Prof. Dr. Nihat KEKLİK
*****
Ölümünün 50 nci yılı münâsebetiyle Çanakkale Şehitleri ve İstiklâl Marşımızın şâiri Mehmet Âkif Ersoy’un aziz rûhuna ithâf edilmiştir.
*****
ÖNSÖZ
Her eser belli bir amacın mahsûlüdür. Bu kitabın amacı, Türk – İslâm Felsefesi’ne dâir objektif gerekçeleri ortaya koymak ve millî felsefemize reva görülen bir haksızlığı dile getirmektir[i].
Çeyrek asırdan beri, entellektüel çevrelerin zihinlerinde yer etmiş olan Türk – İslâm Felsefesi, 1970 yılından beri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde bir kürsü (: anabilim dalı) olarak faaliyet göstermektedir. Ne var ki bu araştırma sahası, bir yandan mülî şuur’unu azçok kaybetmiş olan kimselerin, diğer yandan da İslâmî görüş’ten başka alternatif tanımayanların açık veya kapalı muhalefetine mâruz kalmıştır: Sâdece Avrupalı filozofların (─ve özellikle bunlar arasında ateist ve materialist’lerin─) hayranı oldukları için Türk – İslâm Felsefesi’ni inkâra yeltenenlerin tavrı, hiç şüphesiz ki tefekkür hayatına tahammülü olmayan ve bu sebeple «İslâmda felsefe yoktur» diyen kimselerin tavır ve telâkkisinden daha az elem verici değildir. Çünki her iki görüşte de millî felsefe’miz inkâr ediliyor. Oysa «millî felsefe» öylesine aktüel ve çağdaş bir olaydır ki, özellikle yirminci asırda Avrupalılar millî felsefe (msl. Fransız felsefesi, İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, Alman felsefesi vs.) sahasında kemmiyet ve keyfiyet bakımından göz dolduracak eserler yayınlamışlardır. Millî felsefemiz olan Türk-İslâm Felsefesi de böyle bir çağdaş zihniyetin eseri sayılmalıdır.
Nasıl ki san’at, târih ve kültürümüzde İslâmiyet’in izleri varsa, Türk filozofları üzerinde de aynı izler mevcuttur. Zâten bu sâyededir ki yüce milletimiz, bugün kabul edildiği mânâda felsefe yapabilmiştir. Bu sebepledir ki Türk san’atı, Türk tarihi ve Türk dili paralelinde Türk Felsefesi de elbette olacaktır ve olmalıdır: Bu gerçeği inkâr etmeğe yeltenmek, güneşi balçıkla sıvamağa kalkışmaktan farklı değildir.
Herkes kabûl eder ki şahsî fikirler, (─ki felsefe bunun mahsûlüdür─) şahsiyetli milletlerden sâdır olur. Türk milletinin hâiz olduğu yüksek karakter ve şahsiyet, milletimize muhâlif olan Avrupalı müşâhitlerin eserlerinde dahi bulunmaktadır ve bunlar, ilerki sayfalarda zikredilecektir.
Ne mutlu Türküm diyene vecîzesini samimiyetle benimsetebildiğimiz Türk gençliği sâyesindedir ki millî bir felsefemiz olabilecektir. Bu satırların yazarının sarsılmayan inanç ve temennisi budur.
Kitabın yayınlanmasında, maddî ve mânevi kolaylıklar gösteren Nazmi Çekici ve Hilmi Kurtulmuş beylere samimi teşekkürlerimi sunmaktayım.
Nihat KEKLİK
Birinci Bölüm
TÜRKLERÎN FAZİLETLERİ
Türk-İslâm filozoflarının başta gelen özelliği, zararlı fikir akımlarıyla mücâdele ederek, fazüet’e önem vermeleridir. Bu sebepledir ki materyalizm (: Maddeci felsefe) ve ateizm (: Tanrıyı inkarcılık), İslâm dünyâsında rağbet görmemiştir. Aynı şekilde nihilizm (mevcut değerleri hiçe saymak) ve absürdizm (: mantık değerlerini abes ve saçma farzetmek) gibi görüşlere de İslâm düşüncesinde rastlamak kâbil değildir. Çünki filozoflarımız biliyordu ki, herşey hiçtir önermesine dayanan nihilizm, hiç olmazsa herşey hiçtir önermesinin hiç (nihil) olmadığım kabûl etmek zorundadır. Aynı şekilde, (M.F. Sciacca’nın da işâret ettiği üzere)[ii], herşey abestir iddiâsında bulunan absürdizm dahî, hiç olmazsa herşey abestir önermesinin abes olmadığım kabûl etmek mecburiyetindedir.
Türk ve İslâm filozofları, işte bu gibi menfî görüşlerden arınmış olarak felsefelerini mantık ve ahlâk üzerine kurmuşlardır. Çünki onlar, fazilet ve özellikle inanç olmaksızın felsefe yapılamayacağını bilmekteydiler. Bilhassa Türk asıllı filozoflarda bu karakteristik tavır dikkatimizi çekmektedir ve İslâmiyet’in bunda büyük payı olmuştur.
Binlerce yıllık târihi olan Türkler, kendi tabiatlarına ve dünyâ görüşlerine uygun İslâm dîni’ni benimsemişler ve bu sâyede millî varlıklarım koruyabilmişlerdir. Çünki başka dinlere giren bir kısım Türklerin, Avrupa kavimleri arasında eriyip kayboldukları bilinmektedir. (Meselâ Hurûar, Hazarlar, Karaylar, Bulgarlar vs. gibi.)[1]. Onun içindir ki Hıristiyan ve Yahudi inançlarını paylaşıp millî kültürünü kaybedenleri bir yana bırakarak, millî benliğimizin korunmasında büyük rolü plan İslâmiyet ile Türkler arasındaki bağlantılar üzerinde durmamız lâzımdır. Bu ilişki ve bağlantılar sâyesinde Türkler mânevi değerler kazandığı gibi İslâmiyet de güç kazanmıştır. Böylece ikisinin birleşiminden, Türk-İslâm Sentezi ortaya çıkmıştır.
Söz konusu sentez’in birinci unsuru Türkler’dir. Dolayısıyla bu bölümde İslâm dünyasında ve ayrıca Yeniçağ Avrupasında Türklerin Faziletleri üzerine fikir yürüten ünlü şahsiyetlerin ifâdelerinden örnekler vereceğiz.
a) Türklerin fazileti konusunda bâzı İslâm düşünürlerinin görüşleri
Düşünce târihi en azından 2500 yıllık bir geçmişe sâhiptir. Efsâneler devrini ibir yana bırakacak olursak, en eski bilgeler zamanından beri felsefe’nin eğildiği konulardan biri de fazilet, cesâret, iffet vs. gibi ahlâk kavramlarıydı. Târihte kimi filozoflar mantık ve matematik ilimleriyle, kimi filozoflar da ahlâk temizliği ile felsefeye başlamayı tavsiye etmekteydi. Türk asıllı filozoflar, çoğunlukla bu ikinci görüşü desteklemişlerdir.
Böyle bir tercih, tesâdüfen haklı çıkmış değildir. Çünki felsefenin temel disiplinleri olarak mantık, metafizik, politika ve ahlâk gibi konulardan bir kısmı, zamanla tarihî değerini yitirmeğe başlamıştı. Hattâ bunlardan bâzıları, (özellikle 18 inci asırdan itibâren), felsefe dışındaki ilimlerin de el attığı veyâ tamâmen dışlayıp ortadan kaldırmağa çalıştığı disiplinler hâline gelmişti. Meselâ mantık, çok eskiden beri felsefecilerin tekelindeyken, matematikçiler işe karıştı ve böylece modern mantık veyâ lojistik yahut senbolik mantık ortaya çıktı.
Aynı âkıbet, metafizik’m de başına gelmişti. Nitekim metafizik, (tıpkı mantık gibi) 2300 sene önceleri Aristoteles (m.ö. 384-322) tarafından sistemleştirilmiş ve asırlarca bütün filozofların önem verdiği konulardan biri olmuş fakat 18 inci asırda Hume (öl. 1776) tarafından lânetlenip hakaretlere uğratılmıştı. (Nitekim, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma adlı eserinin son sayfası, buna dâir nahoş ifâdelerle doludur.) Daha sonra Kant (öl. 1804), bu ilmi insan akimın hudutları dışında bıraktı ve akil bakımından metafizikti bilmemiz mümkün olmadığını, çünki insan aklının hudutlu olduğunu söylemekteydi. Nihâyet Comte (öl. 1857) metafiziği tamâmen defterden silmeğe çalıştı. Bu arada materialist düşünürler de metafizik ilmini zâten inkâr etmekteydi.
Fakat hiçbir ilmin el-dil uzatamadığı ve sâdece felsefe’nin tekelinde kaldığı ahlâk, kendi mevcûdiyetini (─gerek kişiler ve gerekse milletler içinde─) devam ettirmeği başarmıştır. Bu sebepledir ki felsefe deyince ahlâk ve ahlâk deyince de felsefe anlaşılmaktadır. Türk- ler, işte bu ilmin yaşayan örnekleridir. Nitekim bugün Devlet kitaplıklarında, çoğunlukla elyazmaları hâlinde, atalarımızdan kalan kitapların büyük bir kısmı ahlâk (─ve bir kısmı da mantık─) konusundadır.
Asırlarca İslâm milletlerini dış tehlikelere karşı korumuş olan Türkler, herhalde bu sebepledir ki, (─aşağıda örneklerini göreceğimiz şekilde─) birçok düşünürlerin ve bilginlerin hayranlığını kazanmıştır ve yine bu sebepledir ki Doğulu ve Batılı düşünürlerin bâzıları Türklerin Fazileti üzerinde durmuşlar, hatta bu isimde kitaplar yazmışlardır. Bunun örneklerine hem İslâm dünyâsında, hem de Avrupada rastlamaktayız.
Önce İslâm dünyâsındaki tasvirlere bakacak olursak : Onbirinci asır fikir tarihçilerinden Endülüslü İbn Sâid (öl. 1070), Milletlerin Biyografileri (:Tabakât el- Ümem) adlı eserinde diyor ki:
«… Türkler, sayıları çok olan bir millettir: Onların yaşadıkları yerler, Horasan’ın doğu tarafları ile Çin’in batı yönleri ve ayrıca Kuzey Hindistan’dan kutuplar’a kadar olan bölgelerdir. Savaşlarda ve savaş tekniğinde ustalık ve fazilet (: erdem) sâhibidirler. Nitekim Çin sultanları, Türk sultanlarına «arslanlann sultam» ismini vermekteydi. ,.»’[2]
Dikkat edilirse İbn Sâid (öl. 1070), onbirinci asırda yaşamıştır; Malazgirt savaşı (m. 1071)’ndan kısa bir süre önce vefat etmiş ve o muhteşem Türk zaferini göremeden ölmüştü. Demek ki İbn Sâid’in ölümünden kısa bir zaman sonra Türkler Anadolu’ya da sahip olmuşlardı. Onun içindir ki Endülüslü olan bu müellif, sâdece Orta Asyadaki Türklerin başarılarından söz etmekteydi. Ne var ki İbn Sâid’in vefatından (1070’den) önceki Türk başarıları kadar, onun vefâtından sonraki Türk imparatorlukları ve başarılan da hesaba katılırsa, târih boyunca 16 imparatorluk ve 100’den fazla devlet kurmuş olan Türkler’in, özellikle Selçuklular ve Osmanlılar zamanında, dünyânın birçok ülkelerine yayıldıkları ve (müslüman yahut gayri müslim) birçok milletleri dâimâ adalet ve fazilet sâyesinde asırlarca himâye ettikleri anlaşılacaktır. Bütün bunlar, Türk milletinin vatanseverlik ve ahlâk ilkelerine bağlılığı sâyesinde olmaktaydı.
İbn Sâid (öl. 1070) gibi Türkler hakkında hayranlık duyanlardan biri de, aslen Arap olan ünlü Kelâm düşünürü Câhiz (öl. 869) ’dir. Son yıllarda Türkçe’ye çevrilen bir eseri, Fazâil el-Etrâk (: Türklerin Faziletleri) ismini taşımaktadır[3]. Burada çeşitli bakımlardan Türkleri öven Câhiz diyor ki:
«… Türkler, vatan sevgisine en fazla sâhip olan millettir…» [4]
«… Türkler’de vatan sevgisi, daha fazla ve daha köklüdür…»[5]
«… Türk’ün vatanına karşı duyduğu iştiyak, diğer imanlara göre daha fazla ve daha şiddetlidir…» [6]
«… Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa, mutlaka bir çâresini bulup kurtulur…» [7]
«… Türkler iyi bildikleri bir husûsun tamamını sağlam yapar; her işini bizzat kendi yapar; içi dışı gibidir, hiçbir netice çıkmayacak şeylerle uğraşmaz…»[8]
«… Türklerin ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerinden daha fazladır; onlar ateşli, harâretli ve anlayışlı insanlardır…» [9]
«… Türkler’de yaltaklanma, yaldızlı sözler, münâfıklık, kovuculuk, yapmacık, riyâ, dostlarına karşı kibirlenmek, arkadaşlarına karşı fenâlık ve bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Kitabına uydurup da başkalarının malını helâl saymazlar…»[10]
«… Bir Türk, başh başına bir millettir…»[11]
Ünlü düşünür Câhiz (öl. 869)’den aktardığımız bu fragmentler gösteriyor ki Türkler, dürüst ve karakterli bir millettir; ahlâk kurallarına uymayan davranışlardan kaçınırlar; başkalarının nâmus ve malına kesinlikle göz dikmezler. Özellikle vatan sevgisi’yle dolu olan
Türkler, hem beden hem de ruh bakmamdan güçlü insanlardır. Bizzat Câhiz’in ifâdesiyle: ─ Bir Türk, başlı başına bir millettir.
Türk milletine hayranlık duyanlardan biri de Ali İbn Muhammed el-Hicâzî (1061-1151) isimli bilgindir. Ünlü tabiplerden ve bilgelerden olan bu zât, Büyük Selçuklu Sultanı Sencer (salt. 1117-1157) adına, Mefahir el-Etrâk (: Türklerin İftiharlı Davranışları) ismiyle bir eser yazmıştır[12]. Aynı müellif, Hârizmşahlar adını taşıyan Türk devletinin hükümdarlarından Atsız İbn Muhammed (salt. 1127-1156)’e ithaf ettiği bir eser daha yazmıştır ki bu kitap Felsefe Konusunda (: Fil-Hikme) ismini taşımaktadır[13]. Görülüyor ki Ali el-Hicâzî dahi Türklere hayran olan ve Türklerin fazileti konusunda eser yazan düşünürlerden biridir.
b) Türklerin faziletine hayranlık duyan Avrupalı düşünürler
Türkler hakkındaki hayranlık ve takdirlerini ortaya koyan Avrupalı filozoflara gelince, örnek olarak Machiavelli, Rousseau ve Schopenhauer gibi ünlü filozofları zikredebiliriz.
İtalyan siyâset düşünürü Machiavelli (1469-1527), doğum ve ölüm târihlerine dikkat edildiği takdirde, Osmanlı Türkleri’nin. pek kudretli olduğu 16 ncı asırda yaşamaktaydı. Siyâset yazan olarak kendi zamanındaki olayları yakından takip etmesi bakımından, Türkler hakkında etraflı bilgilere sâhipti. Meselâ kendisinden bir asır kadar önceleri Birinci Kosava Savaşı (m. 1389) ve İkinci Kosava Savaşı (m. 1448)’nda Avrupa milletlerinin Türklere boyun eğmesi, ayrıca Fâtih (salt. 1451- 1481)’in İstanbul’u feth etmesi gibi olaylar, Machiavelli’nin malumuydu. (Nitekim İstanbul’un fethi, onun dünyâya gelmesinden 15 yıl kadar önceleri gerçekleşmişti.) Ayrıca Fâtih’in oğlu ve Bayazıt-II’nin kardeşi Cem Sultan (1459-1495) ’ın iç savaşlar sonucunda Rodos’ a ve oradan da İtalya’ya kaçırıldığını bilmekteydi. (Bu olay, Machiavelli’nin hayatta olduğu sırada meydana gelmişti.) Görülüyor ki Machiavelli (1469-1527), büyük Türk hakanlarının devrinde yaşamıştı. Nitekim Fâtih (öl. 1481), Bayazıt-II (öl. 1512), Yavuz Selim (öl. 1520) ve kısmen de Kânûnî (salt. 1520-1566) devrini idrâk etmişti; bu sebeple Türkler hakkında esaslı fikirleri vardı. Çünki günümüze ulaşan İl-Principe (: Prens; Hükümdar) adlı eserinde, Türklerin devlet nizamından söz etmektedir: O sırada Türk devletinin bir «monarşi» olduğunu ve ülkenin «sancak» lar hâlinde idâre edildiğini ve her sancak başında bir «vâli»nin bulunduğunu söylemektedir[14]. Sonra da Türk ülkesinin pek zor ele geçirilebileceğini çünki Türklerde birlik rûhu’nun son derece kuvvetli olduğunu belirtmektedir. Ona göre Türkler ve Fransızlar, birbirine zıt karakter taşımaktadır: Türklerin ele geçirilmesi zor fakat Fransızlar’ın ele geçirilmesi kolay’dır. Ne var ki Fransızlar ele geçirildiği takdirde zor idâre edilirken, Türkler ele geçirildiği takdirde kolayca idâre edilebilecektir demektedir. Türkler’ in başka milletlerin boyunduruğu altına girmediklerinin sebebini Machiavelli, onlardaki «birlik rûhu»na bağlamaktadır. Nitekim diyor ki:
«… Türk’e kim saldırırsa, onu birlik bulacağını düşünmelidir…»[15]
Anlaşılıyor ki Machiavelli’nin nazarında Türklerin meziyetlerinden biri de, gerektiğinde fikir ve eylem birliği yapmaktır. Milletlerin hür olarak yaşamasının en iyi çâresi, elbette ki budur.
Fransız filozoflarından Rousseau (1712-1778) dahi Türkler’den övgü ile bahsedenlerden biridir. Nitekim çok tanınmış olan Emil (Emile) ve bir de Toplum Anlaşması (Le Contrat Social) adlı eserinde, hem Türkler hem de İslâmiyet hakkında hayranlık dolu ifâdeler kullanmaktadır. Aşağıda verilecek fragmentler sâyesinde anlaşılacaktır ki Rousseau’ya göre Türkler, herşeyden önce konuk-sever ve insan bir millettir. Türkler, bunun yanısıra medenî’dir, üstelik samimî olarak müslüman bir ulustur. Nihâyet birgün bütün Avrupa’ya Türklerin hâkim olacağını söyleyen Rousseau’ya bakılırsa Türkler’in Fransızlar’dan daha insan ve konuksever olmasının sebebi:
«… başkalarının düşkünlük ve sefâletine karşı yabancı kalmayacak derecede insanlığa daha yakın olduklarından (dır) …» [16]
Demek ki Rousseau’ya göre Türkler, dünyâda hiçbir nimetin ebedî olmadığını bilen basiretli insanlardır (dn. 16’daki metni okuyunuz). Bu sebepledir ki düşkünlük ve zaruret içinde bulunanlara yardım elini uzatarak cömertçe davranırlar ve böylece, «insanlığa daha yakın olduklarını» gösterirler. Ahlâkın en güzel tecellîsi de bu değil midir?
Rousseau aynı zamanda Türklerin dindarlığı ve Hz. Mufıammed’in Öğretilerine bağlılığı üzerinde de durmaktadır. Müslümanlık hakkındaki düşüncelerini anlatırken diyor ki:
«… Hz. Muhammedi’m sağlam fikirleri vardı; siyâsî sistemini iyi esaslara bağladı. Kurduğu hükümet (: hâkimiyet), kendisinden sonra gelen halîfeler zamanında (esas) şeklini muhâfaza ettiği müddetçe, tam bir birlik hâlinde kaldı ve böyle olduğu için de, iyi bir hükümet oldu. Fakat Araplar (: müslümanlar) ikbâle erip medenî (ve) hazza düşkün insanlar oluverince, barbarlar’ın (: yabancı milletlerin) hükmü altına girdiler…»[17]
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Muhammed’kı öğretilerini esas şekliyle koruyan müslüman milletler, bağımsız olarak yaşayabilmiştir fakat onun öğretilerini ihmâl ederek zevk-ü-sâfâ’ya dalanlar, başka milletlerin boyunduruğu altına girmişlerdir. Türkler’in târih boyunca hür olarak yaşamasının sebeplerinden biri de bu olmalıdır.
Hz. Muhammed’in aynı zamanda büyük adamlar’ dan olduğunu çünki akıl ve bilgelik sâhibi bulunduğunu belirten Rousseau’ya. göre, her nekadar bâzı inkârcı felsefeler bu gibi «büyük adam» lara kötü gözle bakıyorsa da, insan bu «büyük adam»ların ortaya koydukları eserdeki kuvvetli dehâ‘ya hayran kalmaktadır[18].
