Türkiye’de Yönetici Yetersizliği ve Yenilmişlik Psikolojisi

 

Feyzullah EROĞLU[1]

Öz

Toplumsal var oluşun sürekliliği, başta kurum ve kuruluşlar olmak üzere, bütün grup ve bireylerin, kendi görev ve sorumluluklarını tam olarak ifa etmelerine ve sorun çözme k a- pasitelerinin varlığına bağlıdır. Toplumlar, millet ve devlet olarak varlıklarını, aile, okul ve mabet gibi sosyal kurumlar; merkezi yönetim ve yerel yönetim birimleri gibi kamu kuruluşla­rı; mal ve hizmet üreten özel kuruluşlar gibi işletme ve şirketler ile resmi veya gayri resmi (bir nevi sivil toplum) örgütlenmeler aracılığıyla devam ettirirler. Bütün bu resmi veya gayri resmi örgütlenmelerin asli görevi, toplumun farklı alt sosyal sistemlerinin ihtiyaçlarına cevap ver­mek ve bu alanlarda çıkacak olan sorunlara uygun çözümler bulmaktır. Her türlü örgütün yönetici ve insan kaynağının yönetme becerisinin asıl göstergesi, üstlenmiş oldukları alanlara dair sorunların çözülmüş olmasıdır. Yöneticilerin yönetme yetenek ve becerilerinin yetersiz olduğu örgütlerde ve toplumlarda, iç çatışma yaşanması kaçınılmaz bir durumdur. Sorunları yeterince çözülemeyen ve iç çatışmaları önlenemeyen topluluklarda, belirli bir zaman sonra­sında toplum üzerinde derin bir yenilmişlik ve eziklik psikolojisi ortaya çıkmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Yönetici Yetersizliği, Çaresizlik Hissi, Yenilmişlik Psikolojisi

****

Managers’ Incapability and Psychology of Being Defeated in Turkey

Abstract

The sustainability of the social existence depends on the presence of problem solving capacity and fulfillment of own tasks and responsibilities of all groups and individuals; especially organizations and institutions. Societies maintain their existence as nations and states through social institutions like family, school and temple; public institutions like central and local government entities; private organizations like companies producing goods and services and other formal or informal organizations (such as non-governmental organizations). The essential task for all these formal and informal organizations is to fulfill the needs of several different social subsystems and provide appropriate solutions arising in this area. For the organizations of all types, the main indicator of management capability of managers and human resources are that, if the issues in the area under their responsibility are resolved. In the organizations and societies which managers have insufficient skills and abilities to manage, internal conflicts are inevitable. In the societies which the problems cannot be resolved properly and the internal conflicts cannot be prevented; after a while, a deep “being defeated” and “being a loser” psychology arises in people.

Keywords: Managers’ incapability, desperation, helplessness, psychology of being defeated,

*****

GİRİŞ:

1. SORUN ÇÖZME YETENEĞİ OL­MAYAN TOPLUM SÜREKLİ YENİLİR

Tarihi süreç içerisinde, her sosyal sis­temde, önceden tahmin edilen ve tahmin edilmeyen çok sayıda etken sebebiyle yine çok sayıda değişmeler meydana gelmektedir. Bu değişmelere gerekli uyumu sağlayacak yeterli­likte sorun çözme kapasitesi yüksek bir yöneti­ci kadro ve gerekli ölçüde nitelikli bilgi biriki­mi yoksa o zaman baş edilmesi gereken çok sayıda sorun ortaya çıkmaktadır. Bu çerçeve­de, sosyal varlığın etkili ve başarılı bir şekilde sürdürülmesi, sosyal sistem ağı içerisindeki her tür kurum ve kuruluş ile her çeşit örgüt­lenmenin, kendi görev ve sorumluluk alanları içindeki sorunları, etkili ve başarılı bir şekilde çözmeleri ile mümkün olmaktadır. Her tür kurum ve kuruluş ile her çeşit örgütlenmenin, kendilerinden beklenilen ölçüde sorun çözme kapasitelerini kullanabilmeleri, ise büyük öl­çüde başlarında bulunan yönetici ve önder kadroların “sorun çözme becerilerinin” etkin­liği ile doğrudan ilişkilidir (Bıçak, 2009, 14).

Genel olarak, “başında” yönetme yete­neği ve sorun çözme becerisi yüksek olan ba­şarılı yöneticilerin bulunduğu kurum ve kuru­luşların yaygınlığı, toplumsal sistemin “den­ge” ve “düzen” içerisinde ilerlemesi ve gelişi­mi için çok güçlü bir sosyal destek sağlamak­tadır. Buna karşılık, “başında” yönetme yete­neği ve sorun çözme becerisi yetersiz “başla­rın” bulunduğu kurum ve kuruluşların çoğal­ması, toplumsal beklentilerin etkili bir şekilde karşılanmasında ve sorunların çözülmesinde çok büyük bir dengesizliğe ve kargaşaya yol açar. “Balık baştan kokar” özdeyişine uygun olarak, zaman içerisinde başarısız ve yetersiz yöneticilerin yol açtığı sosyal kurum ve kuru­luşlar ile her türlü örgütlenmenin işlevsizliği, çok yönlü bir domino etkisi yaratmak suretiyle öncelikle doğrudan etkileşimde oldukları son­ra da dolaylı etkileşimde oldukları diğer alt sistemlerin temel görevlerinin yeterince yapı­lamaması sonucunu doğurur. Sosyal sistemi meydana getiren alt sistemlerin kendi arala­rındaki uyum ve ahengin bozulması, bir süre sonra toplumsal sistemde telafisi mümkün olmayan krizleri ve sosyal çözülmeleri tetik- lemeye başlar. Meselâ, toplum için yeni birey­leri yetiştirecek en uygun sosyal kurum “aile­dir”; “aile kurumu” olması gerektiği gibi idare edilemiyorsa sosyal ve geleneksel işlevlerini yeterince yerine getiremez duruma gelir. O zamanda, bu kurumun işlevsizliği ve yetersiz­liği, her bireyin gerçekte kendisinin uğraşması gerekmeyen sorunlarla da uğraşması ve enerji harcamasını gerektirir. Bu durumda bulunan bir kişinin, kişisel sorumluluk ve görevlerinin yanında, güçlü bir sosyal destekten yoksun olmasından dolayı yaşadığı hayattaki sosyal yükleri daha fazla artmaktadır. Tıpkı bunun gibi, “okul” kurumu yeterince işlev görmüyor­sa, kişilerin eğitimleriyle ilgili sorunları artar; “mabet” kurumu aslına uygun işleve sahip olmazsa toplumun din ile ilgili çatışmaları yükselir; “mahkeme” kurumu toplumun ada­let ihtiyacını âdil bir şekilde karşılayamazsa insanlar “kendi adaletlerini” çetevari yollarla sağlamaya yönelirler; “ekonomi” kurumu meşru kazanç yollarını temin edemezse insan­lar ya gayri meşru kazanç yollarına saparlar ya da şarklı tembellik, miskinlik, bedavacılık, kayıtsızlık ve telaşsızlık psikolojisine mahkûm olurlar (Ülgener, 1981, 111).

