Doç.Dr. Mehmet Akif OKUR[i]
Giriş
Ünlü tarihçi Toynbee’nin Mukaddime’sinden “her hangi bir zaman ve mekanda bir zihin tarafından yaratılmış kendi türündeki en büyük kitap”[1] diye bahsettiği İbn Haldun, Doğu’da ve Batı’da saygıyla anılan önemli bir düşünce adamıdır. Aile kökleri Yemen’e uzanan İbn Haldun’un ilim ve siyaset hayatı Endülüs, Fas, Cezayir, Tunus ve Mısır’ı içine alan geniş bir coğrafyada geçmiştir. Hayatının son yirmi yılını yaşadığı Mısır’daki çalkantılı kariyeri esnasında Maliki kadılığı gibi önemli bir görevi de üstlenmiştir. Maliki mezhebine bağlılığı ve Mağripli kimliğinin bazı örfi hususiyetlerini hayatı boyunca korumakta gösterdiği titizlik, eserleri evrensel değere sahip bu önemli düşünürü yaşadığı dönemde İslam medeniyetinin önemli bir havzasının temsilcisi olarak görmeyi de mümkün kılmaktadır.[2]
Timur’un hayatıyla ilgili olarak günümüze ulaşan kayıtlar, bu kudretli hükümdarın Hoca Ahmed Yesevî’ye karşı duyduğu sevgiyi gösteren bilgiler içeriyor. Timur, savaştığı Altın Ordu hükümdarı Toktamış tarafından yıkılıp yağmalanan Hoca Ahmed Yesevî’nin mütevazi türbesinin yerine, günümüze kadar ulaşan muhteşem bir eser inşa ettirmiştir.[3] Mevcut rivayetlere göre Timur’un Hoca Ahmed Yesevî’ye duyduğu ilgi bir rüya ile başlar. Hayati Bice bu rüyayı, Risale-i Tevârih-i Bulgariye adlı eserden şöyle aktarıyor:
“…Nihayet Hazret-i Emir Timur, Hızır (a.s.) ile beraber Buhara’ya gitmeğe niyet etti. Yolda Türkistan’a uğradı. Türkistanlı Ahmed Yesevî, Emîr Timur ’un rüyasına girdi. ‘Ey yiğit! Çabuk Buhara’ya git, inşaallah oradaki sultanın ölümü senin elindedir, bütün Buhara halkı zâten seni bekliyorlar. Senin başından çok şeyler geçse gerektir ’ dedi. Emîr Timur, bu rüyayı görüp uyandı, Allah’a şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimi Nogaybek Han’ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabri üzerine bir âsitâne yaptırması için ona akça verdi. Türkistan hâkimi öyle zînetli bir âsitâne yaptırdı ki hâlâ bütün güzellikleriyle durur”.[4]
Hoca Ahmed Yesevî’nin kendisine zafer müjdelediği rüyadan sonra Buhara seferine çıkan Timur, gerçekten başarı kazanır. Bunun üzerine, Hoca Ahmed Yesevî’ye kalben bağlılığı güçlenen Timur’un Anadolu’ya doğru ilerlerken de Yesevî Makâmât’ından tefe’ül ettiğine dair bir rivayet daha vardır. Bice, bu menkıbeyi şu şekilde aktarmaktadır:
“… Batı seferine, Rûm ülkesine -Anadolu’ya- yöneldiğim zaman Hazret-i Şeyh Yesevî Makâmât’ından bir işaret aradığımda şu müjde veren rubai (= dörtlük) ile karşılaştım ki her ne zaman müşkilât (=güçlük) ile karşılaşsanız Hazret Sultan Yesevî ’nin bu rubaisini okuyun:
‘Yeldâ giceni şem-i şebistan itken/ Bir lahzada alemni gülistan itken/ Bes müşkil işim tüşübdür asan itken/ Ey barçanı müşkilini âsân itken’
[Uzun geceyi kandil gibi aydınlatan Bir anda cihanı gül bahçesi eden Ne zaman güç işim düşse kolay eden Ey herkesin güçlüğünü kolay eden -Allah’ım-…]