Rousseau’nun Türkler hakkındaki görüşlerinden biri de, yakın gelecekte bütün Avrupa’ya, hâkim olacakları meselesidir. Çünki, ona göre Türkler, gerçek anlamda medenî insanlardır; Türklere düşman olanlar ise, bu vasıftan yoksundur[19].
Türkler’den bahs edenlerden biri de Voltaire isimli düşünürdür. Fransız filozoflarından olan Voltaire (1694- 1778), her ne kadar bazen aleyhimizde bulunmuşsa da, Türk kadınları’ndan övgüyle söz etmiş[20] ve Türkler’in, Hz. Muhammedi tarafından konulan kanunlara sadâkatla uyduklarını belirtmiştir :
«… Müslüman dini, aradan 1200 yıl geçtiği halde, hâlâ da kurucusu (Hz. Muhammed) zamanındakinin aynıdır. Bizzat (Hz.) Muhammed tarafından yazılan yasalar, bugün değerlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Kur’ân adındaki kitaba Türkiye’de olduğu kadar İranda, ve Hindistanda. olduğu kadar Afrika’da da saygı gösterilmektedir; her yerde harfi harfine onun sözlerine uyarlar…»[21]
Türkler’den hayranlık ve takdirle bahsedenlerden biri de Alman filozofu Schopenhauer (1788-1860)’dir. Pek tanınmış olan İrâde ve Tasavvur Olarak Dünyâ adlı eserinde, bütün canlılar’ın irâde ile (: doymak bilmeyen isteme ile) kendilerini devam ettirdiklerini, üstelik vücûdumuzdaki çeşitli organların (msl. gözler, dişler, eller, kollar, bacaklar vs. nin), irâdenin objektivasyonu’ndan (: irâdenin maddîleşmesinden) doğduğunu ve şayet onu kontrol eden akıl olmasaydı, irâde’nin azgın bir at gibi başıboş olarak çeşitli yönlere kaçabileceğini söylemektedir. Böylece akıl, irâdenin dizginidir hükmüne ulaşan Schopenhauer’e göre dünyâ milletleri arasında irâde’sini akıl sayesinde en iyi şekilde kontrol eden üç millet var ki bunlardan biri Türkler ve diğerleri de İngilizler ile İspanyollar’dır. İrâde’sini akıl sâyesinde kontrol altında tuttuğu içindir ki Türkler’in her türlü kışkırtma durumlarında dâima serinkanlı olarak davrandıklarını ve bu sayede meselelerin içyüzünü (: gerçek durumunu) araştırdıklarından, tahrik’lere aslâ kapılmadıklarını ve bu sebepledir ki onurlu ve başları dimdik bir millet olduğunu vurgulamaktadır[22].
c) Türklerin faziletleri konusunda Batılı gözlemcilerin kanâatları
Sâdece bundan önceki sayfalarda zikredilenler değil, aynı zamanda birçok Avrupalılar daha var ki, onlar da Türklerin faziletleri üzerinde şâhitlik etmektedir. Milâdî 16 ncı asırdan itibâren Türkiye’ye gelen ve müşahedelerini (─seyahat hatıraları olarak─) yayınlayan bu kimseler, Türkler’i yakından tanımış olanlardır. Dolayısıyla bu tür gözlemcilerin de özel olarak zikredilmesi icap ediyor. Onlara dair örnekler verecek olursak :
17 nci asırda İstanbul’da İngiliz elçiliğinde sekreter olarak beş yıl kadar çalışan ve bu arada Türkçe öğrenmiş bulunan Ricaut (: Riko)’nun Türkiye hakkında yazdığı eser, Türkîerin Siyâsi Düsturları adıyla tercüme olunmuştur[23]. Burada diyor ki:
«… Türkler’in karşılıklı olarak uydukları medeniyet kurallan’nm Roma’daki veya herhangi bir hıristiyan kentindekilerden farkı yoktur. Yüksek mevkileri işgal edenler, göstermek zorunda oldukları saygı ve nezâket’in sınırlarını asla aşmak (: aşırı tevâzu göstermek) istemezler; aksi takdirde bu saygı’nın dalkavukluk şeklinde yorumlanacağını iyi bilirler…» [24]
«… Türkler’in yaşama tarzlarında çok temiz oldukları; temizlik ve ibâdet hususlarında çok titiz davrandıkları bir gerçektir…»[25]
Görülüyor ki Ricaut’ya göre Türkler’in üç tane özelliği var ki birincisi medeniyet kuralları’na, uymak, İkincisi ağır başlı tevâzu ve üçüncüsü de temizlik’tir.
Esâsında 16 ncı asırdan itibâren Türkiye’yi ziyaret ederek inceleyen ve hayran kalan başka seyyahlar da yok değildir. Nitekim rahmetli târihçilerimizden İsmâil Hâmi Dânişmend, onaltıncı asırdan itibâren Türkiye’yi yakından tanıyan Avrupalı seyyahlar’ın eserlerini toplamış ve bunlardan çıkardığı notlara dayanarak: Garp Menbâalanna Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı isminde bir eser yayınlamıştır. Buradaki örneklerden birkaç tanesini aktaracak olursak:
Onaltıncı asır seyyahlarından biri olarak Türkiye’ye gelen Villamont (: Vilâmon) diyor ki:
«… Türkler, sulh zamanlarında gayet halim-selim (: yumuşak ve uysal) olurlar… fakat harbe gitmek icap edince, düşmanlarına karşı şecâat ve cesaretleriyle göz kamaştırmasını çok iyi bilirler…» [26]
Onyedinci asırda Du Loir (: Dü Luâr) ise Türklerin özellikle ahlâk bakımından üstünlüğünü, şu sözlerle dile getirmekteydi:
«… Hiç şüphesiz ki Türk siyâseti ile Türk medenî hayâtı, ahlâk bakımından bütün cihâna örnek olabilecek vaziyettedir…» [27]
Onsekizinci asır seyyahlarından Comte De Marsigli (: Kont dö Marsilyi) Türklerin başlıca iki özelliğine işâ- ret etmek üzere diyor ki:
«… Türkler, hiçbir din farkı gözetmeksizin, bütün yabancılara karşı son derece misâfir-perver (: konuk sever) ’dirler… »[28]
Onsekizinci asır seyyahlarından olup Türkiye’de bulunan Thomton (Tomton) ise, Türklerin ağır başlı insanlar olduklarını şöylece belirtiyordu :
«… Türkler, ağır başlı ve düşünceli insanlardır…»[29]
Yine onsekizinci asır seyyahlarından olan Le Bryn (: Lö Brön), Türk erkekleri ile Türk kadınlarının muhteşem yapılı insanlar olduğuna dikkat etmişti ve bu konuda diyordu ki:
«… Türkler, umumiyet itibariyle boylu boslu, güzel yapılı adamlardır; … kadınlar’ı da aynı vaziyettedir : Boylan ile yürüyüşlerinin ihtişâmı erkekler’inkinden aşağı değildir…»[30]
Ondokuzuneu asır seyyahlarından olan Ubicini (: Ubisini), tıpkı daha öncekilerin temas ettiği gibi Türklerin insanlık dostu olduğunu şu sözlerle belirtmekteydi :
«… Bugün (─Avrupalılar tarafından─) hâlâ barbar sayılan Türkler kadar … insaniyet-perver (: insanlığı seven) bir millet bilmiyorum…»[31]
Görülüyor ki daha onaltmcı asırdan itibâren birçok Avrupalı gezginler, Türkiye’de bulundukları sırada
Türk milletinin fazilet ve ahlâk bakımından üstünlüğünü fark etmişler ve buna hayranlık duymuşlardır.
Bu örneklere ilâve olarak Prof. Dr. Berna Moran tarafından 1964 te yayınlanan bir Bibliografya[32] sayesinde, Türklerin lehinde görüşler ileri süren bâzı eserlerin isimlerini ve muhtevâlarını öğrenmekteyiz. Meselâ Johannes Boermus’un (─1555 yılında İngilizce tercümesi yayınlanan─) eserinde Türklerin meziyetlerinden. örnekler verilmektedir. Boermus’un takdirle bahsettiği bu meziyetlerden olmak üzere Türklerin lüks’e düşkün olmadıkları, adâlet konusunda titiz davrandıkları ve karı-koca arasında dâimâ saygı bulunduğu anlatılmaktadır[33].
Aynı şekilde 16 ncı asırda yayınlanan fakat müellifi bilinmeyen bir eserde Türklerin başarılan izah edilmekte ve Türkler’in gurur, tamahkârlık, şehvet, oburluk, tembellik, hiddet ve haset gibi kötü davranışları günah saydıkları anlatılmaktadır[34].
Yine 16 ncı asırda Giovanni Botero’nun eserinde ise, Türkler’in savaş sırasında her zaman temkinli (: tedbirli) ve çok sür’atli davrandıkları, hükümdarların dâimâ ordunun başında bulunduğu izah edildikten sonra Türk’lerin özellikle gürültü’den hoşlanmadıkları ve sessizliği tercih ettikleri hattâ, gece gürültü yapmaktansa, esirlerin kaçmasına bile göz yumdukları ifâde edilmektedir[35]
Keza 16 ncı asırda yaşamış olan René De Lusinge’- in eserinde Türkler arasındaki birliğin müslümtmkk sayesinde korunduğu, adâlet’in iyi tatlbik edildiği ve asiller sınıfının doğmasına izin verilmediği anlatılmaktadır[36]
Nihayet 17 nci asırda Jean De Thevenot’mm seyahatnamesinde Türklerin endamından, kuvvetinden, (güzel) giyinmesinden, birbirlerini selâmladıklarından ve kadınlarının güzelliği ile giyinişlerinden bahs edilmektedir[37]
Bu saydıklarımızdan başka, Türk milletinin erdemlerine hayranlık duyan diğer şahsiyetlere gelince: Meselâ Lamartîne (1790-1869), Pierre Laf fite (1823- 1903), Pierre Loti (1850-1923), Auguste Comte (1857- 1941), ve Claude Farrére (1876-1957) gibi edipler ve filozoflar, Türkler’den hayranlıkla söz etmişlerdir[38]. Bu paragrafta zikredilen şahsiyetleri andıktan sonra, ünlü Türk düşünürü Ziyâ Gökalp (1875-1924) diyor ki:
«… Biz Türkler, çağdaş medeniyetin akıl ve ilmi ile donanmış olarak bir Türk-İslâm Kültürü yaratmaya çalışmalıyız… »[39]
Gerçekte Türk milletinin zihin ve ruh yapısı, (─saydığımız bütün bu örneklerin de gösterdiği üzere─), Türk-İslâm Düşüncesi’nin kurulmasına elverişlidir. Çünki, milâdî dokuzuncu asırdan itibaren yetişmiş olan Türk filozoftan vardır ve Türkler bunun yanısıra bâzı İslâm füozofları’nı da himâye etmek suretiyle, felsefe dostu olduklarını şüphe götürmez bir şekilde ve açıkça belgelemişlerdir.
Türkler’in filozof yetiştiren ve kendine mahsus bilge’lere sahip olduğunu vurgulayan (─Arap asıllı─) bir fikir tarihçisinin sözlerini de burada hatırlatmamız lâzımdır. Mes’ûdî (öl. 956) ismini taşıyan ve Klasik Kaynaklar’dan birinin yazarı olan bu müellif diyor ki :
«… Yeryüzünde filozof (: bilge) yetiştiren yedi millet var ki bunlar da : Türkler, Araplar, İranlılar, Yunanlılar, Hindliler, İbrânîler ve Çinliler’ dir…» [40]
İkinci Bölüm
MİLLİ DÜŞÜNCE OLARAK TÜRK – İSLÂM FELSEFESİ
Türkler madem ki felsefe’nin temel şartı olan ahlâk, fazilet ve müsamaha bakımlarından seçkin bir millettir ve madem ki Türkler, (─Mes’ûdî’nin işaret ettiği üzere─) filozof yetiştiren uluslardan biridir, o halde bugün Avrupa, milletlerindeki gibi bir millî felsefe’ye hak kazanmıştır ki o da Türk-İslâm Felsefesi’dir. Bu deyim, pek tabiî olarak İslâm Felsefesi’ne özellikle Türk kültürü açısından bakmak ve bu felsefeye Türklerin katkılarım dikkate almak mânâsına da gelmektedir. Böyle bir telâkkinin daha açık olarak anlaşılabilmesi için, Türk ve İslâm kavramları arasındaki bağlantıya dikkat etmek gerekir.
Türkler arasında İslâm inançlarının (─münferit olaylar şeklinde─) daha 7 nci asırdan itibâren yayılmağa başladığını fakat 9 uncu ve özellikle 10 uncu asırdan itibâren kitleler halinde Türklerin müslümanlaştığını görmekteyiz. O tarihlerden itibâren İslâmiyet bilhassa Türkler sâyesinde nüfuz sâhalarını genişlettiği gibi, Türkler de kendi içlerindeki birlik ve bütünlüğü sağlamış, hattâ Selçuklular ve özellikle Osmanlılar devrinde birçok İslâm milletleri bunun nimetlerinden faydalanmışlardır. Şu halde Türkler ve İslâmiyet, aynı gerçeğin iki ayrı görüntüsünden ibarettir, tıpkı yazı ve tura gibi. Nitekim bunlardan biri silindiği takdirde, ötekinin de hükmü kalmamakta yahut değeri azalmaktadır.
Bu tür hususlar gösteriyor ki Türkler ile İslâmiyet arasındaki bağlantılar, hem organik hem de târihî’dır. Nitekim İslâmiyetten önceki Câhiliye çağı’nda yazılmış Arap şiirleri’nde Türkler’den bazen hayranlık ve bazen de korku ile bahsedilmesi[41], ayrıca Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadis’ler[42] sayesinde Türkler ile İslâmiyet arasındaki bağlantının (ve dolayısıyla sentez’in) şartları, çok eskiden beri ortaya çıkmış bulunuyordu. Fakat böyle bir sentezin özellikle felsefe açısından imkânı nedir? Bunu gösterebilmek üzere, Türk-İslâm Felsefesi deyimini tahlil etmek zorundayız.
a) Türk – İslâm Felsefesi deyimindeki TÜRK kelimesinin amacı
Türk milleti, tarih boyunca çeşitli kültürlerin etkisinde kalmıştır; bunlardan biri de İslâm kültürü’dür. Diğer kültürler arasında en çok İslâm inancıdır ki Türkler’in dünyâ görüşüne ve ruh yapısına uygun düştüğü için, hâlen yeryüzünde Türkler’in büyük çoğunluğu müslüman’dır. Gerek bugün, gerekse tarihte İslâm dinine en çok yardımcı olan millet de Türkler olmuştur. Nitekim Eyyûbiler devrinin şâirlerinden olan İbn Senâ- ül-Mülk diyor ki: «… Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi…» [43]
Görülüyor ki Türkler, iştirâk ettikleri bir medeniyet ve kültürün yükselmesine yardım etmiş fakat bu yardım sırasında kendi yararlarından çok başka milletlerin yararım düşünmüştür [44].
Bir kültürün başka bir kültürü etkilemesi ve eninde sonunda millî olan kültürün başka bir yabancı kültür tarafından silinip yok edilmesi tarihte rastlanmamış bir olay değildir. Fakat bunun istisnâlarını gösterecek örnekler, muhtelif milletlerin mevcûdiyetlerini hâlen devam ettirmelerinde bulunmaktadır. Nitekim Hıristiyanlık potasında eritilmiş göründüğü halde Rönesans’tan sonra Avrupada millî devletler kurulmağa başlaması, Avrupa milletlerinin millî kültürlerine dönüş yapmağa başlamaları ve Kilise otoritesinin gittikçe zayıflamasıyla mümkün olmuştur.
İslâmiyet potasında erimiş görünmesine rağmen Türkler’in de millî şuur’unu aslâ kaybetmediği, birçok İslâm ülkelerinde idâri ve özellikle askerî teşkilatta önderlik etmeleriyle sâbittir. Fakat bu durum, felsefe ve ilim hareketlerinde ancak epifenomen olarak (: arka plânda) tezahür etmekteydi. Çünki ümmetçilik görüşünde kavmiyet fikrine itibâr edilmediği, (─hattâ böyle bir fikir, şiddetli bir muhâlefetle karşılandığı─) için, asırlarca evvel Türk kökenli filozof ve bilginlerin kavmiyetçi davranışları söz konusu olamazdı. Buna rağmen Fârabî (öl. 950) gibi bir Türk filozofu, hiç olmazsa tavırlarıyla ve giyinişiyle istisnâ teşkil edebiliyordu zira, klasik kaynakların ifâdesine göre dâimâ Türk kıyâ fetiyle (: alâ zeyy il-Etrâk) dolaşmaktaydı, (bkz. br. dn. 118’de göst. yer.)
Türkçe’nin, milâdî VIII. asır dolaylarında ve sonraları (uzun bir süre), felsefe ve ilim kitapları yazmağa elverişli bir durumda olmaması, o sıralarda İslâm düşüncesinin ortak dili sayılan Arapça’ya büyük bir imkân sağlamıştı. Arapça, gerçi milâdî VII. ve VIII. inci asırlarda felsefe ve ilim lisanı hüviyetinde değildi fakat belli bir kök’ten (─düzenli olarak─) birçok kelimeler türetilebilecek yapıya sâhip bulunması sebebiyle, düşünürler ve bilginler, ifâde vâsıtası olarak Arapça’nın önemini ve sağladığı kolaylıkları fark etmişlerdi. O sıralarda sâdece şiir’lerde ve lugat’larda mevcut olan ve felsefî-ilmî hiçbir muhtevası bulunmayan kelimeler, ancak filozoflar ve bilginler sâyesinde felsefî ve ilmî bir muhtevâ kazanmağa başlamıştı. Hulâsa, o devrin ilim ve kültür lisânı Arapça olduğu içindir ki, İslâm dünyâsında yetişen filozofların hemen hepsi Arapça (─ve pek az olmak üzere Farsça─) yazmışlardır[iii]. Tabiatiyle, bunun benzeri bir durum Avrupa milletlerinde de görülmekteydi çünki onlar da (─millî lisanlarına değil─), kendi kültür çevrelerinin ortak dili olan Latince’ye dayanmaktaydılar. (—Nitekim Avrupalılar, 17 nci ve hattâ 18 nci asra kadar, birçok eserlerini Latince yazmışlardır.) Fakat nasıl ki Hıristiyan Ortaçağ düşünürleri Latince yazdıkları için Latin felsefesi deyimi kullanılmıyorsa, aynı şekilde müslüman (─fakat Arap olmayan─) düşünürlerin Arapça yazmalarından dolayı da, Arap felsefesi deyimini kullanmak caiz değildir. Oysa bu sahada ilmi araştırmaların başladığı birbuçuk asırdan beri bâzı Avrupalı oriantalistler, bütün İslâm milletlerine mensup filozofların Arapça eserler yazdıklarına bakarak, önceleri Arap felsefesi[45] deyimini kullanmaktaydı. Meselâ Schmölders’m 1836 ve 1842 yıllarında yayınladığı iki araştırma, Arap felsefesi unvanını taşımaktaydı45/a-b. Aynı şekilde Ritter’m eseri de böyle bir unvanla yayınlanmıştı45/c O’Leary’nin kullandığı Arap Düşüncesi deyimi45/d ile Quadri’nin kullandığı Arap Felsefesi deyimi45/e böyle bir zihniyetin sonucu olmalıydı. Nihâyet Horten’in Arap felsefesi45/f ve Hernandez’in de aynı şekilde Arap felsefesi deyimini kullanması45/g, bu zincire eklenmiş olan halkalardır. Bunlar arasında en tuhafı da, mantık gibi bir felsefe disiplinine Arap damgasının vurulmağa kalkışılmasıdır. Nitekim, halen Amerikan üniversitelerinde felsefe profesörlüğü yapan (─Yahudi asıllı) Nicolas Rescher’in mantık sahasında yayınladığı iki eser, Arap Mantığı ismini taşımaktadır45/h-ı.
Avrupalı oriantalistlerin zihnine (─her nasılsa─) yerleşmiş olan Arap felsefesi deyimi (ve dolayısıyla telâkkisi), «kavmiyetçi» bâzı Araplarda da görülmektedir[46]. Nitekim onlar arasında Tantavî Cevheri’nin eseri, Arap Felsefesi ismini taşımaktaydı46/a. Hıristiyan Araplardan olan Yuhannâ Kumeyr’m. kitabı ise, Arap Filozofları adıyla yayınlanmıştı46/b. Ayrıca Kemâl el-Yazıcı ile A.G. Kerem’in ortaklaşa yayınladıkları eser, Arap Felsefesi unvânını taşımaktaydı46/c. Yine bunlar gibi, M. el-Fahûrî ile Halil el-Curr’un birlikte hazırlaÿıp neşrettikleri kitabın unvanı, Arap Felsefesi Tarihi şeklindeydi46/d. Nihâyet H. Serouya’mn Arap Düşüncesi adlı eseriyle46/e, Omar Farruh’un Arap Tefekkürü Târihi adlı eser46/f Arap âleminde aynı telâkkinin işâret ve örneklerini teşkil etmektedir. Gâliba onlara göre İslâm Felsefesi, gerçekte bir Arap Felsefesi sayılmaktaydı. Fakat aralarında sâdece bir tanesi, hepsinden ayrı ve tipik bir örnek teşkil etmekteydi ki, o da Abdûh el-ŞimâVi tarafından yayınlaman Arap-İslâm Felsefesi Tarihi isimli kitaptır[47].