Birey-toplum dengesi çerçevesinde, bi­reylerin kişisel sorumluluk ve görevlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için toplumsal kurum ve kuruluşlar ile çeşitli sosyal örgüt­lenmelerin de işlevlerini tam olarak ifa etmele­ri gerekir ki kişilerin bireysel “yükleri” hafifle­sin. Aksi takdirde, toplumsal süreçlerin etkili ve başarılı bir ölçüde çalışmadığı toplumsal sistemlerde, bireylere daha fazla bireysel yük ve görev yüklendiği için bu tür kargaşa top- lumlarında insanlarda yorgunluk ve tükenme sendromu daha erken yaşlarda ortaya çıkmak­tadır. Toplumsal sistemin çeşitli kurum ve kuruluşları ile resmi veya gayri resmi örgüt­lenmelerinin mensubu bulunan bireylerin, eğer burada zorla tutuluyor değillerse, bu sos­yal doku içerisinde yer alıyor olmaları, birlikte yaşamaya dair karşılıklı rızalarının ve karşılıklı güven duygularından kaynaklanan psikolojik sözleşmenin bir sonucudur. Bu bağlamda, grup ya da toplum olarak birlikte yaşamanın en kadim ve mucizevi sırrı, özellikle de yöneti­ci konumundaki kişilere duyulan güvendir. Karşılıklı güven esaslı böyle bir psikolojik söz­leşme veya sosyal ilişki psikolojisi, ailede, okulda, mabette, mahkemede, karakolda, kış­lada, işletmede, dernekte, siyasi partide ve benzeri bütün kurum ve kuruluşlar ile her türlü örgütlenmelerde geçerlidir. Her biri sos­yal sistemin farklı ama birbirini tamamlayan organları olan bu kurum ve örgütlenmelerin bünyesinde yer alan sosyal aktörlerin -en fazla da yönetici konumunda olanların- kendi görev ve sorumluluklarıyla toplumsal beklentilere yeterince cevap veremediği durumlarda çok yaygın bir güvensizlik ortamı ortaya çıkar. Özellikle yönetici kadroların yetersizliği ve sorun çözme konusundaki beceriksizliklerinin yol açtığı karşılıklı güven duygusundaki zafi­yet, toplumsal sistemdeki işbölümü ve işbirliği imkânlarının da yıkılmasına neden olur. Sosyo-psikolojik bir anlam çerçevesinde, top­lumdaki yaygın karşılıklı güven kaybına bağlı olarak ortaya çıkan “sosyal çözülme”, bireyle­rin birbirlerinden yalıtılmasına, yalnızlaşmala­rına, kimsesizliklerine ve bütün bunların sonu­cunda, şiddetli bir çaresizlik hissine kapılmala­rına yol açar.

Toplumsal düzenlerin doğuşu aşama­sında ve varlığını devam ettirme çabalarının yer aldığı dönemlerde, bireylerin tek başlarına yeterli olamadıkları hayat alanlarında, toplum­sal kurum ve kuruluşlar ile resmi ve gayri resmi örgütlenmeler devreye girmekteydi. Böylece, bireyler bir kısım ihtiyaç ve amaçları­nı kendi kişisel imkân ve kaynaklarıyla gerçek­leştirmelerine ilave olarak, bireysel imkân ve kapasiteleriyle baş edemeyecekleri sorunların çözülmesi ve beklentilerin elde edilmesinde kaçınılmaz olarak diğer sosyal destek ve örgüt­lenme mekanizmalarından yararlanmaktaydı­lar.

