Metin SAVAŞ
Amerikalı teolog ve psikolog Rollo May “Yaratma Cesareti” adlı eserinde şöyle bir saptamayı okurlarına hatırlatır: “Ressam resmini, suçlunun suç işlerken hissettiği duyguyla yapar.”[1] Bu saptamadaki ressamı dar anlamda değil de genelleştirilmiş haliyle “sanatçı” olarak anlamamız gerekiyor. Hangi sanat dalıyla iştigal ederse etsin, ister heykeltıraş, ister ozan, ister musikişinas, isterse edebiyatçı olsun, bütün sanatkârların iç dünyalarında veya şuur altlarında bir suçluluk duygusu mutlaka vardır. İşbu suçluluk hissinin sebeplerinden biri “Ben eser ortaya koyarken acaba Tanrı’nın yaratıcılık alanına mı girmiş oluyorum? Haddimi aşarak büyük bir günah mı işliyorum?”
Elbette ki Tanrı’nın yaratıcılığı ile sanatçının eser üretme yeteneği aynı şey değildir. Bu yalın hakikate rağmen, hassas bir kimse olması itibarıyla, sanatçı, ister istemez şirke bulaşma endişesine kapılarak iç dünyasında ürperir. Onun ürpertisi dehşet duygusuna çok yakındır. Eski zaman insanları “kam” dediğimiz şamanlara hem saygı beslerlerdi hem de şamanlardan korkarlardı. Çünkü kamların dünyevî boyutun dışına çıkabildiklerine inanılıyordu. Bizim dünyamız, mitolojik tasavvura göre, orta dünya idi. Şaman ise yukarıdaki dünya ile yeraltı dünyası arasında seyahat edebilmekteydi. Orta dünyanın zamanı mekanik zamandır ama kamlar işbu mekanik zamanın dışına da çıkabiliyorlardı. Mitik tahayyül böyle idi. Keyfiyet böyle olunca da sıradan insanlar şamanlardan korkuyorlardı ve kamların tekinsiz insanlar olduklarını düşünüyorlardı. Malum olduğu üzere pek çok meslek grubu şamanlık müessesesinin türevleridir. Kadim çağların kamları hem büyücü idiler, hem hekim ve otacı idiler, hem kutsal törenin koruyucusu olarak bilge idiler, hem de ozan (yani sanatçı) idiler. İlkel medeniyetin peyderpey genişlemesiyle işbölümü kaçınılmaz hale gelince şamanın uhdesindeki görevler de ayrışmaya başlamıştır. İşte bu ayrışma ihtisaslaşmaya yol açmış ve zaman içerisinde hekimlik gibi, rahiplik gibi, ozanlık gibi farklı meslekler türemiştir. Sıradan insanlardaki “sanatçı korkusunun” arka planında bu vardır.
Görülüyor ki “sanat” dendiğinde iki korkudan söz etmemiz gerekiyor. Normal insanların sanatçıya yönelik korkusu ve sanatçının kendine özgü korkusu! Kadim zamanlardan günümüze miras kalmış olan sanatçı korkusu tek yönlü değildir. Şirke bulaşma ve putperestliğe yakınlaşma endişesinin yanı sıra “sanat ve sanatkâr” protest tavrıyla da kaygı sebebidir. Sanatçılar tabiatları uyarınca isyankârdırlar. Hürriyetlerine düşkündürler. Çılgın bilim insanı imajını hatırlatır derecede sanatkârlar da savruk ve derbeder huyludurlar. Gerçek sanatçının psikolojisinin bozuk olduğu zaten herkesçe bilinmektedir. Sanatkârlar itaat etmezler. Toplumun içinden çıkarlar ama içlerinden çıktıkları toplumun kurallarına hem kolayca boyun eğmezler hem de mevcut kuralları kıyasıya sorgulayıp tenkit ederler. Böyle yaptıkları için de ne kendileri huzur bulurlar ne de toplumu rahat bırakırlar. Sanatçıların pek fazla sevilmemelerinin nedeni budur. Kamlar, ermişler, azizler, ozanlar, münevverler, hatta hekimler, tabii ki peygamberler toplum tarafından dışlanmaya müsait kimselerdir. Onlara mecnun gözüyle de bakılır. Dillerimize pelesenk olmuş “aydın-halk kopukluğu” söylemi beyhude bir söylem değildir. Kendi toplumuna tepeden bakan sırça köşkteki aydın profili inkâr edilemez bir gerçekliktir. Ama buradaki “sırça köşk” mecazdır. Somut köşkten söz etmiyoruz. Sanatçının, her türden aydının ve hatta hekimin iç dünyası bir sırça köşktür. Hastane ve doktor korkusunun temeli de kamların tekinsizliğine bağlanabilir.
Sanatçı sırça köşkünde yaşar çünkü tedirgindir, muayyen derecede dışlanmıştır, makul denebilecek seviyede ruh hastasıdır, kâh ürkektir ve kâh saldırgandır. Sanatçının saldırganlığı fiziksel şiddet şeklinde olmayıp estetik saldırganlık mahiyetindedir. Estetik tavır ise rahatsızlık vericidir. Çünkü sanatçı sorgularken yıpratır. Hem kendisini hem de toplumu sarsar. Sanatkâr insicamdan yoksundur. Parçalanmış insandır o. İç dünyasının kasvetli lâbirentlerinde yitip gitmiştir. Kendisindeki kasveti elinde olmaksızın dışarıya da yansıttığı için yeterince sempatik olamaz. Uyumsuzdur. Alıngandır. Kavgacıdır. Yine de sıradan insanlar sanatçının müspet farklılığını hissettikleri için ona korkuyla karışık hürmet ederler. Dışlarken bile saygı duyarlar. Sanatçının sıra dışılığı kıskançlığa da yol açar. Sempatik görülmemelerinin sebeplerinden biridir bu kıskançlık. Sanatçı aynı zamanda menfi imkânlara da sahiptir. İç dünyasının karanlıklarında insanoğluna has her türden duygu hareket halindedir. Bir yazarın son derece gerçekçi bir kötülük romanı yazabilmesi iç dünyasındaki menfi imkânlar sayesindedir. Senarist hiçbir cinayete tanıklık etmemiş olabilir, ömründe hiçbir katili veya maktulü gözlemlememiş olabilir, ama gerçekçi bir cinayet senaryosu yazmaya muktedirdir. Çünkü insan fıtratı çift kutupludur. Sanatkârın içindeyse kötülükle iyilik çok daha kesif bir haldedir. Meşhur sanatçıların biyografilerini okuduğumuzda onların pek çoğunun özel hayatlarını bozuk yaşadıklarını zaten öğreniyoruz. Sanatkârları kınama veya yerme hakkımız elbette vardır ama acaba biz sıradan insanlar çok düzgün kimseler miyiz? Hepimiz düzgün olsaydık zaten sanata ve sanatçıya ihtiyacımız kalmayacaktı. Çünkü sanatçı hem davranışlarıyla hem de eseriyle bizlere ayna tutan kişidir. Sanat eserinin yıkıcı tarafıyla birlikte sağaltıcı yönü de vardır. Sanatkâr kişi kendisine de ayna tutmaktadır ki takınılan maskenin en şeffaf olduğu kimseler yine sanatçılardır. Normal dediğimiz sıradan insanların maskeleri daha kalındır. Sıradan insan belki sadece tek maske takınır ama onun yegâne maskesini düşürmek çok zordur. Oysaki sanatçının belki yüzlerce maskesi vardır. Ama işte sıradan insanın o yegâne maskesi öylesine sağlamdır ki sanatkârın yüzlerce şeffaf maskesine tek başına bedeldir. Bu durumda sanatçıdan niçin korkulmasın? Sanatçı niçin ötelenmesin? Ve sanatçı niçin sırça köşküne (iç dünyasına) çekilmesin?
Ünlü estetikçilerden Suzanne K. Langer’e göre sanat eseri bir metafordur. “Hayat ve duygu tasavvurlarını dile getiren, sözel yolla ifade edilemeyen şeyleri ortaya koyan bir semboldür.”[2] Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki sanatçı da metaforlar âleminin insanıdır. Pek çok denememde ısrarla tekrarladığım üzere sanatçı Araf’ta duran kişidir. Resim olsun, beste olsun, roman olsun fark etmiyor, sanat eserinin işlediği hayat gerçek hayatın tıpatıp aynısı değildir; benzeridir ya da alternatifidir. Sanat eserinin hayatı yoğunlaştırılmış hayattır. Dünyevî gerçek hayatın acımasız eleştirisi de estetikleştirilmiş veya yalınlaştırılmış güzelliği de sanat eserinin içindedir. Bu bağlamda sanatçı hem güzel insandır, hem delibozuk kimsedir, hem de kötülüğün kodlarını idrak edebilmiş mendebur kişidir. Onun psikolojisi çarpıktır. Kaykılmış ve tökezlemiştir. Muvazenesi pek yoktur. Ne kendine hayrı vardır ne de insanlığa. Çünkü o bir kurtarıcı değildir. Peygamberler bile dünyayı ıslah edememişken sanatçı nasıl kurtarıcılığa soyunacak ki? Son sözümüzü Ahmet Arvâsî’ye öykünerek söyleyecek olursak: Sanatkâr, hakikatin peşinde koşan kimsedir. Ne var ki, yine Arvâsî’ye öykünürsek, bizi hakikate ulaştıracak tek formül yoktur. Yoktur çünkü “insan zihni hakikati yine insana göre şekillendirerek tahlil ve tarif eder, insan zihnindeki hakikat tek olmaktan çıkarak çeşitlenir ve parçalanır,”[3] diyor üstat. İşte bu zihinsel parçalanma insanı iç dünyasında da parçalar ve şaşkınlığa sürükler. Sanatçı ise, sorumluluktan kaçma eğilimindeki sıradan insana kıyasla çok daha şaşkındır.
Kaynaklar
[1] Rollo May, Yaratma Cesareti, sayfa 53, Metis Yayınları, İstanbul 2016
[2] Sembolik Form Olarak Sanat, Neclâ Arat, sayfa 180, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1977
[3]Seyyid Ahmet Arvâsî, Kendini Arayan İnsan, sayfa 40, Burak Yayınevi, İstanbul 1998