fiili işleniyor. İsrâf ile hem-hâl olanların fecî âkıbeti, zirvedeki yerini, oburluktan ölerek alıyor.
Tüketim ekonomisi, tünelin iki ucunu da tamâmen kapatmış. Üretmeden tüketmeye okyanus bile dayanmaz. Bir vakitler, tarım ülkesi olmakla iftihâr eden Türkiye, maalesef, en temel tarım ürünlerini dışarıdan alır hâle geldi. Münbit tarla ve bahçelerimiz üzerine taş yığını görünüşlü binâ siteleri inşâ ettik. Sâhil kasabalarının hemen hepsinde meyve, sebze ekilen topraklar, “turizm” uğruna hebâ edildi. Dolayısıyla, isrâf ve oburluk başka sâhalara da kaydırıldı.
Eskiden, “bereket” kelimesi hayâtımıza yön verirdi. “Allah bereket versin” diyen esnâfın yüzünde, bereket gülleri açardı. Çalışanlara, sofraya oturanlara, oradan gelip geçenler “bereketli olsun!” temennîsinde bulunurlardı. Başımıza gelen ve pek yakında gelecek olan gıdâ krizlerinin temelinde “küfrân” bulunuyor.
Hangi maksatla olursa olsun, ihtiyaç sınırını aşan her harcama, bu Dünyâ’daki bir başka insanın hakkını gasp etmektir. Ama kaç kişi bunun farkında, şuûrunda? Birleşmiş Milletler etiketini kullanarak medya manşeti kapanlar, reklâm odasının dışına çıkamıyorlar.
Câmi şadırvanında abdest almakta olan Nasreddin Hoca’ya yaklaşan bir köylü:
“-Hocam, abdest sırasında ne tarafa dönmek lâzım?…”
diye sorunca, Hoca:
“- Ceketini, ayakkabını ne tarafa koydunsa o tarafa dön ki, çalmasınlar!…”
demiş.
İçinde yaşadığımız Nasreddin Hoca’lık nice vaziyetin düz mantığı, bu fıkra eksenine “cuk!” oturuyor. İnsânî vasıflarımızı birer birer kaybettikçe, “ya çalınırsa?” sorusunu zihnimizden atamıyoruz. Bu güven bunalımı, bizi daha emniyetsiz yerlere ve zamanlara taşıyor.
Âile, mahalle, kasaba, şehir ve nihâyet ülke mefhûmlarını açık arttırmaya çıkardık. Her işimizin, meşgûliyetimizin merkezine menfaat topumuzu koyuyoruz. Meydâna gelen yüz asıklıkları, aslında kendi imâlâtımız. Başkalarının sırtına yükleyerek mes’ûliyetten kurtulamayız.