Toplumsal sistem kapsamında esas iş­leri ve görevleri, kendi hizmet alanlarındaki sorunları çözmek ve toplumun bu yöndeki beklentilerini gerçekleştirmek olan kurum ve kuruluşların, bazı dönemlerde çeşitli sebepler yüzünden -en fazla da yeterli sayıda liyakat ve ehliyete sahip nitelikli insan kaynağının yok­luğundan dolayı- toplumun beklentilerine yeterince cevap veremedikleri durumlarda patolojik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Top­lumsal sorunları çözme donanımına ve tecrü­besine sahip olması gereken kurum ve kuru­luşlar ile resmi ve gayri resmi örgütlenmelerin yeterince çözemediği sorunların, bu konuda uygun donanımı ve kaynağı bulunmayan bi­reyler ve alt gruplar tarafından çözülmesi ve giderilmesi hiç mümkün değildir. Bizzat top­lumsal varlık nedenleri, bireyleri ve grupları aşkın olarak, onlar adına sorun çözme uzman­lığına sahip olması gereken yönetici kadroların yetersizliği halinde, bütün bu sorunlarla teker teker bireylerin ve alt grupların baş etmesi beklenemez. Ayrıca, böyle dönemlerde birey­ler bırakınız kendilerini aşan toplumsal sorun­ları çözmek, normal şartlarda kendi sorumlu­luk ve görevleri kapsamında olan bireysel sorunlar karşısında dahi büyük bir çaresizlik ve acizlik hissine kapılırlar. Meselâ, orduların ve silahlı kuvvetlerin asli işlevi, toplumun bağımsızlığı ve özgürlüğünü korumak iken, çeşitli sebepler yüzünden bu toplumsal işlevin yerine getirilemediği durumlarda, toplumun bir kesimi üzerinde, “bağımsızlık ve özgürlü­ğe” dair şeref ve haysiyet duygularından gide­rek uzaklaşma eğilimi kendini gösterir. Bu yüzdendir ki, milletler arası mücadelede, baş eğdirilmesi hedeflenen toplumların, öncelikle askeri ve silahlı kuvvetleri üzerinde psikolojik olarak itibarsızlaştırma operasyonları yapılır. Zaten, bir toplumun askerini yenmek de, top- yekûn o toplumu yenmek ile aynı anlama ge­lir. Ancak, böyle bir yenilgi hissine verilen toplumsal tepki, toplumun bir kesiminde mil­liyet bilincini ve direnme gücünü harekete geçirici bir etki yaratırken, diğer bir kesim üzerinde de giderek yozlaşma eğilimine neden olur. Gerçekten, yenilmişlik olgusunun ve hissinin yaygın olduğu toplumlarda, nüfusun önemli bir kesiminin, özellikle yöneticilere ve politikacılara olan güvensizliğin getirdiği çare­sizlikten dolayı normal şartlarda asla kabul edemeyecekleri bazı durumlara razı olmaları ve teslim olmaları kolaylaşmaktadır. Her za­man, başka bir alternatifin olamayacağı algısı­nın yaygınlaştığı dönemlerde kitlelerin, çeşitli güç kaynaklarının yaptığı zorlamalara teslim olmaları ve boyun eğmeleri kolaylaşır (Furedi, 2001, 219). Daha açık bir ifade ile yenilgiye teslim olan kişiler, “bağımsızlık ve özgürlük algılarını” değiştirmek suretiyle teslim olmayı meşrulaştırın özelliğinden dolayı yenilgi psi­kolojisi davranış ağına düşerler.

2. SÜREKLİ YENİLEN TOPLUM- LARDA YENİLMİŞLİK PSİKOLOJİ­Sİ KAÇINILMAZDIR

Toplumsal sistem içerisinde, bireylerin çok sayıdaki ihtiyaçlarını giderme ve amaçla­rını gerçekleştirme yönündeki davranış yöne­limlerinin önemli bir kısmında, çeşitli kaynak­lardan ileri gelen engellenme ve hayal kırıklık­larının ortaya çıkışı kaçınılmaz bir durumdur. Bu bağlamda, her insanın hayatında, engel­lenme ve hayal kırıklıklarının yol açtığı yenil­me ve kaybetme olgusu kaçınılmaz bir hâldir. Her engellenme bireyler için bir anlamda bir yenilgi sayılır. İnsan hayatının değişik evrele­rinde, çok sayıda yenilgilerin olması son dere­ce doğal ve normal olan bir durum sayılmalı­dır. Ancak, bir şekilde yaşanacak olan bu ye­nilgiler, insanlarda çok farklı tepkilere neden olur. Buna göre, bu yenilgiler, ilgili insanların hayatında, ya yenilgi motivasyonunu yaratır ve böylece öncekinden daha canlı ve enerjik şekilde onların hedefe doğru yönelmelerine imkan verir; ya da yenilgi psikolojisine yol açarak yapabilecekleri şeyleri bile yapmaktan vazgeçmeleri şeklinde teslimiyetçi davranışla­ra yol açar.

Aslında, “yenilme duygusu” (veya ye­nilgi motivasyonu) ile “yenilmişlik psikolojisi” kavramları arasında sebep-sonuç ilişkileri ba­kımından çok anlamlı farklılıklar vardır. “Ye­nilme duygusu”, bir mücadeleyi kaybetme ve yarışmada geride kalma gibi durumlarda kişi­lerin, üzüntü, hüzün, efkârlanma, kızgınlık ve öfke davranışları hissetmeleri halidir. Bütün bu duygu çeşitliliği ve zenginliği, kişilerin amaçlarını yeniden belirleyerek yeniden hare­kete geçmelerini sağlayacaktır. Bu bağlamda, çocukların ve gençlerin kendi aralarındaki oyunlarda, yapılan çeşitli spor karşılaşmala­rında, kumar ve şans oyunları sırasında ve temelinde rekabet veya mücadelenin söz ko­nusu olduğu her türlü etkinlikte yaşanılan “yenme tutkusu” ile “yenilme duygusu”, bü­tün bu faaliyetlerin son derece çekici birer davranış mekanizmasına dönüşmesine neden olmaktadır. Aslında, yenme ve kazanma tut­kusunun dinamizminde ve sürekliliğinde, yenme eyleminden beklenilen kazanç yanında, yenilme durumunda ortaya çıkacak olan kay­bın korkusundan kaçınma duygusu da etkili olmaktadır. Ayrıca, sürekli yenmek ve kazan­mak durumunda, zaman içerisinde belirli bir gerileme ve gevşeme de meydana gelebilir. Buna karşılık, arada sırada yenilme ve kay­betmenin yarattığı “yenme” ve “kazanma” heyecanı, bireysel ve toplumsal motivasyon açısından çok güçlü bir hareket enerjisi sağla­maktadır. “Yenile yenile yenmeyi öğrenmek” denilen başarı öykülerinde, yenilme duygu­sundan kaynaklanan kendi enerjini yeniden üretme ve harekete geçirme tecrübesi büyük bir rol oynamaktadır. Yenilme duygusu, kişile­ri aktifleştirecek ve yeni donanımlar kazandı­racak bir davranış alt yapısı oluşturmaktadır.

Yenilmişlik psikolojisi, acizlik, teslimi­yet, kaçış, vazgeçme, bunalım, tembellik, takiye, ikiyüzlülük, saklanma ve gizlenme gibi davranışları çağrıştırmaktadır. Karşılaşılan çeşitli engellenmeler ve baş edilemeyen çok sayıdaki sorunlara karşı sürekli olarak muha­tap olan kişiler, ne yaparlarsa yapsınlar, içle­rinde bulundukları çıkmazları aşabileceklerine ve yaşadıkları sorunları düzeltebileceklerine dair inançlarını ve özgüvenlerini kaybederler. Bütün bunlara ilave olarak, olur olmadık bir­çok konuda ciddi suçlamalara ve haksız ve yalan bir şekilde ağır bir aşağılanmaya maruz kalmış kişiler, bir süre sonra pasifleşmek sure­tiyle kötümser ve umutsuz bir hâle gelirler. Yenilmişlik psikolojisine duçar olmuş kişiler, kendilerine olan özgüvenlerini büyük ölçüde kaybettikleri için harekete geçme ve uğraş verme söz konusu olduğu zaman, üşenme, erteleme ve vazgeçme davranışlarını çok sık­laştırırlar (Köksalan, 2013, 8-10). Bu kişilerin duyu organları sadece biyolojik ve otomatik bir kullanıma açık oldukları için teslimiyet ve çaresizlik psikolojisi içerisindedirler. Bunlar, bakarlar ama göremezler, işitirler ama duya­mazlar. İradi bir akıl kullanımına sahip olma­maları sebebiyle düşünmek ve sorgulamak yerine, kendilerine ulaşan en baskın ve güçlü mesajlara dikkat kesilirler. Bu kişiler, çaba harcamaktan vazgeçerler, yapabilecekleri şey­leri bile düşünemez ve akıl edemez duruma düşerek her türlü izlenime açık hale gelirler (Furedi,2010, 7). Bu bağlamda, yenilmişlik psikolojisine maruz kalmış olanlar, egemen ideolojinin ve psikolojik savaş tekniklerinin etkilerine karşı son derece meyyal ve her türlü propagandaya açıktırlar. Gerçekten çaresiz olmasalar bile, çaresiz olduklarına; gerçekten teslim olmaları gerekmese bile, teslim olmaları gerektiğine ikna edilmişlerdir. Böylece, karşı­laştıkları sorunlar ve hayal kırıklıkları karşı­sında, bir şeyler yapma sorumluluğundan sürekli olarak kaçarlar. İnsanın yapabileceği bir şeyler varken yapmaması, çözebileceği sorunlarla yüzleşmemesi ve olan şeylere teslim olması, yeni sorun ve hayal kırıklıklarına yani yeni yenilgilere sebep olur ve açıktır ki, böyle bir durumu aslında bizzat kendisi tetiklemiştir.

Yenilmişlik psikolojisi hakkında, özel­likle etkili iletişim ve psikolojik savaş alanında yapılan bilimsel çalışmalar arasında çok sayıda laboratuvar ve saha araştırmaları mevcuttur. İlgili literatürde, kitlelerin bir takım psikolojik savaş ve ikna yöntemlerinin kullanılmasıyla gerçekte tepki göstermeleri gereken bazı uygu­lamaları nasıl çaresizlik içerisinde kabullendik­lerini örnekleyen, çok bilinen bir araştırma vardır. Bu araştırma, birçok çalışmada “top­lamın yarısı testi ” olarak bilinmektedir. Bu araştırmada, bir grup fare kapalı bir deney kafesine konulur ve kafesin kapağı açık bırakı­lır. Deney farelerinin, yiyecek ve su ihtiyaçları eksiksiz olarak verilir. Fareler, deneyin başla­masından itibaren on gün içinde kafesten iste­dikleri zaman çıkarlar ve çevreyi keşfederler. Kafesin hemen önünde, içi su ile dolu olan bir havuz vardır. Fareler, havuzun kenarına ka­dar gelmekle beraber suya düşme tehlikesini algılar ve hiçbiri havuza düşmeden çevresinde dolaşırlar. Onuncu günden itibaren şartlar değiştirilir, kafesin kapağı kapatılır, üstü örtü­lür, yiyecek ve su gibi temel ihtiyaçları sadece ölmeyecek kadar verilir. Arada sırada deney fareleri, korkunç kedi sesi efektleri ile rahatsız edilir. Deneyin son aşamasında, on beş gün sonra bu eziyetler sonlandırılır ve kafesin ağzı tamamen açılır. Bu deneyin sonucunda iki farklı davranış gösterilmiştir. Toplam farelerin yarısı yani %50’si, hiç tereddüt etmeksizin suya atlar ve intihar ederken; diğer yarısı yani diğer %5o’si panik ve telaş içerisinde ne yapa­cağını bilmeden uyum sorunu yaşamışlardır (Akça, 2006, 65). Bu teste göre, toplam farelerin %50’sinin, daha önceden içi su ile dolu havuza düşme “tehdit ve tehlikesini” algılamış olma­larına rağmen, deney sırasında kendilerine uygulanan eziyetler sebebiyle “baş edemedik­leri” bir takım sorunlar ve hayal kırıklıkları sonucunda “akletme ve algılama dengeleri” bozulmuştur. Böylece, normal şartlarda hiç yapmamaları gereken davranışlar göstermek suretiyle kendilerini yok etmişlerdir. Başka bir ifade ile toplamın %50’si, yenilmişlik psikoloji­sine duçar olmak suretiyle kendi biyolojik varlığını ve “kimliğini” ortadan kaldırmıştır. Diğer yarısı ise hayatlarını devam ettirme ve güya “kimliklerine sahip çıkma” tercihlerine rağmen, bunu nasıl yapacaklarını akıl edeme­yecek kadar panik ve telaş içerisinde bulun­dukları gözlenmiştir.

Bütün toplumsal sistemler, ihtiyaçları­nı giderme ve amaçlarına ulaşma bağlamında çok çeşitli ve baş etmeleri gereken sorunlarla karşılaşırlar. Bu sorunların bir kısmı, kişilerin veya toplumun beklentilerine uygun bir şekil­de çözülürken, diğer bir kısmı ise çeşitli sebep­lere bağlı olarak yeterince çözülemez. Burada önemli olan, yaşanılan hayatta karşılaşılan sorunların ne kadarının çözülüyor olmasına karşılık, ne kadarının çözülemediği gerçeğidir. Bu durum, büyük ölçüde toplumların “sorun çözme kapasiteleri” ile ilgilidir. Toplumların “sorun çözme kapasiteleri” ise büyük ölçüde toplumların nitelikli insan kaynaklarına ve nitelikli bilgi birikimlerine bağlıdır.