Ben bu rubaiyi hıfzettim(= ezberledim). Rûm (= Anadolu) hükümdarı Ba- yezid’in askeriyle karşılaştığımızda bunu yetmiş defa okudum; zafer hasıl oldu..”[5]
Timur, Türkistan coğrafyasının sûfî mirasıyla münasebetinin yanı sıra, Hanefi bilgilerinden önemli isimleri de sürekli yanında taşımasıyla meşhurdur. Bu özellikleri, Endülüs/Mağrip sahasının Müslümanlık anlayışını iyi bilen İbn Haldun’la Şam’da tanışmasını medeniyet mirasımız bakımından tarihi bir buluşmaya dönüştüren unsurlar arasında yer almaktadır. Bu tarihi şehrin surları dibinde karşılaşanlardan biri, Arap-İslam dünyasının ilmi birikimine hakim bir ilim adamı, diğeri de Türk-İslam coğrafyasını yoğuran Müslümanlık anlayışıyla hemhal, kudretli bir devlet adamıdır.
1. İbn Haldun’u Batı’ya Tanıtan Görüşmenin Çerçevesi
Batı dünyası, İbn Haldun ismini ilk defa eserleriyle değil, Timur’la buluşmasını anlatan İbn Arabşah’ın kitabı aracılığıyla işitmiştir. Konu hakkında bir esere imza atan Fischel, uzun asırlar boyunca İbn Arabşah’ın Timur-İbn Haldun görüşmesine dair aktardığı bilgileri eleştirel süzgeçten geçiren bir çalışmaya rastlanmadığını ifade etmektedir. Örneğin Katip Çelebi, Keşfü-z-Zünun adlı eserinde Timur’un İbn Haldun’u Semerkand’a götürdüğünden bahseder. Ancak bu bilgi doğru değildir.[6] Timur-Ibn Haldun görüşmesine ilişkin kayıtları inceleyen Fischel, tek otantik kaynağın Ibn Haldun’un kendi satırları olduğunu ifade etmektedir.[7]
Timur’un Şam’ı ele geçirmesini önlemek için ordusuyla şehre gelen Mem- lük Sultanı Farac, aldığı bir haber üzerine aralarında İbn Haldun’un da yer aldığı maiyetinin bir bölümünü geride bırakarak Kahire’ye döner. Bunun üzerine Şam ahalisi teslim şartlarını görüşmek için Ibn Muflih’i Timur’a yollar. Timur, çadırına gelen heyete İbn Haldun’un şehirde olup olmadığını sorar. Bu durum İbn Haldun’a bildirilir. Timur’un varlığından haberdar olması, İbn Haldun’u bu kudretli emirle yüz yüze tanışmak için motive etmiştir.[8] İlk görüşmenin 10 Ocak 1401’de gerçekleştiği tahmin edilmektedir. İbn Haldun Timur’a “Mağrib’in Maliki Kadısı” olarak takdim edilir. [9] 10 Ocak’taki ilk görüşmeden sonra 25 /27 Şubat 1401’e kadar otuz beş defa bir araya gelirler. Sohbetlerde İbn Haldun Arapça konuşmuş, Timur’un yanındaki Hanefi fakihi Abdülcebbar b. Numan el-Harizmî, İbn Haldun’un sözlerini Türkçe’ye tercüme etmiştir.[10]
Görüşmelerdeki belli başlı konular arasında; mağrip coğrafyası, tarihteki kahramanlar, gelecekle ilgili tahminler, Şam’ın güvenliği, İbn Haldun’un
Timur’la kalma niyeti gibi hususlarla ikinci kısımda yer vereceğimiz Abbasi hilafeti ve İbn Haldun’un Türkler hakkındaki kanaatleri gibi başlıklar yer almaktadır.[11]