Arap Felsefesi deyiminin maksada uygun düşmediği, çünki bu çerçevedeki bütün filozofların ve bilginlerin Arap olmadığı, (─hem Avrupalı oriantalistler, hem de kavmiyetçi Arap felsefecileri tarafından─) fark edilince, bu sefer İslâm Felsefesi (─ve onunla eş anlamlı olarak İslâm Düşüncesi─) deyimini kullanmağa başladılar[48]. Bu ikinci telâkki, önce Avrupalı oriantalistler sonra da onları taklit ettiği anlaşılan Arap asıllı araştırıcılar (─ve hattâ bâzı Türk araştırıcılar─) tarafından da benimsenmiş bulunuyordu.
Avrupalı araştırıcılar arasında İslâm Felsefesi (veyâ İslâm Düşüncesi) deyimini, yazdıkları eserlerde kullananlara örnek olarak, G. Dugat’nın İslâm Filozoflarının ve Kelâmcılarının Târihi adlı eserini gösterebiliriz ki bu kitap, 1878 tarihinde yayınlanmış bulunmaktaydı48/a. Onu takip ederek L. Gauthier (1900 yılında) neşrettiği esere İslâm Felsefesi adını vermişti48/b. Yine bu sıralarda De Boer’in İslâmda Felsefe Tarihi adındaki pek meşhur kitabı 1901’de yayınlanmıştı48/c. Birkaç yıl sonra da Parkinson’un kitabı, İslâm Felsefesi Hakkında Denemeler ismini taşımaktaydı48/d. Göldziher ise Ortaçağda İslâm … Felsefesi adlı kitabım 1909 senesinde neşretmişti48/e. Bunun ardından da Carra De Vaux isimli araştırıcı, İslâm Düşünürleri ismi altında, beş cildlik bir eser yayınlamıştı48/f. Hemen hemen aynı yıllarda (1923 senesinde) L. Gauthier’nm bir eserini daha görmekteyiz ki bu da İslâm Felsefesi Araştırmasına Giriş ismini taşımaktaydı48/g. Nihayet bu konuda birkaç örnek daha verecek olursak, M. Horten’in 1923’te yayınladığı İslâm Felsefesi adlı yazıyı48/h ayrıca Walzer’m İslâm Felsefesi ismini taşıyan makalesini48/ı, sonra da L. Gauthier’nin Çağlar Boyunca İslâm Düşüncesi48/j adlı kitabını zikretmeliyiz ki bu eserin neşir tarihi, 1957’dir. Aynı şekilde L. Gardet’nin 1959 senesinde yayınlanan bir incelemesi, İslâm Felsefesi Meselesi48/k ismini taşımaktaydı. Nihayet M. Watt taralından İslâm Felsefesi ve Kelâmı48/l adıyla yayınlanan (─ve Türkçeye çevrilmiş bulunan─) eser ile, H. Corbin tarafından 1964’te İslâm Felsefesi Tarihi48/m ismiyle neşredilen (ve Türkçeye çevrilmiş olan) kitabı zikretmeliyiz.
Görülüyor ki İslâm Felsefesi (veya İslâm Düşüncesi) gibi deyimler, Avrupalı oriantalistler tarafından, daha 1878 tarihlerinden bu yana (─fakat özellikle 1900’lerden sonra─) kullanılmaktaydı.
Yukarda belirtmiştik ki İslâm Felsefesi deyimini benimseyen Arap asıllı araştırıcılar da vardır[49]. Meselâ Lutfi Cumua’nın eseri Doğuda ve Batıda İslâm Filozoflarının Tarihi49/a ismini taşımaktaydı. Cevzî ise, İslâm da Fikir Hareketlerinin Tarihi49/b adıyla bir eser yayınlamıştı. Mustafa Abdürrazık Paşa’nın pek çok tutunmuş eseri olan İslâm Felsefesi Tarihi49/c, iki cild halinde yayınlanmıştı. Tanınmış isimlerden biri olan İbrahim Madkûr dahi, İslâm, Felsefesi49/d deyimini kullanmaktaydı. Daha sonra Abdülhalim Mahmud’un iki ciltlik eseri olan İslâmda Felsefî Düşünce49/e adlı eseriyle, Ehvârez’nin İslâm Felsefesi49/f adında İngilizce olarak yayınladığı eseri görmekteyiz. Nihayet M. Şerif’in (çeşitli araştırıcıların contribution’larıyla) neşrettiği İslâm Felsefesi Tarihi49/g ve bir de (─İranlı araştırıcı─) S.H. Nasr’m yayınladığı Üç İslâm Bilgesi49/h adlı eserler, buna dâir örneklerdendir. (Son iki eser, İngilizce olarak yayınlanmıştır.) Demek ki İslâm dünyâsındaki Arap (ve bir tanesi de İranlı) araştırıcılardan bir kısmı, (─tıpkı Avrupalı bâzı oriantalistler gibi─) İslâm Felsefesi deyimini benimsemişlerdi.
Nihâyet bâzı Türk araştırıcılar da, İslâm Felsefesi deyimini kabûl ederek, bu ismi taşıyan eserler yayınlamışlardır[50].
Sonuç olarak, aşağı yukarı birbuçuk asırdan beri önce Avrupalı oriantalistlerin sonra da onları bu konuda takip eden Doğulu (müslüman) araştırıcıların, birçok İslâm milletlerini sinesinde barındıran İslâm dünyâsındaki felsefe hareketlerine Arap damgası vurmağa çalışmalarını Türk düşüncesi bakımından objektif ve ilmi bir gerekçe olarak kabûl etmek, elbette ki mümkün değildir. Kaldı ki Avrupalı oriantalistler, uzun süre kullanmakta isrâr ettikleri Arap Felsefesi veyâ Arap İlmî gibi deyimlerin yanlışlığım fark ederek, bu sefer İslâm Felsefesi veyâ İslâm Düşüncesi gibi deyimler kullanmağa başlamışlardı. Bu tavır değişikliğine rağmen Avrupalı oriantalistler, İslâm Felsefesi çerçevesinde Türklerin katkılarını görmemekte (─veyâ görmezlikten gelmekte─) devam etmişlerdir. Nitekim M. Watt, bunun tipik örneklerinden biridir[51].
Onların telâkkisinin İslâm dünyâsını kısmen teşkil eden Arap milletleri için yönlendirici olduğunu söylemek de kâbil değildir: Dıştan bakıldığı zaman, İslâmiyetin «kavmiyetçi» görünmemeğe çalışan telâkkisi şüphe yok ki İslâm Felsefesi deyimini maksada uygun ve haklı göstermek için kâfiydi. Bu sebepledir ki Türkiye’de bile çok kimseler, İslâm Felsefesi deyimini benimsemiş bulunuyordu (bkz. dn.50). Ne var ki bu telâkki, ─şâyet bâzı Arap asıllı çağdaş felsefeciler de Arap Felsefesi deyimi yerine İslâm Felsefesi deyimini ittifakla kullanmış olsaydılar─, elbette ki haklı görülebilirdi. O halde, şimdiki Araplar’ın bile tamâmen sâhip çıkmak istemediği İslâm Felsefesi deyimi yerine Arap Felsefesi deyimini kullanmalarına karşılık, Araplar’dan iktibas (─ve şüphesiz ki en iyi şekilde temsil) ettiğimiz İslâmiyet’in sâdece Arap milletleriyle değil özellikle Türk milleti ile de mezc edilebileceğini ileri sürmek, hiç olmazsa kültür milliyetçiliği bakımından sakıncalı sayılmamalıdır.
Arap âleminde El-Felsefetül-Arabiyye (: Arap Felsefesi) şeklinde bugün bile kullanılan bâzı deyimler, (bkz. br. dn.46’da zikredilen eserler), Arapların İslâmiyet ile Araplık (: Din ve kavmiyet) arasında bir fark gözetmedikleri izlenimini de vermektedir. Şayet aksi varit olsaydı, El-Felsefetül-Arabiyye el-İslâmiyye (: Arap-İslâm Felsefesi) deyimi üzerinde isrâr etmelerini beklemek gerekirdi ki, bildiğim kadarıyla buna dâir bir örnek Abduh el-Şimâlî tarafından 1960 senesinde yayınlanmış bulunan ve Arap-İslâm Felsefesi unvanım taşıyan eserde görülmektedir (bkz. br. dn.47’de zikredilen eser). Hatırlatalım ki aynı zamanda (─İslâm kültürü ile tarihî ilişkileri bulunan─) bâzı Hıristiyan araştırıcılar bile, bu fenomene millî bir açıdan bakmıştır. Meselâ İspanyol araştırıcılardan Cruz Hernandez’in (İspanyolca olarak) yayınladığı eser İspanyol-İslâm Felsefesi[52] ismini taşımaktadır. Çünki İspanya, bir zamanlar Müslüman’lar idâresindeydi ve Endülüs (Andalusia) adıyla anılmaktaydı. İspanyol araştırıcılar müslüman kültürünün geliştiği ülkelerden biri olduğu için İslâm Felsefe ve ilmine dâimâ İspanya açısından bakmak lüzûmunu hissetmişlerdir. Nitekim İspanyada yetişen düşünürler arasında İbnül-Arabî (öl. 1240) hakkında ilk araştırmalar, İspanyol bilginlerinden Miguel Asin Palacios tarafından yapılmıştır[53]. Aynı şekilde Endülüste yetişen filozof İbn Bâcce (öl. 1138) hakkındaki ilk ilmi araştırmalar da bu bilgine (Palacios’a) aittir[54].
O halde bizler de, tıpkı daha önce Cruz Hernandez’in 1957’de çıkan İspanyöl-İslâm Felsefesi (bkz. br. dn.52) adlı eserinde ve ayrıca, Abduh el-Şimâlî’mn 1960’da yayınlanan Arap-İslâm Felsefesi (bkz. br. dn.47) isimli kitabında olduğu gibi, İslâm Felsefesi denilen sahaya Türk kültürü açısından bakmak süratiyle Türk-İslâm Felsefesi deyimini kullanmalıyız. Bu deyim, bir bakıma «millî felsefe»mizi ifâde etmiş olacaktır.
Günümüzdeki bu endîşenin başlangıcı, gerçekte çok daha eskilere dayanmaktadır. Fakat o zamanlar Türk kelimesi yerine Osmanlı kelimesi kullanılmaktaydı. Meselâ :
Onaltıncı asırda yaşamış fikir tarihçimiz Taşköprülü-zâde (öl. 1561) Osmanh Devletinde Bilginler[55] adlı bir eser yazmıştı ki burada, Osman Gâzi’den Kânûnî Süleyman devrine (14 üncü asırdan 16 ncı asra) kadar Osmanlı imparatorluğu hudutları içinde yetişmiş (─çoğunlukla Türk─) bilgin ve düşünürlerden bahsetmekteydi.
Mehmed Süreyya (öl. 1909)’nın Sicill-i Osmânî adlı (dört ciltlik) eseriyse, Osmanlı Türkleri zamanında (m. 14 üncü asırdan m. 20 nci asra kadar) gelip geçmiş Türk düşünürlerini anlatmaktadır. Bu kitabın yayın tarihi, h. 1308 (m. 1890) ’dır[56].
Bursalı Tâhir (1861-1925)’in Osmanlı Müellifleri adlı (üç ciltlik) kitabıysa, 1916 yılında yayınlanmıştır. Bunun birinci cildinde sûfiler, ikincisinde şâirler ve üçüncüsünde ise tarihçiler, matematikçiler vs. üzerinde durulmaktadır. (Bu eserin latin harfleriyle de bir neşri vardır ve Anıl Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.)[57].
Türk düşüncesi ve kültürü hakkında Osmanlılar zamanında yayınlanan bu gibi eserlerin unvanlarında Türk isminin bulunmamasının iki sebebi vardır: Önce, Türkler’in bugüne kadar 16 imparatorluk ve 100’den fazla devlet kurduklarını hatırlayacak olursak, bu devletlerin isimlerinden bir kısmının şahıs veyâ âile adlarından (msl. Selçuk isminden dolayı Selçuklular ve Osman Gazinin isminden dolayı Osmanlılar gibi); bir kısmının da yurt isimlerinden türediği anlaşılmaktadır, (msl. Anadolu Selçukluları, Suriye Selçukluları, Gazneliler, Harizmşahlar gibi.) Görülüyor ki Türkler ─İslâm inançlarını paylaştıktan sonra─ kurdukları devlet ve imparatorluklarda Türk ismini zâten kullanmıyordu. Dolayısıyla, aynı şekilde bir Türk devleti (─sonradan da imparatorluğu─) olan Osmanlılar dahî bu geleneği devam ettirmişti. Şu halde Osmanlılar devrinde yaşamış olan Türk bilginleri ve filozofları’ndan bahseden eserlerin Osmanlı unvanını taşımasının birinci sebebi buydu fakat bu tür unvanlardaki Osmanlı kelimesi, yine de Türk mânâsında kullanılmış oluyordu.
Bu gibi eserlerde Türk isminin kullanılmamasının ikinci sebebine gelince: Osmanlı Türkleri zamanında (yani, 14 üncü asırdan 20 nci asrın başlarına kadar), atalarımızın himâye ve idâresindeki İslâm milletleri için izlenen kültür politikası’nda kavmiyet (: milliyetçilik) fikrinin açıkça bulunması elbette ki doğru ve mümkün olamazdı. Fakat 20 nci asır başlarından itibâren Avrupalılar tarafından, Osmanlılar himâyesindeki milletlere aşılanan kavmiyet (: milliyetçilik) fikri sebebiyle birçok müslüman milletler Türklerin himâyesinden ayrılmak amacıyla milliyetçilik fikrine rağbet ettiklerinden ve (daha önce örneklerini gördüğümüz gibi) Arap ismini benimsediklerinden, 20 nci asır Türkiye’sinde yayınlanan ilim ve düşünce tarihlerinde Türk isminin kullanılmasında herhangi bir sakınca kalmadığı gibi, üstelik gerekli de olmuştur. Bu vesileyle hatırlatalım ki Türk düşünce ve ilmine ait olup ta unvânında Türk ismini taşıyan ilk yazı, 1898 yılında Bursalı Tahir tarafından yayınlanan Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri adlı incelemesidir (aş. bkz.) Fakat Avrupalılar’ın yirminci asırda yayınladıkları ve kendi «millî felsefelerinden bahseden eserler: Fransız Felsefesi, İngiliz Felsefesi gibi isimler taşımaktadır. Şu farkla ki Türkiye’de neşredilen (ve isimlerini yukarda andığımız) eserler, felsefî endişeyle yazılmış olmayıp, sâdece biyografiler ihtivâ eden ansiklopedik kitaplardır. Oysa Avrupada (20 nci asırdan itibâren) yayınlanan bu tür kitaplar, bir çeşit felsefe tarihi niteliğindedir.
Çağdaş Türkiyede millî felsefe’ye doğru atılan ilk adımların tarihi, 1898 yılına kadar uzanmaktadır. Nitekim bu târihlerden itibaren bâzı kitapların unvanlarında Türk kelimesi bulunmaktadır. Örnek olarak Bursalı Mehmet T âhir (öl. 1926)’in bir eserini zikredebiliriz ki burada, Türklerin, ilimlere ve fenlere hizmetleri»[58] anlatılmaktadır ve bu eser, onun diğer meşhur eserinde[59] zikredilmiştir
Yirminci asırda Türkiye’deki felsefe yayınlan arasında, eserinin kapağına Türk kelimesini yerleştiren felsefe üstadlarımızdan biri de, rahmetli Prof. Mehmet Ali Aynî’dir[60].
Mehmed Ali Aynî (1869-1945) ’nin Türk Mantıkçıları (adıyla eski harflerle, 1928’de) yayınladığı makâlede“, Osmanlılar devrinde yetişen Türk mantıkçıları anlatılmaktadır. Meselâ Sâdeddin Teftâzânî (öl. 1389), Seyyid Şerif Cürcânî (öl. 1413), Molla Fenârî (: Şemseddin Mehmed Fenârî: öl. 1340), Hocazâde (öl. 1487/ 88) ve Hayâli Beğ (öl. 1470), bunlar arasındadır.
Mehmed Ali Aynî’nin bir de Türk Ahlâkçıları adlı eseri var ki[61] iki cild hâlinde, 1939 yılında yayınlanan bu eserin ilk cildinde dokuz tane Türk ahlâkçısı’nin eserlerinden seçilmiş parçalar verilmiştir. İkinci cildte ise onbeş tane Türk ahlâkçısı’ndan metinler aktarılmıştır. Eserine, önce Âşık Paşa (1272-1333)’nın Garipnâme adlı kitabıyla başlamakta ve çeşitli vesilelerle yorumlar yapmaktadır.
Prof. Mehmed Ali Aynî, şüphesiz ki millî felsefemiz olanı Türk-İslâm Felsefesi’nin öncülerinden biridir. Nitekim bu sahadaki eserlerinden biri de, Türk düşünürlerinden olan İsmâil Hakkı Bursavî (1653-1724) hakkında yazdığı kitaptır : Türk Azizleri -1; İsmail Hakkı[62] ismini taşıyan bu esere hazırlık olmak üzere, 1926 senesinde A.B.D.’nin Massachussets eyâletinde toplanan 16 ncı Uluslar-arası Felsefe Kongresine Türk delegesi olarak katılmış ve Harward üniversitesinde Bursalı İsmail Hakkı üzerine, (─İngilizce olarak─) bir tebliğ sunmuştur. Sonradan bu tebliği biraz daha genişletmiş ve (─fransızca olarak─) 1933 yılında Paris’de (Librairie Orientaliste Paul Guetner vasıtasıyla) yayınlamıştı. Nihayet 1944 yılında da, en geniş şekliyle Türkçe olarak yayınladığı bu eserde (bkz. dn.62) İsmâil Hakkı Bursavî’nin biyografisi, eserleri ve felsefî görüşleri izah edilmektedir.
Hilmi Zıya Ülken (1901-1974)’in de bu sâhada iki eseri vardır : Birincisi Türk Tefekkür Tarihi adını taşımakta olup [63], İkincisi de Türk Filozofları Antolojisi ismiyle (iki cild olarak) neşredilmiştir[64]. Bu son esenle Fârâbî, İbn Sînâ, Şihâbeddm Sühreverdî, Kınalızâde Ali, Hasan el-Kûfî, Lütfi Paşa, Koca Sekbanbaşı, Nahîfî, Mustafa Paşa, Bedreddin Simâvî, Eşref Rûmî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı ve Bursalı İsmail Hakkı gibi Türk düşünürlerinin eserlerinden tercümeler verilmektedir. H. Z. Ülken bunlara ilâve olarak millî felsefemiz sayılan Türk-İslâm Felsefesi’nin inşâsında önemli adımlar atmıştır. Fakat daha önce zikredilen bâzı eserlerinde (bkz. br. dn. 60), dâima İslâm Felsefesi veya İslâm Düşüncesi deyimini benimsemiştir. Nihâyet H. Z. Ülken’in eserlerinden biri de, Türkiyede Çağdaş Düşünce ismini taşımaktadır[65].
Adnan Adıvar (1882-1955)’ın önce 1939’da Fransızca olarak yayınlanan[66] ve sonra da (kendisi tarafından) Türkçeye çevrilen bir eseri, Osmanlı Türklerinde İlim66/* adını taşımaktaydı.
Yaklaşık olarak hepsi de 20’ncı asrın mahsûlü olan bu eserlerin adlarına dikkat edecek olursak anlaşılır ki bunlar arasmda Türk ismini taşıyanlar, Mehmet Ali Aynî’nin (yukarda zikredilen) iki makâlesi, ayrıca Bursalı Tahir’in bir incelemesi ve nihâyet H.Z. Ülken’in iki tane kitabı bulunmaktadır.