Gelişmiş Batı toplumları, bireysel ve toplumsal sorunların çözümünde, Batı-dışı diğer toplumlara göre, sorun çözme kapasite­sini geliştiren en önemli vasıta olarak daha gelişmiş ve zengin bir insan kaynağı ile “nite­likli bilgi sistemine” sahiptirler. Bu toplumlar, bilimsel bilgiyi, felsefeyi, sanatı ve hukuki süreçleri en yüksek düzeyde kullanmaktadır­lar. Bu bağlamda, bir taraftan nispeten rasyo­nel düşünceye göre davranan bireylerin çoklu­ğu, diğer taraftan da sorun çözme uzmanlığına ve donanımına sahip olan kurum ve kuruluş­ların etkinliği nedeniyle “sorun çözme kapasi­teleri” de gelişmiştir. Bu durum, onlarda sü­rekli olarak, olaylarla baş edebilme ve galip gelme duygusu yaratarak, zaten güçlü olan bireysel ve toplumsal “öz güvenlerinin” gide­rek daha da yükselmesine neden olmaktadır. Bu toplumların çoğunlukla sorunlarını çözü­yor olmaları, çözemedikleri sorunlardan dola­yı herhangi bir yenilmişlik psikolojisi yaşamak yerine, muhtemelen yenilgi motivasyonlarını daha da güçlendirmektedir.

Günümüz Batı-dışı toplumların temel eksikliklerinden biri de, gerektiği ölçüde nite­likli bir yönetici kadronun oluşmaması yanın­da, yeterli seviyede nitelikli bilgi sistemlerinin bulunmamasıdır. Bu yüzden, bu ülkelerde, hem bireysel hem de toplumsal anlamda “so­run çözme kapasitesi” son derece düşük ve yetersiz kalmaktadır. Bu ülke ve toplumlarda, bir taraftan gerçekte sorun olmayan şeyler bile büyük sorunmuş gibi görülerek toplumu uğ­raştırırken, diğer taraftan gerçekte var olan sorunların çoğu da zamanında çözülemedi- ğinden dolayı adeta bir kördüğüme dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda, bugünün Batı-dışı dünyasının en önemli ortak yönü, sorunlarla baş edilememesidir çünkü sorunları çözmesi için var olan kurum ve yönetim birimlerinin başında bulunan yöneticiler, bulundukları yer ve konumun gerektirdiği sorun çözme kapasi­tesine sahip değillerdir. Bu durum, toplumun bütün kesimlerinde büyük ölçüde bir yenilmiş- lik psikolojisine veya öğrenilmiş acizlik send- romuna yol açmaktadır.

Yenilmişlik psikolojisi, bir taraftan top- lumların çeşitli kurum ve kuruluşlarının yöne­tici kadrolarını başarısızlığa mahkum ederken, diğer taraftan da bireylerin çok hızlı bir şekilde kitleselleşmesine ve yozlaşmasına ortam sağ­lar. Bu bağlamda, sürekli olarak yenilmişlik duygusunu yaşamak durumunda kalmış olan toplumsal yapıda yaygın bir acizlik ve teslimi­yetçilik duygusu ortaya çıkar. Yenilmek ve kaybetmek duygularından bir türlü kurtul a­mayan kişiler ve gruplar için “ne pahasına olursa olsun kazanmak, sahip olmak ve ele geçirmek tutkusu”, bütün benlikleri ve ruhları teslim almaya başlar. Sağlıklı ve dengeli insan ilişkilerinin yapı taşlarını oluşturan sosyal temsiller ve değerler sisteminde büyük bir ahlaki aşınma meydana gelir. Sanki toplum, şimdiye kadar yapmak isteyip de yapamadığı ne varsa bunları yapabilmeyi kendinde bir “hak”(!) olarak görmeye ve her şeyi olağanlaş­tıran genel bir kuralsızlık ve etik yoksunluğu­na gömülmektedir (Bilgin, 2014,5-13). Yenil- mişlik psikolojisi ile malul olan bir toplum, adeta sürekli savunur göründüğü değerlere rağmen, her türlü gafletin, cehaletin ve güna­hın meşrulaştırıldığı ve mubah görüldüğü bir hayat yaşamaya savrulmaktadır.

3. TÜRKİYE’DEKİ YENİLMİŞLİK PSİKOLOJİSİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

Türklerin tarihsel süreç içerisinde, çok farklı coğrafyalarda ve çok farklı zamanlarda, çok zengin bir geçmişe ve tecrübeye sahip olduğu bilinen bir husustur. Bu çerçevede, Türk Milletinin nasıl bir sosyal kader yaşadığı veya yaşayacağı konusunda, bu süreçte etkili olan diğer faktörlerin de etkisiyle asıl belirleyi­ci faktör, yönetici sınıfın “sorun çözme kapasi­tesinin” derecesidir. Toplumsal kurum ve ku­ruluşların ve her türlü örgütlenmenin başında bulunan yöneticilerin liyakat ve ehliyetinin yüksek olduğu tarihsel dönemlerde son derece güçlü ve adaletli bir toplumsal düzen tesis edilmiştir. Buna karşılık, yönetici sınıfın yete­neklerinin yetersiz ve sorun çözme kabiliyetle­rinin zayıf olduğu zamanlarda, bu duruma bir de yönetilenlerin gaflet ve cehaleti dahil oldu­ğu vakit, çok ciddi sosyal çözülmeler ve ye- nilmişlik psikolojisi yaşanmıştır. Bu çerçevede, Türk toplumsal tarihinin son yüz yıllık döne­minde, yer yer çok önemli başarı hamleleri olmakla beraber, azımsanmayacak ölçüde de çok farklı sorunlar ve bunalımlar yaşanmıştır. Bunlar içerisinde iki kırılma noktası var ki, gerçekte Türk Milleti üzerinde çok derin etki­ler ve izler bırakacak türdendir: Birincisi, 1913 tarihine denk gelen ve “Balkan Bozgunu” ola­rak bilinen ve şimdilerde çeşitli turlar halinde turist olarak gezilen vatan topraklarının kay­bedilmesidir. İkincisi ise Güney Doğu toprak­ları üzerinde, “Açılım” adıyla son yıllarda hızlandırılan ve 2013 yılında zirve yapan küre­sel operasyondur. Bu tarihlerin arasında, tam olarak bir yüzyıl olmasına karşılık, elbette çok şeyin değişmesine ve ilerlemesine rağmen, toplumsal psikolojide şaşılacak şekilde benzer­likler mevcuttur. Bu iki tarihin ortak yönü, çeşitli psikolojik savaş teknikleri ve algılama yönetimi yöntemleri aracılığıyla Türk Milleti üzerinde etkili bir yenilmişlik ve çaresizlik psikolojisinin yaygınlaştırılmış olmasıdır.

