Halil ATILGAN
Toplumların hayatında türkü kültürünün önemli bir yeri vardır. Milletimiz ise, türkülerle bütünleşmiş, sevincini, kaderini, kara gününü bile türkülerle dile getirmiştir. “Türkü anlamak için türkü dinlemek gerek” özdeyişinin çıkması, türkü konularının çeşitli olması, ozanlarımızın türkü üstüne şiirler döktürmesi, türküyle türkülerimizin anlatılmasının temelindeki sebep de budur.
“Koşar telden tele dökülür saza Ben beni söylerim türkülerimde Özlem çağıl çağıl aşk yığın yığın Ben beni söylerim türkülerimde Gâh Emrah olurum dert ile dolan Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan Seyrani Sümmani Karacaoğlan Ben beni söylerim türkülerimde”
Diyen Halil Soyuer’in dörtlüklerinde olduğu gibi, kendimizi söylemişiz türkülerle. Türküyle yatmış, türküyle kalkmış, onunla yunmuş arınmışız. Hâsılı insanımızın çeşitli duygu ve düşüncelerinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. Büyük Usta Âşık Veysel “Sazım ben gidersen sen kal dünyada – Gizli sırlarımı aşikâr etme” diyerek bağlamanın dertlerimize yoldaş, türkülerimizin de iyi bir sırdaş olduğunu açıkça ifade etmiş. Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan türkülerimiz; Aydın’da zeybek, Toroslar’da bozlak, Erzurum’da Tatyan, Karadeniz’de Yol Havas, Urfa’da Hoyrat, Malatya’da ise Arguvan olmuş dökülmüş yüreğimize. Yüreğimize dökülen türküler yâr üstüne, gurbet üstüne, ayrılık üstüne, turna üstüne.
Âşık Veysel;
“Hep beraber gelin kızlar Bile coşar o yıldızlar Koşulunca çifte sazlar Türk’üz türkü çağırırız” Ali Akbaş;
“Bağlama dediğin üç tel bir tahta Ne şaha baş eğmiş ne taca tahta Tüm dertleri özetlemiş bir ahta Bozkırda nâradır bizim türküler”
Niğdeli Fikret Dikmen; “Anaların gözyaşını döktürür Hasret çekenler boyun büktürür Aşığa yürekten bir of çektirir Şu bizim türküler bizim türküler”
diyerek türkü üstüne türküler yakmışlar.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu; “Nerede bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” diyerek türkülerdeki şiiriyetin önemini vurgulamış. Cahit Öztelli ise; Evlerinin Önü adlı kitabından aktardığımız aşağıdaki küçük hikâye ile türkü kültürünün toplumların hayatında önemli bir unsur olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Evlerin Önü sayfa 11) Hikâye şöyle:
“Büyük Sezar: Roma İmparatorluğu’nun başında. Roma’ya bağlı iki ülke yanyanadır. Bu ülkelerden biraz büyüğü öteki ülke halkının kendilerine katılmasını istemektedirler. Bunun için Sezar’a başvururlar. Sezar belli bir süre sonra gelmelerini, sonucu o zaman bildireceğini söyler. Sezar ülkelere gönderdiği müfettişlere iki küçük ülkenin türkü kültürünü incelettirir. Dilleri yakın olmakla birlikte türküleri her bakımdan ayrı nitelikledir. Onun üzerine gelenlerin isteklerini kabul etmez.”
Hikâyeden de anlaşıldığı gibi türkü kültürü farklı olan iki topluluktan biri, diğerinin hâkimiyetini kabul etmez. Bu da; türkü kültürünün bağımsızlık sembolü olduğunun bir ifadesidir. Milletimizde de bu özellik oldukça güçlüdür. Türk milleti ileri düzeyde bir türkü kültürüne sahiptir. Buna verilen önem bu milletin bağrından 10.000 halk ezgisinin doğmasına sebep olmuştur. Hiçbir milletin 10.000 halk ezgisine sahip olduğu vaki değildir. Bu da gösteriyor ki; türkülerimiz milletimizin kendisidir.
“Sabahınan erken çifte giderken / Öküzüm torbadan düştü gördün mü,”
Bir başkasında ise;
“Buyurun arkadaşlar davetim var benim Herkes kesesinden yesin içsin saltanatım var benim Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim” diyerek mizahını yapmış.
Bir başka türküde de: “Duydunuz mu Gediklili Şu İzmir’den gelen teli Alganlar içinde kalmış Ölmüş tamam bizim Ali
Seçtim kuzudan koyunu Koydum yavrumun suyunu Ali’mi teneşire yatmış Nolur gösterin boyunu”
diyerek ağıtını yakmış. Bir başka türküde de: “Konma bülbül konma nergis dalına / Öldürürler sine bir yâr yoluna” diyerek bülbüle seslenmiş.
“Gök yüzünde bölük bölük turnalar Yok mu insafınız aldı dert beni Başım alıp nerelere gideyim Mecnun gibi çöle saldı dert beni”
Diyerek turnaya sitem etmiş. Turaç üstüne yaktığı şu türküde de: “Çukurova turaç senin öz kuşun Çiği yağarken garip garip ötmez mi Senin sesin ilkbaharın nişanı Aşiretler yaylasına göçmez mi”
Diyerek nesli biten ve de Çukurova’nın simgesi olan turacı da ölümsüzleştirmiştir.
Gönül üstüne yakılan şu deyiş:
“Gel ha gönül havalanma
Engin ol gönül engin ol
Dünya malına güvenme
Engin ol gönül engin ol
Şu dünyanın halı böyle
Yalan yahşi geçen şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin ol gönül engin ol
Gökte uçar huma kuşu
Bilmeyenler atar taşı
Enginlik gönülün işi
Engin ol gönül engin ol
Teslim Abdal özüm Hak’tır
Sözümün yalanı yoktur
Engin söyle büyüklüktür
Engin ol gönül engin ol”
Dörtlükleri gönüle verilen değerin, engin gönüllü olmanın yüceliğini ifade etmektedir. İşte milletlerin hayatında kültürün önemini bilen Atatürk; “Türk Milletinin Temeli Kültürdür” özdeyişi ile tabir yerindeyse masaya yumruğunu vurmuş, millî kültür politikasının temelini atmış, devletin yokluklar deryasında yüzmesine rağmen kültür konusunda önemli hamlelerin yapılmasını sağlamıştır.
Halkevlerinin kurulması “Türk Milletinin Temeli Kültürdür” özdeyişinin uygulamaya konuluşudur. Bunu sağlamak için 10 Şubat 1932’de Türk Ocaklarının yerine Halkevleri kurulmuştur. Halkevleri maharetiyle derlenen halk kültürü ürünlerinin bir kısmı yayımlanmış bir kısmı da fişlenerek Türk Dil Kurumu’na gönderilmiştir. Türk kültürünün derlenmesi ve değerlendirilmesi yönünden halkevleri önemli hizmetler yürütmüş, birçok folklor ürünleri halkevleri sayesinde yazıya geçebilmiştir. Halk oyunları, halk şairleri, mahallî halk müziği sanatçıları ilk defa bu kuruluşlar vasıtasıyla eserlerini sergileme fırsatı bulmuş, halk oyunları ve el sanatlarımız ise yine halkevleri sayesinde yaşatılmıştır.
O dönemde kurulan, kültürümüzün derlenip toparlanmasında önemli görev yapan halkevleri ve yayın organları şu şekilde sıralanabilir.
Halkevi Yayın Organının Adı Bulunduğu İlin Adı
Anafarta : Çanakkale
Atan : Elazığ
Edirne : Edirne
Erzurum : Erzurum
Batı Yolu : Kırklareli
Aksu : Giresun
Altın Yaprak : Bafra
Akpınar : Niğde
Başpınar : Gaziantep
Bozok : Yozgat
Çoruh : Artvin
Çorumlu : Çorum
Derme : Malatya
Devrimin Sesi : Bilecik
Doğuş : Kars
Dört Eylül : Sivas
Görüşler : Adana
Erciyes : Kayseri
İçel : İçel
Dranas : Sinop
İnanç : Denizli
Hatay : Antakya
Ilgaz : Kastamonu
İnan : Trabzon
Fikirler : İzmir
Kaynak : Balıkesir
Konya : Konya
Taşpınar : Afyon
Türk Akdeniz : Antalya
Taşan : Merzifon
Uludağ : Bursa
Ülker : Burdur
Ülkü : Ankara
Üçsu : Edirne
Halk Bilgisi Haberleri : İstanbul / Eminönü
Yeni Türk : İstanbul
19 Mayıs : Samsun
Ordu : Ordu
Halkevi : Eskişehir
Ün : Isparta
Karacadağ : Diyarbakır
Yeşilırmak : Amasya
Duygular : Bolu
Gediz : Manisa
Yeni Doğuş : Manisa
Yeni Milas : Muğla
Ülker : Niksar
Küçük Menderes : Tire
Ocak : Urla
Uşak : Uşak
olmak üzere 50 halkevi bütün olumsuzluklara rağmen yaklaşık 51 dergi yayınlayarak, Türk kültürünün günümüze aktarılmasında önemli bir köprü olmuştur. 2000 yılında folklor içerikli yayınların nüfus oranına göre bu sayıya ulaşmaması oldukça dikkat çekicidir. 2000 yılı itibariyle ülkemizde yayınlanan belli başlı kültür dergileri ise:
İçel Kültürü : İçel
Erciyes : Kayseri
Yol : Ankara
Cem : İstanbul
Motif : İstanbul
Folklor : İstanbul
Çağrı : Ankara
Güneysu : Osmaniye
Anayurttan Ata Yurda : Ankara
Folklor edebiyat : Ankara
Harran : Şanlı Urfa
Adessa : Şanlı Urfa
Maki : İçel
Türk Edebiyatı : İstanbul
Türksoy : Ankara
Size : İstanbul
Millî Folklor : Ankara
19 Mayıs : Samsun
Ardıç Kuşu : Adana
Dörtdivan : Bolu
Kümbet : Tokat
Emirdağ’ın Sesi : Afyon
Yörtürk : Ankara
Olarak tespit edilmiştir. Bunların dışında Kerkük, Kırım (Emel) ve Azerbaycan Türklerinin (Azerbaycan) çıkarmış olduğu dergiler de bu kategoriye dâhil edilebilir. Yukarıda saymış olduğumuz dergiler Atatürk dönemiyle mukâyese edilecek olursa, TBMM’sindeki bayan milletvekili sayısında olduğu gibi istenilenin çok altındadır. Atatürk döneminde 1935 seçimleri itibariyle meclisteki bayan milletvekillerinin sayısı 18’dir. Milletvekili sayısı 400’dür. 2000 yılında bayan milletvekili sayısı ise 22’dir. Milletvekili sayısı ise 550. Atatürk döneminde 18 olan bayan milletvekili sayısının 2000 yılında üç beş katı olması gerekirken istenilen artış sağlanamamıştır. Bu da ülkemizin o günden bu güne dergi sayısında olduğu gibi kat ettiği mesafenin bir göstergesidir.
1972 yılında ilk yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu on üç milyondu. 1995 yılında yapılan nüfus sayımında ise Türkiye’nin nüfusu 65 milyon küsürdür. Buna göre; 2000 yılında ülkemizde yayınlanan dergi sayısının nüfus oranına göre oldukça fazla olması gerekirken maalesef geriye gitmiştir. Bu da okumayan bir nesle ait televole kültürünün ortaya çıkmasını sağlamış, ciddî meseleler ikinci plânda kalmış, magazin kültürü ise başköşeye oturmuştur. Hâlbuki Atatürk, Türk kültürünün:
Halk Edebiyatı
Türk Musikisi
Halk Musikisi
Geleneksel Türk Tiyatrosu
Halk Oyunları
Türk Halk Sporları
Gelenek, Görenek, Halk İnançları, Halk Hekimliği, El Sanatları, Halk Mutfağı Türk Folkloru gibi konularla bizzat ilgilenmiş, konuyla ilgili verdiği talimatlarında da takipçisi olmuştur. Aslında o; güzel sanatların her dalıyla ilgilenmiş, musikî devrimini gerçekleştirmek için de yoğun bir çaba harcamıştır. Zira onun için musikî hayatın kendisidir. Çünkü o; insan ve toplum hayatında musikînin önemli bir yeri olduğunu bilmektedir. Onun için de: 14 Ekim 1925 İzmir Kız Öğretmen Okulunu ziyaretinde Kız Öğretmen Okulu öğrencilerinin: Hayatta musiki gerekli midir? Sorusuna Atatürk: “Hayatta musiki gerekli değildir. Çünkü hayat musikîdir. Musikî ile ilgisi olmayan mahlûkat insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musikî mutlaka vardır. Musikîsiz hayat zaten mevcut olamaz. Musikî hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Yalnız musikinin türü üzerinde düşünmeğe değer.” Cevabını vermiştir.
İşte O: “Musikî ile ilgisi olmayan mahlûkat insan değildir” diyen, musikî ile ilgisi olmayanın hayvan bile olamayacağını, müzik dinleyen ineğin dinlemeyene göre daha fazla süt vereceğini, hastalıkların bile müzikle tedavi edildiğini bilen bir cumhurbaşkanıdır. O, öyle bir cumhurbaşkanıdır ki; araştırma yaptıran, segâh, nihavent, rast makamlarını, diyezi bemolü bilen, türküleri başkalarına öğretecek kadar bilgi birikimine sahip olan,
“Câna rakibi handan edersin Ben bî vefayı giryan edersin Bigânelerle ünsiyet etme Bana cihanı zindan edersin”
şarkısındaki “edersin-i idersin, etmi-yi itme” olarak telaffuz edenlerin diksiyon bozukluklarını düzelten bir cumhurbaşkanıdır. Meşklerinde; Tamburacı Osman Pehlivan’ı, Sadi Yaver Ataman’ı, Neyzen Tevfik’i, Safiye Ayla’yı, Ankaralı Köfteci Cafer’i, Diyarbakırlı Celal Güzelses’i dinleyen, Celal Güzelses’e Şark Bülbülü ünvanını veren, Yemen Türküsü’nü dinlerken ağlayan, bozlak açısının bir nevi taksim olduğunu söyleyen, “Musikî insana gerek değil, insanın kendisi zaten musikîdir” diyen bir cumhurbaşkanıdır.
Bülbülüm altın kafeste; Vardar Ovası, Manastırın ortasında vardır bir havuz
türkülerinin radyoya geçmesini sağlayan, Antalya’ya giderken resmî konvoyu durdurarak bir çobana demirciler demir döver tunç olur türküsünü söylettirip 50 lira veren, Türk’ün bağlamasını tanıyan, türküler söyleyen, “Anadolu’nun kültürü işte bu küçük sazın içindedir” diyerek bağlamaya değer veren bir cumhurbaşkanıdır. Döneminde İstanbul Belediye Konservatuvarı tarafından derlenerek defterler halinde
yayınlanan Anadolu Halk Türküleri kitaplarını inceleyerek kitaplarda yayınlanan;
Turnalar :Sivas
Kevenk yolu :Erzincan
Lazutlar :Karadeniz
Dağlar Dağlar : Sivas
adlı türkülere özel işaretler koyarak sevdiğini belli eden; Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime (Haydar Haydar) Nesimi Ben şehid-i bâdeyim dostlar demim yad eyleyin (Kemal) Adlı Alevi nefeslerini söyleyen;
Yörük Ali
Kahpe Felek Kinin mi Var Alacak
Ankara Misketi
Mızıka Çalındı Düğün mü Sandın
Ey Benim Mestane Gözlüm
Çanakkale İçinde Vurdular Beni
İki Dilber Söyleşirler Gel Gidelim Daylere
Bülbülüm Altın Kafeste
Vardar Ovası
Pencere Açıldı Bilâl Oğlan
Dağlar Dağlar Viran Dağlar
Alişimin Kaşları Kare
Manastır’ın Ortasında Var Bir Havuz
Ayağına Giymiş Sedef Nalini
Gide Gide Yarelerim Delindi
Köşkün Var Deryaya Karşı
Yemenimin Uçları
Zeynep Bu Güzellik Var mı Soyunda
Atladım Bahçene Girdim
Ölüm Allah’ın Emri / Ayrılık Olmasaydı
Şahane Gözler Şahane
Havada Bulut Yok Bu ne Dumandır
Keten Gömlek Giyer Evlât Teninden Nazik
Yemenimde Hare Var
Alıverin Bağlamamı Çalayım
Yanık Ömer Saadettin Kaynak
Elâ Gözlerine Kurban Olduğum Saadettin Kaynak
Batan Gün Kana Benziyor Saadettin Kaynak
Ey Benim Mestane Gözlüm
gibi türküleri bizzat söyleyen bir cumhurbaşkanıdır.
Rast, nihavent ve segah makamlarını çok seven;
Ben Şehid-i Bâdeyim Dostlar Beni Yadeyleyin Yeter Artık Çeker Oldum Şu Cihanın Gamını Yârab Ne Eksilirdi Deryayı İzzetinden Nihansın Dideden Ey Mest;i Nazım Habgâh-ı Yâre Girdim Arziçün Ahvalimi Câna Rakibi Handan edersin (Uşşak-Gürifsen Asım Bey) Bir Katresin İçenler Çeşme-i Pür Hûn-u Fenadan Dil Seni Sevmeyeni Sevmede Lezzet mi Olur Aşk Ateşi Sinemde Yine Sule Feşandır Gönlüm Üzgün Naz-ü İstigna ile eş Şivekâr (Uşşak) Ah Kerem Eyle Mestane Kıl Bir Nigâh (Hüzzam-Medeni Aziz Efendi) Bade-i Vuslat İçilsin Kâse-i Fağfurdan (Şadaraban-Tamburi Faize Hanım) Pek Revadır Sevdiğim Ettiklerin (Suzinâk-Ahmet Rasim Bey) Ah Ne Semtten Canım Bu Geliş (Kemani Rıza Efendi)
Adlı şarkı ve gazelleri söyleyen, söylenirken eşlik eden, zeybek oynayan, Balkan Festivalinde Artvin barına adını verdiren, halk oyunları oynanırken “Bu figür şöyle olsa daha iyi olur” diyerek müdahale eden, oyun figürüne varıncaya kadar inceliklerini düşünen ve o estetiği yaşayan bir cumhurbaşkanıdır.
Kısaca o türkü sevdalısı bir cumhurbaşkanıdır. Tamburacı Osman Pehlivan, Sadi Yaver Ataman onun türkü sevdasına ilk şahit olan sanatçılardandır. Sadi Yaver Ataman onun türkü sevdasını, Atatürk ve Türk Musikisi aldı kitabında şöyle dile getirmektedir: “Zaferden sonra Atatürk’ün İstanbul’a ilk gelişleriydi. 1927 Temmuz ayına rastlamaktadır. Zamanın ünlü yazarlarından Ahmet Rasim Bey, Tamburacı Osman Pehlivan’la beni bir akşam Dolmabahçe Sarayı’na götürmüştü. Anadolu’dan İstanbul’a tahsile gelmiş 17-18 yaşlarında bir gençtim. Ahmet Rasim Bey beni Kadıköy Şark Musikisi Cemiyeti’nden tanıyordu. Bağlama çaldığımı da bildiği için Atatürk’e beni de dinletmek istemiş. O sırada (1927) halk musikîsi diye meydanda birşey yoktu. Köylerde kapalı bir folklor hayatı vardı. Memleketimizde henüz yeni kurulmuş, İstanbul büyük postahanenin üst katında yayınlar yapan radyoda ağırlığını Klâsik Türk Musikîsi fasılları teşkil eden programlar arasında halk musikisî olarak Tamburacı Osman Pehlivan bir de ben vardım. O zaman yeni hareket sayılan bu yayınları Atatürk dinlemiş, ya da dinleyenlerden duymuş olacak ki, daha önce tanıdığı Osman Pehlivan’la beni de dinlemiş olacaktı. O akşam böyle seçkin bir toplantıya ilk kez katılmış olmanın, hele Atatürk gibi gönlümüzde yüceliğini hissettiğimiz büyük bir insanın huzurunda bulunmanın aşırı heyecanı içinde salona girdiğim de uzak yemek masasının baş tarafında oturan Atatürk’ü yüreğim çarparak selâmladım. Başını hafifçe eğerek selâmladı. Ahmet Rasim Bey’e nazik bir gülümsemeyle:
Şöyle buyurun Ahmet Rasim beyefendi diye yanına çağırdı. Bizi büyük yemek masasının karşısına gelen yerde küçük bir masaya oturttular. Bir Anadolu çocuğu için ilk anda bana garip görünen beyaz ceketli, papyon kravatlı, siyah pantolonlu gayet şık garsonlardan biri yanımıza gelerek ne içeceğimizi sordu. Osman Pehliven rakı istedi. Biraz sonra küçük bir sürahi rakı, küçük tabaklar içinde çeşitli mezelerde sofrayı donattı. Bardaklara rakı koyarak gitti. Ben içki içmediğim için kadehe el sürmedim. Osman Pehlivan bardaktaki rakıyı bir hamlede içti. Boğazına son derece düşkün olan Pehlivan küçük tabaklardaki mezeleri de sildi süpürdü. Kaçamak bakışlarla Atatürk’e bakıyordum. Son derece hareketli mimiklerle konuşuyordu. Ne konuştuğunu aradaki mesafe dolayısıyla duyamıyordum. Bir ara gözü bize ilişti. Yerinden kalktı. Bize doğru geldi. Ayağa kalkarak tâzimle selamladık.
Osman Pehlivan’ı evvelce tanıdığı için Rumeli şivesiyle: A be Pilivan Aga sıpırtıriyer misin ba? diye takıldı. Osman Pehlivan aynı şive ile cevap verdi. Arada kâzi (sırada) sıpırtıriyerim be Paşam. Atatürk sofradaki boş tabakları görünce durumu anlamış, garsona işaret ederek sofrayı yeniden donatmasını istemişti. Ahmet Rasim Bey beni takdim etti: “Efendim Anadolu sazı çalıyor. İstidatlı bir genç.” Atatürk hafif bir gülücükle elini uzattı. Saygı ile elini öptüm. Eli sıcak ve yumuşaktı. Biraz ötede bir koltuğa oturdu. Tamburacı Osman Pehlivan’ın çalıp okuduğu birkaç Rumeli türküsünden sonra Ahmet Rasim Bey’in işaretiyle bir zeybek havası çaldım. Bitirdikten sonra ayağa kalktı. Yanımıza geldi. Buna hitap ederek: Güzel çalıyorsun dedi. Bu sazı nereden öğrendin?
-Safranbolu’da öğrendim efendim.
-Sen oralı mısın?
-Evet efendim
-İstanbul’a niçin geldin?
-Tahsil için geldim efendim.
-Ne tahsil edeceksin.
– Dişçi okuluna girdim. Türkiyat Enstitüsüne ve Konservatuvara da devam ediyorum efendim.
-O iyi işte. Sanatı bilgi ile teçhiz etmekte fayda vardır.
Heyecanım yavaş yavaş geçiyordu. Atatürk:
– Bununla bir taksim yapabilir misin?
– Bir bozlak ayağı yapayım efendim.
– O ne demek?
– Bir uzun hava çeşididir efendim.
– Uzun hava dediğin güzel gibi bir şey mi?
– Bazı farklar vardır efendim
– Ne gibi?
Artık iyice açılmıştım. Bu büyük insanın etrafıma ferahlık veren yumuşak bir havası vardı. Belli ki imtihan ediyordu. Sofiyane cevaplar verişim hoşuna gitmiş olacak ki hafif bir gülücükle beni dinliyor.
Gazelin kendine has uslûbu ve icra tarzı olduğunu matla denilen bir girişten başlayarak zemin, meyan karar gibi şekle ait saflaharı bulunduğunu, taban seslerden başlayarak çıkıcı bir seyirle Türk musikîsinin sesle yapılan bir taksim niteliği taşıdığı, uzun havaların ise böyle bir şekle tabii olmadığını her bölgeye mahsus değişik ağızlar halinde, genellikle doruk seslerden başlayarak tabana inen, serbest ölçülü bir ırlama tarzı olduğunu hiç kekelemeden anlatmaya çalıştım.
Atatürk: “Irlama ne demek” diye sordu. Bozlak tarzı uzun havaların yaygın olduğu yaylacı Türk toplulukları arasında genellikle türkü çağırmaya “ırlama” denildiğini söyledim. “Haydi öyle ise dinleyelim” dediler. Bir bozlak ayağı yaparak, oyun havasına bağladım. Bitirdikten sonra sazı kendisine vermemi istedi. Aldı tellerine bir dokundu ve hiç unutamadığım şu sözleri söyledi. “Genç arkadaşıma teşekkür ederim. Bize Anadolu’nun güzel havasını getirdi. Bir milletin kültür ve sanat karakterini, seviyesini, millî geleneklerine bağlı kalarak medeni dünyanın kendisine ayak uydurmaya mecbur olduğumuzu unutmamalıyız. Bunu bu vesile ile söylemekten de memnunum. Beyler bu bir Türk sazıdır. Bu küçük sazın içinde bir milletin kültürü dile geliyor. Bu küçük sazın bağrından kopan nağmeleri bu istikamette geliştirmeye ve değerlendirmeye kıymet ve ehemmiyet verilmelidir” diyerek sözlerini noktaladı. Ancak Atatürk’ün: “Beyler bu bir Türk sazıdır. Bu küçük sazın içinde bir milletin kültürü dile geliyor… Kıymet ve ehemmiyet verilmelidir” cümlesi çok önemlidir. Hayalindeki musikî devrimi de bu cümlenin içindedir. Bu cümle çok iyi analiz edilerek Atatürk’ün musikî devrimi gerçekleştirilmelidir.
SONUÇ
Atatürk Cumhuriyet tarihinde musikîyle yakinen ilgilenen, şarkı türkü ve gazel söyleyen, Ankara’nın Misketine oynayan, mahallî halk müziği sanatçılarını dinleyen, değer veren ilk ve tek cumhurbaşkanıdır. Acaba cumhuriyet tarihinde mahallî bir halk müziği sanatçısı Çankaya Köşküne çıkıp da Türkiye Cumhurbaşkanının huzurunda kendi öz sazını çalıp türkü söylemiş midir? Bırakın söyletmeyi hangi cumhurbaşkanı Tamburacı Osman Pehlivan’ı, Sadi Yaver Ataman’ı Kırşehirli Çekil Ali’yi, Keskinli Hacı Taşan’ı, Fethiyeli Topal Ramazan’ı, Kütahyalı Hisarlı Ahmet’i (İnegöllü), bilir. Bilmesini bırakın Türk Halk Müziği konusundaki yerinden ve hizmetinden bile haberdar değildir.
Maalesef ülkemizde cumhurbaşkanları, senfoni orkestrasını dinler, operaya gider psikoloji hâkimdir. İşte bu psikolojiyi kıran büyük insan türkü sevdalısı Atatürk’tür. O hemen Kastenyet’i dinlemiş, hem de türkü söylemiştir. Fakat gelenler bu düşünceyi devam ettirememişlerdir. Senfoni orkestrasını dinleyip “İşte çağdaşlık budur” diye ahkâm kesen bir cumhurbaşkanıyla Atatürk arasındaki fark budur. Bu hem devlet adamlığında bir çığır, hem de engin gönüllü olmanın en yüce vasfıdır. Zira o Atatürk’tür. Türkü seven en büyük Türk’tür. “Türk olmak, üstün olmak için kâfidir”diyen bir Atatürk’tür. Onun için de Atatürk’ten sonra gelen cumhurbaşkanları belirli bir türkü ve şarkı repertuvarına sahip olmadan, falanca cumhurbaşkanının sevdiği şarkı ve türküler adlı bir kitap yayınlanmadan günlerini tamamlamışlar, bize de: O meşhur arabesk şarkıyı bırakmışlar.
“Allah Allah bu nasıl sevmek Allah Allah bu nasıl gülmek”
Eğer Atatürk gibi Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanları Türk kültürüyle yakinen ilgilenselerdi, zeybek oynayarak Ankara’nın Misketini çaldırıp söyletselerdi, millî kültür ve millî müzik politikası belirli bir çizgiye oturur, sanat özelliği taşımayan eserler toplumumuzun boşuna vaktini almaz, tele vole kültürü, hamburger gençliği de bu kadar başını alıp gitmezdi.
(*) Atatürk Kültür ve Tanıtım Vakfı I. Uluslararası Atatürk ve Türk Kültürü Sempozyumunda, (6 – 8 Ekim 2000) tebliği olarak sunulmuş İngilizceye de tercüme edilmiştir.
[1] Atatürk Kültür ve Tanıtım Vakfı I. Uluslararası Atatürk ve Türk Kültürü Sempozyumunda, (6 – 8 Ekim 2000) tebliği olarak sunulmuş İngilizceye de tercüme edilmiştir.