O halde, 2/a sayfalarında zikredilen gerekçeler açısından İslâm Felsefesi’ne bakıldığı takdirde, bu sâhaya verilebilecek en uygun isim, Türk-İslâm Felsefesi’dir: Bu deyimde kullanılan Türk kelimesinin amacı ve kapsamı da bundan ibârettir.
b) Türk-İslâm Felsefesi deyimindeki İSLÂM kelimesinin amacı
Bundan önceki sayfalarda vurgulanmış olan bir noktayı tekrar hatırlatmak icap ediyor: Batılıların ve şimdiki bâzı Arap entellektüellerinin nazarında İslâmiyet ile Araplık (yani, Din ile kavmiyet) adetâ eş anlamlı (: sinonim) olarak kullanılmış görünmektedir. Bir felsefe tarihçisi için bunun kabûl edilmesi elbette ki mümkün değildir. Çünki Arap olmayan diğer müslüman milletler, (msl. Türk milleti) nazarında da bir «kavmiyet fikri» ister istemez meşrûluk kazanmaktadır.
İslâm kültür ve düşüncesi, tıpkı Grek-Latin kültürü gibi kollektif bir olaydır: Çeşitli Avrupa milletlerinin katkılarıyla şekillenen Latin kültürü gibi, çeşitli İslâm milletlerinin katkılarıyla şekillenen bir İslâm kültürü söz konusudur. Nasıl ki bugün (özellikle 20 nci asırda) kollektif olan Batı kültür ve düşüncesine millî açıdan bakılıyorsa (─ki bunun örneklerini ilerde göreceğiz─) böyle bir çağdaş görüşün Türkiye açısından da gerekli olduğunu kabûl etmemiz icap eder. Bunu yapabilmek için, İslâm kelimesinin felsefe bakımından hangi amaçla kullanılması gerektiğine dikkat etmek lâzımdır.
Şâyet İslâm kelimesini münhasıran inanç sistemi mânasında kullanacak olursak, o takdirde bütün filozoflar ve bilginlerin sâdece bu açıdan, (─İslâmî inançlar yahut da teoloji açısından─) ele alınması gerekecek ve kendimizi hiç de objektif olmayan dar bir çerçeve içine haps etmiş olacaktık. Çünki biraz ilerde göreceğimiz üzere İslâm filozofları teoloji değil felsefe yapmıştır. Nitekim bu sâha için yazılan eserlerden bir kısmının İslâm Felsefesi ismini taşıdığını, daha önceki sayfalarda görmüştük. (Bkz. br. dn. 48 ve dn. 49’da zikredilen eserler.)
İslâm kelimesini sâdece inanç sistemi mânâsında kullanmanın başka bir sakıncası daha vardır: Nitekim İslâm kültür çevresinde yetiştiği halde ateist ve materialist (: Tanrı tanımaz ve maddeci) olan İbn el-Râven- di (öl. IX. asır) gibi istisnaların İslâm Felsefesi dışında bırakılması gibi, (─hiç de ilmi sayılmayan─) durumlar ortaya çıkacaktır. O halde İslâm kelimesini ancak iki amaçla kullanmak zorundayız :
Birinci amaç bakımından Türk-İslâm Felsefesi deyiminde İSLÂM kelimesinin zikredilmesi, İslâm dünyâsında yetişen bütün filozofların araştırma sâhamıza girmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Arap, İranlı ve Endülüslü filozofların ihmâl edilmesi elbette ki düşünülemez : Meselâ Câhiz (öl. 869), Kindi (öl. 873?), İbnül-Heysem (öl. 1039) gibi aslen Arap olanlar; İbn Miskaveyh (öl. 1030) gibi İranlı düşünürler, ayrıca İbn Bâcce (öl. 1138), İbn Tufeyl (öl. 1186), İbn Rüşd (öl. 1198, İbnül-Arabi (öl. 1240) ve İbn Seb’în (öl. 1269) gibi Endülüslü filozoflar da araştırma hudutlarımız içinde bulunmaktadır.
İslâm kelimesinin Türk-İslâm Felsefesi deyiminde zikredilmesindeki ikinci maksada gelince: İslâm dünyâsında yetişen filozofların ve bilginlerin, ─tıpkı Avrupada yetişmiş olan filozoflar ve bilginler gibi─, büyük bir çoğunlukla dindar olmalarından dolayıdır. Nitekim bilindiği üzere İslâm filozofları (─sadece materialist ve ateist olan İbn el-Râvendî müstesnâ─), tıpkı Avrupalı filozofların büyük çoğunluğu gibi dindar kimselerdir ve İslâm kültürü’ne önemli katkılarda bulunmuşlardır. Fakat bu katkılar pek nâdir olarak İslâm dîni üzerinde olmuştur. Nitekim sâdece İbn Rüşd (öl. 1198), din ve felsefe arasında uzlaşma sağlamak üzere küçük bir kitap yazmıştır. Bu arada özellikle Gazzâlî (öl. 1111)’nin İslâm inançları hakkında eserler yazdığını da hatırlatmalıyız.
Filozoflarımızdan hiç olmazsa birkaç tanesinin dindarlığı konusunda (─Klasik Kaynaklar’a dayanmak sûretiyle─) örnekler verecek olursak :
Bilindiği üzere Tasavvuf ve Kelâm sahalarında yetişen bütün düşünürlerimiz, tam manasıyla dindar’dır. Nitekim Tasavvuf sahasındaki şahsiyetlerin, İslâmî inançlar üzerine kurdukları ahlâk’a büyük önem verdiklerini ve Kelâm düşünürlerinin de esasta İslâm inançlarım savunmak amacıyla ortaya çıktıklarını hatırlatmalıyız. İslâm dünyâsında sâdece bâzı filozofların akide’leri konusunda Gazzâlî (öl. 1111)’nin yaptığı hücumlar sebebiyle halk arasında tereddütler ve yanlış izlenimler ortaya çıkmıştır. Bu izlenimlerin yanlışlığını gösterecek örnekler olarak :
En eski filozoflardan sayılan Kindi (öl. 873?) ’nin gerçekten dindar olduğunu biliyoruz. Çünki Peygamberlerin İsbât Edilmesi (: Tesbit el-Rüsül) adında bir eser yazmıştı ve bu eser, aynı zamanda Peygamberliğin İsbât Edilmesi[67] ismiyle de anılmaktaydı.
Türkistanlı filozof Ahmed Serahsî (öl. 899)’nin de, Yüce Tanrının Birliği (: Vahdaniyet’Ullâh Teâlâ) adında bir eser yazdığını, Klasik Kaynaklarımız haber vermektedir[68].
Horasanlı natüralist filozof Ebû Bekir Râzî (öl. 933)’nin de, İnsanın Bilge Bir Yaratıcısı Vardır ismini taşıyan bir eser yazdığı bilinmektedir[69]. Onun hakkında uydurulan dinsizlik iddiâlarının bir iftira olduğunu, klasik fikir tarihçisi İbn ebî Useybia (öl. 1270), açıkça ifâde etmiştir[70]
Türkistanlı filozof Fârâbî (öl. 950), dindarlığının açık işareti olan o kadar güzel bir felsefî dua bırakmıştır ki, klasik kaynaklarımızdan biri sayesinde[71], bu duâ günümüze ulaşmıştır.
Özbekistanlı filozofumuz İbn Sînâ (öl. 1037), sağlam inançlı bir müslümandı: Gece yarıları ibâdet eder, güç problemlerde Tanrının yardımını dilerdi[72]. Hulâsa, bütün filozoflarımız, bu şekilde dindar insanlardı. Çünki dinsiz felsefe çok nâdir görülen olaylardandır. Nitekim, dindarlığı sebebiyle teolog sayılan bir filozof mevcut olmadığı gibi, dinsizliği sebebiyle filozof sayılmağa hak kazanmış bir kimse de mevcut değildir.
Dindar nitelikte filozoflar, sâdece İslâm dünyâsında mı vardı? Elbette ki değil çünki Hıristiyan dünyâsında da, Ortaçağ ve Yeniçağ filozofları dindar kimselerdi. Üstelik bunlardan bâzıları papaz olarak Kilise’lerde hizmet etmişlerdir. Aralarında, Hıristiyanlık Üzerine eser yazanlar da olmuştur. Meselâ Locke (öl. 1704)’un eseri, Hıristiyanlığın Akla Uygun Oluşu ismini taşımaktadır. Lebniz (öl. 1716)’nin eseri, Teodise Denemeleri adıyla zamanımıza ulaşmıştır. Hume (Öl. 1176), Dinin Tabiî Tarihi adında bir kitap yazmıştır. Kant (öl, 1804) ise, Basit Akil Hudutları İçinde Din ismiyle bir eser bırakmıştır. Schelling (öl. 1854)’in bu konudaki eseri, Felsefe ve Din ismini taşımaktadır. Hegel (öl. 1831) ise bu sâhada üç tane eser bırakmıştır ki birincisi Dîn Felsefesi İkincisi Hz. İsânm Hayatı ve üçüncüsü de Hıristiyanlığın Ruhu ve Kaderi ismini taşımaktadır. Schopenhauer (öl. 1860) dahi, Parerga et Paralipomena adlı kitabının önemli bir bölümünde (2/381-466) Din Üzerine başlığıyla düşüncelerini sergilemiştir. Bu gibi Yeniçağ Avrupa filozoflarının yanısıra, Hıristiyan Ortaçağ filozofları da, tamâmen Kilise hizmetinde faaliyet göstermişlerdir. Tafsilatını başka bir kitapta verdiğimiz[73] bu konuda bâzı örnekler gösterecek olursak:
Ortaçağ Hıristiyan felsefesi’nde Augustinus (öl. 430), piskopos rütbesine ulaşmış bir Kilise mensubuydu. Meşhur İngiliz düşünürü Salisbury’li John (öl. 1180), dînî görevlerde bulunmuştu ve piskopos rütbesine yükselmişti. Aquino’lu Thomasso (öl. 1270), bütün ömrünü Kilise’ye adamış ve Hıristiyanlık için çalışmış olan bir filozoftur. Bu sebepledir ki kendisine Saint (: azîz = velî) unvanı verilmişti. İslâm dünyâsında yetişen filozoflar ve bilginler de, Hıristiyan filozofları gibi dindar insanlardı. Şu farkla ki Hıristiyan filozofları dâimâ dînî görev alarak Kilise hizmetinde çalışmışlardır, fakat İslâm filozofları dînî görev almış değildir.
Yeniçağda Avrupalı filozoflar arasında da buna benzer dindarlık örneklerini görmekteyiz. Nitekim Thomas More (öl. 1535), çocukluğunda bir kardinal’in yanında eğitim görmüştü. Ünlü astronom Kopernikus (öl. 1543), papaz olarak Kilise’nin hizmetindeydi. İtalyan filozofu Bruno (öl. 1600), gerçi Kilise’nin emriyle ateşlerde yakılmıştı fakat panteist olduğu için bu cezâya çarptırılmıştı ve Dominiken tarikatı’na göre eğitim görmüştü. Siyâset yazarı olarak ün kazanan İtalyan filozofu Campanella (öl. 1639), aynı şekilde Dominiken tarikatı’na göre eğitim görmüştü ve bütün hayatınca Kilise’ye bağlı kalmış fakat Kilise tarafından senelerce zindana atılmıştır. İngiliz filozofu Francis Bacon (öl. 1626), son derece dindar bir insandı ve en yüksek bilgi’nin önce Tanrı Kelâmı’nda (: İncil’de), sonra da Tabiat Felsefesi’nde bulunduğunu söylemekteydi[74]. Yeniçağ felsefesinin babası olarak tanımlanan Fransız filozofu Descartes (öl. 1650) çocukluğunda Cizvit okullarında eğitim görmüştü. Bütün eserlerinde Tanrı’dan söz etmekte ve O’nun en yetkin varlık olduğunu söylemektedir. Tanrı’nın varlığı’nı da ontolojik delil’le ispatlamaktaydı. Onun akranı olan Fransız filozofu Gassendi (: Pierre Gassend: öl. 1655), Kiliselerde papaz olarak hizmet görmekteydi. Descartes’ ın etkisindeki Yahudi filozofu Spinoza (öl. 1677), çok dindar bir ailenin çocuğuydu ve haham olması için dînî okullarda eğitilmişti. Sonradan panteist görüşü benimsediği (yani, Tanrı’nın bütün kâinâtta mevcut olduğunu söylediği) için, Yahudi cemâati tarafından aforoz edilmişti. (Biraz yukarda gördüğümüz gibi, İtalyan filozofu Bruno da bu görüşten dolayı cezalandırılmıştı.) İngiliz filozoflarından Locke (öl. 1704), son derece dindar bir insandı. Hıristiyanlığın Akla Uygun Oluşu isminde bir eser yazmıştı ve hayatının son günlerini, baş ucunda okunan İncil’i dinleyerek geçirmişti. Ünlü bilgin Newton (öl. 1727) çok dindar bir insandı; yakın dostu olan Locke ile, İncil üzerinde sohbetler yapmaktaydı. Fransız filozofu Malebranche (öl. 1715), papaz olarak Kilise’de hizmet etmekteydi. Alman filozoflarından Leibniz (öl. 1716) öylesine koyu ve aşırı bir dindar’dı ki, bütün dünyâya Hıristiyanlığı yaymak için projeler hazırlamıştı. İngiliz filozofu Berkeley (öl. 1753), bir misyoner (: Hıristiyanlık propagandacısı) olarak Kuzey Amerika kıyılarında Atlas okyanusu ortasındaki Bermuda Adalan’na gitmiş ve oralarda Hıristiyanlığı yaymak için çalışmıştır.
Kronolojik sırayı takib ederek; İngiliz filozoflarından. Hume (öl. 1776), akıl bakımından Tanrı’nın varlığına inanmaktaydı. (Bu görüşe deizm adı verilmektedir[iv]. Fransız filozofları Rousseau (öl. 1778) ile Voltaire (öl. 1778) de bu görüşteydi. Her ikisi de Kilise ile ihtilâf halindeydi fakat sâdece papazlara karşı idiler ve Tanrı’ nın bütün varlıkta hissedildiğine inanmaktaydılar. Onların akranı olan Fransız filozofu Condillac (öl. 1780), Kilise’nin adamıydı ve papaz olarak hizmet etmekteydi. Alman filozofu Kant (öl. 1804), hiç olmazsa ahlâk kânunu bakımından Tann’nın var olması gerektiğine inanmaktaydı. Kant etkisindeki Alman filozoflarından Fichte (öl. 1814), çocukluğunda düzenli olarak Pazar günleri Kiliseye gider, vaaz dinlerdi, Üniversite tahsilini bitirince papaz olmak istemişti; şöhretini de Hıristiyanlık üzerine yazdığı bir esere borçluydu. Aynı şekilde Schslling (öl. 1854) Üniversitede teoloji tahsili görmüştü ve babası da papaz’dı; üstelik Din ve Felsefe adında bir eser de yazmıştı. Hegel (öl. 1831) dahi Din (: Hıristiyanlık) hakkında üç tâne kitap yazmış Alman filozoflarından biriydi. (Bu eserler, yukarda zikredilmişti.) Yine Alman filozoflarından olan Schopenhauer (öl. 1860), Üniversitelerde Hıristiyanlığa uygun bir felsefe okutulmasını istiyordu. Hulâsa, bütün filozofların (özellikle kalbur üstü büyük ve tanınmış filozofların) son derece dindar oldukları görülmektedir. Çağdaş felsefe akımları arasında Egzistansializm denilen Varoluşçuluk akımının filozofları da (─J.P. Sartre müstesnâ olmak üzere─) dindar insanlardır.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki yalnız İslâm dünyâsında değil, aynı zamanda Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupa felsefesinde de, Din ve Felsefe arasında yakın bir ilişki ve bağlantı olmuştur. İslâm dünyâsındaki filozof ve bilginlerin müslüman olmaları kadar, Avrupadaki filozof ve bilginler ve hîristiyan’dırlar. Bunun içindir ki dinsiz felsefe gibi felsefesiz din de mümkün olmuyor. Nitekim ünlü Alman filozofu Hegel (öl. 1831) diyor ki:
«… felsefe olmaksızın din pekâlâ var olabilir fakat din olmaksızın felsefe olamaz…» [75]
Düşünce tarihinde (─az sayıda olmak üzere─) dinsiz filozoflar da görülmüştür. Fakat bunlar küçük bir azınlığı teşkil ettikleri gibi, aralarında nâdiren büyük filozoflar yetişmiştir. (Meselâ Russell: öl. 1970 böyledir.) Onun gibi ateistler (: Tanrıyı inkâr edenler) arasında söz gelimi Diderot (öl. 1784), Lamettrie (Öl. 1791), D’Holbach (öl. 1789), Cabanis (öl. 1808) vibi 18 inci asırda yaşamış olanlar ile Feuerbach (öl. 1872) ve Nietzsche (öl. 1900) gibi 19 uncu asırda yaşamış olanlar tamâmen ateist’dir fakat düşünce tarihinde bunlar, daha önce saydığımız büyük filozoflar ayarında değildir; şöhretleri de ikinci sıradadır[v]. Onlar gibi, günümüzde de felsefeyi derinlemesine değil satıhtan inceleyen felsefecilerden çok az bir kısmı da ateizm taraflısı görünmektedir. Galîbâ bunları kast etmek üzere Francis Bacon (öl. 1626) diyor ki:
«… azıcık felsefe insanı dinsiz yapar; felsefenin çoğu ise insanı dîn’e döndürür (: dindar yapar)…»[76]
Şu halde, Türk-İslâm Felsefesi deyimindeki İSLÂM kelimesinden maksat, filozoflarımızın (─tıpkı Avrupalı filozoflar gibi─) dindar olmalarından (─ve İslâm kültürüne bu bakımdan da katkılarda bulunmalarından─) kaynaklanmaktadır. Tekrar hatırlatalım ki (─yukarda birçok örneklerini gördüğümüz üzere─) Avrupalı filozoflardan bir kısmı, Hıristiyanlık üzerine eserler yazdıkları ve hatta Hıristiyanlığın yayılması için misyoner gibi çalıştıkları halde, İslâm dünyâsında yetişen filozoflar müslümanlık üzerine eser, yazmış değildir. Bu konuda sâdece Gazzâli (öl. 1111)’nin İhyâ gibi bâzı eserleriyle İbn Rüşd (öl. 1198)’ün Faslül- Makûl ve bir de Menâhicül-Edille adını taşıyan küçük risâlelerini istisnâ olarak zikredebiliriz. Çünki İbn Rüşd bu iki eserinde Din ile Felsefe arasında uzlaşma sağlamağa çalışmıştır.
Hulâsa, din konusuna eğildikleri için Avrupalı filozoflar nasıl ki teolog (ilâhiyatçı) sayılmıyorsa, aynı şekilde İslâm filozofları’nın da din konusuna (─nadiren─) eğilmeleri sebebiyle teoloji yapmış olduklarını söylemek, mantıksız ve gayri ilmi olur. Demek ki İSLÂM kelimesinin Türk-İslâm Felsefesi deyiminde zikredilmesinin birinci gerekçesi budur.
İkinci gerekçe olarak, bütün müslüman filozofların) araştırma hudutlarına girdiklerini vurgulamak amacıyladır ki Türk-İslâm Felsefesi deyiminde İSLÂM kelimesi zikredilmiştir. Demek ki sâdece Türk filozofları değil, aynı zamanda bütün İslâm filozofları (: İslâm dünyâsında yetişen bütün filozoflar) dikkate alınmak gerekiyor. Şâyet bu telâkki benimsenirse, o zaman Türkler ile İslâmiyet arasında, felsefe bakımından bir sentez mümkün olacak ve böyle bir sentez’den de millî felsefe kavramı ortaya çıkacaktır.
c) Çağımızda millî felsefe telâkkisi
Bundan önce ele aldığımız konularda görmüştük ki İslâm dünyâsında gelişen felsefe hareketlerine oriantalistler’ûen bâzıları Arap Felsefesi ve bâzıları da İslâm Felsefesi ismini vermekteydi. Türkler’in felsefeye katkılarını görmezlikten gelen bu deyimlere karşılık, Türk-İslâm Felsefesi deyimini benimsemek gerektiğine dair örnekler vermiştik. Çünki bu deyim, Türkler’in millî felsefesi’ni ifâde etmektedir. Böyle bir telâkki, sâdece bizde değil, Avrupa milletlerinde de mevcuttur. Nitekim, bu asrın başlarından itibâren, bâzı Avrupalı felsefeciler kendi »millî felsefeleri hakkında özel nitelikte eserler yazmışlardır. Meselâ Fransız felsefesi yâhut İngiliz Felsefesi veyâ Amerikan felsefesi adlannı taşıyan birçok kitaplar mevcuttur ki bunların yayın tarihleri 20 nci asrın ilk yıllanna rastlamaktadır. Böyle bir telâkki mâdem ki çağdaş Avrupa zihniyeti tarafından umûmî şekilde benimsenerek paylaşılmaktadır ve madem ki İsviçre gibi küçük bir memleket bile (─aşağıda göreceğiz─) İsviçre felsefesi adını taşıyan bir esere sâ- hiptir, o halde Türk-İslâm Felsefesi unvanını taşıyacak eserlerin yazılması da (─hem bu gibi örneklerin ilhamıyla, hem de zikredilen gerekçelerin desteğiyle─) mümkündür ve lâzımdır. Bu konudaki örneklere gelince :
Sorbon Üniversitesi profesörlerinden Victor Delbos’ nun ancak ölümünden sonra (1919’da) yayınlanan bir eseri, Fransız Felsefesi[77] ismini taşımaktadır. Bu felsefeciye göre Fransız filozofları, İngiliz ve Alman filozoflarının etkisinden bağımsız olarak kendi felsefelerini ortaya koyabilmişlerdir[78]. Fransız milliyetçisi olduğu anlaşılan yazar şunları ilâve ediyordu: «… Sanırım ki Fransız Felsefesi, kendine mahsus özellikleriyle gelişebilmek ve kendini yenilemek için kâfi mikdarda çârelere sâhiptir…» [79] Eserinin yayınlandığını göremeden ölen V. Delbos’nun bu kitabının, Üniversitede ders notları olarak hazırlandığını ve sonradan yayınlandığını, bu yayma bir önsöz (Avertissement) yazan Maurice Blondel’m ifâdelerinden öğrenmekteyiz Victor Delbos, kitabına başlarken Fransız Felsefesinin Umûmî Özellikleri başlığı altında, şu noktalan belirtmek üzere diyordu ki «… Büyük filozoflarımızdan hiçbiri, bir ân için olsun kendi nazariyelerinin (doctrines) ve görüşlerinin, sâdece kendi milletinin zihnî çizgilerini yansıtması gerektiğini düşünmemiştir; hiçbiri felsefe için seçilmiş bir millet bulunabileceğine ve felsefe’nin de o millete âit olduğuna hükmetmiş değildir: Hepsi de, âlemşümul bir doğrunun (hakikatin) fethedilmesi için felsefe yapmak istemişler ve buna inanmışlardır; hepsi de kendi düşüncelerinin, onları anlayabilecek bir beşerî zekânın bulunduğu her yere taşınabileceğini farz etmişlerdir[80]. V. Delbos’ya bakılırsa Fransız Felsefesi daha çok analiz’e dayanmaktadır ve Fransız filozoflarından birçoğu orijinal bilginlerdir: Aralarında matematikçiler, fizikçiler, tabipler vs. bulunmaktaydı[81]. Şu halde müellifin de itiraf ettiği üzere felsefe, herhangi bir milletin tekelinde bulunmadığı gibi, Fransız filozofları da, felsefî gerçeğin sâdece kendilerine âit olduğunu söylemiş değildirler. Buna rağmen V. Delbos bir Fransız F else fesi’- nin mevcûdiyetinde isrâr etmekteydi.
Aynı şekilde Louis Lavelle’in yazdığı İki Savaş Arasında Fransız Felsefesi[82] isimli kitap, Fransız felsefesinin karakteristik yönlerini (msl. akılcılık, metafizik, psikoloji vs) izâh ettikten sonra, çağdaş (20 nci asır; Fransız düşünürleri üzerinde durmaktadır. Meselâ Ma- in de Biran (öl. 1824), Bergson (öl. 1941) vs. Bu yazara göre : «… Fransız felsefesi bir şuur felsefesi’dir…» [83] ve a…Fransız felsefesi’nde, birbirinden ayrılmayacak şekilde bir metafizik ve bir de psikolojik görünüş vardır…»[84] Çünki «… hiçbir ülke yoktur ki orada, metafiziği Malebranche’tan daha iyi anlatanı ve psikolojiye Maine de Biran’dan daha çok nüfûz eden bir kimse bulunsun…»[85] Eserine Descartes felsefesinin karakteristik yönlerini belirtmekle bşşlayan yazar, diyor ki : “… akılcılık, Fransa’da bir çeşit millî felsefe’dir…” [86] Boylere Fontenelle (1657-1757), Maine de Biran (1766-1824). Henri Bergson (1859-1941) gibi düşünürleri ele aldıktan sonra Maurice Blondel (1861-1949)’deki Katolik Spiritüalizm meselesini, onu takip ederek te M. Leo-Brunschvicg (1869- ? ) felsefesindeki İlmî rasyovlizm’i söz konusu etmektedir. Nihayet Xavier Léon’xm ölümüyle Fransada felsefe sâhasında bir çeşit boşluk meydana geldiğini, zîrâ onun kendi akranları arasında birbirlerini anlamalarına yardımcı olacak vâsıtaları keş- etmeğe çalıştığını ve L. Brunschvicg ile sınıf arkadaşı olduğunu ilâve etmektedir[87]. Böylece eserinde Fransız karakteri ile Hıristiyanlık arasında devamlı bir bağlantı gören L. Lavelle, çağdaş Fransız Felsefesi’nin mevcudiyetini vurgulamaktadır.
Fransız felsefesi konusunda, ilgi uyandıran üçüncü bir örneği, Jean Wahl adlı yazarın, Fransız Felsefesinin Tablosu[88] ismiyle, 1946’da yayınlanan eserinde görmekteyiz. Burada, 17 nci asırdan 20 nci asra kadar Fransız Felsefesi’nin bazı yönleri açıklanmağa çalışılmaktadır. Eserin başlarında, Descartes (öl. 1650) felsefesinin tipik yönlerinden söz ettikten sonra (aş. bkz.) Pascal (öl. 1602) ve Malebranche (öl. 1715)’m (─çoğunlukla dînî─) görüşlerini ele almaktadır. Tabiatıyla müellif, (─Onsekizinci asırdaki─) ateistler olarak Diderot (öl. 1784) La Mettrie (öl. 1751) ve Helvetius (öl. 1771) gibilerin görüşlerini de söz konusu etmiştir. Onsekizinci asırda Rousseau (öl. 1778)’nun düşüncelerinin, Kant (öl. 1804)’m Sâfî Akim Tenkidi adlı eseri ile Pratik Ak- lün Tenkidi adlı kitabı üzerinde etkili olduğunu ifâde etmektedir[89]. Nihayet eserde, Maine de Biran (öl. 1824) ile Auguste Comte (öl. 1857) hakkında da bilgi verildikten sonra 1939 ve 1946 yıllarında Fransız Felsefesi tanıtılmaktadır. Meselâ Descartes (öl. 1650)’un cogito’su ve Tanrının varlığı konusundaki delilleri izah edilmiştir[90]. Daha sonra, Pascal (1623-1662) ile Malebranche (1638-1715) üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, Descartes (öl. 1650) ekolünden olan Spinoza (öl. 1677) ve Leibniz (öl. 1716) gibi filozofların Pierre Bayie (öl. 1706), Voltaire (öl. 1778) ve d’Alembert (öl. 1783) taraflarından, nasıl tenkit olunduğunu izah etmektedir[91]. Yazara göre 18 nci asırda Fransız felsefesi, materializm’e doğru kaymaktaydı[92]. Görülüyor ki Jean Wahl isimli Fransız felsefecisi de, 1946 yılında neşrettiği bu eserde, Fransız felsefesi’nin varlığı ve özellikleri üzerinde israr etmektedir.
Fransız felsefesi unvanını taşıyan ve aynı şekilde, 20 nci asırda yayınlanmış olan kitaplardan biri de, ünlü felsefe tarihçisi Emile Brehier’nin (1950’de neşredilen) Fransız Felsefesinin Şekil Değiştirmesi adlı eseridir[93]. E. Brehier, eserin Giriş sayfalarında diyor ki : «… Hiç şüphe yok ki Fransa, kültürlü olan her insanın, felsefenin esaslı bir unsur olarak kaldığı yegâne memleketlerden biridir…»[94]
Fransız Felsefesi hakkında sâdece Fransızlar değü, aynı zamanda başka milletlerin bilginleri de eser yazmışlardır. Meselâ İ. Benrubi’nin yayınladığı Almanca eser, Fransada Felsefe Akımları[95] ismini taşımaktadır. Ondokuzuncu ve Yirminci asırları kapsayan bu araştırmada, çağdaş Fransız bilgin ve düşünürleri Psikoloji, Sosyoloji (ve çeşitli ilimler) konularındaki şahsiyetler, ismi sayılan guruplar açısından ele alınmışlardır. Bâzı örnekler vermek gerekirse : Bilimsel Empirik Pozitivizm başlığı altında Auguste Comte (1798-1857) ve ayrıca Psikoloji başlığı altında Théodule Rıbot (1839-1916) ve onun takipçileri olarak Jean Piaget (1896-1980), Pierre Janet (1859-1947) ve Abel Rey (XX. asır) ’den sonra, Sosyoloji akımının başında da Emile Durkheim (1858-1917) ve onun takipçileri olarak Lucien Lévy-Bruhl (1857-1939) ve daha birçokları üzerinde durulmaktadır. Giriş sayfalarında, insanlığın tek dünyâ sayıldığını ve bütün ülkeler ile bütün milletlerin bu ilerlemelerde pay sâhibi olduklarını belirten yazar bu sebeple ilerlemelerin tek bir millete değil, gerçekte bütün insanlığa âit olduğuna da işâret etmektedir. Nitekim diyor ki Descartes (öl. 1650) felsefeyi bir ağaca benzetmiştir: Bunun kökleri metafizik, gövdesi fizik ve bu gövdeden çıkan dallar ise diğer bütün ilimler’dir. Yazara göre bu benzetme, ilimlerin çoğalıp uzmanlık dallan teşkil etmelerine rağmen, günümüzde bile doğrudur. Çünki ilimler ile felsefe arasında bağlantı vardır. Yazarın ifâdesiyle : ─Diğer ilimler olmaksızın felsefe boştur ve felsefe olmaksızın da diğer ilimler kördür[96].
Bu konuda diğer örnekleri bir yana bırakarak belirtelim ki Fransızlar, meselâ Bergson (öl. 1941) gibi Yahudi asıllı bir filozofu, (─eserlerini Fransızca yazdığı için─) Fransız filozofu saymaktadır, (msl. Lavalle’in eserinde bunu görmüştük.) Aynı tavır, Yahudi asıllı Spinoza (öl. 1677) ve Alman asıllı D’Holbach (öl. 1789) ile Leîbniz (öl. 1716) hakkında da görülmektedir. Çünki bunlar da Alman asıllıdır fakat Fransızca yazmışlardır. Şu halde (─hiç olmazsa Türk filozoflan’nın mevcudiyeti ve ayrıca bâzı İslâm filozoflarının Türkler tarafından himâye edilmiş olmaları sebebiyle─) bizim de Türk-İslâm Felsefesi deyimini benimsememiz ve bu sâhada gayret sarfetmemiz icap etmektedir.
İngiliz felsefesi adını taşıyan eserlerin yazılmış olması da, bu gerekçeyi pekiştiren örnekler arasındadır. Meselâ Edwin A. Burt’un eseri, Bacon’dan Mill’e kadar İngiliz Filozofları[97] ismini taşımaktadır ve antoloji niteliğindedir. Burada, Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679), George Berkeley (1685-1753), David Hume (1711-1776), John Gay (1669-1745), Jeremy Bentham (1748-1832) gibi filozofların eserlerinden (─bazen tam metin olarak, bazen de kısmen─) örnekler verilmektedir.
İngiliz Felsefesi hakkında diğer bir eser de Sorley tarafından yayınlanmıştır: İngiliz Felsefesi Tarihi[99] adını taşıyan bu eserin Önsözünde belirtildiği üzere, milâdî 8 inci asırdan 14 üncü asra kadar, İngiliz asıllı birçok düşünürler, Latince yazmışlardır. İngilizce olarak 16 ncı asırda çıkan bâzı felsefî eserlere rağmen, gerçek anlamda felsefî ilk kitap, Francis Bacon (1561- 1626)’m 1605 senesinde yayınlanan Advancement of Leaming (İlmin İlerlemesi) adlı eseridir. Bacon’un eserinden önce yayınlanan diğer İngilizce eserler’den bir kısmı avâmî (vülgarize) ve bir kısmı da menkabe (anec- tode) türündendi. Meselâ Hooker’m 1584 yılında yayınlanan Eclesiastical Polity (Kilise Siyâseti) adındaki vülgarize eseri,, felsefeden çok teolojiye âittir: Ayrıca William Baldwin’in 1547’de yayınladığı Treatise of Moral Phylosophie (!) containing the sayings of the Wyse (Bilgelerin Sözlerini ihtivâ eden Ahlâk Felsefesi Kitabı) adlı eserin mâhiyeti, zâten isminden de açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca S ir Richard Barckley’ in, 1598’de yayınlanan eseri, A Discourse of the Felicitie (!) of Man or his Summum Bonum (İnsanın Mutluluğu veyâ onun hayr-ı âlâsı hakkında nutuk) ismini taşımaktadır. Bu eser de, bir takım eğlenceli menkabelerden ibârettir ve ahlâk felsefesi niteliğinde değildir. Bunların yanısıra, 16 ncı asırda İngilizce olarak mantık konusunda bir iki teşebbüs görülmektedir. Meselâ Thomas Wilson, 1552 senesinde, The Rule of Reason (Aklın Kuralı) ismini taşıyan bir eser yazmıştı. Avâmî bir dille kaleme alınmış olan bu kitap sebebiyle yazar, Engizisyon mahkemesi tarafından Roma‘da hapse atılmıştır. Onun ardından Ralph Lever, 1573 yılında Arte of Reason (Akıl San’atı) ismiyle bir İngilizce Mantık kitabı yayınlamış ve birçok teknik terimleri İngilizceleştirmek teşebbüsünde bulunmuştu. Meselâ subject ve object (konu ve yüklem) terimleri yerine foreset (öne konulmuş) ve backset (arkaya konulmuş) kelimelerini (─İngilizceden türeterek─) kullanmıştı. Ayrıca substance ve accident (cevher ve araz) terimleri yerine de, inholder (içten tutarı) ve inbeer ( ) kelimelerini (birer teknik terim olarak) icat etmişti. Fakat onun bu teşebbüsünü ciddiye alan olmamıştı. Bu sebepledir ki diyor Sorley, «İngilizce felsefî eser» niteliğindeki ilk kitap, muhakkak ki Francis Bacon (öl. 1626) tarafından yazılmıştır[100].
İngiliz Felsefesi başlığını taşıyan eserlerden biri de, Ayer ile Winch taraflarından kaleme alınmıştır. Antoloji niteliğinde olan bu eser, Deneyci İngiliz Filozofları[101] ismini taşımaktadır. Zaten Giriş sayfalarında da eserin bir antoloji mâhiyetinde olduğu kabûl edilmektedir; Locke (1632-1704), Berkeley (1685-1753), Hume (1711- 1776), Reid (1710-1792), J. Stuart Mill (1806-1873) adlı filozofların (─bazen kısmen, bazen de tamamen─) eserlerinden parçalar aktarmaktadır. Fakat (eseri hazırlayanlara göre) bu metinler rastgele seçilmiş değildir; onları bir araya getirmenin sebebi, hepsinin de aynı felsefe sorularından bahsetmeleri ve bu sorulara aynı açıdan yaklaşmış olmalarıdır[102].
İngiliz Felsefesi hakkında enteresan örneklerden biri de, J.H. Muirhead tarafından yayınlanan ve Çağdaş İngiliz Felsefesi[103] ismini taşıyan eserdir. Birinci neşri 1924’te ve ikinci neşri ertesi yıl, 1925’te yapılan eserin Öttsöz’ünde belirtiliyor ki buna benzeyen bir kitap, daha önceleri Alman felsefesi hakkında, Dr. Raymond Schmidt tarafından 1920 senesinde yayınlanmıştır: Kendi Tasvirleriyle Şimdiki Alman Felsefesi (Die Deutsche Fhilosophie der Gegenwart in Selbstdarstellungen) adlı bu eserden ilham aldığını ve aynı usülü, Çağdaş İngiliz Felsefesi (Contemporary English Philosophy) adlı eseri hazırlarken uyguladığını belirtmektedir [104]. Nitekim Dr. Schmidt, kendi zamanındaki Alman felsefecileri’nden kendi felsefî görüşlerini ihtiva eden birer makale hazırlamalarını istemiş ve bunları bir araya getirip yayınlamıştır. Bu örnekten ilham aldığını söyleyen Muirhead, aynı şekilde kendi zamanındaki İngiliz felsefecileri’nûen, kendi görüşlerini yansıtan birer makûle hazırlamalarını istemiş ve topladığı makaleleri bu eserde yayınlamıştır.
Her ne kadar Dr Schmidt’ten ilhâm aldıysa da, Prof. Muirhead şunu da belirtiyor ki onun eserini teferruât bakımından taklit etmiş değildir. Çünki hem İngiliz yaşayış tarzının hem de İngiliz felsefesi’nin kendine mahsus özellikleri vardır ki bunlar, böyle bir taklidi imkânsız kılmaktadır. Bu özelliklerden birincisi de, İngiliz filozoflarının «felsefe sistemleri» nden hoşlanmamasıdır. Meselâ Bradley (1846-1924) Mantık Prensipleri (The Principles of Logic) adlı eserinde diyor ki: «… İster yurdumuzda türesin, isterse dışardan getirilsin, biz felsefe sistemlerinden hoşlanmıyoruz…»[105] Böylece, kendi zamanındaki İngiliz felsefecileri’nden (─ki hemen hepsi Üniversite profesörleridir ve bir tanesi de Kilise adamı yâni papazdır─) birer rnakâle toplayan Prof Muirhead, böyle bir eseri ortaya koymak süreriyle kendi milletinin gelecek nesillerinin zihnine, 20 nci Asır İngiliz Filozofları olarak meselâ J.B. Baillie (XX. asır) B. Bosanquet (1848-1923), V. Haldane (1860-1936), J.S. Mackenzie (1860-1935), B. Russell (187:2-1970) ve W. Tempel (1881-1944) gibi bir takım isimleri önceden yerleştirmiş olmaktadır. Şunu da ilâve etmeli ki bu felsefecilerden gelen yazılar, 15-30 sayfalık makâleler hâlindedir ve her birinin sonunda, o felsefecinin daha önce yayınladığı araştırmalardan bâzılarının isimleri de (bibliografya olarak) zikredilmektedir. Meselâ Aberden Üniversitesinde Ahlâk profesörü olan J.B. Baillie’nin yazısı Kişi ve Dünyâsı (The Individual and his World) ismini taşımakta olup, 33 sayfadır ve makâlenin sonunda, ona ait bir kaç tane eserin ismi zikredilmektedir. Ayrıca Bernard Bosanquet’nin makâlesi 25 sayfa olup, Hayat ve Felsefe (Life and Philosophy) ismini taşımaktadır. Bertrand Russell (1872-1970) ise Mantikî Atomizm (Logical Atomism) isimli (24 sayfalık) yazısıyla bu kolleksiyona katılmıştır.
Özellikle problemler bakımından bir araştırma olarak S.A. Grave tarafından yayınlanan İskoç Felsefesi[106] adlı eseri de zikretmeliyiz. Common Sense (Hiss-i müşterek) felsefesinin Hume (öl. 1776)’a bir «cevap» olarak ortaya çıktığını belirten yazar (İntrod, s.4), özellikle Thomas Reid (1710-1796)’m ve bu görüşü paylaşan diğer felsefecilerin eserlerine dayandığını söylemektedir[107]. Th. Reid kendi felsefesindeki bâzı görüşleri Aristo’dan, bazılarını da Bacon, Descartes ve özellikle Berkeley ile Hume’dan almıştı. Bilhassa Berkeley’in Reid üzerindeki etkileri, devamlı ve dikkate değer bir ölçüde olmuştur.
Bu konudaki diğer örnekleri bir yana bırakarak[108] tekrar belirtelim ki İngiliz felsefecileri de kendi millî felsefelerinin mevcudiyetini vurgulamışlardır. Aynı gerekçeyledir ki, onlardan daha az materyele sâhip olmayan Türk-İslâm Felsefesi’nin inşâ edilmesi zaruretini mutlaka göz önünde tutmamız lâzımdır.
Amerikan felsefesi’ne gelince, evvelâ şunu belirtelim ki, Amerika kıt’asının keşfinden (1492) sonra, bu ülkede teşekkül eden devletler arasında, her bakımdan lider durumunda olan ve ancak 18 inci asırda bağımsızlığıma kavuşan A.B.D. nin de bir millî felsefe’si olduğunu göstermek için, çeşitli dillerde eserler yazılmıştır. Meselâ yukarda zikredilen S. Hutin’in eseri (bkz. dn. 108/c), iki kısma ayrılmaktaydı ve bunun ikinci yarısı (s. 78-118), Amerikan felsefesi hakkındaydı. Amerikan felsefesindeki ünlü şahsiyetler, burada kolayca takip edilen bir uslupla anlatılmaktadır. Yine Amerikan felsefesi hakkındaki enteresan örneklerden biri de, (─iki cilt hâlinde, 1930’da) G.P. Adams ile W.M. Pepperell Montague taraflarından beraberce neşredilen Çağdaş Amerikan Felsefesi isimli kitaptır[109]. Eseri yayına hazırlayanlardan biri olarak George P. Adams (doğ. 1882), California Üniversitesinde felsefe profesörü unvanıyla ders vermekteydi; diğeri de (W.M. P. Montague) (doğ. 1873) Columbia Üniversitesinde felsefe profesörüydü. Kitabın yayınlandığı 1930 yılında, birincisi 53 ve İkincisi de 58 yaşlarında bulunan bu felsefeciler, kendi zamanlarındaki diğer felsefecilerin çoğuna hocalık etmiş bulunan ve Harward Üniversitesi profesörlerinden olan George Herbert Palmer (doğ. 1842)’in kendi kalemiyle görüşlerini yansıtan bir makâleyi kitabın başına koymuşlardır. Diğer mâkâle yazarları olarak meselâ John Dewey (1859-1952 : Columbia Üniv. Prof.), George Santayana (1863-1952 : Harward Üniv. Prof.) vs. gibi 34 tane Amerikalı felsefe profesöründen de (kendi görüşlerini ifâde eden) birer makaleyi (─ve bu arada, naşirler olarak kendilerine ait birer makaleyi─) bu esere almışlardır. Böylece birçok Amerikan Üniversitelerinde felsefe profesörü olarak ders veren ve 1930’larda, yaşlan 50-70 arasında bulunan felsefecileri, daha sonraki Amerikan nesillerinin nazarında «filozof» olarak ─şimdiden─ kabûl ettirmeyi amaçlamışlardır. Bu çeşit güzel bir yatırım vâsıtasıyladır ki Amerika ve Avrupada mütemadiyen «yeni filozoflar» çıkmış sayılıyor ve bizler de onların «filozof» olarak nitelendirdiği «felsefeciler» in filozofluğunu en az onlar kadar onaylamak zorunda bırakılıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri gibi tâze nefes bir millet, «Amerikan felsefesi» için böyle gayretler gösterebildiğine göre, en azından binlerce senelik mazisi bulunan Türk milletinin de bir millî felsefesi niçin olmasın? Nihâyet şunu da ilâve edelim ki, Amerikan felsefesi için, sâdece 19’uncu asır ortalarında dünyâya gelenler değil, hattâ 1964 yıllarımda, çeşitli Amerikan Üniversitelerindeki «genç felsefeciler» hakkında da böyle teşebbüsler, Max Black tarafından, Amerikada Felsefe[110] adını taşıyan bir kitapla devam ettirilmiştir. Burada da, (—tıpkı daha önce gördüğümüz Muirhead’m ve ayrıca G.P. Adams ile WM. P. Montague’nün yayınladıkları eserlerde olduğu gibi─), Amerikalı (genç nesil’den) felsefecilerin kendi görüşlerini yansıtan birer yazısı bulunmakta ve bu «genç felsefeciler» in hem başka milletlere tanıtılması, hem de müteâkip (XXI.) asır Amerikasmda müstakbel birer «filozof» sayılması için zemin hazırlanmıştır. Ayrıca, Bağımsızlık Savaşı ile İkinci Dünyâ Savaşı (1939) arasındaki devreyi, Klasik Devre olarak nitelendiren Max H. Fisch isimli bir Amerikalı felsefecinin de Klasik Amerikan Filozofları[111] adını taşıyan eserinde Charles Sanders Peirce (1839-1914), William James (1954-1912), Josiah Royce (1855-1916), George Santayana (1863-1952), John Dewey (1859-1952) ve Alfred North Whitehead (1861-1947) isimlerini taşıyan Amerikalı düşünürlerin felsefî görüşleri, ─çeşitli felsefecilerin yorumlan ışığında─ incelenmektedir. Klasik Filozoflar diye adlandırılmış bulunan bu düşünürlerin doğum ve ölüm târihlerine dikkat edilirse anlaşılır ki hepsi de 19 uncu asrın son yarısı ile 20 nci asrın ilk yarısı (ve dolaylarında) yaşamışlardır. Bu esere bir «Umûmî Giriş» ilâve eden M.H. Fisch’in ifâdesine bakılırsa W. James, J. Royce ve G. Santayana, Amerikanın meşhur Üniversitelerinden olan Harward’ta (felsefe profesörü olarak) meslektaş idiler (aynı eser, s. 1) P. Peirce ise, bu üniversitenin en güçlü felsefecisiydi. Birbirlerine öğrencilik etmiş olan bu felsefeciler, yine birbirlerini «filozof» olarak adlandırmıştır. Meselâ Santayana (öl. 1952) hem W. James (öl. 1912) ’in hem de Royce (öl. 1916) ’un öğrencisi olmuştu ve Royce’un idâresinde olmak üzere Lotze (1817-1881) isimli Alman düşünürü hakkında Santayana, bir doktora tezi hazırlamıştı. Royce, bu talebesi için, «zamanın en derin filozofu» demekteydi. Buna karşılık Santayana da hocalarına olan şükran borcunu daimâ yerine getirmişti. (aynı eser, s. 3-4). Bir milletin kendi kültür şuûruna sâhip olduğunu gösterecek olan bu tür güzel davranışlara ilâve olarak, John Dewey (Öl 1952) hakkında hocası Peirce (öl. 1914) övgülerde bulunmaktaydı (aynı esert s. 4) Acaba Türkiyemizde de bu tür güzel davranışları yerleştirmek gerekmez mi? Hulâsa Amerikan felsefesi hakkında yazılmış olan diğer eserleri bir yana bırakarak[112] diyebiliriz ki Amerikan felsefesinin sâdece mâzisi ve bugünü değil, aynı zamanda yarınları da garantilenmek istenmiştir. Nitekim Kallen ve Hook taraflarından yayınlanan Bugünkü ve Yarınki Amerikan Felsefesi adını taşıyan bir eser bunu göstermektedir. Amerikalıların mütecânis (homojen) bir millet olmadıkları ve çeşitli kavimlerden meydana gelmiş bir karışım teşkil ettikleri hesâba katılacak olursa, (─meselâ Santayana, İspanyol asıllıdır─), ethnik milliyetçilik gibi yanlış bir telâkkî yerine, kültür milliyetçiliği sâyesinde Amerikan milleti’nin nasıl oluştuğunu anlamak kolaydır. Demek ki kültür milliyetçiliği sâyesinde millî şuur’un yerleşmesi, diğer milliyetçilik telâkkilerinden daha emin bir yoldur. Kaldı ki Türk milleti esâsen mütecânis (homojen) olduğu halde, böyle bir telâkkiden yola çıkarak, Türk-İslâm Felsefesi ismi altında kültür milliyetçiliği fikrini yaygınlaştırmamız ve Türk filozofları’na ilâve olarak, genç felsefecilerimizi teşvik ederek yarınlarımızı da düşünmemiz icap etmektedir. Bunun için yapılacak şey, şimdiki Türk felsefecilerinin birbirini desteklemesi ve yukarda örneklerini gösterdiğimiz türden eserlerin yayınlanmasıdır.
Millî felsefe telâkkisi, burada saydıklarımızın dışındaki birçok milletlerde daha vardır. Meselâ İtalyanlar, İsviçreliler, Ruslar Hindliler, Çinliler ve hatta Yahudiler de bu konuda eserler yayınlamışlardır. Onlar hakkında da bâzı örnekler verecek olursak:
M. Fr. Sciacca’nın 1950 senesinde yayınlanmış olan eseri, Çağdaş İtalyan Felsefesi[113] ismini taşımaktadır. Ayrıca D. Ruiggiero’mın İtalyan Felsefesi[114] adındaki kitabı da bu konudaki örneklerden biridir.
İsviçre gibi üç dilden konuşan kozmopolit ve kûçücük bir Avrupa ülkesinin felsefesi hakkında ise. Anna Tumarkin tarafından (155 sayfalık) bir eser 1948 yılında neşredilmişti ve İsviçre Felsefesinin Mahiyeti ve Yapısı ismini taşımaktaydı[115].
Zenkovsky tarafından yayınlanan (510 sayfalık) bir eser de, Rus Felsefesi Târihi adını taşımaktaydı. Bu eser önce Rusça olarak yazılmış, sonradan Fransızcaya tercüme olunmuş ve bu tercüme 1953 yılında yayınlanmıştır. Dolayısıyla XX. asrın mahsulüdür[116].
Nihayet, Yahudi Felsefesi hakkında yapılan bâzı çalışmalara değinecek olursak, bu husustaki gayretler daha geçen asırda başlamıştır. Bilindiği üzere İslâm dünyâsında nâil oldukları tolerans sâyesinde Yahudiler, her türlü imkânlara sâhip kılınmaktaydı. (Oysa Avrupa ülkelerinde Yahudiler dâimâ ezilmiş ve horlanmıştır.) Bunlar arasında Ebul-Berekât Bağdâdî (1076-1196) gibi önce Musevî inançlarındayken, sonradan müslüman olanlar da vardı. Bu filozof, Selçuklular nezdinde tabip olarak çalışmış ve Türk sultanları da onu ödüllendirmek maksadıyla kendisine kırmız atlas’tan bir giysi hediye etmişlerdir. Yahudi inançlarım terk ettiği halde Ebul-Berekât, geçen asırda ve bu asırdaki Yahudi oriantalistler tarafından, «Yahudi filozofu» olarak kabul edilmiş ve onun hakkında Salamon (?Samuel) Munk, 1659 yılında yayınladığı Mélanges de Philosophies Juive et Arabe (: Yahudi ve İslâm Felsefeleri) isimli eserinde etraflı bilgiler vermiştir. Yine bir Yahudi araştırıcı olan H.J. Schoeps tarafından (1953 senesinde) neşredilen (357 sayfalık) bir eser, Yahudi Fikir Dünyâsı ismini taşımaktaydı [117].
Hulâsa, yirminci asırda birçok milletler kendi millî felsefelerinin inşâ edilmesi veya meydana çıkarılması için gayret sarfetmişlerdir. Türk milletinin de kendi millî felsefe’sinin esaslarını tesbit etmesi, kültür milliyetçiliği’nin ethnik milliyetçilik tasavvuruna üstünlüğünü kanıtlayacaktır. Çünki milletler sâdece fertler arasındaki genetik bağlarla değil özellikle kültür birliği sayesinde ayakta durmaktadır.
SONUÇ
Türk-İslâm Felsefesi’nin temel gerekçeleri
Çeyrek asırdan bu yana zihinlerde yer etmiş olan Türk-İslâm Felsefesi kavramını oluşturan kelimeler dizisinde Türk kelimesinin önceliği, şüphesiz ki şuurlu ve ileriye dönük bir kültür zarûretinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir kavram, İslâm Felsefesi adı verilen ve birkaç ¡asırlık süreyle Avrupa felsefesine ve ilim hareketlerine ilham kaynağı teşkil eden büyük bir tefekkür sahasına, her şeyden önce Türk kültürü açısından bakış zaruretinden doğmuştur.
Türk-İslâm Felsefesi kavramını ortaya çıkaran birçok sebepler ve gerekçeler vardır. Bunları birkaç madde hâlinde özetleyecek olursak :
a) Türkler’in her bakımdan erdemli ve seçkin bir millet olduğunu, bir yandan Doğulu düşünürler, diğer yandan da bazı Yeniçağ Avrupa filozofları dile getirmişlerdir. Nitekim Câhiz (öl. 869) ve Ali el-Hicâzî (öl. 1151) gibi Doğulu düşünürler, Türklerin Faziletleri üzerinde eserler yazmışlardır. Yeniçağ Avrupasında yetişmiş olan filozoflar arasında Machiavelli (öl. 1527), Türklerin daima fikir ve eylem birliği içinde olduklarını belirtmiştir. Rousseau (öl. 1778) adındaki filozof ise, insanlık duyguları bakımından Türkler’in bütün milletlerden üstün olduklarını ifâde etmektedir. Voltaire (öl. 1784) adındaki düşünür, Türklerin gerçek mümin (: inançlı) olduklarını söylemektedir. Nihayet Schopenhauer (öl. 1860), Türklerin daimâ akıl yoluyla irâde’lerini kontrol ettiklerini ve her zaman temkinli (: ağırbaşlı) hareket ettikleri için, başları dik ve onurlu yaşadıklarım belirtmektedir. (Buna dair tafsilat ve örnekler, daha önceki sayfalarda verilmiştir.) Demek ki Türkler, felsefenin temel şartı olan ahlâk, karakter ve şahsiyet bakımından seçkin bir millettir. Türkler bu bakımdan İslâm Felsefesine kendi mührünü bastığı içindir ki düşünce tarihinin bu kesiti, Türk-İslâm Felsefesi adım almağa hak kazanmıştır.
b) Türk-İslâm Felsefesin in teşekkülündeki ikinci gerekçe, bu felsefede Türk asıllı filozofların mevcudiyetine dayanmaktadır. Nitekim günümüzden 1000 yıl kadar önceleri Türkler, büyük kitleler hâlinde İslâm inançlarını benimsemeğe başlamış ve o tarihlerden itibaren İslâm dünyâsındaki ilim ve felsefe çalışmalarına katılmışlardır. Meselâ, ilk Kelâm düşünürleri olarak Horasanlı Cühenî (öl. 699) ve Cehm (öl. 746), ayrıca filozoflar arasında Ahmed Serahsî (öl. 899), Ebû Bekir Râzî (öl. 933), Fârâbî (öl. 850), İbn Sînâ (öl. 1037), Bîrûnî (öl. 1051), Sühreverdî (öl. 1191), Mevlânâ (öl. 1273), Sadreddin Konevî (öl. 1274), Nasîreddin Tûsî (öl. 1274) ve Aziz Nesefî (öl. 1284?) gibi ünlü düşünürler Türk asıllı olduğu gibi, Mardin’li İbn Durmuş el-Türkî (öl. 1198) adındaki fikir târihçisi de (isminden anlaşılacağı üzere) Türk asıllıdır.
Bu şahsiyetler arasında Cühenî ile Cehm’in aslen Türk olduklarını büyük târihçilerimizden (eski başbakan) M. Şemseddin Günaltay tesbit etmiştir. Filozof Ahmet Serahsî’nin bugünkü Türkmenistan’da Teke Türkmenlerinin yaşadığı çevreye mensup olduğu görülmektedir. Ayrıca Fârâbî’nin daima Türk kıyafetiyle (bi- zeyy il-Etrâk) dolaştığı[118] ve Türk asıllı olduğu, eskiden beri bilinmektedir. İbn Sina’nın Türk olduğuna dâir araştırmalar, M. Şemseddin Günaltay, Süheyl Ünver ve Şevket Aziz Kansu gibi Türk bilginleri yanısıra, Gerasimov ve Atabekov gibi bilginler tarafından da ortaya konulmuştur. Bırûnî’nin milliyeti konusunda itimada şayan deliller, bizzat onun kendi eserlerinde bululunmuş ve Türklüğü isbat edilmiştir. Aberbaycanlı filozof Sühreverdî’nin Türklüğüne dair çeşitli deliller yanısıra, Türkçe konuştuğu[119] tesbit edilmiştir. Ünlü tabiat filozofu ve hekim Ebû Bekir Rûzi’nin Türk asıllı olduğu, Dr. Sigrid Hunke tarafından ortaya çıkarılmıştır. Meşhur astronom ve filozof Nasireddin Tûsî’nin Türk olduğu, önce Amerikalı araştırıcı L. Kaprinski ve sonra da Hâmit Dilgan’m araştırmalarıyla belirlenmiştir. Mevlânâ ile Sadreddin Konevî ve Aziz Nesefi, nihayet 12 nci asırda Mardin’in kazası olan Düneysir’de (: Koçhisar veya şimdiki Kızıltepe’de) yaşamış olan İbn Durmuş İl-almış el-Türkî’nin Türk asıllı oldukları sâbittir. Ayrıca, klasik kaynaklar’dan birinin yazarı olan İbn ebî Useybia’nin öz amcasının da Türkçe konuştuğu’nu bilmekteyiz. (bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 116-124)
İsimlerini saydığımız ve hepsi de Selçuklular devrinin şahsiyetleri olan bu düşünürler ve fikir târihçilerinden başka, Osmanlılar devrinde yetişmiş birçok düşünürler daha var ki, onların biyografileri ve eserleri hakkında Taşköprülü-zâde (öl. 1561)’nin El-Şakâik el- Nûmâniyye adlı eseriyle Miftâh el-Saâde adlı kitabında, ayrıca Kâtib Çelebi (öl. 1656)’nin Keşf el-Zunûn isimli eserinde, ayrıca Ahmed Rıfat (öl. 1898)’in Lugât-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye adlı eserinde, nihayet Melımed Süreyyâ (öl. 1908)’nın Sicil-i Osmânî adlı eseriyle Bursalı M. Tâhir (öl. 1926)’in Osmanlı Müellifleri isimli kitabında azçok malumat bulabilmekteyiz. O halde Türk-İslâm Felsefesi deyimini haklı çıkaran gerekçelerimizden ikincisi, İslâm Felsefesi tarihinde Türk filozoflarının mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır.
c) Türk-İslâm Felsefesi deyimini, diğer bâzı deyimlere tercih etmemizi haklı çıkaracak üçüncü gerekçe, Türkler’in aynı zamanda bâzı İslâm filozofları’nı himaye etmiş olmalarıdır. Meselâ Gazzâlî (öl. 1111), Fahreddin Râzî (öl. 1210), Ebul-Berekât Bağdâdî (öl. 1196), Abdüllatif Bağdâdî (öl. 1231) ve İbnül-Arabî (öl. 1240) gibi ünlü İslâm filozofları, böyle bir mazhariyete nâil olmuşlardır. Nitekim Gazzâlî’nin Büyük Selçuklular tarafından himâye edildiğini ve Bağdad’taki Nizâmiye Üniversitesi’nin başkanlığına tayin olunduğunu bilmekteyiz. Fahreddin Râzî’nin Türklerle meskun olan Azerbaycan’ da ve ayrıca Orta Asya Türk devletlerinden olan Harizmşahlar tarafından himâye olunduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklular tarafından himâye edilenlerden biri de, Ebul-Berekât el-Bağdâdî’ Nitekim (─tabib olarak─) hizmetlerine karşılık kendisine kırmızı atlas’tan yapılmış bir hil’at (: cübbe) hediye edilmiştir ki, klasik kaynaklar’da Selçuk hil’ati olarak zikredilmektedir. Nihâyet Abdüllatif Bağdâdî ile İbnül-Arabi’nin de, bir yandan Eyyûbîler (─ki Salâhaddin Eyyûbî’nin annesinin Türk olduğunu bilmekteyiz─)[vi] ve diğer yandan da Anadolu Selçukluları himayesinde uzun yıllar Anadolu illerinde yaşadıkları, tarih vesikalarıyla sabittir. (bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 116-124)
d) Dördüncü gerekçe olarak, çağımızda (: 20 nci asırda), millî felsefe telâkkisinin yaygın olduğunu ve bu sahada, meselâ Fransız felsefesi unvânıyla birçok eserler yazıldığım; aynı şekilde İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, hattâ İtalyan felsefesi, İsviçre felsefesi gibi birçok kitapların, özellikle bu asrın ilk yarısından itibâren yayınlandığını, (─örnekleriyle birlikte─) önceki sayfalarda görmüştük. Meselâ V. Delbos adında milliyetçi bir Fransızın yazdığı eser, Fransız Felsefesi ismini taşımaktadır. L. LaveUe’in, ayrıca J. Wahl’m.ve E. Brehiefmn eserleri de böyle bir isimle yayınlanmıştır. Aynı şekilde İngiliz felsefesi unvanıyla yayınlanan birçok araştırmalar var ki bunlar da meselâ E.A. Burt, ayrıca W. Sorley, ayrıca Ayer ile Winchve ayrıca J.H. Muirhead gibi ünlü felsefecilerin eserleridir. Bu tür araştırmalara paralel olarak Amerikan felsefesi unvanıyla Max Black, ayrıca Max Fishve daha birçok araştırıcılar tarafından muhtelif eserler yayınlanmıştır. Bu arada Anna Tumarkin tarafından yazılıp ta İsviçre Felsefesi ismini taşıyan bir eser bile mevcuttur. Teferruâtını görmüş olduğumuz bu tür eserler gibi, bizlerin de Türk-İslâm Felsefesi unvanım taşıyan (─ve Türklerin, İslâmiyete girdikten sonra katkılarını gösteren─) bir millî felsefe’miz elbette ki olmalıdır. Şu halde, Türk-İslâm Felsefesi’nin dayandığı dördüncü gerekçe budur.
Yukarda özetlenen dört tâne gerekçenin sonuçlarına bakılacak olursa, felsefenin temel şartı olan ahlâk ve fazilet bakımından Türklerin seçkin bir millet olması ve birçok milletlerin millî felsefe niteliğinde eserler yazması bakımlarından, Türk-İslâm Felsefesi ünvanını taşıyan eserlerin millî düşüncemizi yansıtacağında şüphe yoktur. Üstelik, 19 uncu asrın ortalarından itibaren oriantalistler’in ve onları takip eden Arap asıllı araştırıcıların (─hattâ bâzı Türk araştırıcıların─) bu sâha için yazdıkları eserlere Arap Felsefesi veyâ bâzen de İslâm Felsefesi isimlerini vermeleri, maksadı ifâde edebilmekten uzaktır. Çünki İslâm dünyâsında, Türklerin katkısıyla gelişen felsefe hareketlerine Arap Felsefesi yahut İslâm Felsefesi denildiği takdirde, burada Türkler’in katkıları yeterince göz önünde tutulmamış oluyordu. Bunun içindir ki maksadı ifâdeye en uygun olarak Türk-İslâm Felsefesi deyimi üzerinde isrâr etmek ve Türk kültürü açısından bu felsefeyi incelemek lâzımdır. Böyle bir telâkkinin örnekleri, (─yukarda gördüğümüz üzere─) 20 nci asırda, Avrupa milletlerindeki millî felsefe niteliğinde yazılmış eserlerde de vardır. Bu telâkki, kültür milliyetçiliğinin ethnik milliyetçilik’ten daha faydalı ve daha gerçekçi olduğunu da göstermektedir. Tıpkı daha önce Arap asıllı Abdûh el-Şimâlî’nin ARAP-İSLÂM Felsefesi unvanıyla yazdığı eser (bkz. br. dn. 47) veya İspanyol araştırıcı Cruz Hernandez’in İSPANYOL-İSLÂM Felsefesi adıyla yayınladığı eser (bkz. br. dn. 52) gibi, bizim de TÜRK-İSLÂM Felsefesi deyimini kullanmağa hakkımız vardır. Bu sâhanın ihmâli, ihmâle sebep olanlar için vebâl olacaktır.
YAZARIN DİĞER ESERLERİ
(Kitaplar ve Makâleler)
- Fârâbî’nin Kategorileri, İst. 1960 (: İst. Üniv. Ed. Fak. İslâm Tetkikleri Enst. Dergisi; C. 2; cüz 2-4/s. 1-46): (:makâle, 48 sayfa)
- Fârâbî Mantığının Kökleri, İst. 1961 (: İst. Üniv. Ed. Fak. Şarkiyat Mecmuası; C. 4/s. 147-170) (: makale; 23 syf.)
- Sadreddin Konevî’nin Düşüncesinde İnsan, Kader ve Ahiâk, İst. 1964 (: İst. Üniv. Ed. Fak. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi; C. 4/ Cüz 1-2/s. 65-80) (: makâle; 15 syf.)
- Muhyiddin İbnüi-Arabî: Hayâtı ve Çevresi, İst. 1966 (Fatih Basımevi) (: kitap; 184 syf.)
- Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah, Kâinât ve İnsan, İst 1967 (Ed. Fak. Yay. no. 1208) <(: kitap; 24+192 syf.)
- Manevi Kalkınma, İst. 1967 (Cağaloğlu yayınları, no. 25) (: kitap; 100 syf.)
- Muhyiddin İbnüi-Arabî: El-Bulga fil-Hikme (: Felsefede Yeterlilik), İst. 1969 -(İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1403) (: kitap; 44 +576 syf.)
- İslâm Mantık Tarihi ve Fârâbî Mantığı, İst. 1969-1970 (İki cild) (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1405) (: kitap; 88 +94 syf.)
- İbnül-Arabî’nin Eserleri ve Kaynakları İçin misdak olarak El-Fü- tûhât el-Mekkiye (: Yan Motifler); İst. 1974 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1726) (: kitap; 14+256 syf.)
- Felsefe: Mukâyeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar, İst. 1978 (Çağrı yayınları) (: kitap; 336 syf.)
- İbnül-Arabî’nln Eserleri ve Kaynaklar» için misdak olarak El-Fü- tûhât el-Mekkiye (: ‘Esas Motifler); İst. 1980 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1991) {: kitap; 14+275 syf.)
- Türk-İslâm Filozofu İbn Sinâ : Hayâtı ve Eserleri, İst. 1981 (İst. üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, Sayı: 22-23/s. 1-53) (: makâle, 53 syf.)
- Felsefenin İlkeleri (Felsefeye Giriş – 1) İst. 1982 (Doğuş Yayınları) (: kitap; 14+270 syf.)
- Filozofların Özellikleri (: Felsefeye Giriş – 2), İst. 1983 (Doğüş Yayınları) (: kitap; 240 syf.).
- Felsefenin Tekniği» İst. 1984 (Doğuş Yayınları) (: kitap; 14+ 254 syf.)
- Felsefede Üslup Meselesi ve Bâzı İlkeler, İst. 1984 (İst. Ün iv. Ed. Fak. Felsefe Ark iv i. C. 24/s. 55-70) (: makâle, 15 syf.)
- Türk-İslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri, İst. 1984 (İst. Üniv. lEd. Fdk. Felsefe Arkivi, 24/s. 1-25) (: makâle; 25 syf.)
- Felsefe Bakımından Metafor, İst. 1984 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, C. 25/s. 17-36) (: makâle; 18 syf.)
- Hekim ve Hakim Olarak İbn Sinâ, Kayseri, 1984 (Gevher Nesibe Sultan anısına düzenlenen İBN SİNA KONGRESİ tebliğleri; Kayseri, 14 Mart 1984/s. 318-333), (: makâle, 20 syf.)
- İbn Sinaya göre çocukta ve gençlerde mutedil mizâcsn şartları, Ankara, 1984 (Türk Tarih Kurumu Yay.; İbn Sinâ, ölümünün birinci yılı Armağanı – 1984/s. 249-255) (: makâle, 6 syf.)
- Mevlanâ’da metafor yoluyla felsefe, Konya, 1985 (1. Millî Mev- lanâ Kongresi tebliğleri, s. 39-73) (: makâle, 24 syf.)
- Türk-İslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri Konusunda Yeni örnekler, (Felsefe Arkivi, No. 26’da çıkacak)
- Türkler ve Felsefe (Türk-İslâm Felsefesi), İst. 1986
- Felsefe Tarihinde Türkler (Basıma hazır)
- Türk-İsJâm Felsefesine Giriş (Basıma hazır)
- Türk-İslâm Felsefesi Tarihi (Hazırlanıyor)
- Felsefede Metafor (Metafor Yoluyla Felsefe Problemlerinin Açıklanması) (Basıma hazır)
TÜRKLER VE FELSEFE (TÜRK-İSLÂM FELSEFESİ)
Prof. Dr. Nihat Keklik
İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Bölümü Türk-İslâm Felsefesi Tarihi Anabilim Dalı Bşk..
13×19,5 cm; 80 sayfa, 3. hamur kâğıt, dikişsiz, yumuşak karton kapak
Bibliyografya Künyesi:
KEKLİK, Nihat., Prof. Dr., Türkler ve Felsefe; Türk – İslâm Felsefesi., Fatih Yayınevi Matbaası, Alibaba Türbe Sok. No. 21/3 Nuruosmaniye – İstanbul, 1986
Faksimile tarama: Durmuş HOCAOĞLU
Tarama çözünürlüğü: 1200 dpi, Parlaklık: 600
PDF’ye dönüştürme formatı: BMP
Tarama cihazı ve programı HP Scanjet G4010, TWAIN
Mart 2010
Göztepe, İstanbul
——————————————
Dipnotlar
[1] Hıristiyanlık ve Yahudiliğe giren Türkler hakkında bkz.
- Dr. Mehmet Eröz, Hıristiyanlaşan Türkler, (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü), Ankara, 1983
- Doç. Dr. Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985
[2] İbn Sâid. Tabakât el-Ümem. s. 11; ayr. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, (İst. 1982), s. 117
[3] Câhiz, Türklerin Faziletleri, (tere. Dr. Ramazan Şeşen; Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları; no. 33), Ankara, 1967
[4] Câhiz, aynı eser, s. 77
[5] Câhiz, aynı eser, s. 78
[6] Câhiz, aynı eser, s. 79
[7] Câhiz, aynı eser, s. 74
[8] Câhiz, aynı eser, s. 75
[9] Câhiz, aynı eser, s. 79
[10] Câhiz, aynı eser, s. 79
[11] Câhiz, aynı eser, s. 68
[12] Beyhâkî, Tetimune Sivân el-Hikme, (Lahor, 1935), s. 134
[13] Beytâkî, aynı eser, s. 134
[14] Machiavelli, Hükümdar, (tere. Yusuf Adil Egeli, İst. 1955), s. 14
[15] Mocbiavelli, aynı eser, s. 14
[16] Rousseau, Emile (metin), 1/291 (: Livre IV); ayr. Emil (tere. A.R. Ülgener), s. 167 (Buradaki ifadenin tamamına göre):
«… Türkler, niçin umumiyet itibariyle Fransızlar’a nazaran daha çok insânî ve misâfir-perver’dir? (Çünki) fertlerin büyüklük ve saâdetini muvakkat ve devamsız gördüklerinden, başkalarının düşkünlük ve sefâletine karşı yabancı kalmayacak derecede insanlığa daha yakın olduklarından ve bugün yardım ettiklerinin âkıbetine yarın kendilerinin dahi düşebileceklerini düşünür olduklarından…»
[17] Rousseau, Toplum Anlaşması, (tere. V. Günyol, 1946), s. 196
[18] Rousseau, Toplum Anlaşması, s. 61-62 (Kendi ifâdesiyle) :
«… Herkes, … herhangi bir tanrısal varlıkla gizli ilişkide imiş gibi görünebilir; yahut kulağına birşeyler söyleyecek şekilde bir kuşu terbiye edebilir. … Ne var ki, bunları yapan bir adam, etrafına bir alay sersem toplayabilir ama hiçbir zaman bir hükümet (: hâkimiyet) kuramaz; acâiplikleri de kendisiyle beraber yok olup gider. Boşuna göz boyamalar, geçici bir bağ meydana getirirler. Bu bağı, yalnız akıl ve bilgelik devamlı kılabilir. (Nitekim), dâima varlığını muhâfaza eden (Hz.) Musa Kânunu (: müsavilik) ve on asırdan beri dünyânın yarısında geçen (Hz.) Muhammed’in koyduğu hükümler, bunları koyan kimselerin büyük adamlar olduklarını bugün bile bize anlatmaktadır. Mağrur felsefe, yahut da o kör taraftarlık (inkârcılık) rûhu, bunlara bâzıları açık birer sahtekâr gözüyle baktıkları halde, gerçek siyâset, onların müesseselerinde, o uzun ömürlü teşekküllere önderlik eden o büyük ve kuvvetli dehâya hayran kalıyor…»
[19] Rousseau, Toplum Anlaşması, s. 64-65
Burada Rousseau çok ağır şekilde Ruslar’ı tenkit etmektedir. Ona göre Ruslar, aslâ medenî olamazlar. Gerçi Ruslar bütün Avrupa’yı boyunduruk altına almağa çatışacaktır fakat (Rousseau’ya göre) Türkler bütün Avrupa’nın efendisi olacaklardır. Kendi ifâdesiyle :
«… Ruslar, hiçbir zaman medenî teşkilât altına alınamayacaklardır. Çünkü bu işe vaktinden evvel girişmişlerdir. Deli Petro’nun dehâsı taklitçi bir dehâ idi. Onda gerçek dehâ, herşeyi yoktan yaratan dehâ yoktu. Yaptığı şeylerden bâzıları iyi ise de, çoğu yersizdi. Milletinin barbar olduğunu görmüştü ama medenî teş¬kilât altına girecek kadar olgunlaşmamış olduğunu* fark edememişti. Onu savaşa hazırlamak gerekirken, medenîleştirmeğe kalkışmıştı. Deli Petro onları herşeyden önce Ruslaştırmakla işe başlaması gerekirken Almanlaştırmak, İngizleştirmek istedi. … Rus İmparatorluğu, Avrupa’yı boyunduruk altına almak isteyecek ama, asıl kendisi boyunduruk altına girecektir. Tebaaları (uyduları) yahut komşuları olan Tatarlar (: Türkler), hem onların (: Rusların) hem de bizim (: Avrupanın) efendilerimiz olacaktır. Bu inkılap bana muhakkak gibi geliyor. Bütün Avrupa kralları, bunun bir an evvel olmasına elbirliği ile çalışıyorlar…»
[20] Voltaire, Feylesofça Konuşmalar, 1/322-324; ayr. bkz. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 130-131
[21] Voltaire, aynı eser (tere, Fehmi Baldaş), 1/191; ayr. N. Kek¬lik, aynı eser, s. 190-191
[22] Schopenhauer, The World as Will and Idea, (Engilish/transl. by. R.B. Haldane and J. Kemp; London, üç cilt), 2/425-426
[23] Ricaut, Türkîerin Siyâsi Düsturları, (tere. M. Reşat Üzmen; Tercüman 1001 Temel Eser; no. 81)
[24] Ricaut, aynı eser, s. 254
[25] Ricaut, aynı eser, s. 245
[26] Villamont. Les Voyages du Seigneur de Villamont, (Paris, 1506). s. 234afo’den naklen ¡.H. Dânişmend, Garp Menbalarina Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, s. 55
[27] Du Loir, Les Voyages du Sieur du Loir, (Paris, 1654), s. 193-194′- den naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 70
[28] Comte De Marsigli, L’Etat militaire de L’Empire Ottoman; ses progrès et sa décadence, (La Haye, 1732), s. 38-39’dan naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 127
[29] Tih. Thornton, Etat actuel de la Turquie, (Paris, 1812), s. 226’dan naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 74
[30] Corneille Le Bryn, Voyages de Corneille Le Bryn par la Moscovie en Perse et aux Indes Orientales, (La Haye, 1712), 1/422’den naklen İ H. Dânişmend, aynı eser, s. 141
[31] A. Ubicini, La Turquie Actuelle, (Parüs, 1855), s. 354’den naklen İ.H. Dânişmend, aynı eser, s. 141
[32] Berna Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar : Onbeşinci Yüzyıldan Onsekizinci Yüzyıla Kadar (nşr. İst. Üniv. Edeb. Fak. Yay. no. 1050) İst. 1964
[33] J. Boermus, The fardle of facions… (transı, by B. Watreman}, London, 1955’den naklen B. Moran, aynı eser, s. 18-19
[34] The Policy of the Turkish Empire, London, 1597’den naklen B. Moran, aynı eser, s. 34-35
[35] G. Botero, The travellers breviat or an historical description… (tnansl. by Robert Johnson), London, l6QTden naklen B. MOran, aynı eser, s. 41
[36] R. De Lusinge, The beginning, continuance and decay of estates, (transl. by John Finet), London, 1006’dan naklen B. Moran, aynı eser, s. 45
[37] J. Oe Thevenot, The travels of Monsieur Thevenot into the Levant, London 1686’dan naklen B. Moran, aynı eser, s. 131
[38] Ziyâ Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türk Kültür Yay. İst. 1976), s. 6
[39] Ziyâ Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak, (Türk Kültür Yay. İst. 1976), s. 36
[40] Mes’ûdî, El-Tenbîh vel-İşrâf, (fransızca tere. Carra de Vatıx: Livre de l’Avertissement et de la Revision, Paris, 1897), s. 121 ayr. bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, (İst. 1982), s. 116
[41] bkz. R. Şeşen, Eski Araplara Göre Türkler, (Türkiyat !Mecm. rvo. XV; İst. 1969), s. 12 vd.
[42] 6u konudaki hadis’ler için bkz. H.Ü. Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, (İst. Üniv. Ed Fak. Yay. no. 2154; İst 1976), s. 5-7; ayr. bkz. İH Dânişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? (Milli Ü(kü Yİay. Konya, 1978)
[43] Prof. Dr. B. Ögel (vd.), Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, s. 178 (:Türi< Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, no. 56; Ankara, 1986)
[44] ‘Ne yazık ki muhterem ve merhum bâzı din bilginlerimiz, bu gerçeği görmüş değildir. Meselâ Ahmed Naim beyin, İslâmda Dâ- va-yı Kavmiyet adlı bir risâleslnde (nşr. Sebil’ûr-Reşâd Kütüphanesi, İst. h. 1332), bunun üzücü örnekleri mevcuttur.
[45] Arap felsefesi ismiyle yayınlanmış örnekler olarak:
- a) Sehmölders, Documenta philosophiae arabum, Bonnae, 1836
- b) Sehmölders. Essai sur les écoles philosophiques chez les Arabes, Paris, 1842
- c) Heinrich Ritter, Arabische Philosophie, Hamburg, 1844-1845
- d) De Lacy O’Leary, Arabie thaught and its place in history, Lon¬don, 1922. (Bu eser, türkçeye çevrilmiştir: H. Yurdaydın ve Y. Kutluay, İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Ankara, 1971)
- e) Quadri, La Filosofía degli Arabi nel suo fiore, Firenze, 1939 (Bu eser Fransızcaya tercüme edilmiştir: ¡Roland Huret, La Philosophie Arabe dans l’Europe médiévale; d<es origines à Averroès, Paris, 1947
- f) Max Horten, Jahresbericht über Neuerscheinungen aus dem Bereiche der Arabischen Philosophie, (Archiv für Philosophie), 1906
- g) Cruz Hernandez, La Fiiasofia Arabe, Madrid, 1963
- h) N. Rescher, Stildi es in t be History of Arabie Logic, London, 1963
ı) N. Rescher, The Development of Arabie Logic, London, 1964
[46] Buna dâir örnekler olarak :
- a)Tantavî Cevheri, Behçet el-ulûm fil-Felsefet el-Arabiyye, … Mısır, h. 1354
- b) Y. Kumayr, Felâsifet el-Arab, Beyrut, 1954
- c) el-Yazıcı ve A.G. Kerem, İlâm el-Felsefet el-Arabiyye, Beyrut, 1957
- d) el-Fahûrî ve H. el-Curr, Tarih el-Felsefet el-Arabiyye, (iki cild), Beyrut, 1957-1958
- e) Sarouya, La Pensée Arabe, Paris, 1960
- f) O. Forruh, Târih el-Fikr el-Arabî, Beyrut, 1962
[47] Albdûh el-Şimâlî, Dirâsât fî târih el-Felsefet el-Arabiyye el-İslâmiyye, ve âsârü ricâlihâ, Beyrut, 1960
[48] İslâm Felsefesi (-veyâ İslâm Düşüncesi-) unvanıyla, Avrupalı oriantalistler tarafından yayınlanan eserlere örnekler olarak :
- Dugat, Histoire des Philosophes et des Théologiens musulmanes, de 632 à 1258 de J.C., Paris, 1878
- Leon Gauthier, La Philosophie Musulmane, Paris, 1900
- J. De Boer, Geschichte der Philosophie im İslâm, Stuttgart, 1901. (Bu eser, Türkçeye de tercüme olunmuştur : Dr. Yaşar Kutluay, İslâmda Felsefe Târihi, Ankara, 1960
- Parkinson, Essays in İslamic Philosophy, London, 1907
- İ. Göldziher, Die islamische … Philosophie des Mittelalters, Berlin, Leipzig, 1909
- De Vaux, Les Penseurs de l’islam, Paris, 1914-1922
- Gauthier, Introduction à l’étude de la Philosophie Musul4 mane, Paris, 1923
- Max Horten, Die Philosophie des islams…, Leipzig, 1923
- i) Richard Walzer, İslamic Philosophy, (: Hist, of Philosophy East and West) içinde 120-148
- L. Gauthier, La Pensée Musulmane à travers *es âges, Alger, 1957
- Gardet, Le Problemê de la Philosophie Musulmane (¡ Mé¬langes offerts à Etienne Gilson) içinde, s. 261-284 (Paris, 1959)
- Watt, isiamic Surveys : Islamic Philosophy and Theology, Edinburg, 1962 (Bu eser Türkçeye çevrilmiştir: Dr. S. Ateş, İslâm Felsefesi ve Kelâmı, Ank. 1968)
- Henry Corbin, Histoire de la Philosophie islamique, PariSi 1964 (Bu kitap, Türkçeye çevrilmiştir: Prof. Dr. H. Hatemî, İslâm Felsefesi Tarihi, İst. 1986)
[49] Arap dünyasındaki araştırıcıların İslâm Felsefesi veyâ İslâm Dü- cesi unvanıyla yazdıkları eserlere bâzı örnekler olarak :
- Lutfî Cumua, Târîhu Felâsifet el-İslâm fil-Maşrık vel-Mag- rib, Kâhire, h. 1345 (m. 1926)
- Bundalî Cavzî, Târihul-Harekât el-Fikriyye fil-İslâm, Kudus, 1928
- Abdurrâzık Bâşâ, Temhîd fî-Târih el-Felsefet el-İslâmiyye, (iki cild), Kâhire, h. 1363 (m. 1944)
- İbrahim Madkour, Fil-Felsefet el-İslâmiyye, Kâ’hire, 1367 (m. 1953)
- Abdülhalîm Mahmûd, El-Tefkîr el-Feisefî fil-islâm (İki rild), Mısır.
- Fuâd el-Ahvânî, İslamic Philosophy, Kâhire, 1957
- M. Sharif, History of Müslim Philosophy, Wiesbaden, 1963
- Sayyid Husayn Nasr, Three Muslim Soges (: İbn Sîna, Süh- reverdî ve İbnüi-Arabî hakkında), Harward Un iv. Press. 1964
[50] Türk araştırıcılar içinde İslâm Felsefesi veya İslâm Düşüncesi unvanını taşıyan eserler yayınlayanlara bazı örnekler olarak :
- İsmail Hakkı İzmirli, Târîh-i Felsefe-i İslâmiyye, İst. 1923
- Hilmi Zıyâ Ülken, İslâm Düşüncesi, İstanbul, 1946
- Hilmi Zıyâ Ülken, La Pensée de Vİslam, İstanbul 1953
- İ. Agâh Çubukçu, İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Ank. 1972
- İ. Agâh Çubukçu, İslâm Düşünürleri, Ankara, 1977
[51] Meselâ Montgomery Watt bir eserinde (bkz. İslâm Felsefesi ve Kelâmı, terc. Dr. Süleyman Ateş; s. 138), onaltıncı asır Türk bilginlerinden Birgivî (Birgi-li: 1522-1573)’nin bir Türk âlimi olduğunu söyledikten sonra, şu garip hükme ulaşarak diyor ki: “… kendisi, birçok Türkler gibi filozof değildi…”
[52] Cruz Hernández, Historia de la Filosofía Española: Filosofía Hispano-Musulmana (iki ciid), Madrid. 1957
[53] Palacios, Mohiddin (Homeneja y Pelayo; Madrid, 1899), 2/217-258 Onun diğer araştırmaları için bkz. N. Keklik, İbnül-Arabî’nin eserleri ve kaynakları için misdak olarak el-Futûhât el-Mekkiye, İst. 1974 {Oild-I/Giriş, s. IV-V vd.)
[54] Palacios, Avempace botánico (Andalus, 5/255-299), Madrid, 1940; ayr. Palacios (M.A.), Tratado de Avempace sobre la unión del intellecto con el hombre (Andalus, 7/1-47), 1942
[55] Taşköprülü-zâde, Eş-Şekâik’un-Nûmâniyye fî Ulemâld-Devletil-Os- mâniyye, (inceleme ve notlarla neşr eden, A.S. Furat; Ed. Fak. Yay. no. 3355), İst. 1985
[56] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî (Gregg İnt. Publ. Ltd. 1971)
[57] Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, (republished by Gregg International Publishers Ltd. 1971)
[58] Bursalı Tahir, Türklerin Ulum ve Fünûna Hizmetleri, İst. 1333 (m. 1898)
[59] Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, s. 7
[60] Mehmet Ali Aynî (Prof.), Türk Mantıkçıları, (İlahiyat Fak. Mecm. 1928; cilt-3/Sayı-1ö/s. 49-64 (eski harflerle)
[61] Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlâkçıları, İst. 1939 (Marifet Basımevi)
[62] (Mehmet Ali Avnî, Türk Azizleri-1; İsmâil Hakkı Bursalı, ve Rûh’ül- Beyan müellifi, İstanbul, (Mârifet Basımevi), 1944
[63] H. Z. Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, İst. 1934
[64] H. Z. Ülken, Türk Filozofları Antolojisi, İst. 1935
[65] H. Z. Ülken. Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi (Ülken Yay. İst. 1979
[66] A. A. Adıvar, La Science chez les Turcs Ottomans, Paris, 1939
66* A. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim (Millî Eğ. Bak. Yay.) İst. 1943
[67] İbn Sâid (öl. 1170) Tabaka t el-Ümem, s. 60
Kindî’nin gerek Peygamberlerin Doğruluğu ve gerekse Tanrının Birliği hakkında çeşitli eserler yazdığını ve ayrıca, İslâmiyete uymayan inançlarla mücâdele ettiğini, Klasik Kaynaklar’dan öğrenmekteyiz. Meselâ:
- İbn Cülcül (öl. 905), Tabakât el-Etibbâ (s. 74) adlı eserinde onun monoteizm (rel-Tevhîd) konusunda, mantıkçı olarak ve isbât yoluyla bir eser yazdığını söylemektedir.
- İbn Sâid öl. 1170)’in ifâdesine göre bu eser (El-Tevhîd adlı kitap) aynı zamanda Altın Ağız (:Fem el-Zeheb) ismiyle de anılmaktadır. (bkz. Tabakât el-Ümem, s. 60)
- Monoteizm (El-Tevhîd) isimli bu eser, İbn el-Kıftî öl. 1248) (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 244) tarafından da zikredilmiştir.
- İbn el-Kıftî (öl. 1248)’ye göre (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 241) onun eserlerinden biri de, Tanrının Bütün Eylemleri Âdildir
(: Erine Ef’âl el-Bâri küHühâ adl’ün) adını taşımaktadır.
İbn el-Kıftî (öl. 1248) diyor ki: -İslâmiyete zıt fikirlerle mücâdele konusunda Kindî’nin eserlerinden bir tânesi, Maniheistlere Reddiye (Redd alel-Menâniyye) ve diğeri de Dualistlere Reddiye (Redd ales-Seneviyye) ismini taşımaktadır, (bkz. İhbâr el-Ulemâ, s. 241)
[68] İbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, (nşr. Beyrut, 1965), s. 294
[69] İbn el-Nedîm (el-Fihrist, s. 299 ve 301) tarafından iki defâ zikredilen bu eserin orijinal ismi, Kitâb enne lil-İnsâni Hâlikan Kakî- mâ şeklindedir. Bu eser için ayr. bkz. İİİbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, s. 241 ve etraflı açıklamalar için bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 226
[70] İbn Ebî Useybia (öl. 1270), Uyûn el-Enbâ (nşr. Beyrut, 1965) adlı eserinde (s. 426’da) diyor ki: — Peygamberlerin Kusurları ( Uyûb el-Enbiyâ) adlı bir kitap, ihtimâl ki Râzî’nin bâzı kötü ve inatçı düşmanları tarafından yazılmış olabilir. Ayrıca ona izâfe edilerek Peygamberlerin Mucizeleri (Mehârik el-Enbiyâ) adını taşıyan ve gûyâ Peygamberlerin mûcizelerini inkâr eden bir eserin de bu sûretle Râzî’ye isnâd edildiğini söyledikten sonra, Râzî’yi tenzih etmektedir.
[71] İbn Ebî Useybia, Uyûn el-Enbâ, s. 606-607; bu konuda ayrıca bkz. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 168
[72] İbn el-Kıftî, İhbâr el-Ulemâ, s. 270; ayr. İbn ebî Useyfoia, Uyûn el-Enbâ s. 438; ayr. bkz. N. Keklik, Türk-İslâm Filozofu İbn Sina: Hayatı ve Eserleri, (Felsefe Arkivi, Sayı: 22-23), s. 12
[73] N. Keklik, Filozofların Özellikleri, (İst. 1982), s. 176-220
[74] Fr. Bacon, Novum Organum, (E. A. Burt neşri), s. 55
[75] Hegel, Ansiklopediye 1827 Önsözü (: Hegel Bütün Yapıtları, 1/27’- den naklen); ayr. bkz. N. Keklik, Felsefenin Tekniği, s. 70 (frg. 15)
[76] D. Hume, Dinin Doğal Tarihi, s. 32; ayr. W. Durant, Felsefe Kılavuzu, s. 113; ayr. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, s. 179 ve 189
[77] V. Delbos, La Philosophie Française, (Librairie Plon), Paris, 1919 (364 sayfa)
[78] V. Delbos, aynı eser, s. 1 (Avertissement)
[79] V. Delbos, aynı eser, s. 2 (Avertissement)
[80] V. Delbos, aynı eser, s. 4
[81] V. Delbos, aynı eser, s. 5 ve 10
Descartes (öl. 1650), Pascal (öl. 1662), Malebranche {öl. 1715), Buffon (öl. 1788), D’Alembert (öl. 1783), Cabanis (öl. 1808), Auguste Comte (öl. 1857), Renouvier (öl. 1903), ve Cournot (öl. 1877) gibiler. Bu düşünürler arasında V. Delbos, özellikle Descartes, Pascal, Malebranche, Fonteneüe (öl. 1757), P. Bayie (öl. 1706), Voltaire, Montesquieu (öl. 1755), Buffon, Lamarck, Rousseau, Diderot, Condillac, De Bonald (1754-1840), Maine De Biran (1766- 1824), Saint Simon (1760-1825) ve Auguste Comte haklarında bilgi vermektedir.
[82] L. Lavelle, La Philosophie Française entre les deux guerres, (Librairie Aubier) — Paris, 1942 (: 276 sayfa)
[83] L. Lava Ile, aynı eser, s. 7
[84] L Lavelle, aynı eser, s. 8
[85] L. Lavelle, aynı eser, s. 8
[86] L. Lavelle, aynı eser, s. 55
[87] L. Lavelle, aynı eser, s. 227-228
[88] J. Wahl, Tableau de la Philosophie Française, (Librairie Fon taine), Paris, 1946 (: 233 sayfa)
[89] J. Wahl, aynı eser, s. 94
[90] J. Wahl, aynı eser, s. 17-19
Burada Descartes (1596-1650)’ın cogito’sunda’ki terimıer ‘¿eker teker ele alınmakta ve fahklı bir yorum getirilmeğe çalışılmaktadır. Bu arada, Tanrının varlığı konusunda Descartes’m üç tâne delîl üzerine dayandığı izah edilmektedir.
[91] Meselâ d’Alembert (öl. 1783), sâdece şüphe unsurunu kabûl etmekteydi. Buna karşılık Voltaire (öl. 1778) diyordu ki : Descartes, yolunu şaşırmış ve gülünç olan hayâli şeyler dokusudur. Ayrıca Condillac (öl. 1780) diyordu ki Descartes, fikirlerimizin menşeini tanıyabilmiş değildir. Bkz. J. Wahl, aynı eser, s. 22-26
[92] Onsekizinci yüzyıl içinde, Fransız felsefesinin kısmen materyalizm’e doğru sürüklendiğini îmâ eden müellife göre Pierre Bayie (öl. 1706) 18 inoi asır felsefesi üzerinde en büyük etkileri bırakmış olan düşünürdür ve temelde bir rölativizm ustâdı olduğu gibi, dinsizlik lideri de sayılmaktadır. Çünkü Bayle’e göre, dinsizlik hiçbir zaman örf ve âdetlerin inkârına götürmez. Bu ilkelere dayanmak süratiyle Bayie, aynı zamanda bir tolerans fikri de geliştirmiştir. (L. Lavelle, aynı eser, s. 62 ve 63) Buna karşılık Voltaire (öl. 1778) Tanrı’ya inamyorau fakat onun Tanrı’sı aynı zamanda bir ahlâk Tanrısı idi. Bu mânadadır ki Voltaire, şöyle demektey di : — Tanrı mevcut olmasaydı, Onu icat etmek gerekirdi, (aynı eser, 68) Hıristiyanlığa gelince, Voltaire onunla da mücâdele etmiştir fakat bu tavır materialistlerin fanatizmine kadar gittiği zaman, din düşmanlığı ile de mücâdele etmekten geri kalmamıştır. (LavaIIe, ayhı eser, s. 75) La Mettrie (öl. 1751) ise, bütün insanlar ateist olmadıkça, dünyânın mutlu olamayaclgını söylemekteydi. (aynı eser, 75). Onun gibi düşünenler arasında Diderot (öl- 1784) ile d’Holbach (öl. 1789) da vardı. Şu farkla ki d’Holbach’a göre din, sâdece halk için faydalıdır fakat ateizm, halka uygun değildir, (aynı eser, 79) Şayet Rousseau (öl. 1778)’nun materialist- ler ile ateistler karşısındaki çıkışlarını bir yana bırakacak olursak, anlaşılır ki 18 nci asır Fransız felsefesi, umumiyetle material İst ve ateist bir istikâmet almıştı. Fakat 19 uncu asırda Maine de Biran 1766-1824)’dan batış ederken müellif diyor ki : «…Onunla,Fransız Felsefesi’nin zirvelerinden birine ulaşıyoruz…» Gerçi M. de Biran, gençliğinde Condillac (öl. 1789) ve Cabanis (öl. 1808) gibi fikirlere sahipti fakat sonraları Pascal (öl. 1682) ve Fenelon (öl. 1678) gibi düşünmeğe başladı, (aynı eser, 96) Hıristiyanlığa bağlı olan Maine de Biran (1776-1824) (aynı eser, 116) ile akranlarından olan Auguste Comte (öl. 1857), gerçekte birbirine zıt düşünmekteydiler. Çünki Maine de Biran, kendi metafiziğini psikoloji üzerine dayandırırken, Comte ise, kendi ilimler tasnifinden psikoloji’yi dışta bırakmaktaydı. (J. Wahl, aynı eser, s. 124-125)
[93] E. Bröhier, Transformation de la Philosophie Française, (Fiarn- marion) Paris, 1950 (: 254 sayfa)
[94] ‘E. Brehier, aynı eser, s. 5
[95] İ. Benrubi, Philosophische Strömungen in Frankreich, (Verlag von Felix Meiner) Leipzig, 1928 (523 sayfa) Benrubi, aynı eser, s. 2 (: Einleitımg)
[97] E. A. Burt, The English Philosophers from Bacon to Mill, (The Modern Library, Random House Inc.), New York, 1939 (: 1041 sayfa)
[99] W. R. Sorley, A History of English Philosophy, (Cambridge University Press), Clmbridge, 1951 (: 379 sayfa)
Bu eserin üç tâne neşri vardır ki birincisi 1920’de, İkincisi 1937’de ve üçüncüsü de 1951’de yapılmıştır. (Biz üçüncü neşrine dayanmaktayız!)
[100] Sorley, aynı eser, s. 14
[101] A.J. Ayer and Raymond Winch, British Empirical Philosophers: Locke Berkeley, Hume, Reid, J-S. Mil!, (Routledge and Kegan Paul Limited), London, 1952 (: İkinci neşri : Lowe and Brydone Limited, London, 1958. (Biz, bu ikinci neşre dayandık.)
[102] A.J. Ayer – !R. Winch, aynı eser, (Introduction), s. 9
[103] J.H. Muirhead, Contemporary British Philosophy, (Unvvin Brothers Limited), London 1925 (: 432 sayfa)
[104] J.H. Muirhead, aynı eser, s. 7
[105] J.H. Muirhead, aynı eser, 8. 7-8 P : 5
[106] S.tA. Grave, The Scottish Philosophy of Common Sense, (Clarendon Press), Oxford-1960 (262 sayfa)
[107] SA. Grave, aynı eser, s. 5
[108] İngiliz Felsefesi unvanıyla yayınlanan diğer eserler olarak, şunları gösterebiliriz:
a) G.J. Warnock, English Philosophy since 1900, (Oxford Univ. Press) London-1953 (: 1900’den bu yana İngiliz Felsefesi) (180 sayfa)
b) Paul Ginestier, Le Pensée Anglo-Saxon depuis 1900, (Presses Universitaires de France), Paris-1956 (: 1900’den bu yana İngiliz Düşüncesi) (134 sayfa)
c) Serge Hutin, La Philosophie Anglaise et Américaine, (Presses Universitaires de France), Paris-1958) (: İngiliz ve Amerikan Felsefeleri) (121 sayfa)
[109] G.P. Adams – WM. P. Montague, Contemporary American Philosophy, (Unwin Brothers Limited), Great Britain/Woking, 1930 (: Çağdaş Amerikan Felsefesi) (iki cilt; toplam 900 sayfa)
[110] M. Black, Philosophy in America, (Cornell Univ. Press), ittvaca: New York 1925 (307 sayfa)
[111] M.H. Fisch» Classic American Philosophers, (Appleton-Century- Crofts inc.) New York-1951 {493 sayfa)
[112] Amerikan felsefesi hakkında yazılan diğer eserler olarak :
a) Merle Curti, The Groth of American Thaugth, (Harper and Brothers) New York-1943 (: Amerikan Düşüncesinin Gelişmesi)
b) W İ. Riley, American Thaugth from Puritanism to Pragmatism and Beyond, (Henry Holt and Co.) New York-1923 (: Püritanizm’den Pragmatizmi kadar Amerikan Düşüncesi)
c) W. Sneider, A History of American Philosophy, (Columbia Umv. Press) New York-1946 (: Amerikan Felsefesi Tarihi) (368 sayfa)
d) Harvey Towsend, Philosophical ideas in the United State«, (American Book Co.), Cincinati, 1934 (: Birleşik Devletlerde Felsefî Fikirler)
e) H. Werkmeister, A History of Philosophical ideas in America, (The Renold Press), New York-1949 (: Amerika- da Felsefi Fikirlerin Tarihi)
f) R. Paul Anderson – Max Fisch, Philosophy In America from the Puritans to James, with representative selections, (Appleton Century Crofts, inc.), New York-1939 (*. uritenler’den W. James’e kadar Amerika’da Felsefe)
[113] Michele Frederioo Sciacca, La Philosophie italienne, (trad, de Marie-Louise Roure; éd. Emanuelle Vitte), Paris 1850 (290 sayfa)
[114] Guido de Ruggiero, italienische Philosophie, (Ferdinand in Breslau), 1925
[115] A. Tumarkin, Wesen und Werden der schweirischen Philosophie,
(Druck von Huber and Co. Aktiengesellschaft, Fraenfeld). Switzerland, 1948 (155 sayfa)
[116] B. Zenkovsfcy, Histoire de la Philosophie Russe, (traduit du Russe par C. Andronikof, Librairie Gallimard; 4. éd.), Paris, 1953 (512 sayfa)
[117] Hans Joachim Schoeps, Jüdische Geisteswelt; Zeugnisse aus zwei Jahrtausend, (Holle Verlag, Darmstadt und Genf, 1953)
[118] Taşköprüiü-zâde, Miftâh el-Saâde, (nşr. Dâr ebKütüb el-badî- se), 2/317
[119] Lamiî Çelebi, Fütûh el-Mücâhidîn (: M. Câmî’nin, Nefehât eh Üns adlı eserinin tercümesi), s. 658 (: Buradaki ifâdeye göre Sühreverdî. Türkmence konuşmaktaydı.)
—————————————————-
Sonnotlar
[i] Bu satırların yazarı tarafından 20 yıl önce yapılan teşebbüs ve resmî müracaattan sonra, 16 yıl kadar önceleri İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Bölümü bünyesinde kurulan Türk-İslâm Felsefesi kürsüsü, geçen iki yıla âit felsefe programlarında —zorunlu ders olarak— haftada 14 saat tedrise lâyık görüldüğü halde, maalesef bu yıl (1986-87 ders yılı) felsefe programında, haftada dört saat’e indirilmiş ve istihfâf edilmiştir. Bu şartlar altında, gençlerimizi millî felsefe görüşüyle yetiştirmek nasıl mümkün olabilir?
[ii] M.F. Sciacca, La Philosophie italienne, contemporaine, (Paris, 1951), introd, s. 20
[iii] Bilindiği üzere Selçuklular devrinde bile devletimizde resmî dil Farsça’ydı fakat halkımız Türkçe konuşmaktaydı. İlk defa olarak Karamanoğlu Mehmet Beğ’in verdiği emirle 13 Mayıs 1277 târihinden itibaren devlet (: muâmelât) dili Türkçe olmuştu.
[iv] Deizm’de esas olan akıl bakımından Tanrının var olması gerektiği’ne inanmaktır. Bu inanca, akıl Tanrısı denilir. İbnül-Arabî (öl. 1240) buna ilâh el-akl (Akıl Tanrısı) ismini vermekte ve bu görüşü tenkit etmektedir.
[v] Avrupa felsefesinde kısmen görülen ateizm ve buna karşı çıkanlar hakkında bkz. br. s. 58/dn. 92
[vi] Eyyûbîler Hanedanı (m. 1171-1252), aslen Türk’tür. Bu hanedana mensup şahsiyetlerden bir çoğunun adları, en eski Türk adlarıdır: Nitekim Salâhaddin Eyyûbî (öl. 1191)’nin ağabeyinin adı Turanşah’tır. Kardeşlerinin adları ile Tuğtekin ve Böri’dir. Annesi de özbeöz Türk’tür. Zevcelerinden biri olan Umar Bey kızı İsmetüddin Âmine de bir Türk’tür; ayrıca iki eniştesi de Türk’tür nitekim bunlardan biri Unaroğlu Sâdeddin Mes’ut ve diğeri de Muzaferüddin Gökböri ismini taşımaktadır, (bkz. Prof. Dr. B. Ögel, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, TKAE yay. no. 56; Ank. 1986; s. 177-178)