Son yüzyılın önemli kırılma noktala­rından biri olarak 1913 tarihi öncesinin, Türk yönetim ve toplumsal yapısı bakımından en dikkat çeken yönü, bu dönemin tarihin kaydet­tiği en yeteneksiz ve kayıtsız yönetici kadrola­rının iş başında olması ile yine tarihin kaydet­tiği en kayıtsız ve ilgisiz bir yönetilen kitlesinin varlığıdır. Bu iki önemli durum, o dönemin büyük ölçüde Türk toplumunda tepeden tır­nağa bir yenilmişlik psikolojisinin egemen olduğunu göstermektedir. Dönemin kaynakla­rı, Osmanlı Türk toplumunun hemen bütün kesimlerinin büyük bir çözülme içinde olduk­larına işaret etmektedir. İnsan kaynağı ve yö­netici kalitesinin aşırı düşüklüğü, devletin idaresinde büyük bir zafiyet yaratırken, o sa­vaş yılları bakımından önemli olan askeri gücü oluşturan subayların, genellikle eğitimsiz, ilgisiz ve bilgisiz oldukları gözlenmiştir. Mus­tafa Kemal’in, Balkan Harbinden bir yıl önce, subayların ve komutanların eğitimsizliklerini ve idaresizliklerini bir raporla ilgili makamlara sunduğu bilinmektedir. Balkan Harbinde, önemli bir kısmı da Türk olan harekât saha­sındaki Müslüman sivil halk, yaşanılan onca sorunlar, yoksulluk ve yoksunluk karşısında o kadar bunalmıştır ki, yüzlerce yıllık Türk bel­delerinin düşmana karşı doğru dürüst bir di­renme gösterilmeden yad ellere teslim edilme­sine sessiz ve ilgisiz kalmıştır. Manastır, Üs- küp, Kalkandelen ve Gostivarda, Müslüman Türk ahalinin de içinde bulunduğu mahalli halk, kendi beldelerinin harp yapılmadan tes­lim edilmesinde sessiz kalmanın ötesinde, taleplerini kapsayan mazbata düzenlemek suretiyle yetkili makamlara takdim etmişler­dir. Mesela, savaşa henüz hiç katılmamış kırk bine yakın askeri kuvvetin bulunduğu Selanik vilayetinin, düşmana direnmeden ve tek bir kurşun atmadan teslimi için belediye başkanı ve müftü dahil, İl İdare Meclisi mazbata dü­zenleyerek 5.Ekim.1912 günü düşman garni­zon komutanlığına başvurmuşlardır (Saygılı, 2012,136-146). Öyle anlaşılıyor ki, o yılların hem yeteneksiz yönetici sınıfı, hem de bu gibi yöneticilerin beceriksizliğinden dolayı artık canından bezmiş olan ahalinin önemli bir kıs­mı, büyük bir ihtimalle “analar ağlamasın” ve cepheden “şehit haberi gelmesin” diyerek, en güzide vatan topraklarının yad ellere peşkeş çekilmesine göz yummuşlardır.

Bu dönemin toplum psikolojisini en iyi tasvir eden şahıs, hem Hak’ka hem de halka çok yakın bir şahsiyet olan İstiklâl Marşımızın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy’dur. Mehmet Akif Ersoy, özellikle 600 bin Türk insanın soy­kırımına maruz kalmış olan Balkan faciası ve ülkenin diğer sınır boylarından gelen kötü haberlerin yanında, yaşanılan her türlü yoksul­luğun ve yoksunluğun birleşerek, en tepeden aşağıya kadar bütün bir toplumda, nasıl bir hayal kırıklığına ve yenilmişlik psikolojisine yol açtığını, çok gerçekçi bir şekilde sanat yo­luyla tarihe kayıt düşer. Mehmet Akif Er- soy’un Safahat adlı ölümsüz eserinin, özellikle “Hakkın Sesleri” olarak bilinen üçüncü kitap­taki şiirlerinde, toplumdaki acizlik ve yenil- mişlik psikolojisi, çok açık ve seçik bir şekilde tasvir edilir:

“İlahî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı….

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı! “

9.Ocak.1913

“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağla­şalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşa­lım:”          

30.Ocak.1913

“Âti’yi karanlık görerek azmi bırak­mak..

Alçak bir ölüm varsa, emmim, budur

ancak.

His yok, hareket yok, acı yok….Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana…. Sen böyle değildin.”

“Eyvah! Beş on kâfirin îmânına kan­dık;

Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık! ”        

10.Nisan.1913

“Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak yık!

Bir baksana: Gökler uyanık yer uyanıktır; Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!”

24.Nisan.1913

“Duygusuz olmak kadar dünyada lâkin derd yok;

Öyle salgınmış ki melun: Kurtulan bir ferd yok!

Kendi sağlam.. ..Hissi ölmüş, ruhu öl­müş milletin!

İşte en korkuncu hüsranın, helâkin, haybetin!” 

5.Haziran.1913

Türk toplumsal tarihinin, 20.yüzyılın başlangıcında yaşanan aa olaylarının yol açtığı yenilmişlik psikolojisinin ağır havası, Mustafa Kemal gibi hakiki kahramanlar ile Mehmet Akif Ersoy gibi hakiki iman adamlarının öncü­lüğünde, Türk Milleti’nin gerçekleştirdiği Ça­nakkale Zaferi ve İstiklâl Savaşı gibi dünya tarihinin en şanlı Direnişlerinin sayesinde da­ğıtılmıştır. Bu bağlamda, Mehmet Akif Ersoy’un;

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz

Gelmişiz, dünyaya milliyet nedir öğ­retmişiz!

Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyyetin,

Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin”

Tarzındaki şiirlerinin ve benzer yön­deki hutbelerinin, toplumsal psikolojiyi güç­lendirme ve toplumu yeniden harekete geçir­me yönündeki faaliyetleri çok önemlidir. Ayrı­ca, Gerçekten Allah’ın Türk Milleti’ ne bahşet­tiği en büyük armağanlardan biri olan Mustafa

Kemal Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene” şeklindeki veciz sözleri, büyük bir yenilmişlik ve acizlik psikolojisi içerisinde bunalan Türk Milleti’ne o zamanlar tam bir var olma iradesi aşılamış­tır. Aslında, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Mil­leti için yapmış olduğu onca hizmet içinde en kıy­metli olanı da, Türk Milleti’nin yıkılan maneviya­tını ve enerjisini yeniden harekete geçirme yönün­deki sosyal motivasyonunu yeniden tesis etmiş olmasıdır. Hekimler, uzun süre hastalık çeken ya da ölümcül bir hastalığa yakalanan hastalarını, biyolo­jik anlamda iyileştirmiş olsalar bile, psikolojik ola­rak yeniden hayata bağlanmalarının ne kadar zor bir şey olduğunu çok iyi bilirler. Bu anlamda, Mus­tafa Kemal Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesi, Türk Milleti’nin içinde bulunduğu yenil­mişlik psikolojisinin ezikliğinden sıyrılarak onları yeniden harekete geçirecek mucizevi bir etkiye sahip özlü sözdür. Bu yüzdendir ki, bu veciz söze düş­manlık, etnik sebepler yüzünden Türkiye’de açıktan açığa Türklük düşmanlığı yapanlar ile Türklük düşmanlıklarını siyasi nedenlerden dolayı bilinçalt- larında saklamakta olan siyasi İslamcıların en bü­yük ortak paydalarını oluşturmaktadır.

Türk toplumsal tarihinin, son yüz yıl­lık sürede yaygın bir şekilde yaşadığı ikinci acizlik ve yenilmişlik psikolojisi, 12 Eylül İhtilali ile 28 Şubat Sürecinin Türk Milletinin sivil direniş iradesinde yaptığı ağır tahribatlar neticesinde, 21.yüzyılın başlangıcını teşkil eden 2000’li yıllardan itibaren yaşanmaktadır. Şimdiki zamanlarda yaşanmakta olan yenil- mişlik psikolojisinde, hiç şüphesiz toplumun üretim sürecinden koparılarak borçlanmaya ve tüketime dayalı kırılgan bir ekonomik yapı oluşturulmasından kaynaklanan çeşitli eko­nomik krizlere maruz kalınması da etkili ol­muştur. Yaklaşık otuz yıldır devam eden ve içeriden ve dışarıdan yaşanan meşum ihanet­lerden dolayı önlenmeyen PKK terörünün bu durum üzerinde çok büyük bir payı vardır. Son yüzyılın bu ikinci yenilmişlik psikolojisi­nin en meşhur gerekçesinin “analar ağlama­sın” şeklinde propaganda edilmesine bakılırsa, Türk Milleti’nin nice evladının vahşice şehit edilmesi, böyle bir sonuca razı olunmasının alt yapısını hazırlamış olmak için kurgulanmış bir mizansen olmalıdır. Ayrıca, PKK terörü ile mücadele etmiş olan bazı kamu görevlilerinin, iddia edilen başka suçlarla zoraki ilintili hale getirilmek suretiyle, hiç de şeffaf olmayan bir tarzda yargılama çabaları, insanlık tarihinin belki de tek “ordu-milleti” bilinen Türk Mille- ti’nin toplumsal bilinç altında derin bir yenilmişlik psikolojisi yaşanmasında çok ciddi bir etken olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, 2000’li yıllara kadar olan dönemlerde, halkın özgür iradesi ile seçilmiş olan siyasetçilerin, askeri darbe ve müdahaleler aracılığıyla iktidardan uzaklaştırılması üzerinden Türk Milletine ye- nilmişlik duygusu yaşatılırken; 2000’li yıllar­dan sonra medya, siyaset ve yargı mekanizma­larının işbirliği ile Türk Ordusu üzerinde kuru­lan “darbecilik kumpası” üzerinden yine Türk Milletine başka bir kanaldan yenilmişlik ve acizlik duygusu yaratılmıştır.

Bundan başka, çok uzun bir süredir olmakla beraber, son yıllarda dışarıdan pom­palanan ve içeriden Türklük karşıtı grupların da büyük bir iştahla sahiplendikleri sözde “soykırım iddiaları”, Türk Milleti’nin bilinçal­tında derin bir “suçluluk psikolojisine neden olmuştur. Zaten, tarihi gerçeklerle bağdaşma­yan bu iddiaların asıl maksadı da, Türkler üzerinde böyle bir suçluluk duygusu yaratmak suretiyle resmi ve sivil olarak yürütülen “Türk kimliğini” reddetme çabaları karşısında, ken­dini Türk hissedenlerin, bu iddialara karşı çıkma direncini ve iradesini kırma propagan­dasına psikolojik bir zemin hazırlamak için olmalıdır. Bunlara ilave olarak, reel sektörlerin üretim gücünün değil de, dışarıdan pompala­nan sıcak ve kara paranın şekillendirdiği tüke­tim ekonomisinin yol açtığı borç tuzağı, top­lumsal erdemin ve direncin adeta belini kır­mıştır. Başka bir ifade ile aşırı borçluluk hali, millet için girişimciliği yüreklendirici bir “kamçı” olmak yerine, toplumun direncini kıracak olan bir korku ve kaygı kaynağı ol­muştur. Uzun bir süredir sinsi sinsi, ama son on yıl içinde de alenen olmak üzere, Türk kim­liği tartışmaya açılmış, devletin kuruluş felse­fesi aşağılanmış, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk devletinin ve Türk Mille- ti’nin toplumsal önderlerini itibarsızlaştırmaya yönelik bir psikolojik savaş yürütülmüştür. Son yıllarda, toplumun önemli bir kesiminin, bütün bu olup biten olaylar karşısında aşırı tepkisiz ve kayıtsız bir hâl içinde bulunmaları­na bakılacak olursa, günümüzde yaygın bir yenilmişlik psikolojisi ile karşı karşıyayız de­mektir.

4. SONUÇ: YENİLMİŞLİK PSİKOLOJİSİNİN ÇARESİ MUT­LAKA YENMEYİ ÖĞRENMEK­TİR

Çare olarak, bireysel ya da toplumsal acizlik duygusunun veya yenilmişlik psikoloji­sinin, en önemli ve etkili çaresi, bireyi veya toplumu, akıl, hukuk ve ahlak ölçüleri içeri­sinde kalmak kaydıyla “direnmeye teşvik et­mek” ve “harekete geçirmektir”. Bu bağlamda, “Gezi Parkı Protestoları”, yer yer bazı provo­kasyonlara maruz kalsa ve maksadı aşan olay­lara sahne olsa da, yenilmişlik psikolojisinden çıkış hamlesi ve milli direncin oluşması bakı­mından, Türk Milleti için çok önemli işaret fişeği gibi gözükmektedir. Bu çerçevede, ister demokratik refleks denilsin, isterse “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan” denilsin, akla, hukuka, ahlaka ve vicdana uymayan her şeye karşı direnmek ve harekete geçmek gereklidir. Her bir şahıs, algıladığı ve karşılaştığı her olumsuzluk ve haksızlığı onaylanmadığını mutlaka belli etmelidir. Açıkçası, yoksulluğun, yoksunluğun ve haksızlığın olmadığı bir ülke­de yaşamak, ancak bu ülkenin insanlarının böyle bir hayatı topyekûn hak etmesiyle mümkündür. İnsanlık, saklanarak, korkarak, yağcılık ve sünepelik yaparak, hiçbir özgürlük ve erdemliliğe ulaşmış değildir.

Türk toplumsal hayatında, halihazırda çözülememiş olan birçok can yakıcı sorunun varlığı, gerçekte esas işlevi bu sorunların çö­zümünü sağlamak olan yönetim sisteminin yetersizliğinin bir sonucudur. Yönetim ve or­ganizasyon süreçleri, bir toplumun ya da top­luluğun, belirli alanlarda yaşamakta oldukları sorunu çözmek ya da bu sorunlar çıkmadan önce tedbirini almak için vardır. Bir yerde ye­terince sorun çözülemiyorsa, orası yeterince yönetilemiyor demektir. Türk Milleti üzerin­deki yaygın yenilmişlik psikolojisinin asıl se­bebi, bulundukları veya işgal ettikleri mevki ve makamların hakkını veremeyen, başka bir deyişle sorun çözme kapasitesi düşük olan yöneticiler tarafından yönetiliyor olmasıdır. Toplumsal hayatın her alanında açık ya da örtülü bir çatışmanın yaşanıyor olması ( mese­la, siyasi kültürün düşünce ve projeye yerine, demogoji ve cıvık cıvık bir polemiğe dayanıyor olması), büyük ölçüde ülkenin her alanında ihtiyaç olan nitelikli insan kaynağının yetersiz- liğindendir. Türkiye’deki bütün insan yetiş­tirme kurum ve kuruluşlarının yeniden tasar­lanarak, buralarda yetişecek nitelikli insan gücünün, Türk ülkesinin potansiyel kaynakları ile Türk devletinin potansiyel gücünü en doğ­ru şekilde kullanarak, bir “Türk Yeniden Do­ğuşunu” inşa etmeleri sağlanmalıdır. Bilimsel zihniyete sahip, hukuka saygılı ve ahlaklı, nitelikli bir insan kaynağı yetiştirinceye kadar acilen mevcut yöneticileri özellikle de üniversi­te kurum ve birimlerinin başında bulunan yöneticileri iyi bir felsefe ve sosyoloji kursuna almak gerekiyor.

————————————

Kaynakça:

Ayhan BIÇAK, Türk Düşüncesi I, Kökenler, Dergâh Yayınları:429, İstanbul-2009

Bahadır KÖKSALAN, “Öğrenilmiş Çaresizlikten Öğrenilmiş Güçlülüğe” Yenises Dergisi,Yıl:18, Sayı:208, Osmaniye-2013

Bilge AKÇA: İşyerinde Taciz Şekli Olarak Yıldırma Davranışları (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Pamukkale Üni versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İş letme Anabilim Dalı, Denizli-2006

Frank FUREDI, Korku Kültürü, Risk Almama nın Riskleri (çev. Barış Yıldırım), Ay­rıntı Yayınları: 348, İstanbul-2001 Frank Furedi: Nereye Gitti Bu Ente­lektüeller (Çev.A.Erkan Koca) Birle­şik Yayınevi, Ankara-2010

Hasip SAYGILI, “Balkan Harbi’nde Osmanlı Bozgu­nunun Karanlık Yüzü: Dönemin Ta­nıklarının Gözüyle Müslüman Aha­lide İnsan Kalitesi ve Sosyal Çözülme Problemi”, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:112, Güz 2012, Ankara, ss.136- 146

Nuri BİLGİN, “Gerçeklik Olarak Demokrasinin Sosyal İnşası”, Türkiye Günlüğü Dergisi Sayı:118, Bahar 2014, Ankara, ss5-13

Sabri F.ÜLGENER, Zihniyet ve Din, İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, Der Yayınları:18, İstanbul-1981

—————————————————————

Kaynak:

Yeni Fikir, Yıl: 5 Cilt : 2, Sayı: 13, Temmuz – Aralık – 2014, Sf: 8-17

———————-

[1]Prof. Dr., Pamukkale Üniversitesi, İİBF, İşletme, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı, [email protected]

Yazar
Feyzullah EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen