Saadettin YILDIZ
Edebiyatta gelenek, ruh beraberliğinin, her türlü edebi verimde ortaya koyduğu bir alışkanlıklar bütünü vedeğerler toplamı olarak tanımlanabilir. İçinde yaşadıkları toplumun çeşitli değer yargılarına göre yetişen sanatçılar, bu alışkanlık ve değerleri sistematize ederler; sistem yerleştikçe takipçileri çoğalır ve gelenek filizlenmeye başlar.
Sanatta devam esastır. Devamı sağlayan en önemli kaynak da gelenektir. Geleceğe kalmak isteyen bir sanatçının ilk yapacağı iş, geçmişe bakmaktır. Sanatçı yaratması, etrafında akıp duran hayatın -ister istemez- bir yerinden başlar, her edebî metin bir yeniden yaratıştır; fakat ilk yaratış değildir. Tanpınar, “Türkiye, Üçüncü Ahmed’den beri daima yeniden başlar.”[1] diyerek, yenileşmeyi, yeni işler başarmak değil, sadece “yeniden başlamak” şeklinde algılamış olmamızdan yakınıyor… Aynı şey sanat için de geçerlidir. Sanat, tıpkı hayat gibi, bilim gibi ciddî bir iştir; her fırsatta yeniden başlamak hiçbir zaman bitirememek anlamına gelmez mi?
Hiçbir bir gerçek sanatçı, gelenekten habersiz değildir; fakat hiçbiri de ona teslim olmaz. Sanat cehdi gelenekten yola çıkmayı gerektirdiği gibi, gelenekle kapışmayı, ona direnmeyi de gerektirir. Bu direniş onu yok saymaya yönelik değildir. Ne var ki gerçek sanatçı, geleneği olduğu gibi benimsemek yerine eskimiş yerlerini onarmaya, dirilmesi gereksiz ve imkânsız olan yönlerini tümüyle göz ardı ederek onu daha yeni bir gelenek yapmaya çalışır. Geleneği yıkmak değil, yeniden yapmak… Yıkmak anarşi doğurur; yenilememek ise kütleştirir, dogmaya götürür.
Gelenek, başıboşluğa, keyfiliğe, köksüzlüğe düşmandır. Bilindiği gibi, başıboşluk ve keyfilik sanatın dokusunu dağıtır, köksüzlük ise sanatın asıl beslenme kaynağından ayrı düşmesine yol açar. Unutmamak gerekir ki ağaç nasıl “kök”ten ibaret değilse, sanat da geleneğe ait olandan ibaret değildir. Her ağaç, değişik yönlere doğru uzanan dallarıyla, güneşin gıdasını çeşitli açılardan emer. Sanatta da durum bundan farklı değildir. Bâkî, Fuzûlî, Nâilî, Şeyh Galib gibi sanatçılar geleneğin içinden geliyorlar. Fakat onlara bütün bir Divan geleneğinin içinden sıyrılma imkânını kazandıran da geleneği farklı kullanma çabasıdır. Fuzûlî sadece bağlılık gösterseydi bugüne kadar gelemezdi. Gelenek bile kendisinden ibaret değildir ki bugünün ve yarının sanatı kendisinden ibaret olsun.
T.S.Eliot, “Yenilik tekrardan daima iyidir.”[2] der. Geleneğe direnmek, her zaman yenilik yaratmayabilir; fakat başkalık da yenilik kadar önemlidir. Tekrar, tekrar ya da taklit edilen sanatçı ne kadar büyük olursa olsun, sanatın kalitesini düşürür. Bir şey yaratamamanın, hatta başkasının yarattığından çalmanın kibar adı olan tekrar, geleneği yaşatmak anlamına da gelmez. Her tekrar edişte gelenek aşınır ve eskir; sevimsizleşir. Edebî metin ─hele şiir─ bir kere yaratılabilir ve her türlü taklidi ─benzeri değil─ kesinlikle ondan daha az değerlidir.
Bir edebî eserin asıl gücü, onun zamana karşı direnme ve zamanın değiştirici etkisine dayanabilme özelliğinden gelir. Bugün bir anlama geldiği halde, yarın kolaylıkla başka bir anlama gelebilen bir edebî eserin, daha sonraki gün hiç bir anlama gelmemek gibi bir zaafı bünyesinde taşıdığından şüphelenilebilir. Elbette, her edebî eserin zaman içinde -olumlu veya olumsuz yönde- “başkalaşma” özelliği vardır. Edebî eserin, farklı bir dille meydana getirilmiş olması bile, onun değişik anlamlarının olabilmesi için yeterlidir. Fakat insanların algılama seviyesinin bir hayli etkili olduğu böyle bir sonucu, yalnızca eserden kaynaklanan bir durum olarak değerlendiremeyiz. Bir edebî eser, her zaman aynı anlama gelebilecek özellikler de taşımalıdır. Hatta, onun değişmeyen ve her zaman aynı anlama gelen özellikleri, çok şahsî taraflarını izahta da yardımcı olmak zorundadır. “Hiçbir şair, hiçbir sanatçı, kendisinden sonrakilere iletmek istediği bütün bir dünya görüşünü tek başına veremez. Onun bize vereceği dünya görüşü, hayat felsefesi, geçmişteki şair ve sanatçıların görüşleriyle ilişkisi bakımından değerlendirilebilir. Onu tek başına değerlendiremezsiniz; onu ölülerin arasına yerleştirip eserlerini onlarınki ile karşılaştırmalı ve mukayese etmelisiniz. (…) İçinde yaşadığımız çağa kadar yaratılmış bütün sanat âbideleri, kendi aralarında ideal bir düzen ve bütün oluştururlar. İşte bu bütün ve düzen, yeni bir eserin kendilerine katılmasıyla değişikliğe uğrar. Yeni eserin yaratılmasından önce eksiksiz bir bütün oluşturan eski eserler, kendilerine yeninin katılmasıyla, aralarındaki ilişki ve bütüne nazaran nisbet ve değerleri bakımından değişirler. İşte buna eski ile yeni arasındaki uyum diyoruz.”[3]
Bir edebî eser, elbette kendine mahsus tarafları ihmal edilmeksizin, kendisinden önceye bağlı ve kendisinden sonraya bağlanmaya da istidatlı olmalıdır. Gerçek sanatçılar, ortaya koydukları edebî eserlerin bu özellik ve istidadı taşıyor olmasına dikkat ederler.
Ne kadar istersek isteyelim, “eski”yi ayağa kaldırmak ve eskiden olduğu gibi yaşatmak mümkün değildir. Çünkü “Geçmiş hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdi’le onun geçmişi arasındaki ilişkiyi kurar. Demek ki şimdi’den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur. Geçmişin kültürel açıdan bulandırılması iki katlı kayıba yol açar. Önce sanat yapıtları gereğinden çok eskilere itilmiş olur. Sonra geçmişten bize eylem olarak tamamlanması gereken daha az sonuç kalmış olur.”[4] Geleneğe itibar, onun özünü ve bu özün dokusunu kavramak olmalıdır. Bir dönüş arzusu değil, gerideki değerlerden güç almak bilinci…
Eski ile organik bir bütünlük oluşturabilmek de, onunla her şart altında mukayese edilebilecek seviyeyi tutturmak da kolay değildir. Çünkü karşısında, “zaman”ın büyük bir titizlikle ve çoğu kere acımasızca eleyip ayıkladığı ve birçok benzerinden üstün olduğu sabit olmuş bir “eski” vardır. Eski, belli bir üslûba, imaj dokusuna, mesaj kalitesine ve teknik kurguya sahiptir. Geçmişle kıyaslanma durumunda olan ve onunla organik bütünlük taşımakla yükümlü bulunan eser, yukarıda saydığımız niteliklerden mahrum olmamalıdır.
Geleceğe kalabilme gücü, hiç şüphesiz, geçmişle mukayeseye tahammül gücüyle de doğrudan doğruya ilgilidir. Her yeni eser, bir yönüyle “kendi kendisi” olduğu için geçmişten bir nevi sapma, ayrılma olsa bile; sanatta köke bağlılık son derece önemli olduğundan, bir yönüyle de bir geleneğin devamıdır. Eğer eserin geçmişle şu veya bu derecede bağlantısı yoksa, kendine bir gelecek kurma gücünden de şüphe etmek gerekir. Edebiyat tarihi, zamana direnme ve zamanın akıp gitmesine rağmen revaçta kalma özelliği taşımayan bir edebî eseri yalnızca arşiv malzemesi olarak görür. Bir devri veya bir edebî anlayışı temsil eden bir eser ise, yalnızca arşiv malzemesi olarak kalmaz; edebiyat tarihinin şekillenmesinde doğrudan rol alır. Yûnus’u büyük yapan, bir yandan köklü bir tasavvufî geleneği temsil eden şiirler söylemesi, bir yandan da söylediklerine yeni bir hava kazandırmış olmasıdır. Sanatta hatır için ödüller verildiği sık görülmekle beraber, hatırla uzun ömürlü olmuş bir sanatçı gösterilemez.
Doğrusu, bir edebî eserin hatırlanabilmesine vesile olacak çok değişik özelliklerinden bahsedilebilir: Meselâ bir edebî eser, konuyu işlemede ulaşılan orijinaliteyle, bir diğeri ritmik dokusuyla veya mecaz örgüsüyle, başka biri ise biçim özellikleriyle okuyucunun -veya tenkidçinin- unutamayacağı -hiç olmazsa görmezlikten gelemeyeceği- bir seviye tutturmuş olabilir. Eğer sanatçı, eserini böyle bir yapıda ortaya koyabilmişse, o eser kendine bir gelecek kurabilme gücüne de sahip olur. Kendine bir gelecek kurmak, yarına kalabilmek demektir. Her edebî eser, edebiyat tarihinin akışı içinde bir köşe taşı olmak ihtiyacıyla meydana getirildiği takdirde yarına kalabilir ve edebiyat tarihinin akışına da katkıda bulunmuş olur. Eser hangi özellikleriyle hatırlanacaktır? Kendine gelecek kurması hangi özellikleri sayesinde mümkün olacaktır? Edebiyat tarihine ne kadar katkısı olabilir? Bir münekkid bu soruların cevabını aramalıdır. Ancak, bu soruların cevapları hiçbir zaman şahsî ölçüler çerçevesinde kalmamalı; eserin birtakım ortak değer yargıları karşısındaki durumu dikkate alınarak hüküm vermeye dikkat edilmelidir.
Gelenekle uyum içinde olan her yeni eser, bu özelliği ile eski eserleri de günümüze bağlamış olur ve böylelikle edebiyat tarihinin kesintisiz akışını da temin eder. Eskiyi taklid etmez, fakat ondan faydalanır.
Gelenek, edebî esere “başlangıcı olan bir organizasyon” olma özelliği kazandırır. Eskiye bağlanan bir eser, aynı zamanda, bünyesinde taşıdığı kalıcı özellikler sayesinde geleneği bugüne de taşımış olur. Sağlam bir geleneğe dayanmak, “başlangıcı olmak” anlamına geldiği gibi, bir gelenek oluşturacak güce sahip olmak da “süreklilik özelliği taşımak” anlamına gelir. Sanatta “önce”si olmayanın “sonrası” da kolay kolay olamaz. “…gelenek, devam eden ve değişen şeyler içinde aynı kalandır.”[5] Başlangıcı sağlam, sonrası aydınlık eserler, edebiyat tarihinin edebî çığırları birbirine bağlanan sürekli bir akış hâline gelmesini sağlayan en önemli faktör olsa gerektir.
Gelenek, omurgasıyla örnek olur; sanatçı o omurga üzerine yepyeni bir beden oturtmak zorundadır. Geleneğin imkânlarından, daha iyisini yaratmak üzere yararlanmak… Asıl meziyet budur.
Sanat ─özellikle edebiyat sanatı─ kişisel bir çabanın ürünü olmakla beraber, sanat eseri, yaratıcısının içinde yaşadığı toplumun “güzellik ortaya koyma gücü”nden beslenir. Umumî gıdası oradandır. Bilhassa Halk edebiyatının hemen her mahsulü, milletin ortak söz söyleme gücünden çok şey alarak hayat bulur. Aydın zümreye mensup sanatçıların da ─ki onlarda şahsî tercihler hayli ön plândadır─ mensup oldukları milletin ibdâ gücünden geniş ölçüde yararlandıkları bilinen bir husustur.
T.S. Eliot, “her millet, her ırk, kendine has bir yaratma ve eleştiri gücüne sahiptir.”[6] diyor.
Burada iki ayrı problemi birlikte düşünmek gerekir: Eser, ait olduğu milletin güzellik meydana getirme gücünden yararlanmamışsa başka bir millete mahsus bir güzelliğe mi yönelmiş, yoksa herhangi bir köke bağlanamayacak kadar “farklı” mıdır? Bunlardan ilki “taklid”i getirir ki sanatı öldüren unsurların başında bu gelir; ikincisi ise sanatın bir “devam” olduğunun unutulması ve orijinallik adına “saçma”ya itibar demektir. O da sanatı öldürür. Sanat, zamanın şart koştuğu değişiklikleri yerine getire getire gelişir ve bir “devam” olmak vasfını kazanır. Dolayısıyla, bir taraftan millî sanat tutumuna bağlanırken, bir taraftan da “şahsî” tercihlerle renklenir, zenginleşir.
Hilmi Yavuz, “sizce şiir, bir ‘aile’ işi midir?” sorusuna şu cevabı veriyor: ” Ruh akrabalığı ya da şiir ailesi!..Elbette böyle bir soyağacı, bir genealogie var. Ben kendimi Divan şairleri, Yahya Kemal, Ahmed Haşim, Ahmet Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi ve Behçet Necatigil’in yer aldığı bir soyağacına yerleştirdim. (…) Evet, şiir, bir aile işidir.”[7]
Hilmi Yavuz, şiirin belli bir gelenek damarına bağlandığını ifade ediyor. Adını saydığı sanatçıların belli ortak özellikleri bulunmakla beraber, her birinin farklı kanallardan geçmişe bağlanabileceğini ve bu farklı bağlanışların en yukarıda millî gelenekle birleştiğini unutmamak gerekir. Hal böyle olunca, bilinen şiir ailelerinin de üstünde, bu ailelerin meydana getirdiği bir büyük aileden, bir milletten de rahatlıkla söz edebiliriz. Bu sebepledir ki, sanatçı, mensup olduğu milletin yerleşmiş, gelenekleşmiş ibdâ gücünden habersiz kalamaz.
Şahsî ibdâ ile millî ibdâ arasında -ister istemez- çok sıkı bir bağ vardır. Bu bağın “ayak bağı” hâline dönüştüğü örnekler de bulunmakla beraber, şahsî ibdâın en verimlisi, millî ibdadan ustaca faydalanmasını bilen sanatçılarınkidir. Türk halk şiirinden aldıkları ilhamla yazan şairlerimiz, millî ibdâın en orijinal ve zengin kaynağına ulaşmışlardır. Bunların bir kısmı, beslendiği kaynağı açıkça ifade de etmişlerdir. Ne zaman bir köy türküsü dinlesem / Şairliğimden utanırım diyen Bedri Rahmi bu gruptandır. Diğer bir kısmı ─ki çoğunluk böyledir─ ilham kaynağını açıkça söylememekle beraber, bu şiirin ifade, şekil, mecaz imkânlarını derece derece kullanmışlardır. Böyle bir tutum, bugünün edebiyatı ile dünün edebiyatı arasında bağ kurulmasını kolaylaştırdığı gibi, yarının edebiyatının oluşumunu da hazırlamaktadır.
DİPNOTLAR
[1] Mehmet Kaplan’a 26 Aralık 1958 tarihli mektubu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları (Haz. Zeynep Korkmaz), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1974, s.269
[2] T. S. Eliot, “Gelenek ve Şiir”, Edebiyat Üzerine Düşünceler (Çev. Sevim Kantarcıoğlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara-1983, s.20
[3] T. S. Eliot, a.g.e, s.21
[4] John Berger, Görme Biçimleri (Çev.Yurdanur Salman), Metis Yayınları, 18.Basım, İstanbul, 2012, s.11
[5] Hilmi Yavuz, Şiir Henüz…, Est&Non Yayınları, İstanbul-1999, s.43
[6] Edebiyat Üzerine Düşünceler, s.19
[7] Hilmi Yavuz, Şiir Henüz… , s.118