İlk ziyaretinde Timur’un elini öpen İbn Haldun, gösterilen yere oturur ve ikram edilen erişteyi yer. Ardından da soruları cevaplamaya başlar. Timur, İbn Haldun’a önce hayatıyla ilgili bazı sorular yöneltir. Ardından sohbet Timur’un zihnindeki somut stratejik meselelere, Mağrip bölgesine, burada yer alan ülke ve şehirlere odaklanır. Timur, İbn Haldun’dan Mağrip hakkında yazılı bir çalışma ister.[12] İbn Haldun, birkaç gün içinde Timur’un merak ettiklerini cevaplayan bir kitapçık hazırlar.[13] İbn Haldun, Timur’la görüşmesinden kaydettiği diğer notlarda, Timur’un yanına giriş için emirname ve Memlük Sultanı’nın geride bıraktıkları için emanname istediğini anlatır.[14]
Bir başka buluşmada ise Timur, İbn Haldun’dan katırını kendisine satmasını ister. İbn Haldun, bineğini Timur’a hediye eder. Daha sonra Mısır’da iken Timur’un yolladığı bir görevli İbn Haldun’a katırın bedelini getirecektir. İbn Haldun, Timur’un yanında kalmak ister. Ancak Timur’un cevabı: “Hayır. Ailene ve yakınlarına git.” olur.[15] Bu hususla ilgili olarak İbn Arapşah, İbn Haldun’un anlatımından farklı bir kayıt düşmüştür. Buna göre, İbn Haldun Timur’dan Kahire’ye giderek kitaplarını ve eşini alıp dönmek üzere izin almıştır.[16] Bu rivayetten hareketle İbn Haldun’un Semerkant’a giderek orada öldüğüne dair kayıtlara rastlansa da, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bunlar doğru değildir.[17]
2. İbn Haldun’un Gözüyle Timur ve Türkler
Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra Edirne’ye giderek Osmanlı Devleti’nin hizmetine giren İbn Arabşah’ın Timur-İbn Haldun görüşmesine dair anlattıklarıyla, İbn Haldun’un kendi notları arasında görüşmelerin maddi çerçevesine dair büyük bir benzerlik vardır. Zihniyet bakımından ise arada çok önemli bir farklılık bulunmaktadır. Mülkün sahiplenilmesinde asabiyeye verdiği değer[18] sebebiyle İbn Haldun’un Timur’un hükümdarlığının meşruiyet zeminine ilişkin bir eleştirisine rastlamıyoruz. Oysa İbn Arapşah, düşmanlık dolu satırlarında Cengiz yasalarına bağlılığını gerekçe göstererek Timur’u kafirlikle suçlamaktadır: “O, sanki İslam inancından doğan hukukun bir parçasıymış gibi Cengiz Han’ın yasalarına yapıştı ve onları İslam hukukuna tercih etti.” Arabşah, yalnızca Timur’u değil, Çağatay coğrafyası ve Türkistan’da Timur gibi Cengiz Han’ın yasalarını takip eden herkesi tekfir etmekte ve “Allah’ın lanetinin hepsinin üstüne” olmasını dilemektedir.[19]
Her ne kadar Şam’da Timur’un yaptığı yağma ve yıkımı “iğrenç”[20] bularak aktarsa da, İbn Haldun’un Timur’a genel yaklaşımı olumludur. Mısır’a dönüşünü takiben Memlük hükümdarına sunduğu raporda, bazılarının Timur’u “sapkın” sayma sebebinin Ehli Beyt’e duyduğu yakınlık olduğunu söyler. İbn Haldun’a göre ise Timur, zeki, açık zihinli, tartışmayı ve müzakere etmeyi, bildiğini ve bilmediğini sınamayı seven birisidir. Timur, Allah’ın lütfun maz- har olmuştur. “Çünkü gerçek güç sahibi Allah’tır ve onu yarattıklarından dilediğine verir.”[21]
İbn Haldun, Timur’a sunduğu hediyelerin kabul ediliş biçimini aktarırken, kudretli emirin dine hürmetkar tavırlarını vurgular.
“…Kitapçılar çarşısından örnek bir cilt içinde çok güzel bir Mushaf, nefis bir seccade, Hz. Peygamber’e (s.a.) övgüler içeren Bûsırî’nin ünlü Kaside-i Bürde’sinden bir nüsha ve Mısır’ın övgün tatlılarından dört kutu seçtim…” Timur, hediye getirilen kitabın Kuran olduğunu anlayınca: “… hemen ayağa kalktı. Başı üstüne koydu. Daha sonra, Kaside-i Bürde’yi verdim. Kasideyi ve şairini bana sordu. Bildiklerimi ona aktardım. Sonra seccadeyi tuttum. Eline aldı ve öptü. Bundan sonra tatlı kutularını önüne koydum…”[22]
İbn Haldun ayrıca, Timur’un etrafındaki Hanefi âlimlerine de dikkatimizi çeker. Tasvir ettiği ilişki biçimi, mütehakkim olmaktan çok müzakerecidir. Abbasi soyundan birinin Timur’a gelip kendisini Mısır’daki Halifenin makamına oturtmasını isteyişini aktarırken anlattıkları bu bakımdan özellikle aydınlatıcıdır. Timur bu kişiye; “Ben sana, fukahayı ve yargıçları getireyim. Senin lehinde bir karar verirlerse, insaf edip hakkını gözetirim” der. Fukahayı ve yargıçları çağırır. İbn Haldun’u da davet eder. Sonra: “İşte bu adalet meclisi. Meramını anlat” der. Adam bir hadis zikrederek hilafet işinin dünya durdukça Abbas oğullarına ait olduğunu söyler. Meclis’te bu hadisin sahih olmadığı ikazı yapılır. İbn Haldun da bu görüşe katılır.[23] Ardından Hilafet’in mahiyeti hakkında bir konuşma yapar. İkna olan Timur, Hilafet makamına talip olan kişiye şunu söyler: “Yargıçların ve müftülerin sözlerini işitmiş bulunuyorsun. Ortaya çıkan, benden isteyeceğin bir hak olmadığı. Esenlikle git.”[24]
İbn Haldun, İbn Arabşah’ın Türkistan ahalisi hakkındaki hasmane satırlarının aksine, Türklerle ilgili hayranlığını Timur’a açıkça ifade eder. Hareket noktası, yine meşhur asabiye teorisidir. Timur’la ikinci konuşmasında, otuz- kırk yıldır kendisiyle buluşmayı ümid ettiğini söyleyerek söze başlar. Bunun sebebini de şöyle açıklar:
“…Birincisi, sen âlemin sultanı, dünyanın kralısın. İnsanlar içinde Hz. Adem’den bugüne senin gibi bir hükümdar zuhur ettiğine inanmıyorum. Ben öyle gelişigüzel konuşan biri değilim, bilim adamıyım. Bunu sana açıklayayım: Mülk asabiyete dayanır. Asabiyet çok olduğu müddetçe Mülk de güçlü olur. Bütün gelmiş geçmiş ehl-i ilim ittifak etmiştir ki, insan topluluklarının sayıca en fazla olanları Araplar ve Türklerdir. Siz Arapların mülkü nasıl ele geçirdiklerini peygamberleri ve dinleri etrafında kenetlenince bunu nasıl başardıklarını biliyorsunuz. Türklere gelince; Fars melikleriyle mücadelelerinde, Türklerin meliki Afrasyab’ın Horasan’ı Farslardan almasında Türklerin mülk konusundaki nasibinin göstergeleri vardır. Asabiyet konusunda onlara dünya hükümdarlarının hiçbiri, ne Kisra, ne Kayser, ne İskender, ne de Buhtunna- sır denk olamaz. Kisra, Farsların melikiydi. Farslar nerede, Türkler nerede! Kayser ve İskender Rumların melikiydi. Rumlar nerede, Türkler nerede! Buh- tunnasır Babil halkının büyüğüydü. Buhtunnasır nerede, Türkler nerede! Bu husus, yukarıda ileri sürdüğümüz iddianın doğruluğuna apaçık bir delildir. “[25] Sohbetin devamında Timur’un yönelttiği sorular, bu tarihi şahsiyetlere ne kadar aşina olduğunu gösterir. Timur Buhtennasar’ın, Kayser, İskender ve Kisra çapında olmadığını düşünür. Üstelik diğerleri gibi hükümdar da değildir. Timur gibi bir komutandır.26
İbn Haldun ve Timur arasındaki tarihi buluşmayı inceleyen Fischel, sohbette bahsi geçen tarihi şahsiyetlerin İslam dünyasının dışından, Roma, Pers vb’den seçilişinin özel bir sebebi olabileceğini düşünür. İbn Haldun’un, Timur tarafından itirazla karşılanacak, gerilim yaratacak bir örnek vermek istememiş olabileceğini söyler. 27 Ancak, İbn Haldun’un metninde bu kanaati haklı çıkaracak bir ifade yahut ima bulunmamaktadır. Aksine, İbn Haldun’un değişik vesilelerle Türkler hakkında serdettiği görüşler, Timur’u ve Türkle- ri İslam dünyasının en büyük temsilcisi sayıp, bu sebeple diğer dünyaların cihangirleriyle kıyaslama yaptığını düşünmeyi akla daha uygun kılmaktadır.
Örneğin, İbn Haldun Mısır’da hükümrân olan “Türk devleti” hakkında şu satırları kaleme almıştır:
“…Mısır ve Suriye’deki (Şam’daki) bu Türk devletinin yöneticileri, -mevâlile- ri Eyyuboğulları hükümdarlarından beri- bilimin gelişmesi için okul yapımına, zikir yaparak ve nafile namaz kılarak sünnî sûfî edebiyle yetişmeleri amacıyla yoksulların merasimlerini (törelerini) yapmaları için hankâh yapımına özen gösterirlerdi. Bu geleneği, kendilerinden önceki hilâfet devletlerinden almışlardır. Bu amaçla binalar kurarlar, öğrencilere ve eğitim gören yoksullara harcamak için gelir getiren toprakları vakıf yaparlardı. Bunun yanında sağlanan gelirden artan olursa, muhtaçların zayıf çocuklarını koruma düşüncesiyle yedek ayırırlardı. Bu gelenekleri, yönetimlerine bağlı reisler (âyân) ve servet sahipleri tarafından da sürdürülmüştür. İşte bu sebeple, Kahire kentinde medrese ve hankâhlar çoğalmıştır. Buraları, yoksul fukaha ve sufilerin geçim kaynağı olmuştur. Bu durum Türk devletlerinin iyilikleri ve ölümsüz güzel eserleri arasında yer alır. “28
İbn Haldun’un el-Kamhiyye Medresesi’ndeki ilk dersinde kullandığı cümlelerde Türk hükümdarlarına duyduğu hayranlık, sanatkarane bir ifade kudretiyle dile getirilir:
“…Derken, mızrak ışıltılarıyla sapıklık ve şek karanlıklarını yok eden, keskin temrenleriyle yalan ve iftira bağlarını kesen, batıcı oklarıyla cehalet ve şirk deliğini tıkayan, yaptıklarında ve terkettiklerinde “ümmetim içinde bir bölük hep olacak” hadisinin sırrını muzaffer kılan, Türklerin bu zafere erişmiş öbeğinin devletleri, İslam’ı gölgesine almıştır. İslâm’ın coğrafyasını genişletmişler, hilâfet davetini en güzel şekilde yürütmüşlerdir. Hicaz ve Şam’ın en uzak yerlerine yaymışlar, Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmette halkın hükümdarlarına üstün gelecekleri şeylere dayanmışlardır. Zaman içinde bölgelerin teslimiyet elini attığı Mısır’ın kürsüsüne oturmuşlardır. Devletlerinden itibaren burada bayındırlık ilerlemiştir. Medreselerinde Kuran hep okunmuştur. Camiler, taşların ve yıldızların sayısını geçen namaz ve ezanla coşmuştur. Minareler, iman simgesini duyurarak, istiğfar ve tesbihe dayanmıştır. Coğrafyası, köşkler ve eyvanlarla süslenmiştir. Tahtı azizle, zahirle, emirle ve sultanla örgütlenmiştir. “[26]
İbn Haldun’un Türklerle ilgili pasajları bir arada ele alındığında, Türklere ancak modern dönemlerde benzerlerine rastladığımız bir “millet” tasavvuruyla yaklaşıldığını görmekteyiz.[27] Türklük dar anlamda bir kavim adı değil, çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran genişlikte bir millet kimliğidir. İbn Haldun, benzer bir konuma yalnızca Arapları yerleştirir. Şöyle der: “Bu Tatarlar da Türklerin bir şubesidir. Tarihçiler ve neseb alimleri ittifak etmişlerdir ki dünyadaki milletlerin çoğu iki gruba ayrılmıştır. Bunlar Araplar ve Türklerdir. Dünyada sayıca bunlardan daha çok bir millet yoktur.”[28] “Bunlar yeryüzünün güneyinde, Türklerse kuzeyindedir. Bunlar sırayla dünya hükümdarlığını ellerinde bulundururlar. Bazen Araplar hakim olur, Acemleri kuzeyin sonuna kadar sürerler. Bazen onları Acemler ve Türkler güney bölgelere sürerler. Allah’ın kullarına uyguladığı sünneti budur.”[29]
Fischel, İbn Haldun’un Araplar ve Türkleri yeryüzünün en büyük milletleri sayan yaklaşımının o dönemdeki Arap tarihçiler arasında yaygın bir kanaatin ifadesi olduğunu söylemektedir.[30] Türklerden bahsedilen yerlerde, Türklerin şubesi sayılan Tatarlar dışındaki toplulukların da adı geçer. “Ay- berk et-Türkmani”nin sıfat olarak taşıdığı Türkmenlik bunlar arasındadır.[31] İbn Haldun, Selahaddin’i de Mısır’da “Türk Devleti”nin kuruluşuna giden sürecin parçası olarak görür. [32]
Türkleri, farklı kavimleri bünyesinde barındıran bir büyük millet olarak kavradığı anlaşılan İbn Haldun, hanedan fikrinin ötesinde bir “Türk Devleti” tasavvurunun ipuçlarını da önümüze koyar. “…İşte bu Türk Devleti’ni o zaman kurdular…”[33], ‘”…Sözünü etmekte olduğum Türk Devleti’nin başlangıcı şöyle oldu…”[34] Bahsettiği Türk devletinin hanedanlara izafe edilenlerden farklı bir tasavvur olduğunu hissettirdiği pasajlardan birinde hizmetinde bulunduğu sultanı şöyle tasvir eder: “…Din ona Haremeyn görevini, dünya Türk sultanlığını topladı. Mısır’ın su ve mal ırmaklarını ona akıttı…”[35] Hanedanların geçici olarak adlarını verdikleri, ancak hanedanlardan bağımsız olarak devamlılığa sahip “Türk Devleti” fikrinin ipuçları, Mağrip Sultanı’na yazdığı Timur hakkındaki mektubunda Ögeday’dan bahsederken de karşımıza çıkar: “…Ona, han adını verirlerdi. Taht sahibi anlamına gelir. İslam mülkündeki halife yerinedir.”[36] Bu noktada, İbn Haldun’un değişik pasajlarda ima ettiği hanedanlar üstü Türk devleti telakkisinden, tarihçi Neşri’nin de “bil külliye saltanat-ı Türk Han, selatin-i Selçukiyye’ye intikal etti.”[37] ifadesiyle bahsettiğini hatırlamalıyız. Zamanla yazılı metinlerden kaybolan bu kavram dünyasının geniş çehresini ortaya koymak, tarihimiz açımızdan büyük önem arz etmektedir.
Sonuç
Hoca Ahmed Yesevî’ye hürmetiyle tanınan Emir Timur ile ünlü ilim adamı İbn Haldun’un Şam şehri eteklerindeki buluşması, medeniyet tarihimizin önemli hadiseleri arasında yer almaktadır. Görüşmelerin içeriğine dair elimizde maalesef çok fazla bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte, en azından İbn Haldun’un kendi kaleminden çıkanların tahlil edilmesi bile bizlere söz konusu dönemin doğru anlamlandırılması bakımından değerli pencereler açabilir. Nitekim bu çalışmada da bir yandan büyük buluşmanın somut tarihi çerçevesine dair kaynaklarda aktarılan bilgiler incelenmiş, diğer yandan da İbn Haldun’un Türk devleti ve milleti hakkındaki ifadelerine dikkat çekilmeye çalışılmıştır. İbn Haldun’un, halkının ekserisi Türk olmayan Mısır’da hükümran “Türk Devleti” hakkındaki değerlendirmeleri, tarihimize ve kimliğimize ilişkin güncelliğini yitirmeyen tartışmalara katkı sağlayabilecek kıymettedir.
KAYNAKÇA
Ahmed ibn Arabshah, Tamerlane or Timur the Great Amir, trans. J. H. Sanders, London: Luzac & Co. 1936
Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, Ahmet Yesevî Üniversitesi, 2016,
Varis ClElakan, “Hoca Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet”, Milli Folklor, 2005, Yıl:17, Sayı:68
Hakan Erdem, “Cevdet Paşa’nın İki Müslüman Milleti”, Karar, 03.07.2016, http:// www.karar.com/yazarlar/hakan-erdem/cevdet-pasanin-iki-musluman-milleti-1489#
Walter Joseph Fischel, Ibn Khaldün and Tamerlane, University of California Press, Los Angeles & Berkeley, 1952
Walter Joseph Fischel, Ibn Khaldün in Egypt: His Public Functions and His Historical Research, University of California Press , 1967
Allen James Fromherz, Ibn Khaldun: Life and Times, Edinburgh University Press, 2010
İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, çev. Vecdi Akyüz, Dergah Yayınları, İstanbul, 2004
Scott C. Levi and Ron Sela (ed.), Islamic Central Asia, An Anthology of Historical Sources, Indiana University Press, 2009
Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Ankara, 1949
Arnold J. Toynbee, A Study of History, Oxford University Press, 1935
————————————————————-
Kaynak:
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî Uluslararası Sempozyumu, 2. cilt, Yayın Nu: 13, Tk. Nu: 978-605-9443-09-8, ISBN 978-605-9443-11-1, Baskı: Şen-Yıldız Yayıncılık Hediyelik Eşya ve Tekstil San ve Tic.Ltd.Şti, İstanbul-Aralık 2016, Sf. 736-745
————————————————————–
Dipnotlar:
[1] Arnold J. Toynbee, A Study of History, Oxford University Press, 1935, Vol.3, s.322
[2] Allen James Fromherz, Ibn Khaldun: Life and Times, Edinburgh University Press, 2010, s. 48-49, 98-99
[3] Varis C.akan, “Hoca Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet”, Milli Folklor, 2005, Yıl:17, Sayı:68, s.202-203
[4] Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, Ahmet Yesevî Üniversitesi, 2016, s.254.
[5] Bice, age, s.255
[6] Walter Joseph Fischel, Ibn Khaldun and Tamerlane, University of California Press, Los Angeles & Berkeley, 1952, s.3
[7] Fischle, Ibn Khaldun and Tamerlane, s.5
[8] Walter Joseph Fischel, Ibn Khaldun in Egypt: His Public Functions and His Historical Research, University of California Press , 1967, s.45
[9] Fischel, Ibn Khaldun in Egypt, s.46
[10] Fischel, Ibn Khaldun in Egypt, s.48
[11] Fischel, Ibn Khaldün in Egypt, s.49
[12] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, çev. Vecdi Akyüz, Dergah Yayınları, İstanbul, 2004, s.249
[13] Fischel, Ibn Khaldün in Egypt, s.51-52
[14] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 256
[15] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 257
[16] Ibn Arabshah, age, s.298
[17] Fischel, Ibn Khaldün in Egypt, s.61
[18] Fromherz, age, s.107-108
[19] Ahmed ibn Arabshah, Tamerlane or Timur the Great Amir, trans. J. H. Sanders, London: Luzac & Co. 1936, s.299.
[20] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 253
[21] Scott C. Levi and Ron Sela (ed.), Islamic Central Asia, An Anthology of Historical Sources, Indiana University Press, 2009, s.175
[22] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 255
[23] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 253
[24] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 254
[25] Abdurrahman b. Haldun, Tarih-i İbn Haldun, Beyrut, 2000, c.7, s.733.
- İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 251
- Fischel, Ibn Khaldün in Egypt, s.55
- İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s.179
[26] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s.181
[27] Tarihçi Hakan Erdem, tarihimizde “Türk milleti” ifadesini ilk kez 1854’te Ahmet Cevdet Paşa’nın kullandığını, ilham kaynağının da Avrupalı “nation” kavramı olduğunu söyler. (Hakan Erdem, “Cevdet Paşa’nın İki Müslüman Milleti”, Karar, 03.07.2016, http:// www.karar.com/yazarlar/hakan-erdem/cevdet-pasanin-iki-musluman-milleti-1489#) Oysa, Erdem’in yazısında Ahmet Cevdet Paşa’dan alıntıladığı, “Türk ve Arap milletleri” hakkındaki pasaj, İbn Haldun’un yukarıda iktibas ettiğimiz satırlarıyla örtüşüyor:
“Arab ve Türk milletleri mukteza yı-mevâkileri olmak üzere aralık aralık cûş û hurûşa gelerek ve sel gibi etraf ve eknafa cereyan ederek biddefaat âlemi istila etmiş iki millet-i azime olup Arabın en kuvvetli ve en sonraki hücumu ilâ yı- kelimetullah için satvet-i İslâmiye ile hurucudur…”
Ahmet Cevdet Paşa’nın Mukaddime çevirisini hatırladığımızda, entelektüel tarihimizde “Türk milleti” ifadesinin kaynağı olarak Batı dillerindeki “nation” türevlerini değil, medeniyet mirasımızı göstermek daha doğru olacaktır. Ahmet Cevdet Paşa, “Milleti” Batı’dan devşirmemiş, İbn Haldun üzerinden hatırlatmıştır.
[28] Abdurrahman b. Haldun, Tarih-i İbn Haldun, s.717
[29] Abdurrahman b. Haldun, Tarih-i İbn Haldun, s.718
[30] Fischel, Ibn Khaldün in Egypt, s.52
[31] Abdurrahman b. Haldun, Tarih-i İbn Haldun, s.694
[32] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s.201
[33] Abdurrahman b. Haldun, Tarih-i İbn Haldun, s.694
[34] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s.201
[35] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s.185
[36] İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar, s. 259
[37] Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Ankara, 1949, Cilt.I, s.23
[i] Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected]