Türkler ve Felsefe (Türk – İslâm Felsefesi)

Prof. Dr. Nihat KEKLİK

*****

Ölümünün 50 nci yılı münâsebetiyle Çanakkale Şehitleri ve İstiklâl Marşımızın şâiri Mehmet Âkif Ersoy’un aziz rûhuna ithâf edilmiştir.

*****

ÖNSÖZ

Her eser belli bir amacın mahsûlüdür. Bu kitabın amacı, Türk – İslâm Felsefesi’ne dâir objektif gerekçele­ri ortaya koymak ve millî felsefemize reva görülen bir haksızlığı dile getirmektir[i].

Çeyrek asırdan beri, entellektüel çevrelerin zihin­lerinde yer etmiş olan Türk – İslâm Felsefesi, 1970 yılın­dan beri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fel­sefe Bölümü’nde bir kürsü (: anabilim dalı) olarak faaliyet göstermektedir. Ne var ki bu araştırma sahası, bir yandan mülî şuur’unu azçok kaybetmiş olan kim­selerin, diğer yandan da İslâmî görüş’ten başka alter­natif tanımayanların açık veya kapalı muhalefetine mâruz kalmıştır: Sâdece Avrupalı filozofların (─ve özellikle bunlar arasında ateist ve materialist’lerin─) hayranı oldukları için Türk – İslâm Felsefesi’ni inkâra yeltenenlerin tavrı, hiç şüphesiz ki tefekkür hayatına tahammülü olmayan ve bu sebeple «İslâmda felsefe yoktur» diyen kimselerin tavır ve telâkkisinden daha az elem verici değildir. Çünki her iki görüşte de millî fel­sefe’miz inkâr ediliyor. Oysa «millî felsefe» öylesi­ne aktüel ve çağdaş bir olaydır ki, özellikle yirminci asırda Avrupalılar millî felsefe (msl. Fransız felsefesi, İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, Alman felsefesi vs.) sahasında kemmiyet ve keyfiyet bakımından göz doldu­racak eserler yayınlamışlardır. Millî felsefemiz olan Türk-İslâm Felsefesi de böyle bir çağdaş zihniyetin eseri sayılmalıdır.

Nasıl ki san’at, târih ve kültürümüzde İslâmiyet’in izleri varsa, Türk filozofları üzerinde de aynı izler mev­cuttur. Zâten bu sâyededir ki yüce milletimiz, bugün kabul edildiği mânâda felsefe yapabilmiştir. Bu sebep­ledir ki Türk san’atı, Türk tarihi ve Türk dili parale­linde Türk Felsefesi de elbette olacaktır ve olmalıdır: Bu gerçeği inkâr etmeğe yeltenmek, güneşi balçıkla sı­vamağa kalkışmaktan farklı değildir.

Herkes kabûl eder ki şahsî fikirler, (─ki felsefe bunun mahsûlüdür─) şahsiyetli milletlerden sâdır olur. Türk milletinin hâiz olduğu yüksek karakter ve şahsi­yet, milletimize muhâlif olan Avrupalı müşâhitlerin eserlerinde dahi bulunmaktadır ve bunlar, ilerki sayfa­larda zikredilecektir.

Ne mutlu Türküm diyene vecîzesini samimiyetle benimsetebildiğimiz Türk gençliği sâyesindedir ki millî bir felsefemiz olabilecektir. Bu satırların yazarının sar­sılmayan inanç ve temennisi budur.

Kitabın yayınlanmasında, maddî ve mânevi kolay­lıklar gösteren Nazmi Çekici ve Hilmi Kurtulmuş beyle­re samimi teşekkürlerimi sunmaktayım.

Nihat KEKLİK


Birinci Bölüm

TÜRKLERÎN FAZİLETLERİ

Türk-İslâm filozoflarının başta gelen özelliği, za­rarlı fikir akımlarıyla mücâdele ederek, fazüet’e önem vermeleridir. Bu sebepledir ki materyalizm (: Maddeci felsefe) ve ateizm (: Tanrıyı inkarcılık), İslâm dünyâ­sında rağbet görmemiştir. Aynı şekilde nihilizm (mev­cut değerleri hiçe saymak) ve absürdizm (: mantık de­ğerlerini abes ve saçma farzetmek) gibi görüşlere de İs­lâm düşüncesinde rastlamak kâbil değildir. Çünki filo­zoflarımız biliyordu ki, herşey hiçtir önermesine daya­nan nihilizm, hiç olmazsa herşey hiçtir önermesinin hiç (nihil) olmadığım kabûl etmek zorundadır. Aynı şekilde, (M.F. Sciacca’nın da işâret ettiği üzere)[ii], her­şey abestir iddiâsında bulunan absürdizm dahî, hiç ol­mazsa herşey abestir önermesinin abes olmadığım ka­bûl etmek mecburiyetindedir.

Türk ve İslâm filozofları, işte bu gibi menfî görüş­lerden arınmış olarak felsefelerini mantık ve ahlâk üze­rine kurmuşlardır. Çünki onlar, fazilet ve özellikle inanç olmaksızın felsefe yapılamayacağını bilmekteydi­ler. Bilhassa Türk asıllı filozoflarda bu karakteristik ta­vır dikkatimizi çekmektedir ve İslâmiyet’in bunda bü­yük payı olmuştur.

Binlerce yıllık târihi olan Türkler, kendi tabiatları­na ve dünyâ görüşlerine uygun İslâm dîni’ni benimse­mişler ve bu sâyede millî varlıklarım koruyabilmişler­dir. Çünki başka dinlere giren bir kısım Türklerin, Av­rupa kavimleri arasında eriyip kayboldukları bilinmek­tedir. (Meselâ Hurûar, Hazarlar, Karaylar, Bulgarlar vs. gibi.)[1]. Onun içindir ki Hıristiyan ve Yahudi inanç­larını paylaşıp millî kültürünü kaybedenleri bir yana bırakarak, millî benliğimizin korunmasında büyük rolü plan İslâmiyet ile Türkler arasındaki bağlantılar üze­rinde durmamız lâzımdır. Bu ilişki ve bağlantılar sâyesinde Türkler mânevi değerler kazandığı gibi İslâmiyet de güç kazanmıştır. Böylece ikisinin birleşiminden, Türk-İslâm Sentezi ortaya çıkmıştır.

Söz konusu sentez’in birinci unsuru Türkler’dir. Dolayısıyla bu bölümde İslâm dünyasında ve ayrıca Ye­niçağ Avrupasında Türklerin Faziletleri üzerine fikir yürüten ünlü şahsiyetlerin ifâdelerinden örnekler vere­ceğiz.

a) Türklerin fazileti konusunda bâzı İslâm düşünürlerinin görüşleri

Düşünce târihi en azından 2500 yıllık bir geçmişe sâhiptir. Efsâneler devrini ibir yana bırakacak olursak, en eski bilgeler zamanından beri felsefe’nin eğildiği ko­nulardan biri de fazilet, cesâret, iffet vs. gibi ahlâk kav­ramlarıydı. Târihte kimi filozoflar mantık ve matema­tik ilimleriyle, kimi filozoflar da ahlâk temizliği ile fel­sefeye başlamayı tavsiye etmekteydi. Türk asıllı filozof­lar, çoğunlukla bu ikinci görüşü desteklemişlerdir.

Böyle bir tercih, tesâdüfen haklı çıkmış değildir. Çünki felsefenin temel disiplinleri olarak mantık, me­tafizik, politika ve ahlâk gibi konulardan bir kısmı, za­manla tarihî değerini yitirmeğe başlamıştı. Hattâ bun­lardan bâzıları, (özellikle 18 inci asırdan itibâren), fel­sefe dışındaki ilimlerin de el attığı veyâ tamâmen dış­layıp ortadan kaldırmağa çalıştığı disiplinler hâline gel­mişti. Meselâ mantık, çok eskiden beri felsefecilerin tekelindeyken, matematikçiler işe karıştı ve böylece mo­dern mantık veyâ lojistik yahut senbolik mantık orta­ya çıktı.

Aynı âkıbet, metafizik’m de başına gelmişti. Nite­kim metafizik, (tıpkı mantık gibi) 2300 sene önceleri Aristoteles (m.ö. 384-322) tarafından sistemleştirilmiş ve asırlarca bütün filozofların önem verdiği konular­dan biri olmuş fakat 18 inci asırda Hume (öl. 1776) ta­rafından lânetlenip hakaretlere uğratılmıştı. (Nitekim, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma adlı eserinin son sayfası, buna dâir nahoş ifâdelerle doludur.) Daha son­ra Kant (öl. 1804), bu ilmi insan akimın hudutları dı­şında bıraktı ve akil bakımından metafizikti bilmemiz mümkün olmadığını, çünki insan aklının hudutlu oldu­ğunu söylemekteydi. Nihâyet Comte (öl. 1857) metafi­ziği tamâmen defterden silmeğe çalıştı. Bu arada mate­rialist düşünürler de metafizik ilmini zâten inkâr et­mekteydi.

Fakat hiçbir ilmin el-dil uzatamadığı ve sâdece felsefe’nin tekelinde kaldığı ahlâk, kendi mevcûdiyetini (─gerek kişiler ve gerekse milletler içinde─) devam et­tirmeği başarmıştır. Bu sebepledir ki felsefe deyince ah­lâk ve ahlâk deyince de felsefe anlaşılmaktadır. Türk- ler, işte bu ilmin yaşayan örnekleridir. Nitekim bugün Devlet kitaplıklarında, çoğunlukla elyazmaları hâlinde, atalarımızdan kalan kitapların büyük bir kısmı ahlâk (─ve bir kısmı da mantık─) konusundadır.

Asırlarca İslâm milletlerini dış tehlikelere karşı ko­rumuş olan Türkler, herhalde bu sebepledir ki, (─aşa­ğıda örneklerini göreceğimiz şekilde─) birçok düşünür­lerin ve bilginlerin hayranlığını kazanmıştır ve yine bu sebepledir ki Doğulu ve Batılı düşünürlerin bâzıları Türklerin Fazileti üzerinde durmuşlar, hatta bu isimde kitaplar yazmışlardır. Bunun örneklerine hem İslâm dünyâsında, hem de Avrupada rastlamaktayız.

Önce İslâm dünyâsındaki tasvirlere bakacak olur­sak : Onbirinci asır fikir tarihçilerinden Endülüslü İbn Sâid (öl. 1070), Milletlerin Biyografileri (:Tabakât el- Ümem) adlı eserinde diyor ki:

«… Türkler, sayıları çok olan bir millettir: On­ların yaşadıkları yerler, Horasan’ın doğu taraf­ları ile Çin’in batı yönleri ve ayrıca Kuzey Hin­distan’dan kutuplar’a kadar olan bölgelerdir. Savaşlarda ve savaş tekniğinde ustalık ve fazilet (: erdem) sâhibidirler. Nitekim Çin sultanları, Türk sultanlarına «arslanlann sultam» ismini vermekteydi. ,.»’[2]

Dikkat edilirse İbn Sâid (öl. 1070), onbirinci asır­da yaşamıştır; Malazgirt savaşı (m. 1071)’ndan kısa bir süre önce vefat etmiş ve o muhteşem Türk zaferini gö­remeden ölmüştü. Demek ki İbn Sâid’in ölümünden kı­sa bir zaman sonra Türkler Anadolu’ya da sahip olmuş­lardı. Onun içindir ki Endülüslü olan bu müellif, sâde­ce Orta Asyadaki Türklerin başarılarından söz etmek­teydi. Ne var ki İbn Sâid’in vefatından (1070’den) ön­ceki Türk başarıları kadar, onun vefâtından sonraki Türk imparatorlukları ve başarılan da hesaba katılırsa, târih boyunca 16 imparatorluk ve 100’den fazla devlet kurmuş olan Türkler’in, özellikle Selçuklular ve Osmanlılar zamanında, dünyânın birçok ülkelerine yayıldıkla­rı ve (müslüman yahut gayri müslim) birçok milletleri dâimâ adalet ve fazilet sâyesinde asırlarca himâye et­tikleri anlaşılacaktır. Bütün bunlar, Türk milletinin va­tanseverlik ve ahlâk ilkelerine bağlılığı sâyesinde ol­maktaydı.

İbn Sâid (öl. 1070) gibi Türkler hakkında hayran­lık duyanlardan biri de, aslen Arap olan ünlü Kelâm düşünürü Câhiz (öl. 869) ’dir. Son yıllarda Türkçe’ye çevrilen bir eseri, Fazâil el-Etrâk (: Türklerin Faziletle­ri) ismini taşımaktadır[3]. Burada çeşitli bakımlardan Türkleri öven Câhiz diyor ki:

«… Türkler, vatan sevgisine en fazla sâhip olan millettir…» [4]

«… Türkler’de vatan sevgisi, daha fazla ve daha köklüdür…»[5]

«… Türk’ün vatanına karşı duyduğu iştiyak, di­ğer imanlara göre daha fazla ve daha şid­detlidir…» [6]

«… Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa, mutlaka bir çâresini bulup kurtulur…» [7]

«… Türkler iyi bildikleri bir husûsun tamamını sağlam yapar; her işini bizzat kendi yapar; içi dışı gibidir, hiçbir netice çıkmayacak şey­lerle uğraşmaz…»[8]

«… Türklerin ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetle­rinden daha fazladır; onlar ateşli, harâretli ve anlayışlı insanlardır…» [9]

«… Türkler’de yaltaklanma, yaldızlı sözler, münâfıklık, kovuculuk, yapmacık, riyâ, dostları­na karşı kibirlenmek, arkadaşlarına karşı fenâlık ve bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Kitabına uydurup da başkalarının malını helâl saymazlar…»[10]

«… Bir Türk, başh başına bir millettir…»[11]

Ünlü düşünür Câhiz (öl. 869)’den aktardığımız bu fragmentler gösteriyor ki Türkler, dürüst ve karakterli bir millettir; ahlâk kurallarına uymayan davranışlar­dan kaçınırlar; başkalarının nâmus ve malına kesinlik­le göz dikmezler. Özellikle vatan sevgisi’yle dolu olan

Türkler, hem beden hem de ruh bakmamdan güçlü in­sanlardır. Bizzat Câhiz’in ifâdesiyle: ─ Bir Türk, başlı başına bir millettir.

Türk milletine hayranlık duyanlardan biri de Ali İbn Muhammed el-Hicâzî (1061-1151) isimli bilgindir. Ünlü tabiplerden ve bilgelerden olan bu zât, Büyük Sel­çuklu Sultanı Sencer (salt. 1117-1157) adına, Mefahir el-Etrâk (: Türklerin İftiharlı Davranışları) ismiyle bir eser yazmıştır[12]. Aynı müellif, Hârizmşahlar adını taşı­yan Türk devletinin hükümdarlarından Atsız İbn Mu­hammed (salt. 1127-1156)’e ithaf ettiği bir eser daha yazmıştır ki bu kitap Felsefe Konusunda (: Fil-Hikme) ismini taşımaktadır[13]. Görülüyor ki Ali el-Hicâzî dahi Türklere hayran olan ve Türklerin fazileti konusunda eser yazan düşünürlerden biridir.

b) Türklerin faziletine hayranlık duyan Avrupalı düşünürler

Türkler hakkındaki hayranlık ve takdirlerini orta­ya koyan Avrupalı filozoflara gelince, örnek olarak Machiavelli, Rousseau ve Schopenhauer gibi ünlü filo­zofları zikredebiliriz.

İtalyan siyâset düşünürü Machiavelli (1469-1527), doğum ve ölüm târihlerine dikkat edildiği takdirde, Osmanlı Türkleri’nin. pek kudretli olduğu 16 ncı asırda ya­şamaktaydı. Siyâset yazan olarak kendi zamanındaki olayları yakından takip etmesi bakımından, Türkler hakkında etraflı bilgilere sâhipti. Meselâ kendisinden bir asır kadar önceleri Birinci Kosava Savaşı (m. 1389) ve İkinci Kosava Savaşı (m. 1448)’nda Avrupa milletle­rinin Türklere boyun eğmesi, ayrıca Fâtih (salt. 1451- 1481)’in İstanbul’u feth etmesi gibi olaylar, Machiavelli’nin malumuydu. (Nitekim İstanbul’un fethi, onun dünyâya gelmesinden 15 yıl kadar önceleri gerçekleş­mişti.) Ayrıca Fâtih’in oğlu ve Bayazıt-II’nin kardeşi Cem Sultan (1459-1495) ’ın iç savaşlar sonucunda Ro­dos’ a ve oradan da İtalya’ya kaçırıldığını bilmekteydi. (Bu olay, Machiavelli’nin hayatta olduğu sırada mey­dana gelmişti.) Görülüyor ki Machiavelli (1469-1527), büyük Türk hakanlarının devrinde yaşamıştı. Nitekim Fâtih (öl. 1481), Bayazıt-II (öl. 1512), Yavuz Selim (öl. 1520) ve kısmen de Kânûnî (salt. 1520-1566) devrini id­râk etmişti; bu sebeple Türkler hakkında esaslı fikirle­ri vardı. Çünki günümüze ulaşan İl-Principe (: Prens; Hükümdar) adlı eserinde, Türklerin devlet nizamından söz etmektedir: O sırada Türk devletinin bir «monarşi» olduğunu ve ülkenin «sancak» lar hâlinde idâre edildiği­ni ve her sancak başında bir «vâli»nin bulunduğunu söylemektedir[14]. Sonra da Türk ülkesinin pek zor ele ge­çirilebileceğini çünki Türklerde birlik rûhu’nun son de­rece kuvvetli olduğunu belirtmektedir. Ona göre Türk­ler ve Fransızlar, birbirine zıt karakter taşımaktadır: Türklerin ele geçirilmesi zor fakat Fransızlar’ın ele ge­çirilmesi kolay’dır. Ne var ki Fransızlar ele geçirildiği takdirde zor idâre edilirken, Türkler ele geçirildiği tak­dirde kolayca idâre edilebilecektir demektedir. Türkler’ in başka milletlerin boyunduruğu altına girmedikleri­nin sebebini Machiavelli, onlardaki «birlik rûhu»na bağlamaktadır. Nitekim diyor ki:

«… Türk’e kim saldırırsa, onu birlik bulacağını düşünmelidir…»[15]

Anlaşılıyor ki Machiavelli’nin nazarında Türklerin meziyetlerinden biri de, gerektiğinde fikir ve eylem bir­liği yapmaktır. Milletlerin hür olarak yaşamasının en iyi çâresi, elbette ki budur.

Fransız filozoflarından Rousseau (1712-1778) dahi Türkler’den övgü ile bahsedenlerden biridir. Nitekim çok tanınmış olan Emil (Emile) ve bir de Toplum An­laşması (Le Contrat Social) adlı eserinde, hem Türkler hem de İslâmiyet hakkında hayranlık dolu ifâdeler kul­lanmaktadır. Aşağıda verilecek fragmentler sâyesinde anlaşılacaktır ki Rousseau’ya göre Türkler, herşeyden önce konuk-sever ve insan bir millettir. Türkler, bunun yanısıra medenî’dir, üstelik samimî olarak müslüman bir ulustur. Nihâyet birgün bütün Avrupa’ya Türklerin hâkim olacağını söyleyen Rousseau’ya bakılırsa Türk­ler’in Fransızlar’dan daha insan ve konuksever ol­masının sebebi:

«… başkalarının düşkünlük ve sefâletine karşı yabancı kalmayacak derecede insanlığa daha ya­kın olduklarından (dır) …» [16]

Demek ki Rousseau’ya göre Türkler, dünyâda hiç­bir nimetin ebedî olmadığını bilen basiretli insanlar­dır (dn. 16’daki metni okuyunuz). Bu sebepledir ki düş­künlük ve zaruret içinde bulunanlara yardım elini uza­tarak cömertçe davranırlar ve böylece, «insanlığa daha yakın olduklarını» gösterirler. Ahlâkın en güzel tecel­lîsi de bu değil midir?

Rousseau aynı zamanda Türklerin dindarlığı ve Hz. Mufıammed’in Öğretilerine bağlılığı üzerinde de durmaktadır. Müslümanlık hakkındaki düşüncelerini anlatırken diyor ki:

«… Hz. Muhammedi’m sağlam fikirleri vardı; si­yâsî sistemini iyi esaslara bağladı. Kurduğu hü­kümet (: hâkimiyet), kendisinden sonra gelen halîfeler zamanında (esas) şeklini muhâfaza et­tiği müddetçe, tam bir birlik hâlinde kaldı ve böyle olduğu için de, iyi bir hükümet oldu. Fakat Araplar (: müslümanlar) ikbâle erip medenî (ve) hazza düşkün insanlar oluverince, barbarlar’ın (: yabancı milletlerin) hükmü altına girdiler…»[17]

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Muhammed’kı öğretilerini esas şekliyle koruyan müslüman milletler, bağımsız ola­rak yaşayabilmiştir fakat onun öğretilerini ihmâl ede­rek zevk-ü-sâfâ’ya dalanlar, başka milletlerin boyundu­ruğu altına girmişlerdir. Türkler’in târih boyunca hür olarak yaşamasının sebeplerinden biri de bu olmalıdır.

Hz. Muhammed’in aynı zamanda büyük adamlar’ dan olduğunu çünki akıl ve bilgelik sâhibi bulunduğu­nu belirten Rousseau’ya. göre, her nekadar bâzı inkârcı felsefeler bu gibi «büyük adam» lara kötü gözle bakı­yorsa da, insan bu «büyük adam»ların ortaya koyduk­ları eserdeki kuvvetli dehâya hayran kalmaktadır[18].

Rousseau’nun Türkler hakkındaki görüşlerinden biri de, yakın gelecekte bütün Avrupa’ya, hâkim olacak­ları meselesidir. Çünki, ona göre Türkler, gerçek an­lamda medenî insanlardır; Türklere düşman olanlar ise, bu vasıftan yoksundur[19].

Türkler’den bahs edenlerden biri de Voltaire isimli düşünürdür. Fransız filozoflarından olan Voltaire (1694- 1778), her ne kadar bazen aleyhimizde bulunmuşsa da, Türk kadınları’ndan övgüyle söz etmiş[20] ve Türkler’in, Hz. Muhammedi tarafından konulan kanunlara sadâkatla uyduklarını belirtmiştir :

«… Müslüman dini, aradan 1200 yıl geçtiği hal­de, hâlâ da kurucusu (Hz. Muhammed) zamanındakinin aynıdır. Bizzat (Hz.) Muhammed ta­rafından yazılan yasalar, bugün değerlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Kur’ân adındaki kitaba Türkiye’de olduğu kadar İranda, ve Hindistanda. olduğu kadar Afrika’da da saygı gösterilmektedir; her yerde harfi harfine onun sözle­rine uyarlar…»[21]

Türkler’den hayranlık ve takdirle bahsedenlerden biri de Alman filozofu Schopenhauer (1788-1860)’dir. Pek tanınmış olan İrâde ve Tasavvur Olarak Dünyâ ad­lı eserinde, bütün canlılar’ın irâde ile (: doymak bilmeyen isteme ile) kendilerini devam ettirdiklerini, üstelik vücûdumuzdaki çeşitli organların (msl. gözler, dişler, eller, kollar, bacaklar vs. nin), irâdenin objektivasyonu’ndan (: irâdenin maddîleşmesinden) doğduğunu ve şayet onu kontrol eden akıl olmasaydı, irâde’nin azgın bir at gibi başıboş olarak çeşitli yönlere kaçabileceğini söylemektedir. Böylece akıl, irâdenin dizginidir hükmü­ne ulaşan Schopenhauer’e göre dünyâ milletleri arasında irâde’sini akıl sayesinde en iyi şekilde kontrol eden üç millet var ki bunlardan biri Türkler ve diğerleri de İngilizler ile İspanyollar’dır. İrâde’sini akıl sâyesinde kontrol altında tuttuğu içindir ki Türkler’in her türlü kışkırtma durumlarında dâima serinkanlı olarak dav­randıklarını ve bu sayede meselelerin içyüzünü (: ger­çek durumunu) araştırdıklarından, tahrik’lere aslâ ka­pılmadıklarını ve bu sebepledir ki onurlu ve başları dim­dik bir millet olduğunu vurgulamaktadır[22].

c) Türklerin faziletleri konusunda Batılı gözlemcilerin kanâatları

Sâdece bundan önceki sayfalarda zikredilenler de­ğil, aynı zamanda birçok Avrupalılar daha var ki, on­lar da Türklerin faziletleri üzerinde şâhitlik etmektedir. Milâdî 16 ncı asırdan itibâren Türkiye’ye gelen ve müşahedelerini (─seyahat hatıraları olarak─) yayınla­yan bu kimseler, Türkler’i yakından tanımış olanlardır. Dolayısıyla bu tür gözlemcilerin de özel olarak zikre­dilmesi icap ediyor. Onlara dair örnekler verecek olur­sak :

17 nci asırda İstanbul’da İngiliz elçiliğinde sekre­ter olarak beş yıl kadar çalışan ve bu arada Türkçe öğ­renmiş bulunan Ricaut (: Riko)’nun Türkiye hakkın­da yazdığı eser, Türkîerin Siyâsi Düsturları adıyla ter­cüme olunmuştur[23]. Burada diyor ki:

«… Türkler’in karşılıklı olarak uydukları mede­niyet kurallan’nm Roma’daki veya herhangi bir hıristiyan kentindekilerden farkı yoktur. Yüksek mevkileri işgal edenler, göstermek zorunda olduk­ları saygı ve nezâket’in sınırlarını asla aşmak (: aşırı tevâzu göstermek) istemezler; aksi tak­dirde bu saygı’nın dalkavukluk şeklinde yorum­lanacağını iyi bilirler…» [24]

«… Türkler’in yaşama tarzlarında çok temiz ol­dukları; temizlik ve ibâdet hususlarında çok ti­tiz davrandıkları bir gerçektir…»[25]

Görülüyor ki Ricaut’ya göre Türkler’in üç tane özelliği var ki birincisi medeniyet kuralları’na, uymak, İkincisi ağır başlı tevâzu ve üçüncüsü de temizlik’tir.

Esâsında 16 ncı asırdan itibâren Türkiye’yi ziyaret ederek inceleyen ve hayran kalan başka seyyahlar da yok değildir. Nitekim rahmetli târihçilerimizden İsmâil Hâmi Dânişmend, onaltıncı asırdan itibâren Türkiye’yi yakından tanıyan Avrupalı seyyahlar’ın eserlerini top­lamış ve bunlardan çıkardığı notlara dayanarak: Garp Menbâalanna Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı isminde bir eser yayınlamıştır. Buradaki örneklerden birkaç tanesini aktaracak olursak:

Onaltıncı asır seyyahlarından biri olarak Türkiye’­ye gelen Villamont (: Vilâmon) diyor ki:

«… Türkler, sulh zamanlarında gayet halim-selim (: yumuşak ve uysal) olurlar… fakat harbe gitmek icap edince, düşmanlarına karşı şecâat ve cesaretleriyle göz kamaştırmasını çok iyi bi­lirler…» [26]

Onyedinci asırda Du Loir (: Dü Luâr) ise Türklerin özellikle ahlâk bakımından üstünlüğünü, şu sözlerle di­le getirmekteydi:

«… Hiç şüphesiz ki Türk siyâseti ile Türk mede­nî hayâtı, ahlâk bakımından bütün cihâna örnek olabilecek vaziyettedir…» [27]

Onsekizinci asır seyyahlarından Comte De Marsigli (: Kont dö Marsilyi) Türklerin başlıca iki özelliğine işâ- ret etmek üzere diyor ki:

«… Türkler, hiçbir din farkı gözetmeksizin, bü­tün yabancılara karşı son derece misâfir-perver (: konuk sever) ’dirler… »[28]

Onsekizinci asır seyyahlarından olup Türkiye’de bulunan Thomton (Tomton) ise, Türklerin ağır başlı insanlar olduklarını şöylece belirtiyordu :

«… Türkler, ağır başlı ve düşünceli insanlar­dır…»[29]

Yine onsekizinci asır seyyahlarından olan Le Bryn (: Lö Brön), Türk erkekleri ile Türk kadınlarının muh­teşem yapılı insanlar olduğuna dikkat etmişti ve bu ko­nuda diyordu ki:

«… Türkler, umumiyet itibariyle boylu boslu, gü­zel yapılı adamlardır; … kadınlar’ı da aynı vazi­yettedir : Boylan ile yürüyüşlerinin ihtişâmı er­kekler’inkinden aşağı değildir…»[30]

Ondokuzuneu asır seyyahlarından olan Ubicini (: Ubisini), tıpkı daha öncekilerin temas ettiği gibi Türklerin insanlık dostu olduğunu şu sözlerle belirt­mekteydi :

«… Bugün (─Avrupalılar tarafından─) hâlâ barbar sayılan Türkler kadar … insaniyet-perver (: insanlığı seven) bir millet bilmiyorum…»[31]

Görülüyor ki daha onaltmcı asırdan itibâren birçok Avrupalı gezginler, Türkiye’de bulundukları sırada

Türk milletinin fazilet ve ahlâk bakımından üstünlü­ğünü fark etmişler ve buna hayranlık duymuşlardır.

Bu örneklere ilâve olarak Prof. Dr. Berna Moran tarafından 1964 te yayınlanan bir Bibliografya[32]  saye­sinde, Türklerin lehinde görüşler ileri süren bâzı eser­lerin isimlerini ve muhtevâlarını öğrenmekteyiz. Mese­lâ Johannes Boermus’un (─1555 yılında İngilizce ter­cümesi yayınlanan─) eserinde Türklerin meziyetlerin­den. örnekler verilmektedir. Boermus’un takdirle bah­settiği bu meziyetlerden olmak üzere Türklerin lüks’e düşkün olmadıkları, adâlet konusunda titiz davrandık­ları ve karı-koca arasında dâimâ saygı bulunduğu anlatılmaktadır[33].

Aynı şekilde 16 ncı asırda yayınlanan fakat müel­lifi bilinmeyen bir eserde Türklerin başarılan izah edil­mekte ve Türkler’in gurur, tamahkârlık, şehvet, obur­luk, tembellik, hiddet ve haset gibi kötü davranışları günah saydıkları anlatılmaktadır[34].

Yine 16 ncı asırda Giovanni Botero’nun eserinde ise, Türkler’in savaş sırasında her zaman temkinli (: tedbirli) ve çok sür’atli davrandıkları, hükümdarla­rın dâimâ ordunun başında bulunduğu izah edildikten sonra Türk’lerin özellikle gürültü’den hoşlanmadıkları ve sessizliği tercih ettikleri hattâ, gece gürültü yap­maktansa, esirlerin kaçmasına bile göz yumdukları ifâ­de edilmektedir[35]

Keza 16 ncı asırda yaşamış olan René De Lusinge’- in eserinde Türkler arasındaki birliğin müslümtmkk sayesinde korunduğu, adâlet’in iyi tatlbik edildiği ve asiller sınıfının doğmasına izin verilmediği anlatılmak­tadır[36]

Nihayet 17 nci asırda Jean De Thevenot’mm seya­hatnamesinde Türklerin endamından, kuvvetinden, (güzel) giyinmesinden, birbirlerini selâmladıklarından ve kadınlarının güzelliği ile giyinişlerinden bahs edil­mektedir[37]

Bu saydıklarımızdan başka, Türk milletinin er­demlerine hayranlık duyan diğer şahsiyetlere gelince: Meselâ Lamartîne (1790-1869), Pierre Laf fite (1823- 1903), Pierre Loti (1850-1923), Auguste Comte (1857- 1941), ve Claude Farrére (1876-1957) gibi edipler ve fi­lozoflar, Türkler’den hayranlıkla söz etmişlerdir[38]. Bu paragrafta zikredilen şahsiyetleri andıktan sonra, ünlü Türk düşünürü Ziyâ Gökalp (1875-1924) diyor ki:

«… Biz Türkler, çağdaş medeniyetin akıl ve ilmi ile donanmış olarak bir Türk-İslâm Kültürü ya­ratmaya çalışmalıyız… »[39]

Gerçekte Türk milletinin zihin ve ruh yapısı, (─saydığımız bütün bu örneklerin de gösterdiği üze­re─), Türk-İslâm Düşüncesi’nin kurulmasına elverişli­dir. Çünki, milâdî dokuzuncu asırdan itibaren yetişmiş olan Türk filozoftan vardır ve Türkler bunun yanısıra bâzı İslâm füozofları’nı da himâye etmek suretiyle, felsefe dostu olduklarını şüphe götürmez bir şekilde ve açıkça belgelemişlerdir.

Türkler’in filozof yetiştiren ve kendine mahsus bilge’lere sahip olduğunu vurgulayan (─Arap asıllı─) bir fikir tarihçisinin sözlerini de burada hatırlatmamız lâzımdır. Mes’ûdî (öl. 956) ismini taşıyan ve Klasik Kaynaklar’dan birinin yazarı olan bu müellif diyor ki :

«… Yeryüzünde filozof (: bilge) yetiştiren yedi millet var ki bunlar da : Türkler, Araplar, İranlı­lar, Yunanlılar, Hindliler, İbrânîler ve Çinliler’ dir…» [40]

 

İkinci Bölüm

MİLLİ DÜŞÜNCE OLARAK TÜRK – İSLÂM FELSEFESİ

Türkler madem ki felsefe’nin temel şartı olan ah­lâk, fazilet ve müsamaha bakımlarından seçkin bir mil­lettir ve madem ki Türkler, (─Mes’ûdî’nin işaret ettiği üzere─) filozof yetiştiren uluslardan biridir, o halde bugün Avrupa, milletlerindeki gibi bir millî felsefe’ye hak kazanmıştır ki o da Türk-İslâm Felsefesi’dir. Bu deyim, pek tabiî olarak İslâm Felsefesi’ne özellikle Türk kültürü açısından bakmak ve bu felsefeye Türklerin katkılarım dikkate almak mânâsına da gelmektedir. Böyle bir telâkkinin daha açık olarak anlaşılabilmesi için, Türk ve İslâm kavramları arasındaki bağlantıya dikkat etmek gerekir.

Türkler arasında İslâm inançlarının (─münferit olaylar şeklinde─) daha 7 nci asırdan itibâren yayıl­mağa başladığını fakat 9 uncu ve özellikle 10 uncu asır­dan itibâren kitleler halinde Türklerin müslümanlaştığını görmekteyiz. O tarihlerden itibâren İslâmiyet bil­hassa Türkler sâyesinde nüfuz sâhalarını genişlettiği gibi, Türkler de kendi içlerindeki birlik ve bütünlüğü sağlamış, hattâ Selçuklular ve özellikle Osmanlılar dev­rinde birçok İslâm milletleri bunun nimetlerinden fay­dalanmışlardır. Şu halde Türkler ve İslâmiyet, aynı ger­çeğin iki ayrı görüntüsünden ibarettir, tıpkı yazı ve tura gibi. Nitekim bunlardan biri silindiği takdirde, ötekinin de hükmü kalmamakta yahut değeri azalmak­tadır.

Bu tür hususlar gösteriyor ki Türkler ile İslâmiyet arasındaki bağlantılar, hem organik hem de târihî’dır. Nitekim İslâmiyetten önceki Câhiliye çağı’nda yazılmış Arap şiirleri’nde Türkler’den bazen hayranlık ve bazen de korku ile bahsedilmesi[41], ayrıca Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadis’ler[42] sayesinde Türkler ile İslâmiyet arasındaki bağlantının (ve dolayısıyla sentez’in) şart­ları, çok eskiden beri ortaya çıkmış bulunuyordu. Fakat böyle bir sentezin özellikle felsefe açısından imkânı ne­dir? Bunu gösterebilmek üzere, Türk-İslâm Felsefesi deyimini tahlil etmek zorundayız.

a) Türk – İslâm Felsefesi deyimindeki TÜRK kelimesinin amacı

Türk milleti, tarih boyunca çeşitli kültürlerin et­kisinde kalmıştır; bunlardan biri de İslâm kültürü’dür. Diğer kültürler arasında en çok İslâm inancıdır ki Türkler’in dünyâ görüşüne ve ruh yapısına uygun düş­tüğü için, hâlen yeryüzünde Türkler’in büyük çoğunlu­ğu müslüman’dır. Gerek bugün, gerekse tarihte İslâm dinine en çok yardımcı olan millet de Türkler olmuştur. Nitekim Eyyûbiler devrinin şâirlerinden olan İbn Senâ- ül-Mülk diyor ki: «… Arap milleti, Türklerin devletiy­le yüceldi…» [43]

Görülüyor ki Türkler, iştirâk ettikleri bir medeni­yet ve kültürün yükselmesine yardım etmiş fakat bu yardım sırasında kendi yararlarından çok başka millet­lerin yararım düşünmüştür [44].

Bir kültürün başka bir kültürü etkilemesi ve enin­de sonunda millî olan kültürün başka bir yabancı kül­tür tarafından silinip yok edilmesi tarihte rastlanmamış bir olay değildir. Fakat bunun istisnâlarını gösterecek örnekler, muhtelif milletlerin mevcûdiyetlerini hâlen devam ettirmelerinde bulunmaktadır. Nitekim Hıristiyanlık potasında eritilmiş göründüğü halde Rönesans’­tan sonra Avrupada millî devletler kurulmağa başlama­sı, Avrupa milletlerinin millî kültürlerine dönüş yap­mağa başlamaları ve Kilise otoritesinin gittikçe zayıf­lamasıyla mümkün olmuştur.

İslâmiyet potasında erimiş görünmesine rağmen Türkler’in de millî şuur’unu aslâ kaybetmediği, birçok İslâm ülkelerinde idâri ve özellikle askerî teşkilatta ön­derlik etmeleriyle sâbittir. Fakat bu durum, felsefe ve ilim hareketlerinde ancak epifenomen olarak (: arka plânda) tezahür etmekteydi. Çünki ümmetçilik görü­şünde kavmiyet fikrine itibâr edilmediği, (─hattâ böy­le bir fikir, şiddetli bir muhâlefetle karşılandığı─) için, asırlarca evvel Türk kökenli filozof ve bilginlerin kavmiyetçi davranışları söz konusu olamazdı. Buna rağ­men Fârabî  (öl. 950) gibi bir Türk filozofu, hiç olmazsa tavırlarıyla ve giyinişiyle istisnâ teşkil edebiliyordu zi­ra, klasik kaynakların ifâdesine göre dâimâ Türk kıyâ fetiyle (: alâ zeyy il-Etrâk) dolaşmaktaydı, (bkz. br. dn. 118’de göst. yer.)

Türkçe’nin, milâdî VIII. asır dolaylarında ve sonra­ları (uzun bir süre), felsefe ve ilim kitapları yazmağa elverişli bir durumda olmaması, o sıralarda İslâm dü­şüncesinin ortak dili sayılan Arapça’ya büyük bir im­kân sağlamıştı. Arapça, gerçi milâdî VII. ve VIII. inci asırlarda felsefe ve ilim lisanı hüviyetinde değildi fakat belli bir kök’ten (─düzenli olarak─) birçok kelimeler türetilebilecek yapıya sâhip bulunması sebebiyle, düşü­nürler ve bilginler, ifâde vâsıtası olarak Arapça’nın öne­mini ve sağladığı kolaylıkları fark etmişlerdi. O sıralar­da sâdece şiir’lerde ve lugat’larda mevcut olan ve felsefî-ilmî hiçbir muhtevası bulunmayan kelimeler, ancak filozoflar ve bilginler sâyesinde felsefî ve ilmî bir muhtevâ kazanmağa başlamıştı. Hulâsa, o devrin ilim ve kültür lisânı Arapça olduğu içindir ki, İslâm dünyâsın­da yetişen filozofların hemen hepsi Arapça (─ve pek az olmak üzere Farsça─) yazmışlardır[iii]. Tabiatiyle, bu­nun benzeri bir durum Avrupa milletlerinde de görül­mekteydi çünki onlar da (─millî lisanlarına değil─), kendi kültür çevrelerinin ortak dili olan Latince’ye da­yanmaktaydılar. (—Nitekim Avrupalılar, 17 nci ve hat­tâ 18 nci asra kadar, birçok eserlerini Latince yazmış­lardır.) Fakat nasıl ki Hıristiyan Ortaçağ düşünürleri Latince yazdıkları için Latin felsefesi deyimi kullanıl­mıyorsa, aynı şekilde müslüman (─fakat Arap olma­yan─) düşünürlerin Arapça yazmalarından dolayı da, Arap felsefesi deyimini kullanmak caiz değildir. Oysa bu sahada ilmi araştırmaların başladığı birbuçuk asır­dan beri bâzı Avrupalı oriantalistler, bütün İslâm mil­letlerine mensup filozofların Arapça eserler yazdıkları­na bakarak, önceleri Arap felsefesi[45] deyimini kullan­maktaydı. Meselâ Schmölders’m 1836 ve 1842 yılların­da yayınladığı iki araştırma, Arap felsefesi unvanını ta­şımaktaydı45/a-b. Aynı şekilde Ritter’m eseri de böyle bir unvanla yayınlanmıştı45/c O’Leary’nin kullandığı Arap Düşüncesi deyimi45/d ile Quadri’nin kullandığı Arap Felsefesi deyimi45/e böyle bir zihniyetin sonucu olma­lıydı. Nihâyet Horten’in Arap felsefesi45/f ve Hernandez’in de aynı şekilde Arap felsefesi deyimini kullanma­sı45/g, bu zincire eklenmiş olan halkalardır. Bunlar ara­sında en tuhafı da, mantık gibi bir felsefe disiplinine Arap damgasının vurulmağa kalkışılmasıdır. Nitekim, halen Amerikan üniversitelerinde felsefe profesörlüğü yapan (─Yahudi asıllı) Nicolas Rescher’in mantık sa­hasında yayınladığı iki eser, Arap Mantığı ismini taşı­maktadır45/h-ı.

Avrupalı oriantalistlerin zihnine (─her nasılsa─) yerleşmiş olan Arap felsefesi deyimi (ve dolayısıyla te­lâkkisi), «kavmiyetçi» bâzı Araplarda da görülmekte­dir[46]. Nitekim onlar arasında Tantavî Cevheri’nin eseri, Arap Felsefesi ismini taşımaktaydı46/a. Hıristiyan Arap­lardan olan Yuhannâ Kumeyr’m. kitabı ise, Arap Filo­zofları adıyla yayınlanmıştı46/b. Ayrıca Kemâl el-Yazıcı ile A.G. Kerem’in ortaklaşa yayınladıkları eser, Arap Felsefesi unvânını taşımaktaydı46/c. Yine bunlar gibi, M. el-Fahûrî ile Halil el-Curr’un birlikte hazırlaÿıp neşret­tikleri kitabın unvanı, Arap Felsefesi Tarihi şeklindey­di46/d. Nihâyet H. Serouya’mn Arap Düşüncesi adlı eseriyle46/e, Omar Farruh’un Arap Tefekkürü Târihi adlı eser46/f Arap âleminde aynı telâkkinin işâret ve örnek­lerini teşkil etmektedir. Gâliba onlara göre İslâm Felse­fesi, gerçekte bir Arap Felsefesi sayılmaktaydı. Fakat aralarında sâdece bir tanesi, hepsinden ayrı ve tipik bir örnek teşkil etmekteydi ki, o da Abdûh el-ŞimâVi tara­fından yayınlaman Arap-İslâm Felsefesi Tarihi isimli kitaptır[47].

Arap Felsefesi deyiminin maksada uygun düşmedi­ği, çünki bu çerçevedeki bütün filozofların ve bilginlerin Arap olmadığı, (─hem Avrupalı oriantalistler, hem de kavmiyetçi Arap felsefecileri tarafından─) fark edilin­ce, bu sefer İslâm Felsefesi (─ve onunla eş anlamlı ola­rak İslâm Düşüncesi─) deyimini kullanmağa başladı­lar[48]. Bu ikinci telâkki, önce Avrupalı oriantalistler son­ra da onları taklit ettiği anlaşılan Arap asıllı araştırıcı­lar (─ve hattâ bâzı Türk araştırıcılar─) tarafından da benimsenmiş bulunuyordu.

Avrupalı araştırıcılar arasında İslâm Felsefesi (veyâ İslâm Düşüncesi) deyimini, yazdıkları eserlerde kul­lananlara örnek olarak, G. Dugat’nın İslâm Filozofları­nın ve Kelâmcılarının Târihi adlı eserini gösterebiliriz ki bu kitap, 1878 tarihinde yayınlanmış bulunmaktay­dı48/a. Onu takip ederek L. Gauthier (1900 yılında) neş­rettiği esere İslâm Felsefesi adını vermişti48/b. Yine bu sıralarda De Boer’in İslâmda Felsefe Tarihi adındaki pek meşhur kitabı 1901’de yayınlanmıştı48/c. Birkaç yıl sonra da Parkinson’un kitabı, İslâm Felsefesi Hakkında Denemeler ismini taşımaktaydı48/d. Göldziher ise Orta­çağda İslâm … Felsefesi adlı kitabım 1909 senesinde neşretmişti48/e. Bunun ardından da Carra De Vaux isim­li araştırıcı, İslâm Düşünürleri ismi altında, beş cildlik bir eser yayınlamıştı48/f. Hemen hemen aynı yıllarda (1923 senesinde) L. Gauthier’nm bir eserini daha görmekteyiz ki bu da İslâm Felsefesi Araştırmasına Giriş ismini taşımaktaydı48/g. Nihayet bu konuda birkaç örnek daha verecek olursak, M. Horten’in 1923’te yayınla­dığı İslâm Felsefesi adlı yazıyı48/h ayrıca Walzer’m İs­lâm Felsefesi ismini taşıyan makalesini48, sonra da L. Gauthier’nin Çağlar Boyunca İslâm Düşüncesi48/j adlı kitabını zikretmeliyiz ki bu eserin neşir tarihi, 1957’dir. Aynı şekilde L. Gardet’nin 1959 senesinde yayınlanan bir incelemesi, İslâm Felsefesi Meselesi48/k ismini taşı­maktaydı. Nihayet M. Watt taralından İslâm Felsefesi ve Kelâmı48/l adıyla yayınlanan (─ve Türkçeye çevril­miş bulunan─) eser ile, H. Corbin tarafından 1964’te İslâm Felsefesi Tarihi48/m ismiyle neşredilen (ve Türk­çeye çevrilmiş olan) kitabı zikretmeliyiz.

Görülüyor ki İslâm Felsefesi (veya İslâm Düşünce­si) gibi deyimler, Avrupalı oriantalistler tarafından, da­ha 1878 tarihlerinden bu yana (─fakat özellikle 1900’lerden sonra─) kullanılmaktaydı.

Yukarda belirtmiştik ki İslâm Felsefesi deyimini benimseyen Arap asıllı araştırıcılar da vardır[49]. Meselâ Lutfi Cumua’nın eseri Doğuda ve Batıda İslâm Filozof­larının Tarihi49/a ismini taşımaktaydı. Cevzî ise, İslâm da Fikir Hareketlerinin Tarihi49/b adıyla bir eser yayın­lamıştı. Mustafa Abdürrazık Paşa’nın pek çok tutunmuş eseri olan İslâm Felsefesi Tarihi49/c, iki cild halinde ya­yınlanmıştı. Tanınmış isimlerden biri olan İbrahim Madkûr dahi, İslâm, Felsefesi49/d deyimini kullanmaktay­dı. Daha sonra Abdülhalim Mahmud’un iki ciltlik ese­ri olan İslâmda Felsefî Düşünce49/e adlı eseriyle, Ehvârez’nin İslâm Felsefesi49/f adında İngilizce olarak yayın­ladığı eseri görmekteyiz. Nihayet M. Şerif’in (çeşitli araştırıcıların contribution’larıyla) neşrettiği İslâm Felsefesi Tarihi49/g ve bir de (─İranlı araştırıcı─) S.H. Nasr’m yayınladığı Üç İslâm Bilgesi49/h adlı eserler, bu­na dâir örneklerdendir. (Son iki eser, İngilizce olarak yayınlanmıştır.) Demek ki İslâm dünyâsındaki Arap (ve bir tanesi de İranlı) araştırıcılardan bir kısmı, (─tıpkı Avrupalı bâzı oriantalistler gibi─) İslâm Felsefesi deyimini benimsemişlerdi.

Nihâyet bâzı Türk araştırıcılar da, İslâm Felsefesi deyimini kabûl ederek, bu ismi taşıyan eserler yayınla­mışlardır[50].

Sonuç olarak, aşağı yukarı birbuçuk asırdan beri önce Avrupalı oriantalistlerin sonra da onları bu konu­da takip eden Doğulu (müslüman) araştırıcıların, bir­çok İslâm milletlerini sinesinde barındıran İslâm dün­yâsındaki felsefe hareketlerine Arap damgası vurmağa çalışmalarını Türk düşüncesi bakımından objektif ve il­mi bir gerekçe olarak kabûl etmek, elbette ki mümkün değildir. Kaldı ki Avrupalı oriantalistler, uzun süre kul­lanmakta isrâr ettikleri Arap Felsefesi veyâ Arap İlmî gibi deyimlerin yanlışlığım fark ederek, bu sefer İslâm Felsefesi veyâ İslâm Düşüncesi gibi deyimler kullanma­ğa başlamışlardı. Bu tavır değişikliğine rağmen Avrupalı oriantalistler, İslâm Felsefesi çerçevesinde Türklerin katkılarını görmemekte (─veyâ görmezlikten gelmek­te─) devam etmişlerdir. Nitekim M. Watt, bunun tipik örneklerinden biridir[51].

Onların telâkkisinin İslâm dünyâsını kısmen teşkil eden Arap milletleri için yönlendirici olduğunu söyle­mek de kâbil değildir: Dıştan bakıldığı zaman, İslâmiyetin «kavmiyetçi» görünmemeğe çalışan telâkkisi şüp­he yok ki İslâm Felsefesi deyimini maksada uygun ve haklı göstermek için kâfiydi. Bu sebepledir ki Türkiye’­de bile çok kimseler, İslâm Felsefesi deyimini benimse­miş bulunuyordu (bkz. dn.50). Ne var ki bu telâkki, ─şâyet bâzı Arap asıllı çağdaş felsefeciler de Arap Fel­sefesi deyimi yerine İslâm Felsefesi deyimini ittifakla kullanmış olsaydılar─, elbette ki haklı görülebilirdi. O halde, şimdiki Araplar’ın bile tamâmen sâhip çıkmak istemediği İslâm Felsefesi deyimi yerine Arap Felsefesi deyimini kullanmalarına karşılık, Araplar’dan iktibas (─ve şüphesiz ki en iyi şekilde temsil) ettiğimiz İslâ­miyet’in sâdece Arap milletleriyle değil özellikle Türk milleti ile de mezc edilebileceğini ileri sürmek, hiç ol­mazsa kültür milliyetçiliği bakımından sakıncalı sayıl­mamalıdır.

Arap âleminde El-Felsefetül-Arabiyye (: Arap Fel­sefesi) şeklinde bugün bile kullanılan bâzı deyimler, (bkz. br. dn.46’da zikredilen eserler), Arapların İslâ­miyet ile Araplık (: Din ve kavmiyet) arasında bir fark gözetmedikleri izlenimini de vermektedir. Şayet aksi varit olsaydı, El-Felsefetül-Arabiyye el-İslâmiyye (: Arap-İslâm Felsefesi) deyimi üzerinde isrâr etmeleri­ni beklemek gerekirdi ki, bildiğim kadarıyla buna dâir bir örnek Abduh el-Şimâlî tarafından 1960 senesinde yayınlanmış bulunan ve Arap-İslâm Felsefesi unvanım taşıyan eserde görülmektedir (bkz. br. dn.47’de zikre­dilen eser). Hatırlatalım ki aynı zamanda (─İslâm kültürü ile tarihî ilişkileri bulunan─) bâzı Hıristiyan araştırıcılar bile, bu fenomene millî bir açıdan bakmış­tır. Meselâ İspanyol araştırıcılardan Cruz Hernandez’in (İspanyolca olarak) yayınladığı eser İspanyol-İslâm Fel­sefesi[52] ismini taşımaktadır. Çünki İspanya, bir zaman­lar Müslüman’lar idâresindeydi ve Endülüs (Andalusia) adıyla anılmaktaydı. İspanyol araştırıcılar müslüman kültürünün geliştiği ülkelerden biri olduğu için İslâm Felsefe ve ilmine dâimâ İspanya açısından bakmak lüzûmunu hissetmişlerdir. Nitekim İspanyada yetişen dü­şünürler arasında İbnül-Arabî (öl. 1240) hakkında ilk araştırmalar, İspanyol bilginlerinden Miguel Asin Palacios tarafından yapılmıştır[53]. Aynı şekilde Endülüste ye­tişen filozof İbn Bâcce (öl. 1138) hakkındaki ilk ilmi araştırmalar da bu bilgine (Palacios’a) aittir[54].

O halde bizler de, tıpkı daha önce Cruz Hernandez’in 1957’de çıkan İspanyöl-İslâm Felsefesi (bkz. br. dn.52) adlı eserinde ve ayrıca, Abduh el-Şimâlî’mn 1960’da yayınlanan Arap-İslâm Felsefesi (bkz. br. dn.47) isim­li kitabında olduğu gibi, İslâm Felsefesi denilen saha­ya Türk kültürü açısından bakmak süratiyle Türk-İslâm Felsefesi deyimini kullanmalıyız. Bu deyim, bir ba­kıma «millî felsefe»mizi ifâde etmiş olacaktır.

Günümüzdeki bu endîşenin başlangıcı, gerçekte çok daha eskilere dayanmaktadır. Fakat o zamanlar Türk kelimesi yerine Osmanlı kelimesi kullanılmaktay­dı. Meselâ :

Onaltıncı asırda yaşamış fikir tarihçimiz Taşköprülü-zâde (öl. 1561) Osmanh Devletinde Bilginler[55] adlı bir eser yazmıştı ki burada, Osman Gâzi’den Kânûnî Süleyman devrine (14 üncü asırdan 16 ncı asra) kadar Osmanlı imparatorluğu hudutları içinde yetişmiş (─ço­ğunlukla Türk─) bilgin ve düşünürlerden bahset­mekteydi.

Mehmed Süreyya (öl. 1909)’nın Sicill-i Osmânî adlı (dört ciltlik) eseriyse, Osmanlı Türkleri zamanında (m. 14 üncü asırdan m. 20 nci asra kadar) gelip geç­miş Türk düşünürlerini anlatmaktadır. Bu kitabın ya­yın tarihi, h. 1308 (m. 1890) ’dır[56].

Bursalı Tâhir (1861-1925)’in Osmanlı Müellifleri adlı (üç ciltlik) kitabıysa, 1916 yılında yayınlanmıştır. Bunun birinci cildinde sûfiler, ikincisinde şâirler ve üçüncüsünde ise tarihçiler, matematikçiler vs. üzerinde durulmaktadır. (Bu eserin latin harfleriyle de bir neşri vardır ve Anıl Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.)[57].

Türk düşüncesi ve kültürü hakkında Osmanlılar zamanında yayınlanan bu gibi eserlerin unvanlarında Türk isminin bulunmamasının iki sebebi vardır: Önce, Türkler’in bugüne kadar 16 imparatorluk ve 100’den fazla devlet kurduklarını hatırlayacak olursak, bu dev­letlerin isimlerinden bir kısmının şahıs veyâ âile adla­rından (msl. Selçuk isminden dolayı Selçuklular ve Os­man Gazinin isminden dolayı Osmanlılar gibi); bir kıs­mının da yurt isimlerinden türediği anlaşılmaktadır, (msl. Anadolu Selçukluları, Suriye Selçukluları, Gazneliler, Harizmşahlar gibi.) Görülüyor ki Türkler ─İs­lâm inançlarını paylaştıktan sonra─ kurdukları devlet ve imparatorluklarda Türk ismini zâten kullanmıyor­du. Dolayısıyla, aynı şekilde bir Türk devleti (─sonra­dan da imparatorluğu─) olan Osmanlılar dahî bu ge­leneği devam ettirmişti. Şu halde Osmanlılar devrinde yaşamış olan Türk bilginleri ve filozofları’ndan bahse­den eserlerin Osmanlı unvanını taşımasının birinci se­bebi buydu fakat bu tür unvanlardaki Osmanlı kelime­si, yine de Türk mânâsında kullanılmış oluyordu.

Bu gibi eserlerde Türk isminin kullanılmamasının ikinci sebebine gelince: Osmanlı Türkleri zamanında (yani, 14 üncü asırdan 20 nci asrın başlarına kadar), atalarımızın himâye ve idâresindeki İslâm milletleri için izlenen kültür politikası’nda kavmiyet (: milliyet­çilik) fikrinin açıkça bulunması elbette ki doğru ve mümkün olamazdı. Fakat 20 nci asır başlarından itibâren Avrupalılar tarafından, Osmanlılar himâyesindeki milletlere aşılanan kavmiyet (: milliyetçilik) fikri se­bebiyle birçok müslüman milletler Türklerin himâyesinden ayrılmak amacıyla milliyetçilik fikrine rağbet ettiklerinden ve (daha önce örneklerini gördüğümüz gi­bi) Arap ismini benimsediklerinden, 20 nci asır Tür­kiye’sinde yayınlanan ilim ve düşünce tarihlerinde Türk isminin kullanılmasında herhangi bir sakınca kalmadığı gibi, üstelik gerekli de olmuştur. Bu vesiley­le hatırlatalım ki Türk düşünce ve ilmine ait olup ta unvânında Türk ismini taşıyan ilk yazı, 1898 yılında Bur­salı Tahir tarafından yayınlanan Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri adlı incelemesidir (aş. bkz.) Fakat Avrupalılar’ın yirminci asırda yayınladıkları ve kendi «millî felsefelerinden bahseden eserler: Fransız Felse­fesi, İngiliz Felsefesi gibi isimler taşımaktadır. Şu fark­la ki Türkiye’de neşredilen (ve isimlerini yukarda andı­ğımız) eserler, felsefî endişeyle yazılmış olmayıp, sâde­ce biyografiler ihtivâ eden ansiklopedik kitaplardır. Oy­sa Avrupada (20 nci asırdan itibâren) yayınlanan bu tür kitaplar, bir çeşit felsefe tarihi niteliğindedir.

Çağdaş Türkiyede millî felsefe’ye doğru atılan ilk adımların tarihi, 1898 yılına kadar uzanmaktadır. Nite­kim bu târihlerden itibaren bâzı kitapların unvanların­da Türk kelimesi bulunmaktadır. Örnek olarak Bursalı Mehmet T âhir (öl. 1926)’in bir eserini zikredebiliriz ki burada, Türklerin, ilimlere ve fenlere hizmetleri»[58] an­latılmaktadır ve bu eser, onun diğer meşhur eserinde[59] zikredilmiştir

Yirminci asırda Türkiye’deki felsefe yayınlan ara­sında, eserinin kapağına Türk kelimesini yerleştiren fel­sefe üstadlarımızdan biri de, rahmetli Prof. Mehmet Ali Aynî’dir[60].

Mehmed Ali Aynî (1869-1945) ’nin Türk Mantıkçı­ları (adıyla eski harflerle, 1928’de) yayınladığı makâlede“, Osmanlılar devrinde yetişen Türk mantıkçıları an­latılmaktadır. Meselâ Sâdeddin Teftâzânî (öl. 1389), Seyyid Şerif Cürcânî (öl. 1413), Molla Fenârî (: Şemseddin Mehmed Fenârî: öl. 1340), Hocazâde (öl. 1487/ 88) ve Hayâli Beğ (öl. 1470), bunlar arasındadır.

Mehmed Ali Aynî’nin bir de Türk Ahlâkçıları adlı eseri var ki[61] iki cild hâlinde, 1939 yılında yayınlanan bu eserin ilk cildinde dokuz tane Türk ahlâkçısı’nin eserlerinden seçilmiş parçalar verilmiştir. İkinci cildte ise onbeş tane Türk ahlâkçısı’ndan metinler aktarılmış­tır. Eserine, önce Âşık Paşa (1272-1333)’nın Garipnâme adlı kitabıyla başlamakta ve çeşitli vesilelerle yorumlar yapmaktadır.

Prof. Mehmed Ali Aynî, şüphesiz ki millî felsefemiz olanı Türk-İslâm Felsefesi’nin öncülerinden biridir. Ni­tekim bu sahadaki eserlerinden biri de, Türk düşünür­lerinden olan İsmâil Hakkı Bursavî (1653-1724) hak­kında yazdığı kitaptır : Türk Azizleri -1; İsmail Hakkı[62] ismini taşıyan bu esere hazırlık olmak üzere, 1926 se­nesinde A.B.D.’nin Massachussets eyâletinde toplanan 16 ncı Uluslar-arası Felsefe Kongresine Türk delegesi olarak katılmış ve Harward üniversitesinde Bursalı İs­mail Hakkı üzerine, (─İngilizce olarak─) bir tebliğ sunmuştur. Sonradan bu tebliği biraz daha genişletmiş ve (─fransızca olarak─) 1933 yılında Paris’de (Librai­rie Orientaliste Paul Guetner vasıtasıyla) yayınlamıştı. Nihayet 1944 yılında da, en geniş şekliyle Türkçe ola­rak yayınladığı bu eserde (bkz. dn.62) İsmâil Hakkı Bursavî’nin biyografisi, eserleri ve felsefî görüşleri izah edilmektedir.

Hilmi Zıya Ülken (1901-1974)’in de bu sâhada iki eseri vardır : Birincisi Türk Tefekkür Tarihi adını taşı­makta olup [63], İkincisi de Türk Filozofları Antolojisi is­miyle (iki cild olarak) neşredilmiştir[64]. Bu son esenle Fârâbî, İbn Sînâ, Şihâbeddm Sühreverdî, Kınalızâde Ali, Hasan el-Kûfî, Lütfi Paşa, Koca Sekbanbaşı, Nahîfî, Mustafa Paşa, Bedreddin Simâvî, Eşref Rûmî, Erzurum­lu İbrâhim Hakkı ve Bursalı İsmail Hakkı gibi Türk dü­şünürlerinin eserlerinden tercümeler verilmektedir. H. Z. Ülken bunlara ilâve olarak millî felsefemiz sayılan Türk-İslâm Felsefesi’nin inşâsında önemli adımlar atmıştır. Fakat daha önce zikredilen bâzı eserlerinde (bkz. br. dn. 60), dâima İslâm Felsefesi veya İslâm Düşün­cesi deyimini benimsemiştir. Nihâyet H. Z. Ülken’in eserlerinden biri de, Türkiyede Çağdaş Düşünce ismini taşımaktadır[65].

Adnan Adıvar (1882-1955)’ın önce 1939’da Fran­sızca olarak yayınlanan[66] ve sonra da (kendisi tarafın­dan) Türkçeye çevrilen bir eseri, Osmanlı Türklerinde İlim66/* adını taşımaktaydı.

Yaklaşık olarak hepsi de 20’ncı asrın mahsûlü olan bu eserlerin adlarına dikkat edecek olursak anlaşılır ki bunlar arasmda Türk ismini taşıyanlar, Mehmet Ali Aynî’nin (yukarda zikredilen) iki makâlesi, ayrıca Bur­salı Tahir’in bir incelemesi ve nihâyet H.Z. Ülken’in iki tane kitabı bulunmaktadır.

O halde, 2/a sayfalarında zikredilen gerekçeler açı­sından İslâm Felsefesi’ne bakıldığı takdirde, bu sâhaya verilebilecek en uygun isim, Türk-İslâm Felsefesi’dir: Bu deyimde kullanılan Türk kelimesinin amacı ve kap­samı da bundan ibârettir.

b) Türk-İslâm Felsefesi deyimindeki İSLÂM kelimesinin amacı

Bundan önceki sayfalarda vurgulanmış olan bir noktayı tekrar hatırlatmak icap ediyor: Batılıların ve şimdiki bâzı Arap entellektüellerinin nazarında İslâmi­yet ile Araplık (yani, Din ile kavmiyet) adetâ eş an­lamlı (: sinonim) olarak kullanılmış görünmektedir. Bir felsefe tarihçisi için bunun kabûl edilmesi elbette ki mümkün değildir. Çünki Arap olmayan diğer müslüman milletler, (msl. Türk milleti) nazarında da bir «kavmiyet fikri» ister istemez meşrûluk kazanmaktadır.

İslâm kültür ve düşüncesi, tıpkı Grek-Latin kültü­rü gibi kollektif bir olaydır: Çeşitli Avrupa milletleri­nin katkılarıyla şekillenen Latin kültürü gibi, çeşitli İs­lâm milletlerinin katkılarıyla şekillenen bir İslâm kül­türü söz konusudur. Nasıl ki bugün (özellikle 20 nci asırda) kollektif olan Batı kültür ve düşüncesine millî açıdan bakılıyorsa (─ki bunun örneklerini ilerde göre­ceğiz─) böyle bir çağdaş görüşün Türkiye açısından da gerekli olduğunu kabûl etmemiz icap eder. Bunu yapa­bilmek için, İslâm kelimesinin felsefe bakımından han­gi amaçla kullanılması gerektiğine dikkat etmek lâzımdır.

Şâyet İslâm kelimesini münhasıran inanç sistemi mânasında kullanacak olursak, o takdirde bütün filo­zoflar ve bilginlerin sâdece bu açıdan, (─İslâmî inanç­lar yahut da teoloji açısından─) ele alınması gereke­cek ve kendimizi hiç de objektif olmayan dar bir çer­çeve içine haps etmiş olacaktık. Çünki biraz ilerde gö­receğimiz üzere İslâm filozofları teoloji değil felsefe yapmıştır. Nitekim bu sâha için yazılan eserlerden bir kısmının İslâm Felsefesi ismini taşıdığını, daha önceki sayfalarda görmüştük. (Bkz. br. dn. 48 ve dn. 49’da zik­redilen eserler.)

İslâm kelimesini sâdece inanç sistemi mânâsında kullanmanın başka bir sakıncası daha vardır: Nitekim İslâm kültür çevresinde yetiştiği halde ateist ve mate­rialist (: Tanrı tanımaz ve maddeci) olan İbn el-Râven- di (öl. IX. asır) gibi istisnaların İslâm Felsefesi dışın­da bırakılması gibi, (─hiç de ilmi sayılmayan─) du­rumlar ortaya çıkacaktır. O halde İslâm kelimesini an­cak iki amaçla kullanmak zorundayız :

Birinci amaç bakımından Türk-İslâm Felsefesi de­yiminde İSLÂM kelimesinin zikredilmesi, İslâm dünyâ­sında yetişen bütün filozofların araştırma sâhamıza girmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Arap, İranlı ve Endülüslü filozofların ihmâl edilmesi elbette ki dü­şünülemez : Meselâ Câhiz (öl. 869), Kindi (öl. 873?), İbnül-Heysem (öl. 1039) gibi aslen Arap olanlar; İbn Miskaveyh (öl. 1030) gibi İranlı düşünürler, ayrıca İbn Bâcce (öl. 1138), İbn Tufeyl (öl. 1186), İbn Rüşd (öl. 1198, İbnül-Arabi (öl. 1240) ve İbn Seb’în (öl. 1269) gi­bi Endülüslü filozoflar da araştırma hudutlarımız için­de bulunmaktadır.

İslâm kelimesinin Türk-İslâm Felsefesi deyiminde zikredilmesindeki ikinci maksada gelince: İslâm dün­yâsında yetişen filozofların ve bilginlerin, ─tıpkı Avrupada yetişmiş olan filozoflar ve bilginler gibi─, büyük bir çoğunlukla dindar olmalarından dolayıdır. Nitekim bilindiği üzere İslâm filozofları (─sadece materialist ve ateist olan İbn el-Râvendî müstesnâ─), tıpkı Avrupalı filozofların büyük çoğunluğu gibi dindar kimselerdir ve İslâm kültürü’ne önemli katkılarda bulunmuşlardır. Fakat bu katkılar pek nâdir olarak İslâm dîni üzerinde olmuştur. Nitekim sâdece İbn Rüşd (öl. 1198), din ve felsefe arasında uzlaşma sağlamak üzere küçük bir ki­tap yazmıştır. Bu arada özellikle Gazzâlî (öl. 1111)’nin İslâm inançları hakkında eserler yazdığını da hatırlat­malıyız.

Filozoflarımızdan hiç olmazsa birkaç tanesinin din­darlığı konusunda (─Klasik Kaynaklar’a dayanmak sûretiyle─) örnekler verecek olursak :

Bilindiği üzere Tasavvuf ve Kelâm sahalarında ye­tişen bütün düşünürlerimiz, tam manasıyla dindar’dır. Nitekim Tasavvuf sahasındaki şahsiyetlerin, İslâmî inançlar üzerine kurdukları ahlâk’a büyük önem ver­diklerini ve Kelâm düşünürlerinin de esasta İslâm inançlarım savunmak amacıyla ortaya çıktıklarını ha­tırlatmalıyız. İslâm dünyâsında sâdece bâzı filozofların akide’leri konusunda Gazzâlî (öl. 1111)’nin yaptığı hü­cumlar sebebiyle halk arasında tereddütler ve yanlış iz­lenimler ortaya çıkmıştır. Bu izlenimlerin yanlışlığını gösterecek örnekler olarak :

En eski filozoflardan sayılan Kindi (öl. 873?) ’nin gerçekten dindar olduğunu biliyoruz. Çünki Peygam­berlerin İsbât Edilmesi (: Tesbit el-Rüsül) adında bir eser yazmıştı ve bu eser, aynı zamanda Peygamberliğin İsbât Edilmesi[67] ismiyle de anılmaktaydı.

Türkistanlı filozof Ahmed Serahsî (öl. 899)’nin de, Yüce Tanrının Birliği (: Vahdaniyet’Ullâh Teâlâ) adın­da bir eser yazdığını, Klasik Kaynaklarımız haber ver­mektedir[68].

Horasanlı natüralist filozof Ebû Bekir Râzî (öl. 933)’nin de, İnsanın Bilge Bir Yaratıcısı Vardır ismini taşıyan bir eser yazdığı bilinmektedir[69]. Onun hakkın­da uydurulan dinsizlik iddiâlarının bir iftira olduğunu, klasik fikir tarihçisi İbn ebî Useybia (öl. 1270), açıkça ifâde etmiştir[70]

Türkistanlı filozof Fârâbî (öl. 950), dindarlığının açık işareti olan o kadar güzel bir felsefî dua bırakmış­tır ki, klasik kaynaklarımızdan biri sayesinde[71], bu duâ günümüze ulaşmıştır.

Özbekistanlı filozofumuz İbn Sînâ (öl. 1037), sağ­lam inançlı bir müslümandı: Gece yarıları ibâdet eder, güç problemlerde Tanrının yardımını dilerdi[72]. Hulâsa, bütün filozoflarımız, bu şekilde dindar insanlardı. Çünki dinsiz felsefe çok nâdir görülen olaylardandır. Nite­kim, dindarlığı sebebiyle teolog sayılan bir filozof mev­cut olmadığı gibi, dinsizliği sebebiyle filozof sayılmağa hak kazanmış bir kimse de mevcut değildir.

Dindar nitelikte filozoflar, sâdece İslâm dünyâsın­da mı vardı? Elbette ki değil çünki Hıristiyan dünyâsın­da da, Ortaçağ ve Yeniçağ filozofları dindar kimselerdi. Üstelik bunlardan bâzıları papaz olarak Kilise’lerde hiz­met etmişlerdir. Aralarında, Hıristiyanlık Üzerine eser yazanlar da olmuştur. Meselâ Locke (öl. 1704)’un eseri, Hıristiyanlığın Akla Uygun Oluşu ismini taşımaktadır. Lebniz (öl. 1716)’nin eseri, Teodise Denemeleri adıyla zamanımıza ulaşmıştır. Hume (Öl. 1176), Dinin Tabiî Tarihi adında bir kitap yazmıştır. Kant (öl, 1804) ise, Basit Akil Hudutları İçinde Din ismiyle bir eser bırak­mıştır. Schelling (öl. 1854)’in bu konudaki eseri, Felsefe ve Din ismini taşımaktadır. Hegel (öl. 1831) ise bu sâhada üç tane eser bırakmıştır ki birincisi Dîn Felsefesi İkincisi Hz. İsânm Hayatı ve üçüncüsü de Hıristiyanlı­ğın Ruhu ve Kaderi ismini taşımaktadır. Schopenhauer (öl. 1860) dahi, Parerga et Paralipomena adlı kitabının önemli bir bölümünde (2/381-466) Din Üzerine başlığıy­la düşüncelerini sergilemiştir. Bu gibi Yeniçağ Avrupa filozoflarının yanısıra, Hıristiyan Ortaçağ filozofları da, tamâmen Kilise hizmetinde faaliyet göstermişlerdir. Taf­silatını başka bir kitapta verdiğimiz[73] bu konuda bâzı örnekler gösterecek olursak:

Ortaçağ Hıristiyan felsefesi’nde Augustinus (öl. 430), piskopos rütbesine ulaşmış bir Kilise mensubuy­du. Meşhur İngiliz düşünürü Salisbury’li John (öl. 1180), dînî görevlerde bulunmuştu ve piskopos rütbesi­ne yükselmişti. Aquino’lu Thomasso (öl. 1270), bütün ömrünü Kilise’ye adamış ve Hıristiyanlık için çalışmış olan bir filozoftur. Bu sebepledir ki kendisine Saint (: azîz = velî) unvanı verilmişti. İslâm dünyâsında ye­tişen filozoflar ve bilginler de, Hıristiyan filozofları gibi dindar insanlardı. Şu farkla ki Hıristiyan filozofları dâimâ dînî görev alarak Kilise hizmetinde çalışmışlardır, fakat İslâm filozofları dînî görev almış değildir.

Yeniçağda Avrupalı filozoflar arasında da buna benzer dindarlık örneklerini görmekteyiz. Nitekim Thomas More (öl. 1535), çocukluğunda bir kardinal’in ya­nında eğitim görmüştü. Ünlü astronom Kopernikus (öl. 1543), papaz olarak Kilise’nin hizmetindeydi. İtalyan filozofu Bruno (öl. 1600), gerçi Kilise’nin emriyle ateş­lerde yakılmıştı fakat panteist olduğu için bu cezâya çarptırılmıştı ve Dominiken tarikatı’na göre eğitim gör­müştü. Siyâset yazarı olarak ün kazanan İtalyan filozo­fu Campanella (öl. 1639), aynı şekilde Dominiken tarikatı’na göre eğitim görmüştü ve bütün hayatınca Kili­se’ye bağlı kalmış fakat Kilise tarafından senelerce zin­dana atılmıştır. İngiliz filozofu Francis Bacon (öl. 1626), son derece dindar bir insandı ve en yüksek bilgi’nin önce Tanrı Kelâmı’nda (: İncil’de), sonra da Tabiat Felsefesi’nde bulunduğunu söylemekteydi[74]. Yeniçağ fel­sefesinin babası olarak tanımlanan Fransız filozofu Descartes (öl. 1650) çocukluğunda Cizvit okullarında eğitim görmüştü. Bütün eserlerinde Tanrı’dan söz et­mekte ve O’nun en yetkin varlık olduğunu söylemekte­dir. Tanrı’nın varlığı’nı da ontolojik delil’le ispatlamak­taydı. Onun akranı olan Fransız filozofu Gassendi (: Pi­erre Gassend: öl. 1655), Kiliselerde papaz olarak hiz­met görmekteydi. Descartes’ ın etkisindeki Yahudi filo­zofu Spinoza (öl. 1677), çok dindar bir ailenin çocuğuy­du ve haham olması için dînî okullarda eğitilmişti. Son­radan panteist görüşü benimsediği (yani, Tanrı’nın bü­tün kâinâtta mevcut olduğunu söylediği) için, Yahudi cemâati tarafından aforoz edilmişti. (Biraz yukarda gördüğümüz gibi, İtalyan filozofu Bruno da bu görüş­ten dolayı cezalandırılmıştı.) İngiliz filozoflarından Locke (öl. 1704), son derece dindar bir insandı. Hıristi­yanlığın Akla Uygun Oluşu isminde bir eser yazmıştı ve hayatının son günlerini, baş ucunda okunan İncil’i dinleyerek geçirmişti. Ünlü bilgin Newton (öl. 1727) çok dindar bir insandı; yakın dostu olan Locke ile, İncil üzerinde sohbetler yapmaktaydı. Fransız filozofu Malebranche (öl. 1715), papaz olarak Kilise’de hizmet et­mekteydi. Alman filozoflarından Leibniz (öl. 1716) öy­lesine koyu ve aşırı bir dindar’dı ki, bütün dünyâya Hı­ristiyanlığı yaymak için projeler hazırlamıştı. İngiliz fi­lozofu Berkeley (öl. 1753), bir misyoner (: Hıristiyanlık propagandacısı) olarak Kuzey Amerika kıyılarında At­las okyanusu ortasındaki Bermuda Adalan’na gitmiş ve oralarda Hıristiyanlığı yaymak için çalışmıştır.

Kronolojik sırayı takib ederek; İngiliz filozofların­dan. Hume (öl. 1776), akıl bakımından Tanrı’nın varlığına inanmaktaydı. (Bu görüşe deizm adı verilmektedir[iv]. Fransız filozofları Rousseau (öl. 1778) ile Voltaire (öl. 1778) de bu görüşteydi. Her ikisi de Kilise ile ihtilâf halindeydi fakat sâdece papazlara karşı idiler ve Tanrı’ nın bütün varlıkta hissedildiğine inanmaktaydılar. On­ların akranı olan Fransız filozofu Condillac (öl. 1780), Kilise’nin adamıydı ve papaz olarak hizmet etmekteydi. Alman filozofu Kant (öl. 1804), hiç olmazsa ahlâk kâ­nunu bakımından Tann’nın var olması gerektiğine inan­maktaydı. Kant etkisindeki Alman filozoflarından Fichte (öl. 1814), çocukluğunda düzenli olarak Pazar günleri Kiliseye gider, vaaz dinlerdi, Üniversite tahsili­ni bitirince papaz olmak istemişti; şöhretini de Hıristi­yanlık üzerine yazdığı bir esere borçluydu. Aynı şekil­de Schslling (öl. 1854) Üniversitede teoloji tahsili gör­müştü ve babası da papaz’dı; üstelik Din ve Felsefe adında bir eser de yazmıştı. Hegel (öl. 1831) dahi Din (: Hıristiyanlık) hakkında üç tâne kitap yazmış Alman filozoflarından biriydi. (Bu eserler, yukarda zikredilmiş­ti.) Yine Alman filozoflarından olan Schopenhauer (öl. 1860), Üniversitelerde Hıristiyanlığa uygun bir felsefe okutulmasını istiyordu. Hulâsa, bütün filozofların (özel­likle kalbur üstü büyük ve tanınmış filozofların) son derece dindar oldukları görülmektedir. Çağdaş felsefe akımları arasında Egzistansializm denilen Varoluşçuluk akımının filozofları da (─J.P. Sartre müstesnâ olmak üzere─) dindar insanlardır.

Bütün bu örnekler gösteriyor ki yalnız İslâm dün­yâsında değil, aynı zamanda Ortaçağ ve Yeniçağ Avru­pa felsefesinde de, Din ve Felsefe arasında yakın bir iliş­ki ve bağlantı olmuştur. İslâm dünyâsındaki filozof ve bilginlerin müslüman olmaları kadar, Avrupadaki filo­zof ve bilginler ve hîristiyan’dırlar. Bunun içindir ki dinsiz felsefe gibi felsefesiz din de mümkün olmuyor. Nitekim ünlü Alman filozofu Hegel (öl. 1831) diyor ki:

«… felsefe olmaksızın din pekâlâ var olabilir fa­kat din olmaksızın felsefe olamaz…» [75]

Düşünce tarihinde (─az sayıda olmak üzere─) dinsiz filozoflar da görülmüştür. Fakat bunlar küçük bir azınlığı teşkil ettikleri gibi, aralarında nâdiren bü­yük filozoflar yetişmiştir. (Meselâ Russell: öl. 1970 böyledir.) Onun gibi ateistler (: Tanrıyı inkâr edenler) arasında söz gelimi Diderot (öl. 1784), Lamettrie (Öl. 1791), D’Holbach (öl. 1789), Cabanis (öl. 1808) vibi 18 inci asırda yaşamış olanlar ile Feuerbach (öl. 1872) ve Nietzsche (öl. 1900) gibi 19 uncu asırda yaşamış olanlar tamâmen ateist’dir fakat düşünce tarihinde bunlar, daha önce saydığımız büyük filozoflar ayarında değildir; şöhretleri de ikinci sıradadır[v]. Onlar gibi, gü­nümüzde de felsefeyi derinlemesine değil satıhtan ince­leyen felsefecilerden çok az bir kısmı da ateizm taraflı­sı görünmektedir. Galîbâ bunları kast etmek üzere Francis Bacon (öl. 1626) diyor ki:

«… azıcık felsefe insanı dinsiz yapar; felsefenin çoğu ise insanı dîn’e döndürür (: dindar ya­par)…»[76]

Şu halde, Türk-İslâm Felsefesi deyimindeki İSLÂM kelimesinden maksat, filozoflarımızın (─tıpkı Avrupalı filozoflar gibi─) dindar olmalarından                                                                          (─ve İslâm kültürüne bu bakımdan da katkılarda bulunmaların­dan─) kaynaklanmaktadır. Tekrar hatırlatalım ki (─yukarda birçok örneklerini gördüğümüz üzere─) Avrupalı filozoflardan bir kısmı, Hıristiyanlık üzerine eserler yazdıkları ve hatta Hıristiyanlığın yayılması için misyoner gibi çalıştıkları halde, İslâm dünyâsında yetişen filozoflar müslümanlık üzerine eser, yazmış de­ğildir. Bu konuda sâdece Gazzâli (öl. 1111)’nin İhyâ gi­bi bâzı eserleriyle İbn Rüşd (öl. 1198)’ün Faslül- Ma­kûl ve bir de Menâhicül-Edille adını taşıyan küçük risâlelerini istisnâ olarak zikredebiliriz. Çünki İbn Rüşd bu iki eserinde Din ile Felsefe arasında uzlaşma sağla­mağa çalışmıştır.

Hulâsa, din konusuna eğildikleri için Avrupalı fi­lozoflar nasıl ki teolog (ilâhiyatçı) sayılmıyorsa, aynı şekilde İslâm filozofları’nın da din konusuna (─nadi­ren─) eğilmeleri sebebiyle teoloji yapmış olduklarını söylemek, mantıksız ve gayri ilmi olur. Demek ki İS­LÂM kelimesinin Türk-İslâm Felsefesi deyiminde zikre­dilmesinin birinci gerekçesi budur.

İkinci gerekçe olarak, bütün müslüman filozofla­rın) araştırma hudutlarına girdiklerini vurgulamak amacıyladır ki Türk-İslâm Felsefesi deyiminde İSLÂM kelimesi zikredilmiştir. Demek ki sâdece Türk filozof­ları değil, aynı zamanda bütün İslâm filozofları (: İs­lâm dünyâsında yetişen bütün filozoflar) dikkate alın­mak gerekiyor. Şâyet bu telâkki benimsenirse, o zaman Türkler ile İslâmiyet arasında, felsefe bakımından bir sentez mümkün olacak ve böyle bir sentez’den de millî felsefe kavramı ortaya çıkacaktır.

c) Çağımızda millî felsefe telâkkisi

Bundan önce ele aldığımız konularda görmüştük ki İslâm dünyâsında gelişen felsefe hareketlerine oriantalistler’ûen bâzıları Arap Felsefesi ve bâzıları da İslâm Felsefesi ismini vermekteydi. Türkler’in felsefeye kat­kılarını görmezlikten gelen bu deyimlere karşılık, Türk-İslâm Felsefesi deyimini benimsemek gerektiğine dair örnekler vermiştik. Çünki bu deyim, Türkler’in millî felsefesi’ni ifâde etmektedir. Böyle bir telâkki, sâ­dece bizde değil, Avrupa milletlerinde de mevcuttur. Ni­tekim, bu asrın başlarından itibâren, bâzı Avrupalı fel­sefeciler kendi »millî felsefeleri hakkında özel nitelik­te eserler yazmışlardır. Meselâ Fransız felsefesi yâhut İngiliz Felsefesi veyâ Amerikan felsefesi adlannı taşı­yan birçok kitaplar mevcuttur ki bunların yayın tarih­leri 20 nci asrın ilk yıllanna rastlamaktadır. Böyle bir telâkki mâdem ki çağdaş Avrupa zihniyeti tarafından umûmî şekilde benimsenerek paylaşılmaktadır ve ma­dem ki İsviçre gibi küçük bir memleket bile (─aşağıda göreceğiz─) İsviçre felsefesi adını taşıyan bir esere sâ- hiptir, o halde Türk-İslâm Felsefesi unvanını taşıyacak eserlerin yazılması da (─hem bu gibi örneklerin ilha­mıyla, hem de zikredilen gerekçelerin desteğiyle─) mümkündür ve lâzımdır. Bu konudaki örneklere gelin­ce :

Sorbon Üniversitesi profesörlerinden Victor Delbos’ nun ancak ölümünden sonra (1919’da) yayınlanan bir eseri, Fransız Felsefesi[77] ismini taşımaktadır. Bu felse­feciye göre Fransız filozofları, İngiliz ve Alman filozof­larının etkisinden bağımsız olarak kendi felsefelerini or­taya koyabilmişlerdir[78]. Fransız milliyetçisi olduğu an­laşılan yazar şunları ilâve ediyordu: «… Sanırım ki Fransız Felsefesi, kendine mahsus özellikleriyle gelişe­bilmek ve kendini yenilemek için kâfi mikdarda çârele­re sâhiptir…» [79] Eserinin yayınlandığını göremeden ölen V. Delbos’nun bu kitabının, Üniversitede ders notları olarak hazırlandığını ve sonradan yayınlandığını, bu yayma bir önsöz (Avertissement) yazan Maurice Blondel’m ifâdelerinden öğrenmekteyiz Victor Delbos, kita­bına başlarken Fransız Felsefesinin Umûmî Özellikleri başlığı altında, şu noktalan belirtmek üzere diyordu ki «… Büyük filozoflarımızdan hiçbiri, bir ân için ol­sun kendi nazariyelerinin (doctrines) ve görüşlerinin, sâdece kendi milletinin zihnî çizgilerini yansıtması ge­rektiğini düşünmemiştir; hiçbiri felsefe için seçilmiş bir millet bulunabileceğine ve felsefe’nin de o millete âit olduğuna hükmetmiş değildir: Hepsi de, âlemşümul bir doğrunun (hakikatin) fethedilmesi için felsefe yap­mak istemişler ve buna inanmışlardır; hepsi de kendi düşüncelerinin, onları anlayabilecek bir beşerî zekânın bulunduğu her yere taşınabileceğini farz etmişlerdir[80]. V. Delbos’ya bakılırsa Fransız Felsefesi daha çok ana­liz’e dayanmaktadır ve Fransız filozoflarından birçoğu orijinal bilginlerdir: Aralarında matematikçiler, fizik­çiler, tabipler vs. bulunmaktaydı[81]. Şu halde müellifin de itiraf ettiği üzere felsefe, herhangi bir milletin teke­linde bulunmadığı gibi, Fransız filozofları da, felsefî gerçeğin sâdece kendilerine âit olduğunu söylemiş de­ğildirler. Buna rağmen V. Delbos bir Fransız F else fesi’- nin mevcûdiyetinde isrâr etmekteydi.

Aynı şekilde Louis Lavelle’in yazdığı İki Savaş Ara­sında Fransız Felsefesi[82] isimli kitap, Fransız felsefesi­nin karakteristik yönlerini (msl. akılcılık, metafizik, psikoloji vs) izâh ettikten sonra, çağdaş (20 nci asır; Fransız düşünürleri üzerinde durmaktadır. Meselâ Ma- in de Biran (öl. 1824), Bergson (öl. 1941) vs. Bu yazara göre : «… Fransız felsefesi bir şuur felsefesi’dir…» [83] ve a…Fransız felsefesi’nde, birbirinden ayrılmayacak şe­kilde bir metafizik ve bir de psikolojik görünüş var­dır…»[84] Çünki «… hiçbir ülke yoktur ki orada, metafi­ziği Malebranche’tan daha iyi anlatanı ve psikolojiye Maine de Biran’dan daha çok nüfûz eden bir kimse bulunsun…»[85] Eserine Descartes felsefesinin karakteristik yönlerini belirtmekle bşşlayan yazar, diyor ki : “… akıl­cılık, Fransa’da bir çeşit millî felsefe’dir…” [86] Boylere Fontenelle (1657-1757), Maine de Biran (1766-1824). Henri Bergson (1859-1941) gibi düşünürleri ele aldık­tan sonra Maurice Blondel (1861-1949)’deki Katolik Spiritüalizm meselesini, onu takip ederek te M. Leo-Brunschvicg (1869- ? ) felsefesindeki İlmî rasyovlizm’i söz konusu etmektedir. Nihayet Xavier Léon’xm ölümüyle Fransada felsefe sâhasında bir çeşit boşluk meydana geldiğini, zîrâ onun kendi akranları arasında birbirlerini anlamalarına yardımcı olacak vâsıtaları keş- etmeğe çalıştığını ve L. Brunschvicg ile sınıf arkadaşı olduğunu ilâve etmektedir[87]. Böylece eserinde Fransız karakteri ile Hıristiyanlık arasında devamlı bir bağlan­tı gören L. Lavelle, çağdaş Fransız Felsefesi’nin mevcu­diyetini vurgulamaktadır.

Fransız felsefesi konusunda, ilgi uyandıran üçüncü bir örneği, Jean Wahl adlı yazarın, Fransız Felsefesinin Tablosu[88] ismiyle, 1946’da yayınlanan eserinde görmek­teyiz. Burada, 17 nci asırdan 20 nci asra kadar Fransız Felsefesi’nin bazı yönleri açıklanmağa çalışılmaktadır. Eserin başlarında, Descartes (öl. 1650) felsefesinin ti­pik yönlerinden söz ettikten sonra (aş. bkz.) Pascal (öl. 1602) ve Malebranche (öl. 1715)’m (─çoğunlukla dî­nî─) görüşlerini ele almaktadır. Tabiatıyla müellif, (─Onsekizinci asırdaki─) ateistler olarak Diderot (öl. 1784) La Mettrie (öl. 1751) ve Helvetius (öl. 1771) gibi­lerin görüşlerini de söz konusu etmiştir. Onsekizinci asırda Rousseau (öl. 1778)’nun düşüncelerinin, Kant (öl. 1804)’m Sâfî Akim Tenkidi adlı eseri ile Pratik Ak- lün Tenkidi adlı kitabı üzerinde etkili olduğunu ifâde etmektedir[89]. Nihayet eserde, Maine de Biran (öl. 1824) ile Auguste Comte (öl. 1857) hakkında da bilgi veril­dikten sonra 1939 ve 1946 yıllarında Fransız Felsefesi tanıtılmaktadır. Meselâ Descartes (öl. 1650)’un cogito’su ve Tanrının varlığı konusundaki delilleri izah edil­miştir[90]. Daha sonra, Pascal (1623-1662) ile Maleb­ranche (1638-1715) üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, Descartes (öl. 1650) ekolünden olan Spinoza (öl. 1677) ve Leibniz (öl. 1716) gibi filozofların Pierre Bayie (öl. 1706), Voltaire (öl. 1778) ve d’Alembert (öl. 1783) taraf­larından, nasıl tenkit olunduğunu izah etmektedir[91]. Ya­zara göre 18 nci asırda Fransız felsefesi, materializm’e doğru kaymaktaydı[92]. Görülüyor ki Jean Wahl isimli Fransız felsefecisi de, 1946 yılında neşrettiği bu eserde, Fransız felsefesi’nin varlığı ve özellikleri üzerinde israr etmektedir.

Fransız felsefesi unvanını taşıyan ve aynı şekilde, 20 nci asırda yayınlanmış olan kitaplardan biri de, ün­lü felsefe tarihçisi Emile Brehier’nin (1950’de neşredi­len) Fransız Felsefesinin Şekil Değiştirmesi adlı eseri­dir[93]. E. Brehier, eserin Giriş sayfalarında diyor ki : «… Hiç şüphe yok ki Fransa, kültürlü olan her insanın, felsefenin esaslı bir unsur olarak kaldığı yegâne mem­leketlerden biridir…»[94]

Fransız Felsefesi hakkında sâdece Fransızlar değü, aynı zamanda başka milletlerin bilginleri de eser yaz­mışlardır. Meselâ İ. Benrubi’nin yayınladığı Almanca eser, Fransada Felsefe Akımları[95]  ismini taşımaktadır. Ondokuzuncu ve Yirminci asırları kapsayan bu araştır­mada, çağdaş Fransız bilgin ve düşünürleri Psikoloji, Sosyoloji (ve çeşitli ilimler) konularındaki şahsiyetler, ismi sayılan guruplar açısından ele alınmışlardır. Bâzı örnekler vermek gerekirse : Bilimsel Empirik Pozi­tivizm başlığı altında Auguste Comte (1798-1857) ve ayrıca Psikoloji başlığı altında Théodule Rıbot (1839-1916) ve onun takipçileri olarak Jean Piaget (1896-1980), Pierre Janet (1859-1947) ve Abel Rey (XX. asır) ’den sonra, Sosyoloji akımının başın­da da Emile Durkheim (1858-1917) ve onun takip­çileri olarak Lucien Lévy-Bruhl (1857-1939) ve daha birçokları üzerinde durulmaktadır. Giriş sayfalarında, insanlığın tek dünyâ sayıldığını ve bütün ülkeler ile bü­tün milletlerin bu ilerlemelerde pay sâhibi olduklarını belirten yazar bu sebeple ilerlemelerin tek bir millete de­ğil, gerçekte bütün insanlığa âit olduğuna da işâret etmektedir. Nitekim diyor ki Descartes (öl. 1650) felsefe­yi bir ağaca benzetmiştir: Bunun kökleri metafizik, gövdesi fizik ve bu gövdeden çıkan dallar ise diğer bü­tün ilimler’dir. Yazara göre bu benzetme, ilimlerin ço­ğalıp uzmanlık dallan teşkil etmelerine rağmen, günü­müzde bile doğrudur. Çünki ilimler ile felsefe arasında bağlantı vardır. Yazarın ifâdesiyle : ─Diğer ilimler olmaksızın felsefe boştur ve felsefe olmaksızın da diğer ilimler kördür[96].

Bu konuda diğer örnekleri bir yana bırakarak be­lirtelim ki Fransızlar, meselâ Bergson (öl. 1941) gibi Yahudi asıllı bir filozofu, (─eserlerini Fransızca yazdığı için─) Fransız filozofu saymaktadır, (msl. Lavalle’in eserinde bunu görmüştük.) Aynı tavır, Yahudi asıllı Spi­noza (öl. 1677) ve Alman asıllı D’Holbach (öl. 1789) ile Leîbniz (öl. 1716) hakkında da görülmektedir. Çünki bunlar da Alman asıllıdır fakat Fransızca yazmışlardır. Şu halde (─hiç olmazsa Türk filozoflan’nın mevcudi­yeti ve ayrıca bâzı İslâm filozoflarının Türkler tarafın­dan himâye edilmiş olmaları sebebiyle─) bizim de Türk-İslâm Felsefesi deyimini benimsememiz ve bu sâhada gayret sarfetmemiz icap etmektedir.

İngiliz felsefesi adını taşıyan eserlerin yazılmış ol­ması da, bu gerekçeyi pekiştiren örnekler arasındadır. Meselâ Edwin A. Burt’un eseri, Bacon’dan Mill’e kadar İngiliz Filozofları[97] ismini taşımaktadır ve antoloji nite­liğindedir. Burada, Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679), George Berkeley (1685-1753), David Hume (1711-1776), John Gay (1669-1745), Jeremy Bentham (1748-1832) gibi filozofların eserlerinden (─bazen tam metin olarak, bazen de kısmen─) örnek­ler verilmektedir.

[98]

İngiliz Felsefesi hakkında diğer bir eser de Sorley tarafından yayınlanmıştır: İngiliz Felsefesi Tarihi[99] adını taşıyan bu eserin Önsözünde belirtildiği üzere, milâdî 8 inci asırdan 14 üncü asra kadar, İngiliz asıllı birçok düşünürler, Latince yazmışlardır. İngilizce ola­rak 16 ncı asırda çıkan bâzı felsefî eserlere rağmen, gerçek anlamda felsefî ilk kitap, Francis Bacon (1561- 1626)’m 1605 senesinde yayınlanan Advancement of Leaming (İlmin İlerlemesi) adlı eseridir. Bacon’un ese­rinden önce yayınlanan diğer İngilizce eserler’den bir kısmı avâmî (vülgarize) ve bir kısmı da menkabe (anec- tode) türündendi. Meselâ Hooker’m 1584 yılında yayın­lanan Eclesiastical Polity (Kilise Siyâseti) adındaki vül­garize eseri,, felsefeden çok teolojiye âittir: Ayrıca Wil­liam Baldwin’in 1547’de yayınladığı Treatise of Moral Phylosophie (!) containing the sayings of the Wyse (Bilgelerin Sözlerini ihtivâ eden Ahlâk Felsefesi Kitabı) adlı eserin mâhiyeti, zâten isminden de açıkça anlaşıl­maktadır. Ayrıca S ir Richard Barckley’ in, 1598’de ya­yınlanan eseri, A Discourse of the Felicitie (!) of Man or his Summum Bonum (İnsanın Mutluluğu veyâ onun hayr-ı âlâsı hakkında nutuk) ismini taşımaktadır. Bu eser de, bir takım eğlenceli menkabelerden ibârettir ve ahlâk felsefesi niteliğinde değildir. Bunların yanısıra, 16 ncı asırda İngilizce olarak mantık konusunda bir iki teşebbüs görülmektedir. Meselâ Thomas Wilson, 1552 senesinde, The Rule of Reason (Aklın Kuralı) ismini ta­şıyan bir eser yazmıştı. Avâmî bir dille kaleme alınmış olan bu kitap sebebiyle yazar, Engizisyon mahkemesi tarafından Romada hapse atılmıştır. Onun ardından Ralph Lever, 1573 yılında Arte of Reason (Akıl San’atı) ismiyle bir İngilizce Mantık kitabı yayınlamış ve birçok teknik terimleri İngilizceleştirmek teşebbüsünde bulun­muştu. Meselâ subject ve object (konu ve yüklem) te­rimleri yerine foreset (öne konulmuş) ve backset (ar­kaya konulmuş) kelimelerini (─İngilizceden türete­rek─) kullanmıştı. Ayrıca substance ve accident (cev­her ve araz) terimleri yerine de, inholder (içten tutarı) ve inbeer (         ) kelimelerini (birer teknik te­rim olarak) icat etmişti. Fakat onun bu teşebbüsünü ciddiye alan olmamıştı. Bu sebepledir ki diyor Sorley, «İngilizce felsefî eser» niteliğindeki ilk kitap, muhak­kak ki Francis Bacon (öl. 1626) tarafından yazılmış­tır[100].

İngiliz Felsefesi başlığını taşıyan eserlerden biri de, Ayer ile Winch taraflarından kaleme alınmıştır. Antolo­ji niteliğinde olan bu eser, Deneyci İngiliz Filozofları[101] ismini taşımaktadır. Zaten Giriş sayfalarında da eserin bir antoloji mâhiyetinde olduğu kabûl edilmektedir; Locke (1632-1704), Berkeley (1685-1753), Hume (1711- 1776), Reid (1710-1792), J. Stuart Mill (1806-1873) ad­lı filozofların (─bazen kısmen, bazen de tamamen─) eserlerinden parçalar aktarmaktadır. Fakat (eseri ha­zırlayanlara göre) bu metinler rastgele seçilmiş değil­dir; onları bir araya getirmenin sebebi, hepsinin de ay­nı felsefe sorularından bahsetmeleri ve bu sorulara ay­nı açıdan yaklaşmış olmalarıdır[102].

İngiliz Felsefesi hakkında enteresan örneklerden biri de, J.H. Muirhead tarafından yayınlanan ve Çağdaş İngiliz Felsefesi[103] ismini taşıyan eserdir. Birinci neşri 1924’te ve ikinci neşri ertesi yıl, 1925’te yapılan eserin Öttsöz’ünde belirtiliyor ki buna benzeyen bir kitap, da­ha önceleri Alman felsefesi hakkında, Dr. Raymond Schmidt tarafından 1920 senesinde yayınlanmıştır: Kendi Tasvirleriyle Şimdiki Alman Felsefesi (Die De­utsche Fhilosophie der Gegenwart in Selbstdarstellungen) adlı bu eserden ilham aldığını ve aynı usülü, Çağ­daş İngiliz Felsefesi (Contemporary English Philosophy) adlı eseri hazırlarken uyguladığını belirtmekte­dir [104]. Nitekim Dr. Schmidt, kendi zamanındaki Alman felsefecileri’nden kendi felsefî görüşlerini ihtiva eden birer makale hazırlamalarını istemiş ve bunları bir ara­ya getirip yayınlamıştır. Bu örnekten ilham aldığını söyleyen Muirhead, aynı şekilde kendi zamanındaki İn­giliz felsefecileri’nûen, kendi görüşlerini yansıtan birer makûle hazırlamalarını istemiş ve topladığı makaleleri bu eserde yayınlamıştır.

Her ne kadar Dr Schmidt’ten ilhâm aldıysa da, Prof. Muirhead şunu da belirtiyor ki onun eserini teferruât bakımından taklit etmiş değildir. Çünki hem İngi­liz yaşayış tarzının hem de İngiliz felsefesi’nin kendine mahsus özellikleri vardır ki bunlar, böyle bir taklidi im­kânsız kılmaktadır. Bu özelliklerden birincisi de, İngiliz filozoflarının «felsefe sistemleri» nden hoşlanmamasıdır. Meselâ Bradley (1846-1924) Mantık Prensipleri (The Principles of Logic) adlı eserinde diyor ki: «… İster yurdumuzda türesin, isterse dışardan getirilsin, biz felsefe sistemlerinden hoşlanmıyoruz…»[105] Böylece, kendi zamanındaki İngiliz felsefecileri’nden (─ki hemen hep­si Üniversite profesörleridir ve bir tanesi de Kilise ada­mı yâni papazdır─) birer rnakâle toplayan Prof Muirhead, böyle bir eseri ortaya koymak süreriyle kendi mil­letinin gelecek nesillerinin zihnine, 20 nci Asır İngiliz Filozofları olarak meselâ J.B. Baillie (XX. asır) B. Bosanquet (1848-1923), V. Haldane (1860-1936), J.S. Mackenzie (1860-1935), B. Russell (187:2-1970) ve W. Tempel (1881-1944) gibi bir takım isimleri önceden yer­leştirmiş olmaktadır. Şunu da ilâve etmeli ki bu felse­fecilerden gelen yazılar, 15-30 sayfalık makâleler hâlindedir ve her birinin sonunda, o felsefecinin daha önce yayınladığı araştırmalardan bâzılarının isimleri de (bibliografya olarak) zikredilmektedir. Meselâ Aberden Üniversitesinde Ahlâk profesörü olan J.B. Baillie’nin yazısı Kişi ve Dünyâsı (The Individual and his World) ismini taşımakta olup, 33 sayfadır ve makâlenin sonun­da, ona ait bir kaç tane eserin ismi zikredilmektedir. Ayrıca Bernard Bosanquet’nin makâlesi 25 sayfa olup, Hayat ve Felsefe (Life and Philosophy) ismini taşımak­tadır. Bertrand Russell (1872-1970) ise Mantikî Atomizm (Logical Atomism) isimli (24 sayfalık) yazısıyla bu kolleksiyona katılmıştır.

Özellikle problemler bakımından bir araştırma ola­rak S.A. Grave tarafından yayınlanan İskoç Felsefe­si[106]  adlı eseri de zikretmeliyiz. Common Sense (Hiss-i müşterek) felsefesinin Hume (öl. 1776)’a bir «cevap» olarak ortaya çıktığını belirten yazar (İntrod, s.4), özel­likle Thomas Reid (1710-1796)’m ve bu görüşü paylaşan diğer felsefecilerin eserlerine dayandığını söylemek­tedir[107]. Th. Reid kendi felsefesindeki bâzı görüşleri Aristo’dan, bazılarını da Bacon, Descartes ve özellikle Berkeley ile Hume’dan almıştı. Bilhassa Berkeley’in Reid üzerindeki etkileri, devamlı ve dikkate değer bir öl­çüde olmuştur.

Bu konudaki diğer örnekleri bir yana bırakarak[108] tekrar belirtelim ki İngiliz felsefecileri de kendi millî felsefelerinin mevcudiyetini vurgulamışlardır. Aynı ge­rekçeyledir ki, onlardan daha az materyele sâhip olma­yan Türk-İslâm Felsefesi’nin inşâ edilmesi zaruretini mutlaka göz önünde tutmamız lâzımdır.

Amerikan felsefesi’ne gelince, evvelâ şunu belirte­lim ki, Amerika kıt’asının keşfinden (1492) sonra, bu ülkede teşekkül eden devletler arasında, her bakımdan lider durumunda olan ve ancak 18 inci asırda bağımsız­lığıma kavuşan A.B.D. nin de bir millî felsefe’si olduğu­nu göstermek için, çeşitli dillerde eserler yazılmıştır. Me­selâ yukarda zikredilen S. Hutin’in eseri (bkz. dn. 108/c), iki kısma ayrılmaktaydı ve bunun ikinci yarısı (s. 78-118), Amerikan felsefesi hakkındaydı. Amerikan felse­fesindeki ünlü şahsiyetler, burada kolayca takip edilen bir uslupla anlatılmaktadır. Yine Amerikan felsefesi hakkındaki enteresan örneklerden biri de, (─iki cilt hâlinde, 1930’da) G.P. Adams ile W.M. Pepperell Mon­tague taraflarından beraberce neşredilen Çağdaş Ame­rikan Felsefesi isimli kitaptır[109]. Eseri yayına hazırla­yanlardan biri olarak George P. Adams (doğ. 1882), Ca­lifornia Üniversitesinde felsefe profesörü unvanıyla ders vermekteydi; diğeri de (W.M. P. Montague) (doğ. 1873) Columbia Üniversitesinde felsefe profesörüydü. Kitabın yayınlandığı 1930 yılında, birincisi 53 ve İkincisi de 58 yaşlarında bulunan bu felsefeciler, kendi zamanların­daki diğer felsefecilerin çoğuna hocalık etmiş bulunan ve Harward Üniversitesi profesörlerinden olan George Herbert Palmer (doğ. 1842)’in kendi kalemiyle görüşlerini yansıtan bir makâleyi kitabın başına koymuşlardır. Diğer mâkâle yazarları olarak meselâ John Dewey (1859-1952 : Columbia Üniv. Prof.), George Santayana (1863-1952 : Harward Üniv. Prof.) vs. gibi 34 tane Ame­rikalı felsefe profesöründen de (kendi görüşlerini ifâde eden) birer makaleyi (─ve bu arada, naşirler olarak kendilerine ait birer makaleyi─) bu esere almışlardır. Böylece birçok Amerikan Üniversitelerinde felsefe pro­fesörü olarak ders veren ve 1930’larda, yaşlan 50-70 ara­sında bulunan felsefecileri, daha sonraki Amerikan ne­sillerinin nazarında «filozof» olarak ─şimdiden─ kabûl ettirmeyi amaçlamışlardır. Bu çeşit güzel bir yatırım vâsıtasıyladır ki Amerika ve Avrupada mütemadiyen «yeni filozoflar» çıkmış sayılıyor ve bizler de onların «filozof» olarak nitelendirdiği «felsefeciler» in filozof­luğunu en az onlar kadar onaylamak zorunda bırakılıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri gibi tâze nefes bir millet, «Amerikan felsefesi» için böyle gayretler göste­rebildiğine göre, en azından binlerce senelik mazisi bu­lunan Türk milletinin de bir millî felsefesi niçin olma­sın? Nihâyet şunu da ilâve edelim ki, Amerikan felse­fesi için, sâdece 19’uncu asır ortalarında dünyâya gelen­ler değil, hattâ 1964 yıllarımda, çeşitli Amerikan Üniver­sitelerindeki «genç felsefeciler» hakkında da böyle te­şebbüsler, Max Black tarafından, Amerikada Felsefe[110] adını taşıyan bir kitapla devam ettirilmiştir. Burada da, (—tıpkı daha önce gördüğümüz Muirhead’m ve ay­rıca G.P. Adams ile WM. P. Montague’nün yayınladıkla­rı eserlerde olduğu gibi─), Amerikalı (genç nesil’den) felsefecilerin kendi görüşlerini yansıtan birer yazısı bulunmakta ve bu «genç felsefeciler» in hem başka mil­letlere tanıtılması, hem de müteâkip (XXI.) asır Amerikasmda müstakbel birer «filozof» sayılması için zemin hazırlanmıştır. Ayrıca, Bağımsızlık Savaşı ile İkin­ci Dünyâ Savaşı (1939) arasındaki devreyi, Klasik Dev­re olarak nitelendiren Max H. Fisch isimli bir Amerikalı felsefecinin de Klasik Amerikan Filozofları[111] adını ta­şıyan eserinde Charles Sanders Peirce (1839-1914), Wil­liam James (1954-1912), Josiah Royce (1855-1916), Ge­orge Santayana (1863-1952), John Dewey (1859-1952) ve Alfred North Whitehead (1861-1947) isimlerini taşı­yan Amerikalı düşünürlerin felsefî görüşleri, ─çeşitli felsefecilerin yorumlan ışığında─ incelenmektedir. Klasik Filozoflar diye adlandırılmış bulunan bu düşü­nürlerin doğum ve ölüm târihlerine dikkat edilirse an­laşılır ki hepsi de 19 uncu asrın son yarısı ile 20 nci as­rın ilk yarısı (ve dolaylarında) yaşamışlardır. Bu esere bir «Umûmî Giriş» ilâve eden M.H. Fisch’in ifâdesine bakılırsa W. James, J. Royce ve G. Santayana, Amerika­nın meşhur Üniversitelerinden olan Harward’ta (felse­fe profesörü olarak) meslektaş idiler (aynı eser, s. 1) P. Peirce ise, bu üniversitenin en güçlü felsefecisiydi. Bir­birlerine öğrencilik etmiş olan bu felsefeciler, yine birbirlerini «filozof» olarak adlandırmıştır. Meselâ Santa­yana (öl. 1952) hem W. James (öl. 1912) ’in hem de Royce (öl. 1916) ’un öğrencisi olmuştu ve Royce’un idâresinde olmak üzere Lotze (1817-1881) isimli Alman dü­şünürü hakkında Santayana, bir doktora tezi hazırla­mıştı. Royce, bu talebesi için, «zamanın en derin filozofu» demekteydi. Buna karşılık Santayana da hocalarına olan şükran borcunu daimâ yerine getirmişti. (aynı eser, s. 3-4). Bir milletin kendi kültür şuûruna sâhip ol­duğunu gösterecek olan bu tür güzel davranışlara ilâve olarak, John Dewey (Öl 1952) hakkında hocası Peirce (öl. 1914) övgülerde bulunmaktaydı (aynı esert s. 4) Acaba Türkiyemizde de bu tür güzel davranışları yer­leştirmek gerekmez mi? Hulâsa Amerikan felsefesi hak­kında yazılmış olan diğer eserleri bir yana bırakarak[112] diyebiliriz ki Amerikan felsefesinin sâdece mâzisi ve bu­günü değil, aynı zamanda yarınları da garantilenmek istenmiştir. Nitekim Kallen ve Hook taraflarından ya­yınlanan Bugünkü ve Yarınki Amerikan Felsefesi adını taşıyan bir eser bunu göstermektedir. Amerikalıların mütecânis (homojen) bir millet olmadıkları ve çeşitli kavimlerden meydana gelmiş bir karışım teşkil ettikle­ri hesâba katılacak olursa, (─meselâ Santayana, İspan­yol asıllıdır─), ethnik milliyetçilik gibi yanlış bir telâkkî yerine, kültür milliyetçiliği sâyesinde Amerikan milleti’nin nasıl oluştuğunu anlamak kolaydır. Demek ki kültür milliyetçiliği sâyesinde millî şuur’un yerleş­mesi, diğer milliyetçilik telâkkilerinden daha emin bir yoldur. Kaldı ki Türk milleti esâsen mütecânis (homo­jen) olduğu halde, böyle bir telâkkiden yola çıkarak, Türk-İslâm Felsefesi ismi altında kültür milliyetçiliği fikrini yaygınlaştırmamız ve Türk filozofları’na ilâve olarak, genç felsefecilerimizi teşvik ederek yarınlarımızı da düşünmemiz icap etmektedir. Bunun için yapılacak şey, şimdiki Türk felsefecilerinin birbirini desteklemesi ve yukarda örneklerini gösterdiğimiz türden eserlerin yayınlanmasıdır.

Millî felsefe telâkkisi, burada saydıklarımızın dışın­daki birçok milletlerde daha vardır. Meselâ İtalyanlar, İsviçreliler, Ruslar Hindliler, Çinliler ve hatta Yahudiler de bu konuda eserler yayınlamışlardır. Onlar hak­kında da bâzı örnekler verecek olursak:

M. Fr. Sciacca’nın 1950 senesinde yayınlanmış olan eseri, Çağdaş İtalyan Felsefesi[113] ismini taşımaktadır. Ayrıca D. Ruiggiero’mın İtalyan Felsefesi[114] adındaki kitabı da bu konudaki örneklerden biridir.

İsviçre gibi üç dilden konuşan kozmopolit ve kûçücük bir Avrupa ülkesinin felsefesi hakkında ise. Anna Tumarkin tarafından (155 sayfalık) bir eser 1948 yılında neşredilmişti ve İsviçre Felsefesinin Mahiyeti ve Ya­pısı ismini taşımaktaydı[115].

Zenkovsky tarafından yayınlanan (510 sayfalık) bir eser de, Rus Felsefesi Târihi adını taşımaktaydı. Bu eser önce Rusça olarak yazılmış, sonradan Fransızcaya tercüme olunmuş ve bu tercüme 1953 yılında yayınlan­mıştır. Dolayısıyla XX. asrın mahsulüdür[116].

Nihayet, Yahudi Felsefesi hakkında yapılan bâzı çalışmalara değinecek olursak, bu husustaki gayretler daha geçen asırda başlamıştır. Bilindiği üzere İslâm dünyâsında nâil oldukları tolerans sâyesinde Yahudiler, her türlü imkânlara sâhip kılınmaktaydı. (Oysa Avru­pa ülkelerinde Yahudiler dâimâ ezilmiş ve horlanmış­tır.) Bunlar arasında Ebul-Berekât Bağdâdî (1076-1196) gibi önce Musevî inançlarındayken, sonradan müslüman olanlar da vardı. Bu filozof, Selçuklular nezdinde tabip olarak çalışmış ve Türk sultanları da onu ödüllendir­mek maksadıyla kendisine kırmız atlas’tan bir giysi hediye etmişlerdir. Yahudi inançlarım terk ettiği halde Ebul-Berekât, geçen asırda ve bu asırdaki Yahudi oriantalistler tarafından, «Yahudi filozofu» olarak kabul edilmiş ve onun hakkında Salamon (?Samuel) Munk, 1659 yılında yayınladığı Mélanges de Philosophies Jui­ve et Arabe (: Yahudi ve İslâm Felsefeleri) isimli ese­rinde etraflı bilgiler vermiştir. Yine bir Yahudi araştı­rıcı olan H.J. Schoeps tarafından (1953 senesinde) neş­redilen (357 sayfalık) bir eser, Yahudi Fikir Dünyâsı ismini taşımaktaydı [117].

Hulâsa, yirminci asırda birçok milletler kendi millî felsefelerinin inşâ edilmesi veya meydana çıkarılması için gayret sarfetmişlerdir. Türk milletinin de kendi millî felsefe’sinin esaslarını tesbit etmesi, kültür milliyetçiliği’nin ethnik milliyetçilik tasavvuruna üstünlü­ğünü kanıtlayacaktır. Çünki milletler sâdece fertler arasındaki genetik bağlarla değil özellikle kültür birliği sayesinde ayakta durmaktadır.

SONUÇ

Türk-İslâm Felsefesi’nin temel gerekçeleri

Çeyrek asırdan bu yana zihinlerde yer etmiş olan Türk-İslâm Felsefesi kavramını oluşturan kelimeler dizisinde Türk kelimesinin önceliği, şüphesiz ki şuurlu ve ileriye dönük bir kültür zarûretinden kaynaklanmakta­dır. Böyle bir kavram, İslâm Felsefesi adı verilen ve bir­kaç ¡asırlık süreyle Avrupa felsefesine ve ilim hareket­lerine ilham kaynağı teşkil eden büyük bir tefekkür sa­hasına, her şeyden önce Türk kültürü açısından bakış zaruretinden doğmuştur.

Türk-İslâm Felsefesi kavramını ortaya çıkaran bir­çok sebepler ve gerekçeler vardır. Bunları birkaç madde hâlinde özetleyecek olursak :

a) Türkler’in her bakımdan erdemli ve seçkin bir millet olduğunu, bir yandan Doğulu düşünürler, diğer yandan da bazı Yeniçağ Avrupa filozofları dile getirmiş­lerdir. Nitekim Câhiz (öl. 869) ve Ali el-Hicâzî (öl. 1151) gibi Doğulu düşünürler, Türklerin Faziletleri üzerinde eserler yazmışlardır. Yeniçağ Avrupasında yetişmiş olan filozoflar arasında Machiavelli (öl. 1527), Türklerin daima fikir ve eylem birliği içinde oldukları­nı belirtmiştir. Rousseau (öl. 1778) adındaki filozof ise, insanlık duyguları bakımından Türkler’in bütün millet­lerden üstün olduklarını ifâde etmektedir. Voltaire (öl. 1784) adındaki düşünür, Türklerin gerçek mümin (: inançlı) olduklarını söylemektedir. Nihayet Schopenhauer (öl. 1860), Türklerin daimâ akıl yoluyla irâde’lerini kontrol ettiklerini ve her zaman temkinli (: ağır­başlı) hareket ettikleri için, başları dik ve onurlu yaşa­dıklarım belirtmektedir. (Buna dair tafsilat ve örnek­ler, daha önceki sayfalarda verilmiştir.) Demek ki Türkler, felsefenin temel şartı olan ahlâk, karakter ve şahsiyet bakımından seçkin bir millettir. Türkler bu ba­kımdan İslâm Felsefesine kendi mührünü bastığı için­dir ki düşünce tarihinin bu kesiti, Türk-İslâm Felsefesi adım almağa hak kazanmıştır.

b) Türk-İslâm Felsefesin in teşekkülündeki ikinci gerekçe, bu felsefede Türk asıllı filozofların mevcudiye­tine dayanmaktadır. Nitekim günümüzden 1000 yıl ka­dar önceleri Türkler, büyük kitleler hâlinde İslâm inançlarını benimsemeğe başlamış ve o tarihlerden iti­baren İslâm dünyâsındaki ilim ve felsefe çalışmalarına katılmışlardır. Meselâ, ilk Kelâm düşünürleri olarak Horasanlı Cühenî (öl. 699) ve Cehm (öl. 746), ayrıca filozoflar arasında Ahmed Serahsî (öl. 899), Ebû Bekir Râzî (öl. 933), Fârâbî (öl. 850), İbn Sînâ (öl. 1037), Bî­rûnî (öl. 1051), Sühreverdî (öl. 1191), Mevlânâ (öl. 1273), Sadreddin Konevî (öl. 1274), Nasîreddin Tûsî (öl. 1274) ve Aziz Nesefî (öl. 1284?) gibi ünlü düşünürler Türk asıllı olduğu gibi, Mardin’li İbn Durmuş el-Türkî (öl. 1198) adındaki fikir târihçisi de (isminden anlaşı­lacağı üzere) Türk asıllıdır.

Bu şahsiyetler arasında Cühenî ile Cehm’in aslen Türk olduklarını büyük târihçilerimizden (eski başba­kan) M. Şemseddin Günaltay tesbit etmiştir. Filozof Ahmet Serahsî’nin bugünkü Türkmenistan’da Teke Türkmenlerinin yaşadığı çevreye mensup olduğu görül­mektedir. Ayrıca Fârâbî’nin daima Türk kıyafetiyle (bi- zeyy il-Etrâk) dolaştığı[118] ve Türk asıllı olduğu, eskiden beri bilinmektedir. İbn Sina’nın Türk olduğuna dâir araştırmalar, M. Şemseddin Günaltay, Süheyl Ünver ve Şevket Aziz Kansu gibi Türk bilginleri yanısıra, Gera­simov ve Atabekov gibi bilginler tarafından da ortaya konulmuştur. Bırûnî’nin milliyeti konusunda itimada şayan deliller, bizzat onun kendi eserlerinde bululunmuş ve Türklüğü isbat edilmiştir. Aberbaycanlı filozof Sühreverdî’nin Türklüğüne dair çeşitli deliller yanısıra, Türkçe konuştuğu[119] tesbit edilmiştir. Ünlü tabiat filo­zofu ve hekim Ebû Bekir Rûzi’nin Türk asıllı olduğu, Dr. Sigrid Hunke tarafından ortaya çıkarılmıştır. Meş­hur astronom ve filozof Nasireddin Tûsî’nin Türk oldu­ğu, önce Amerikalı araştırıcı L. Kaprinski ve sonra da Hâmit Dilgan’m araştırmalarıyla belirlenmiştir. Mevlânâ ile Sadreddin Konevî ve Aziz Nesefi, nihayet 12 nci asırda Mardin’in kazası olan Düneysir’de (: Koçhisar veya şimdiki Kızıltepe’de) yaşamış olan İbn Durmuş İl-almış el-Türkî’nin Türk asıllı oldukları sâbittir. Ayrıca, klasik kaynaklar’dan birinin yazarı olan İbn ebî Useybia’nin öz amcasının da Türkçe konuştuğu’nu bilmekte­yiz. (bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 116-124)

İsimlerini saydığımız ve hepsi de Selçuklular dev­rinin şahsiyetleri olan bu düşünürler ve fikir târihçilerinden başka, Osmanlılar devrinde yetişmiş birçok dü­şünürler daha var ki, onların biyografileri ve eserleri hakkında Taşköprülü-zâde (öl. 1561)’nin El-Şakâik el- Nûmâniyye adlı eseriyle Miftâh el-Saâde adlı kitabında, ayrıca Kâtib Çelebi (öl. 1656)’nin Keşf el-Zunûn isimli eserinde, ayrıca Ahmed Rıfat (öl. 1898)’in Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye adlı eserinde, nihayet Melımed Süreyyâ (öl. 1908)’nın Sicil-i Osmânî adlı eseriyle Bursalı M. Tâhir (öl. 1926)’in Osmanlı Müellifleri isimli kita­bında azçok malumat bulabilmekteyiz. O halde Türk-İslâm Felsefesi deyimini haklı çıkaran gerekçelerimizden ikincisi, İslâm Felsefesi tarihinde Türk filozoflarının mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır.

c) Türk-İslâm Felsefesi deyimini, diğer bâzı de­yimlere tercih etmemizi haklı çıkaracak üçüncü gerek­çe, Türkler’in aynı zamanda bâzı İslâm filozofları’nı hi­maye etmiş olmalarıdır. Meselâ Gazzâlî (öl. 1111), Fahreddin Râzî (öl. 1210), Ebul-Berekât Bağdâdî (öl. 1196), Abdüllatif Bağdâdî (öl. 1231) ve İbnül-Arabî (öl. 1240) gibi ünlü İslâm filozofları, böyle bir mazhariyete nâil olmuşlardır. Nitekim Gazzâlî’nin Büyük Selçuklular ta­rafından himâye edildiğini ve Bağdad’taki Nizâmiye Üniversitesi’nin başkanlığına tayin olunduğunu bilmek­teyiz. Fahreddin Râzî’nin Türklerle meskun olan Azer­baycan’ da ve ayrıca Orta Asya Türk devletlerinden olan Harizmşahlar tarafından himâye olunduğu bilinmekte­dir. Büyük Selçuklular tarafından himâye edilenlerden biri de, Ebul-Berekât el-Bağdâdî’ Nitekim (─tabib olarak─) hizmetlerine karşılık kendisine kırmızı atlas’tan yapılmış bir hil’at (: cübbe) hediye edilmiştir ki, klasik kaynaklar’da Selçuk hil’ati olarak zikredilmekte­dir. Nihâyet Abdüllatif Bağdâdî ile İbnül-Arabi’nin de, bir yandan Eyyûbîler (─ki Salâhaddin Eyyûbî’nin an­nesinin Türk olduğunu bilmekteyiz─)[vi] ve diğer yan­dan da Anadolu Selçukluları himayesinde uzun yıllar Anadolu illerinde yaşadıkları, tarih vesikalarıyla sabit­tir. (bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 116-124)

d) Dördüncü gerekçe olarak, çağımızda (: 20 nci asırda), millî felsefe telâkkisinin yaygın olduğunu ve bu sahada, meselâ Fransız felsefesi unvânıyla birçok eserler yazıldığım; aynı şekilde İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, hattâ İtalyan felsefesi, İsviçre felsefesi gibi birçok kitapların, özellikle bu asrın ilk yarısından itibâren yayınlandığını, (─örnekleriyle birlikte─) ön­ceki sayfalarda görmüştük. Meselâ V. Delbos adında milliyetçi bir Fransızın yazdığı eser, Fransız Felsefesi is­mini taşımaktadır. L. LaveUe’in, ayrıca J. Wahl’m.ve E. Brehiefmn eserleri de böyle bir isimle yayınlanmış­tır. Aynı şekilde İngiliz felsefesi unvanıyla yayınlanan birçok araştırmalar var ki bunlar da meselâ E.A. Burt, ayrıca W. Sorley, ayrıca Ayer ile Winchve ayrıca J.H. Muirhead gibi ünlü felsefecilerin eserleridir. Bu tür araştırmalara paralel olarak Amerikan felsefesi unva­nıyla Max Black, ayrıca Max Fishve daha birçok araş­tırıcılar tarafından muhtelif eserler yayınlanmıştır. Bu arada Anna Tumarkin tarafından yazılıp ta İsviçre Fel­sefesi ismini taşıyan bir eser bile mevcuttur. Teferruâtını görmüş olduğumuz bu tür eserler gibi, bizlerin de Türk-İslâm Felsefesi unvanım taşıyan (─ve Türklerin, İslâmiyete girdikten sonra katkılarını gösteren─) bir millî felsefe’miz elbette ki olmalıdır. Şu halde, Türk-İs­lâm Felsefesi’nin dayandığı dördüncü gerekçe budur.

Yukarda özetlenen dört tâne gerekçenin sonuçları­na bakılacak olursa, felsefenin temel şartı olan ahlâk ve fazilet bakımından Türklerin seçkin bir millet olma­sı ve birçok milletlerin millî felsefe niteliğinde eserler yazması bakımlarından, Türk-İslâm Felsefesi ünvanını taşıyan eserlerin millî düşüncemizi yansıtacağında şüp­he yoktur. Üstelik, 19 uncu asrın ortalarından itibaren oriantalistler’in ve onları takip eden Arap asıllı araştırı­cıların (─hattâ bâzı Türk araştırıcıların─) bu sâha için yazdıkları eserlere Arap Felsefesi veyâ bâzen de İs­lâm Felsefesi isimlerini vermeleri, maksadı ifâde edebil­mekten uzaktır. Çünki İslâm dünyâsında, Türklerin katkısıyla gelişen felsefe hareketlerine Arap Felsefesi yahut İslâm Felsefesi denildiği takdirde, burada Türkler’in katkıları yeterince göz önünde tutulmamış oluyor­du. Bunun içindir ki maksadı ifâdeye en uygun olarak Türk-İslâm Felsefesi deyimi üzerinde isrâr etmek ve Türk kültürü açısından bu felsefeyi incelemek lâzımdır. Böyle bir telâkkinin örnekleri, (─yukarda gördüğümüz üzere─) 20 nci asırda, Avrupa milletlerindeki millî fel­sefe niteliğinde yazılmış eserlerde de vardır. Bu telâkki, kültür milliyetçiliğinin ethnik milliyetçilik’ten daha fay­dalı ve daha gerçekçi olduğunu da göstermektedir. Tıp­kı daha önce Arap asıllı Abdûh el-Şimâlî’nin ARAP-İSLÂM Felsefesi unvanıyla yazdığı eser (bkz. br. dn. 47) veya İspanyol araştırıcı Cruz Hernandez’in İSPANYOL-İSLÂM Felsefesi adıyla yayınladığı eser (bkz. br. dn. 52) gibi, bizim de TÜRK-İSLÂM Felsefesi deyimini kul­lanmağa hakkımız vardır. Bu sâhanın ihmâli, ihmâle sebep olanlar için vebâl olacaktır.

YAZARIN DİĞER ESERLERİ

(Kitaplar ve Makâleler)

  1. Fârâbî’nin Kategorileri, İst. 1960 (: İst. Üniv. Ed. Fak. İslâm Tet­kikleri Enst. Dergisi; C. 2; cüz 2-4/s. 1-46): (:makâle, 48 sayfa)
  2. Fârâbî Mantığının Kökleri, İst. 1961 (: İst. Üniv. Ed. Fak. Şarki­yat Mecmuası; C. 4/s. 147-170) (: makale; 23 syf.)
  3. Sadreddin Konevî’nin Düşüncesinde İnsan, Kader ve Ahiâk, İst. 1964 (: İst. Üniv. Ed. Fak. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi; C. 4/ Cüz 1-2/s. 65-80) (: makâle; 15 syf.)
  4. Muhyiddin İbnüi-Arabî: Hayâtı ve Çevresi, İst. 1966 (Fatih Ba­sımevi) (: kitap; 184 syf.)
  5. Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah, Kâinât ve İnsan, İst 1967 (Ed. Fak. Yay. no. 1208) <(: kitap; 24+192 syf.)
  6. Manevi Kalkınma, İst. 1967 (Cağaloğlu yayınları, no. 25) (: kitap; 100 syf.)
  7. Muhyiddin İbnüi-Arabî: El-Bulga fil-Hikme (: Felsefede Yeterli­lik), İst. 1969 -(İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1403) (: kitap; 44 +576 syf.)
  1. İslâm Mantık Tarihi ve Fârâbî Mantığı, İst. 1969-1970 (İki cild) (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1405) (: kitap; 88 +94 syf.)
  2. İbnül-Arabî’nin Eserleri ve Kaynakları İçin misdak olarak El-Fü- tûhât el-Mekkiye (: Yan Motifler); İst. 1974 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1726) (: kitap; 14+256 syf.)
  3. Felsefe: Mukâyeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar, İst. 1978 (Çağ­rı yayınları) (: kitap; 336 syf.)
  4. İbnül-Arabî’nln Eserleri ve Kaynaklar» için misdak olarak El-Fü- tûhât el-Mekkiye (: ‘Esas Motifler); İst. 1980 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1991) {: kitap; 14+275 syf.)
  5. Türk-İslâm Filozofu İbn Sinâ : Hayâtı ve Eserleri, İst. 1981 (İst. üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, Sayı: 22-23/s. 1-53) (: makâle, 53 syf.)
  6. Felsefenin İlkeleri (Felsefeye Giriş – 1) İst. 1982 (Doğuş Yayın­ları) (: kitap; 14+270 syf.)
  7. Filozofların Özellikleri (: Felsefeye Giriş – 2), İst. 1983 (Doğüş Yayınları) (: kitap; 240 syf.).
  8. Felsefenin Tekniği» İst. 1984 (Doğuş Yayınları) (: kitap; 14+ 254 syf.)
  9. Felsefede Üslup Meselesi ve Bâzı İlkeler, İst. 1984 (İst. Ün iv. Ed. Fak. Felsefe Ark iv i. C. 24/s. 55-70) (: makâle, 15 syf.)
  10. Türk-İslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri, İst. 1984 (İst. Üniv. lEd. Fdk. Felsefe Arkivi, 24/s. 1-25) (: makâle; 25 syf.)
  11. Felsefe Bakımından Metafor, İst. 1984 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, C. 25/s. 17-36) (: makâle; 18 syf.)
  12. Hekim ve Hakim Olarak İbn Sinâ, Kayseri, 1984 (Gevher Nesibe Sultan anısına düzenlenen İBN SİNA KONGRESİ tebliğleri; Kay­seri, 14 Mart 1984/s. 318-333), (: makâle, 20 syf.)
  13. İbn Sinaya göre çocukta ve gençlerde mutedil mizâcsn şartları, Ankara, 1984 (Türk Tarih Kurumu Yay.; İbn Sinâ, ölümünün bi­rinci yılı Armağanı – 1984/s. 249-255) (: makâle, 6 syf.)
  14. Mevlanâ’da metafor yoluyla felsefe, Konya, 1985 (1. Millî Mev- lanâ Kongresi tebliğleri, s. 39-73) (: makâle, 24 syf.)
  15. Türk-İslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri Konusunda Yeni örnekler, (Felsefe Arkivi, No. 26’da çıkacak)
  16. Türkler ve Felsefe (Türk-İslâm Felsefesi), İst. 1986
  17. Felsefe Tarihinde Türkler (Basıma hazır)
  18. Türk-İsJâm Felsefesine Giriş (Basıma hazır)
  19. Türk-İslâm Felsefesi Tarihi (Hazırlanıyor)
  20. Felsefede Metafor (Metafor Yoluyla Felsefe Problemlerinin Açık­lanması) (Basıma hazır)


TÜRKLER VE FELSEFE (TÜRK-İSLÂM FELSEFESİ)

Prof. Dr. Nihat Keklik

İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Bölümü Türk-İslâm Felsefesi Tarihi Anabilim Dalı Bşk..

13×19,5 cm; 80 sayfa, 3. hamur kâğıt, dikişsiz, yumuşak karton kapak

Bibliyografya Künyesi:

KEKLİK, Nihat., Prof. Dr., Türkler ve Felsefe; Türk – İslâm Felsefesi., Fatih Yayınevi Matbaası, Alibaba Türbe Sok. No. 21/3 Nuruosmaniye – İstanbul, 1986

Faksimile tarama: Durmuş HOCAOĞLU

Tarama çözünürlüğü: 1200 dpi, Parlaklık: 600
PDF’ye dönüştürme formatı: BMP
Tarama cihazı ve programı HP Scanjet G4010, TWAIN

Mart 2010

Göztepe, İstanbul

——————————————

Dipnotlar

[1] Hıristiyanlık ve Yahudiliğe giren Türkler hakkında bkz.

  1. Dr. Mehmet Eröz, Hıristiyanlaşan Türkler, (Türk Kültürü­nü Araştırma Enstitüsü), Ankara, 1983
  2. Doç. Dr. Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985

[2] İbn Sâid. Tabakât el-Ümem. s. 11; ayr. N. Keklik, Felsefenin İl­keleri, (İst. 1982), s. 117

[3]   Câhiz, Türklerin Faziletleri, (tere. Dr. Ramazan Şeşen; Türk Kül­türünü Araştırma Enstitüsü Yayınları; no. 33), Ankara, 1967

[4] Câhiz, aynı eser, s. 77

[5]   Câhiz, aynı eser, s. 78

[6]   Câhiz, aynı eser, s. 79

[7]   Câhiz, aynı eser, s. 74

[8]   Câhiz, aynı eser, s. 75

[9]   Câhiz, aynı eser, s. 79

[10] Câhiz, aynı eser, s. 79

[11] Câhiz, aynı eser, s. 68

[12] Beyhâkî, Tetimune Sivân el-Hikme, (Lahor, 1935), s. 134

[13] Beytâkî, aynı eser, s. 134

[14] Machiavelli, Hükümdar, (tere. Yusuf Adil Egeli, İst. 1955), s. 14

[15] Mocbiavelli, aynı eser, s. 14

[16] Rousseau, Emile (metin), 1/291 (: Livre IV); ayr. Emil (tere. A.R. Ülgener), s. 167 (Buradaki ifadenin tamamına göre):

«… Türkler, niçin umumiyet itibariyle Fransızlar’a nazaran daha çok insânî ve misâfir-perver’dir? (Çünki) fertlerin büyüklük ve saâdetini muvakkat ve devamsız gördüklerinden, başkalarının düşkünlük ve sefâletine karşı yabancı kalmayacak derecede in­sanlığa daha yakın olduklarından ve bugün yardım ettiklerinin âkıbetine yarın kendilerinin dahi düşebileceklerini düşünür ol­duklarından…»

[17] Rousseau, Toplum Anlaşması, (tere. V. Günyol, 1946), s. 196

[18] Rousseau, Toplum Anlaşması, s. 61-62 (Kendi ifâdesiyle) :

«… Herkes, … herhangi bir tanrısal varlıkla gizli ilişkide imiş gibi görünebilir; yahut kulağına birşeyler söyleyecek şekilde bir kuşu terbiye edebilir. … Ne var ki, bunları yapan bir adam, et­rafına bir alay sersem toplayabilir ama hiçbir zaman bir hükü­met (: hâkimiyet) kuramaz; acâiplikleri de kendisiyle beraber yok olup gider. Boşuna göz boyamalar, geçici bir bağ meydana ge­tirirler. Bu bağı, yalnız akıl ve bilgelik devamlı kılabilir. (Nitekim), dâima varlığını muhâfaza eden (Hz.) Musa Kânunu (: müsavilik) ve on asırdan beri dünyânın yarısında geçen (Hz.) Muhammed’in koyduğu hükümler, bunları koyan kimselerin büyük adamlar ol­duklarını bugün bile bize anlatmaktadır. Mağrur felsefe, yahut da o kör taraftarlık (inkârcılık) rûhu, bunlara bâzıları açık birer sahtekâr gözüyle baktıkları halde, gerçek siyâset, onların müesseselerinde, o uzun ömürlü teşekküllere önderlik eden o büyük ve kuvvetli dehâya hayran kalıyor…»

[19] Rousseau, Toplum Anlaşması, s. 64-65

Burada Rousseau çok ağır şekilde Ruslar’ı tenkit etmektedir. Ona göre Ruslar, aslâ medenî olamazlar. Gerçi Ruslar bütün Avrupa’­yı boyunduruk altına almağa çatışacaktır fakat (Rousseau’ya gö­re) Türkler bütün Avrupa’nın efendisi olacaklardır. Kendi ifâde­siyle :

«… Ruslar, hiçbir zaman medenî teşkilât altına alınamayacaklar­dır. Çünkü bu işe vaktinden evvel girişmişlerdir. Deli Petro’nun dehâsı taklitçi bir dehâ idi. Onda gerçek dehâ, herşeyi yoktan yaratan dehâ yoktu. Yaptığı şeylerden bâzıları iyi ise de, çoğu yersizdi. Milletinin barbar olduğunu görmüştü ama medenî teş¬kilât altına girecek kadar olgunlaşmamış olduğunu* fark edememişti. Onu savaşa hazırlamak gerekirken, medenîleştirmeğe kalkışmıştı. Deli Petro onları herşeyden önce Ruslaştırmakla işe başlaması gerekirken Almanlaştırmak, İngizleştirmek istedi. … Rus İmparatorluğu, Avrupa’yı boyunduruk altına almak isteyecek ama, asıl kendisi boyunduruk altına girecektir. Tebaaları (uyduları) yahut komşuları olan Tatarlar (: Türkler), hem onların (: Rusların) hem de bizim (: Avrupanın) efendilerimiz olacaktır. Bu inkılap bana muhakkak gibi geliyor. Bütün Avrupa kralları, bunun bir an evvel olmasına elbirliği ile çalışıyorlar…» 

[20] Voltaire, Feylesofça Konuşmalar, 1/322-324; ayr. bkz. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 130-131

[21] Voltaire, aynı eser (tere, Fehmi Baldaş), 1/191; ayr. N. Kek¬lik, aynı eser, s. 190-191

[22] Schopenhauer, The World as Will and Idea, (Engilish/transl. by. R.B. Haldane and J. Kemp; London, üç cilt), 2/425-426

[23] Ricaut, Türkîerin Siyâsi Düsturları, (tere. M. Reşat Üzmen; Ter­cüman 1001 Temel Eser; no. 81)

[24] Ricaut, aynı eser, s. 254

[25] Ricaut, aynı eser, s. 245

[26] Villamont. Les Voyages du Seigneur de Villamont, (Paris, 1506). s. 234afo’den naklen ¡.H. Dânişmend, Garp Menbalarina Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, s. 55

[27] Du Loir, Les Voyages du Sieur du Loir, (Paris, 1654), s. 193-194′- den naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 70

[28] Comte De Marsigli, L’Etat militaire de L’Empire Ottoman; ses progrès et sa décadence, (La Haye, 1732), s. 38-39’dan naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 127

[29] Tih. Thornton, Etat actuel de la Turquie, (Paris, 1812), s. 226’dan naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 74

[30] Corneille Le Bryn, Voyages de Corneille Le Bryn par la Moscovie en Perse et aux Indes Orientales, (La Haye, 1712), 1/422’den naklen İ H. Dânişmend, aynı eser, s. 141

[31] A. Ubicini, La Turquie Actuelle, (Parüs, 1855), s. 354’den naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 141

[32] Berna Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar : Onbeşinci Yüz­yıldan Onsekizinci Yüzyıla Kadar (nşr. İst. Üniv. Edeb. Fak. Yay. no. 1050) İst. 1964

[33] J. Boermus, The fardle of facions… (transı, by B. Watreman}, London, 1955’den naklen B. Moran, aynı eser, s. 18-19

[34] The Policy of the Turkish Empire, London, 1597’den naklen B. Moran, aynı eser, s. 34-35

[35] G. Botero, The travellers breviat or an historical description… (tnansl. by Robert Johnson), London, l6QTden naklen B. MOran, aynı eser, s. 41

[36] R. De Lusinge, The beginning, continuance and decay of estates, (transl. by John Finet), London, 1006’dan naklen B. Moran, aynı eser, s. 45

[37] J. Oe Thevenot, The travels of Monsieur Thevenot into the Le­vant, London 1686’dan naklen B. Moran, aynı eser, s. 131

[38] Ziyâ Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türk Kültür Yay. İst. 1976), s. 6

[39] Ziyâ Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak, (Türk Kül­tür Yay. İst. 1976), s. 36

[40] Mes’ûdî, El-Tenbîh vel-İşrâf, (fransızca tere. Carra de Vatıx: Livre de l’Avertissement et de la Revision, Paris, 1897), s. 121 ayr. bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, (İst. 1982), s. 116

[41] bkz. R. Şeşen, Eski Araplara Göre Türkler, (Türkiyat !Mecm. rvo. XV; İst. 1969), s. 12 vd.

[42] 6u konudaki hadis’ler için bkz. H.Ü. Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, (İst. Üniv. Ed Fak. Yay. no. 2154; İst 1976), s. 5-7; ayr. bkz. İH Dânişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? (Milli Ü(kü Yİay. Konya, 1978)

[43] Prof. Dr. B. Ögel (vd.), Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Ana­dolu, s. 178 (:Türi< Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, no. 56; Ankara, 1986)

[44] ‘Ne yazık ki muhterem ve merhum bâzı din bilginlerimiz, bu ger­çeği görmüş değildir. Meselâ Ahmed Naim beyin, İslâmda Dâ- va-yı Kavmiyet adlı bir risâleslnde (nşr. Sebil’ûr-Reşâd Kütüpha­nesi, İst. h. 1332), bunun üzücü örnekleri mevcuttur.

[45]  Arap felsefesi ismiyle yayınlanmış örnekler olarak:

  1. a) Sehmölders, Documenta philosophiae arabum, Bonnae, 1836
  2. b) Sehmölders. Essai sur les écoles philosophiques chez les Arabes, Paris, 1842
  3. c) Heinrich Ritter, Arabische Philosophie, Hamburg, 1844-1845
  4. d) De Lacy O’Leary, Arabie thaught and its place in history, Lon¬don, 1922. (Bu eser, türkçeye çevrilmiştir: H. Yurdaydın ve Y. Kutluay, İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Ankara, 1971)
  5. e) Quadri, La Filosofía degli Arabi nel suo fiore, Firenze, 1939 (Bu eser Fransızcaya tercüme edilmiştir: ¡Roland Huret, La Philosophie Arabe dans l’Europe médiévale; d<es origines à Averroès, Paris, 1947
  6. f) Max Horten, Jahresbericht über Neuerscheinungen aus dem Bereiche der Arabischen Philosophie, (Archiv für Philosophie), 1906
  7. g) Cruz Hernandez, La Fiiasofia Arabe, Madrid, 1963
  8. h) N. Rescher, Stildi es in t be History of Arabie Logic, London, 1963

ı) N. Rescher, The Development of Arabie Logic, London, 1964

[46] Buna dâir örnekler olarak :

  1. a)Tantavî Cevheri, Behçet el-ulûm fil-Felsefet el-Arabiyye, … Mı­sır, h. 1354
  2. b) Y. Kumayr, Felâsifet el-Arab, Beyrut, 1954
  3. c) el-Yazıcı ve A.G. Kerem, İlâm el-Felsefet el-Arabiyye, Bey­rut, 1957
  4. d) el-Fahûrî ve H. el-Curr, Tarih el-Felsefet el-Arabiyye, (iki cild), Beyrut, 1957-1958
  5. e) Sarouya, La Pensée Arabe, Paris, 1960
  6. f) O. Forruh, Târih el-Fikr el-Arabî, Beyrut, 1962

[47] Albdûh el-Şimâlî, Dirâsât fî târih el-Felsefet el-Arabiyye el-İslâmiyye, ve âsârü ricâlihâ, Beyrut, 1960

[48] İslâm Felsefesi (-veyâ İslâm Düşüncesi-) unvanıyla, Avrupalı oriantalistler tarafından yayınlanan eserlere örnekler olarak :

  1. Dugat, Histoire des Philosophes et des Théologiens musul­manes, de 632 à 1258 de J.C., Paris, 1878
  2. Leon Gauthier, La Philosophie Musulmane, Paris, 1900
  3. J. De Boer, Geschichte der Philosophie im İslâm, Stuttgart, 1901. (Bu eser, Türkçeye de tercüme olunmuştur : Dr. Yaşar Kutluay, İslâmda Felsefe Târihi, Ankara, 1960
  4. Parkinson, Essays in İslamic Philosophy, London, 1907
  5. İ. Göldziher, Die islamische … Philosophie des Mittelalters, Berlin, Leipzig, 1909
  6. De Vaux, Les Penseurs de l’islam, Paris, 1914-1922
  7. Gauthier, Introduction à l’étude de la Philosophie Musul4 mane, Paris, 1923
  8. Max Horten, Die Philosophie des islams…, Leipzig, 1923
  9. i) Richard Walzer, İslamic Philosophy, (: Hist, of Philosophy East and West) içinde 120-148
  10. L. Gauthier, La Pensée Musulmane à travers *es âges, Alger, 1957
  11. Gardet, Le Problemê de la Philosophie Musulmane (¡ Mé¬langes offerts à Etienne Gilson) içinde, s. 261-284 (Paris, 1959)
  12. Watt, isiamic Surveys : Islamic Philosophy and Theology, Edinburg, 1962 (Bu eser Türkçeye çevrilmiştir: Dr. S. Ateş, İslâm Felsefesi ve Kelâmı, Ank. 1968)
  13. Henry Corbin, Histoire de la Philosophie islamique, PariSi 1964 (Bu kitap, Türkçeye çevrilmiştir: Prof. Dr. H. Hatemî, İslâm Felsefesi Tarihi, İst. 1986)

[49] Arap dünyasındaki araştırıcıların İslâm Felsefesi veyâ İslâm Dü- cesi unvanıyla yazdıkları eserlere bâzı örnekler olarak :

  1. Lutfî Cumua, Târîhu Felâsifet el-İslâm fil-Maşrık vel-Mag- rib, Kâhire, h. 1345 (m. 1926)
  2. Bundalî Cavzî, Târihul-Harekât el-Fikriyye fil-İslâm, Kudus, 1928
  3. Abdurrâzık Bâşâ, Temhîd fî-Târih el-Felsefet el-İslâmiyye, (iki cild), Kâhire, h. 1363 (m. 1944)
  4. İbrahim Madkour, Fil-Felsefet el-İslâmiyye, Kâ’hire, 1367 (m. 1953)
  5. Abdülhalîm Mahmûd, El-Tefkîr el-Feisefî fil-islâm (İki rild), Mısır.
  6. Fuâd el-Ahvânî, İslamic Philosophy, Kâhire, 1957
  7. M. Sharif, History of Müslim Philosophy, Wiesbaden, 1963
  8. Sayyid Husayn Nasr, Three Muslim Soges (: İbn Sîna, Süh- reverdî ve İbnüi-Arabî hakkında), Harward Un iv. Press. 1964

[50] Türk araştırıcılar içinde İslâm Felsefesi veya İslâm Düşüncesi unvanını taşıyan eserler yayınlayanlara bazı örnekler olarak :

  1. İsmail Hakkı İzmirli, Târîh-i Felsefe-i İslâmiyye, İst. 1923
  2. Hilmi Zıyâ Ülken, İslâm Düşüncesi, İstanbul, 1946
  3. Hilmi Zıyâ Ülken, La Pensée de Vİslam, İstanbul 1953
  4. İ. Agâh Çubukçu, İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Ank. 1972
  5. İ. Agâh Çubukçu, İslâm Düşünürleri, Ankara, 1977

[51] Meselâ Montgomery Watt bir eserinde (bkz. İslâm Felsefesi ve Kelâmı, terc. Dr. Süleyman Ateş; s. 138), onaltıncı asır Türk bil­ginlerinden Birgivî (Birgi-li: 1522-1573)’nin bir Türk âlimi olduğu­nu söyledikten sonra, şu garip hükme ulaşarak diyor ki: “… ken­disi, birçok Türkler gibi filozof değildi…”

[52] Cruz Hernández, Historia de la Filosofía Española: Filosofía Hispano-Musulmana (iki ciid), Madrid. 1957

[53] Palacios, Mohiddin (Homeneja y Pelayo; Madrid, 1899), 2/217-258 Onun diğer araştırmaları için bkz. N. Keklik, İbnül-Arabî’nin eser­leri ve kaynakları için misdak olarak el-Futûhât el-Mekkiye, İst. 1974 {Oild-I/Giriş, s. IV-V vd.)

[54] Palacios, Avempace botánico (Andalus, 5/255-299), Madrid, 1940; ayr. Palacios (M.A.), Tratado de Avempace sobre la unión del intellecto con el hombre (Andalus, 7/1-47), 1942

[55] Taşköprülü-zâde, Eş-Şekâik’un-Nûmâniyye fî Ulemâld-Devletil-Os- mâniyye, (inceleme ve notlarla neşr eden, A.S. Furat; Ed. Fak. Yay. no. 3355), İst. 1985

[56] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî (Gregg İnt. Publ. Ltd. 1971)

[57] Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, (republished by Gregg International Publishers Ltd. 1971)

[58] Bursalı Tahir, Türklerin Ulum ve Fünûna Hizmetleri, İst. 1333 (m. 1898)

[59] Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, s. 7

[60] Mehmet Ali Aynî (Prof.), Türk Mantıkçıları, (İlahiyat Fak. Mecm. 1928; cilt-3/Sayı-1ö/s. 49-64 (eski harflerle)

[61] Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlâkçıları, İst. 1939 (Marifet Basımevi)

[62] (Mehmet Ali Avnî, Türk Azizleri-1; İsmâil Hakkı Bursalı, ve Rûh’ül- Beyan müellifi, İstanbul, (Mârifet Basımevi), 1944

[63] H. Z. Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, İst. 1934

[64] H. Z. Ülken, Türk Filozofları Antolojisi, İst. 1935

[65] H. Z. Ülken. Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi (Ülken Yay. İst. 1979

[66] A. A. Adıvar, La Science chez les Turcs Ottomans, Paris, 1939

66* A. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim (Millî Eğ. Bak. Yay.) İst. 1943 

[67] İbn Sâid (öl. 1170) Tabaka t el-Ümem, s. 60

Kindî’nin gerek Peygamberlerin Doğruluğu ve gerekse Tanrının Birliği hakkında çeşitli eserler yazdığını ve ayrıca, İslâmiyete uy­mayan inançlarla mücâdele ettiğini, Klasik Kaynaklar’dan öğren­mekteyiz. Meselâ: 

  • İbn Cülcül (öl. 905), Tabakât el-Etibbâ (s. 74) adlı eserinde onun monoteizm (rel-Tevhîd) konusunda, mantıkçı olarak ve isbât yoluyla bir eser yazdığını söylemektedir.
  • İbn Sâid öl. 1170)’in ifâdesine göre bu eser (El-Tevhîd adlı ki­tap) aynı zamanda Altın Ağız (:Fem el-Zeheb) ismiyle de anıl­maktadır. (bkz. Tabakât el-Ümem, s. 60)
  • Monoteizm (El-Tevhîd) isimli bu eser, İbn el-Kıftî öl. 1248) (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 244) tarafından da zikredilmiştir.
  • İbn el-Kıftî (öl. 1248)’ye göre (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 241) onun eserlerinden biri de, Tanrının Bütün Eylemleri Âdildir

            (: Erine Ef’âl el-Bâri küHühâ adl’ün) adını taşımaktadır.

İbn el-Kıftî (öl. 1248) diyor ki:  -İslâmiyete zıt fikirlerle mü­câdele konusunda Kindî’nin eserlerinden bir tânesi, Maniheistlere Reddiye (Redd alel-Menâniyye) ve diğeri de Dualistlere Reddiye (Redd ales-Seneviyye) ismini taşımaktadır, (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 241)

[68] İbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, (nşr. Beyrut, 1965), s. 294

[69] İbn el-Nedîm (el-Fihrist, s. 299 ve 301) tarafından iki defâ zikre­dilen bu eserin orijinal ismi, Kitâb enne lil-İnsâni Hâlikan Kakî- mâ şeklindedir. Bu eser için ayr. bkz. İİİbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, s. 241 ve etraflı açıklamalar için bkz. N. Keklik, Felsefe­nin İlkeleri, s. 226

[70] İbn Ebî Useybia (öl. 1270), Uyûn el-Enbâ (nşr. Beyrut, 1965) adlı eserinde (s. 426’da) diyor ki: — Peygamberlerin Kusurları ( Uyûb el-Enbiyâ) adlı bir kitap, ihtimâl ki Râzî’nin bâzı kötü ve inatçı düşmanları tarafından yazılmış olabilir. Ayrıca ona izâfe edile­rek Peygamberlerin Mucizeleri (Mehârik el-Enbiyâ) adını taşıyan ve gûyâ Peygamberlerin mûcizelerini inkâr eden bir eserin de bu sûretle Râzî’ye isnâd edildiğini söyledikten sonra, Râzî’yi tenzih etmektedir.

[71] İbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, s. 606-607; bu konuda ayrıca bkz. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 168

[72] İbn el-Kıftî, İhbâr el-Ulemâ, s. 270; ayr. İbn ebî Useyfoia, Uyûn el-Enbâ s. 438; ayr. bkz. N. Keklik, Türk-İslâm Filozofu İbn Sina: Hayatı ve Eserleri, (Felsefe Arkivi, Sayı: 22-23), s. 12

[73] N. Keklik, Filozofların Özellikleri, (İst. 1982), s. 176-220

[74] Fr. Bacon, Novum Organum, (E. A. Burt neşri), s. 55

[75] Hegel, Ansiklopediye 1827 Önsözü (: Hegel Bütün Yapıtları, 1/27’- den naklen); ayr. bkz. N. Keklik, Felsefenin Tekniği, s. 70 (frg. 15)

[76] D. Hume, Dinin Doğal Tarihi, s. 32; ayr. W. Durant, Felsefe Kıla­vuzu, s. 113; ayr. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 179 ve 189

[77] V. Delbos, La Philosophie Française, (Librairie Plon), Paris, 1919 (364 sayfa)

[78] V. Delbos, aynı eser, s. 1 (Avertissement)

[79] V. Delbos, aynı eser, s. 2 (Avertissement)

[80] V. Delbos, aynı eser, s. 4

[81] V. Delbos, aynı eser, s. 5 ve 10

Descartes (öl. 1650), Pascal (öl. 1662), Malebranche {öl. 1715), Buffon (öl. 1788), D’Alembert (öl. 1783), Cabanis (öl. 1808), Augus­te Comte (öl. 1857), Renouvier (öl. 1903), ve Cournot (öl. 1877) gibiler. Bu düşünürler arasında V. Delbos, özellikle Descartes, Pascal, Malebranche, Fonteneüe (öl. 1757), P. Bayie (öl. 1706), Voltaire, Montesquieu (öl. 1755), Buffon, Lamarck, Rousseau, Di­derot, Condillac, De Bonald (1754-1840), Maine De Biran (1766- 1824), Saint Simon (1760-1825) ve Auguste Comte haklarında bil­gi vermektedir.

[82] L. Lavelle, La Philosophie Française entre les deux guerres, (Lib­rairie Aubier) — Paris, 1942 (: 276 sayfa)

[83] L. Lava Ile, aynı eser, s. 7

[84] L Lavelle,  aynı eser, s. 8

[85] L.   Lavelle, aynı eser, s. 8

[86] L.   Lavelle, aynı eser, s. 55

[87] L.   Lavelle, aynı eser, s. 227-228

[88] J.   Wahl, Tableau de la Philosophie Française, (Librairie Fon­ taine), Paris, 1946 (: 233 sayfa)

[89] J. Wahl, aynı eser, s. 94

[90] J. Wahl, aynı eser, s. 17-19

Burada Descartes (1596-1650)’ın cogito’sunda’ki terimıer ‘¿eker te­ker ele alınmakta ve fahklı bir yorum getirilmeğe çalışılmakta­dır. Bu arada, Tanrının varlığı konusunda Descartes’m üç tâne delîl üzerine dayandığı izah edilmektedir.

[91] Meselâ d’Alembert (öl. 1783), sâdece şüphe unsurunu kabûl et­mekteydi. Buna karşılık Voltaire (öl. 1778) diyordu ki : Descartes, yolunu şaşırmış ve gülünç olan hayâli şeyler dokusudur. Ayrıca Condillac (öl. 1780) diyordu ki Descartes, fikirlerimizin menşeini tanıyabilmiş değildir. Bkz. J. Wahl, aynı eser, s. 22-26

[92] Onsekizinci yüzyıl içinde, Fransız felsefesinin kısmen materyalizm’e doğru sürüklendiğini îmâ eden müellife göre Pierre Bayie (öl. 1706) 18 inoi asır felsefesi üzerinde en büyük etkileri bırak­mış olan düşünürdür ve temelde bir rölativizm ustâdı olduğu gi­bi, dinsizlik lideri de sayılmaktadır. Çünkü Bayle’e göre, dinsizlik hiçbir zaman örf ve âdetlerin inkârına götürmez. Bu ilkelere da­yanmak süratiyle Bayie, aynı zamanda bir tolerans fikri de geliş­tirmiştir. (L. Lavelle, aynı eser, s. 62 ve 63) Buna karşılık Voltaire (öl. 1778) Tanrı’ya inamyorau fakat onun Tanrı’sı aynı zamanda bir ahlâk Tanrısı idi. Bu mânadadır ki Voltaire, şöyle demektey di : — Tanrı mevcut olmasaydı, Onu icat etmek gerekirdi, (aynı eser, 68) Hıristiyanlığa gelince, Voltaire onunla da mücâdele et­miştir fakat bu tavır materialistlerin fanatizmine kadar gittiği za­man, din düşmanlığı ile de mücâdele etmekten geri kalmamıştır. (LavaIIe, ayhı eser, s. 75) La Mettrie (öl. 1751) ise, bütün insan­lar ateist olmadıkça, dünyânın mutlu olamayaclgını söylemektey­di. (aynı eser, 75). Onun gibi düşünenler arasında Diderot (öl- 1784) ile d’Holbach (öl. 1789) da vardı. Şu farkla ki d’Holbach’a göre din, sâdece halk için faydalıdır fakat ateizm, halka uygun değildir, (aynı eser, 79) Şayet Rousseau (öl. 1778)’nun materialist- ler ile ateistler karşısındaki çıkışlarını bir yana bırakacak olur­sak, anlaşılır ki 18 nci asır Fransız felsefesi, umumiyetle mate­rial İst ve ateist bir istikâmet almıştı. Fakat 19 uncu asırda Maine de Biran 1766-1824)’dan batış ederken müellif diyor ki : «…Onun­la,Fransız Felsefesi’nin zirvelerinden birine ulaşıyoruz…» Gerçi M. de Biran, gençliğinde Condillac (öl. 1789) ve Cabanis (öl. 1808) gibi fikirlere sahipti fakat sonraları Pascal (öl. 1682) ve Fenelon (öl. 1678) gibi düşünmeğe başladı, (aynı eser, 96) Hıristiyanlığa bağlı olan Maine de Biran (1776-1824) (aynı eser, 116) ile ak­ranlarından olan Auguste Comte (öl. 1857), gerçekte birbirine zıt düşünmekteydiler. Çünki Maine de Biran, kendi metafiziğini psi­koloji üzerine dayandırırken, Comte ise, kendi ilimler tasnifinden psikoloji’yi dışta bırakmaktaydı. (J. Wahl, aynı eser, s. 124-125)

[93] E. Bröhier, Transformation de la Philosophie Française, (Fiarn- marion) Paris, 1950 (: 254 sayfa)

[94] ‘E. Brehier, aynı eser, s. 5

[95] İ. Benrubi, Philosophische Strömungen in Frankreich, (Verlag von Felix Meiner) Leipzig, 1928 (523 sayfa) Benrubi, aynı eser, s. 2 (: Einleitımg)

[97] E. A. Burt, The English Philosophers from Bacon to Mill, (The Modern Library, Random House Inc.), New York, 1939 (: 1041 sayfa)

[98]

[99] W. R. Sorley, A History of English Philosophy, (Cambridge Uni­versity Press), Clmbridge, 1951 (: 379 sayfa)

Bu eserin üç tâne neşri vardır ki birincisi 1920’de, İkincisi 1937’de ve üçüncüsü de 1951’de yapılmıştır. (Biz üçüncü neşrine dayan­maktayız!)

[100]  Sorley, aynı eser, s. 14

[101]  A.J. Ayer and Raymond Winch, British Empirical Philosophers: Locke Berkeley, Hume, Reid, J-S. Mil!, (Routledge and Kegan Paul Limited), London, 1952 (: İkinci neşri : Lowe and Brydone Limited, London, 1958. (Biz, bu ikinci neşre dayandık.)

[102]  A.J. Ayer – !R. Winch, aynı eser, (Introduction), s. 9

[103]  J.H. Muirhead, Contemporary British Philosophy, (Unvvin Brot­hers Limited), London 1925 (: 432 sayfa)

[104]  J.H. Muirhead, aynı eser, s. 7

[105]  J.H. Muirhead, aynı eser, 8. 7-8 P : 5

[106]  S.tA. Grave, The Scottish Philosophy of Common Sense, (Cla­rendon Press), Oxford-1960 (262 sayfa)

[107]  SA. Grave, aynı eser, s. 5

[108]  İngiliz Felsefesi unvanıyla yayınlanan diğer eserler olarak, şun­ları gösterebiliriz:

a) G.J. Warnock, English Philosophy since 1900, (Oxford Univ. Press) London-1953 (: 1900’den bu yana İngiliz Fel­sefesi) (180 sayfa)

b) Paul Ginestier, Le Pensée Anglo-Saxon depuis 1900, (Presses Universitaires de France), Paris-1956 (: 1900’den bu yana İngiliz Düşüncesi) (134 sayfa)

c) Serge Hutin, La Philosophie Anglaise et Américaine, (Presses Universitaires de France), Paris-1958) (: İngiliz ve Amerikan Felsefeleri) (121 sayfa)

[109] G.P. Adams – WM. P. Montague, Contemporary American Phi­losophy, (Unwin Brothers Limited), Great Britain/Woking, 1930 (: Çağdaş Amerikan Felsefesi) (iki cilt; toplam 900 sayfa)

[110] M. Black, Philosophy in America, (Cornell Univ. Press), ittvaca: New York 1925 (307 sayfa)

[111] M.H. Fisch» Classic American Philosophers, (Appleton-Century- Crofts inc.) New York-1951 {493 sayfa)

[112] Amerikan felsefesi hakkında yazılan diğer eserler olarak :

a) Merle Curti, The Groth of American Thaugth, (Harper and Brothers) New York-1943 (: Amerikan Düşüncesinin Ge­lişmesi)

b) W İ. Riley, American Thaugth from Puritanism to Pragma­tism and Beyond, (Henry Holt and Co.) New York-1923 (: Püritanizm’den Pragmatizmi kadar Amerikan Düşün­cesi)

c) W. Sneider, A History of American Philosophy, (Colum­bia Umv. Press) New York-1946 (: Amerikan Felsefesi Ta­rihi) (368 sayfa)

d) Harvey Towsend, Philosophical ideas in the United State«, (American Book Co.), Cincinati, 1934 (: Birleşik Devletlerde Felsefî Fikirler)

e) H. Werkmeister, A History of Philosophical ideas in America, (The Renold Press), New York-1949 (: Amerika- da Felsefi Fikirlerin Tarihi)

f) R. Paul Anderson – Max Fisch, Philosophy In America from the Puritans to James, with representative selecti­ons, (Appleton Century Crofts, inc.), New York-1939 (*. uritenler’den W. James’e kadar Amerika’da Felsefe)

[113]  Michele Frederioo Sciacca, La Philosophie italienne, (trad, de Marie-Louise Roure; éd. Emanuelle Vitte), Paris 1850 (290 sayfa)

[114]  Guido de Ruggiero, italienische Philosophie, (Ferdinand in Bres­lau), 1925

[115]  A. Tumarkin, Wesen und Werden der schweirischen Philosophie,

(Druck von Huber and Co. Aktiengesellschaft, Fraenfeld). Swit­zerland, 1948 (155 sayfa)

[116]  B. Zenkovsfcy, Histoire de la Philosophie Russe, (traduit du Russe par C. Andronikof, Librairie Gallimard; 4. éd.), Paris, 1953 (512 sayfa)

[117]  Hans Joachim Schoeps, Jüdische Geisteswelt; Zeugnisse aus zwei Jahrtausend, (Holle Verlag, Darmstadt und Genf, 1953)

[118]  Taşköprüiü-zâde, Miftâh el-Saâde, (nşr. Dâr ebKütüb el-badî- se), 2/317

[119]  Lamiî Çelebi, Fütûh el-Mücâhidîn (: M. Câmî’nin, Nefehât eh Üns adlı eserinin tercümesi), s. 658 (: Buradaki ifâdeye göre Sühreverdî. Türkmence konuşmaktaydı.)

—————————————————-

Sonnotlar

[i] Bu satırların yazarı tarafından 20 yıl önce yapılan teşebbüs ve resmî müracaattan sonra, 16 yıl kadar önceleri İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Bölümü bünyesinde kurulan Türk-İslâm Felsefesi kürsüsü, geçen iki yıla âit felsefe programlarında —zorunlu ders olarak— haftada 14 saat tedrise lâyık görüldüğü halde, maalesef bu yıl (1986-87 ders yılı) felsefe programında, haftada dört saat’e indirilmiş ve istihfâf edilmiştir. Bu şartlar altında, gençlerimizi millî felsefe görüşüyle yetiştirmek nasıl mümkün olabilir?

[ii] M.F. Sciacca, La Philosophie italienne, contemporaine, (Paris, 1951), introd, s. 20

[iii] Bilindiği üzere Selçuklular devrinde bile devletimizde resmî dil Farsça’ydı fakat halkımız Türkçe konuşmaktaydı. İlk defa olarak Karamanoğlu Mehmet Beğ’in verdiği emirle 13 Mayıs 1277 târihinden itibaren devlet (: muâmelât) dili Türkçe olmuştu.

[iv] Deizm’de esas olan akıl bakımından Tanrının var olması gerektiği’ne inanmaktır. Bu inanca, akıl Tanrısı denilir. İbnül-Arabî (öl. 1240) buna ilâh el-akl (Akıl Tanrısı) ismini vermekte ve bu görüşü tenkit etmektedir.

[v] Avrupa felsefesinde kısmen görülen ateizm ve buna karşı çıkanlar hakkında bkz. br. s. 58/dn. 92

[vi] Eyyûbîler Hanedanı (m. 1171-1252), aslen Türk’tür. Bu hanedana mensup şahsiyetlerden bir çoğunun adları, en eski Türk adları­dır: Nitekim Salâhaddin Eyyûbî (öl. 1191)’nin ağabeyinin adı Turanşah’tır. Kardeşlerinin adları ile Tuğtekin ve Böri’dir. Annesi de özbeöz Türk’tür. Zevcelerinden biri olan Umar Bey kızı İsmetüddin Âmine de bir Türk’tür; ayrıca iki eniştesi de Türk’tür nitekim bunlardan biri Unaroğlu Sâdeddin Mes’ut ve diğeri de Muzaferüddin Gökböri ismini taşımaktadır, (bkz. Prof. Dr. B. Ögel, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, TKAE yay. no. 56; Ank. 1986; s. 177-178)

 

Yazar
Nihat KEKLİK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen