Atatürk, Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji

Atatürk, Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji[i]

 

 

Prof. Dr. Mübahat Türker-Küyel[ii]

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sâdık kalmazsa, değişmeyen hakîkat, insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

“Biz daima, hakîkati arayan ve onu buldukça ve onu bulduğumuza kani’ oldukça, ifadeye cür’et eden adamlar olmalıyız.” Çünkü, “hakîkat tecellî edince, kizb ortadan kalkar.”

Atatürk

*****

Bilgelik veya hikmet, bilindiği üzere, kökü bakımından, (herhangi bir konuda), doğru ve yakînî bilgidir; ve, o bilgiye göre davranmaktır. Böyle bir bilgiyi hep aramak ve o bilgiye göre davranmayı durmadan istemek ise, bilgeliği sevmektir, felsefedir. Felsefenin konusu, Tanrı-Evren-Toplum-lnsan-lnsanın kültürüdür. Felsefenin, yöntemde sâdık kaldığı geleneği ise, Mezopotamya kökenli olan tanzim ve tasniftir; ve, “kavramları, dikkatle birbirlerinden ayırmaktır” (Platon); matematiksel düşünceyi, örnek alarak, prototip sayarak, öne almaktır. Atatürk, kendisini, hikmete ve felsefeye çok yakın hissetmiş olan bir devlet adamıdır.

İşte, bizim de, bu incelememizdeki amacımız, “hayat felsefesini”, “hayât-ı akvâm felsefesini” kavramakta, “Atatürk, Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji” konusuna, Atatürk’ün özdeyişi olan “Hakîkat tecellî edince, kizb, safsata ve hurâfe ortadan kalkar; aklın halledemeyeceği hiçbir mesele yoktur” uyarınca, felsefenin bu geleneği içerisinde kalarak, ve, Atatürk Kültür Merkezi’nce yayınlanmış olan bazı eserlere (Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, 1990) ve Erdem dergisine dayanarak, yaklaşmak suretiyle, bu konuda, Atatürk’ün hayatının merkezine almış ve, dolayısıyla, kültür politikasının temeline yerleştirmiş bulunduğu bazı kavramlar hakkında açık bir bilince ulaşmaya çalışmaktır; gerekli gördüğümüz yerlerde, birkaç mülâhazada bulunmak yoluyla dikkatleri çekmeye gayret etmektir; ama, ilkin, bu yaşanan hayatın içerisinde yer almış olan bir kişi olarak, Atatürk’ün sa’âdet anlayışını hatırlayarak, bu anlayışın köklerini göstererek, ve onu temele koyarak, bunun ardından, Atatürk’ün bu hayatı yaşarken ne gibi amaçları, ne gibi bir hayat plânı olduğunu öne çıkarmak suretiyle, bir sonuca varmaktır. Bu, Atatürk’ün “İşte, fikirleri! İşte, icraatı!” manâsına da gelir; tıpkı Atatürk’ün izleyeceği “İşte, kültür politikaları!” manâsına geldiği gibi.

Atatürk’e göre, “Milletler, gam-keder nedir bilmemelidirler. Şeflerin görevi, hayatı neş’e ve şevk ile karşılamakta, milletlere yol göstermektir. Bir kısım filozoflar, ‘mademki işin son ucunda ölüm vardır, o halde, hayat boştur, hiçtir’ demişler, kederlenip karamsarlaşmışlardır. Bir kısmı ise, ‘mademki hayatın sonu sıfırdır, bari, hayatta iken şen ve neş’eli olalım’ demişlerdir.” Atatürk, bir durum değerlendirmesi yaparak, “Bu ikinci grup, daha doğru söylemiş olan mâkûl adamlardır. Ben de kendi karakterim (seciyye) itibariyle, bu görüşten yanayım”, demiştir; ve, şunu eklemekte gecikmemiştir: “Bütün insanlığı kendi şahsında gören kimse bedbahttır. Bu hayatta memnun ve mes’ud olmanın, zevk ve sefanın şartı, kendisi için değil, kendisinden sonra geleceklerin varlığı, şerefi ve sa’âdeti için, ama, onlardan bir karşılık

beklemeksizin, çalışmaktır. Memlekete, millete, geleceğe hizmet budur.”[1] Bir başka demecinde ise, o, “hakîkaten, Türk, fıtraten, şen şâtırdır”, demiştir.

Bütün bunlarla birlikte, Atatürk, bize, ne o nihilist ve pessimist olan filo­zofların, ne de o realist ve optimist olan filozofların adlarını vermiş, eserlerinin başlıklarından bahsetmiş değildir. Acaba, bu filozoflar kimler olabilir? Atatürk, bize, gelecek nesillerin “varlığı, şerefi ve sa’âdeti”nin ne olduğu hakkında da bir bilgi vermemiştir. Acaba, Atatürk’e göre, “gelecek nesillerin varlığı, şerefi ve sa’âdeti” ne olabilir? Atatürk, Onuncu Yıl Nutku’nun müsveddesinde, “Beni hatırlayın” isteminde de bulunmuştur. Acaba, ortada memlekete ve millete yapılmış hizmetler için bir karşılık beklemek veya beklememek konusunda, iki zıt hâl mi bulunmaktadır? Atatürk’e göre, “milletlerin gam-keder nedir bilmemesi, hayatı şevk ve neş’e ile karşılaması” ne demektir? Acaba, bu, ahlâk filozoflarının terimiyle, bir kakia (“Vur patlasın! Çal oynasın!” “Nerede çalgı. Orada kalgı!”) mıdır? yoksa, lux zevklere yönelmek midir? yoksa bir dolce vita tavsiyesi midir?

İşte, biz, eğer, kültür karşılaşması, kültürün sürekli ve yayılgan, dilin ise kültür taşıyıcısı, kültür yükleti olması gibi aslî vakıaları göz önünde bulundurursak, ve, her tür tarih felsefelerini paranteze alırsak, o zaman, Atatürk’ün anadili Türkçe ile kendisine doğru gelen ve ulaşan Tengricilik, Gök İnancı, (“Dikotomizm”, “Dikotomik Üniversalizm”, “Üniversizm”, “Üniversalizm”, “Nizâm-ı Âlem”, “Nazm­ı Âlem”-Nabî, “İntizâm-ı Âlem”-Fuzûlî, “İntizâm-ı Ahvâl-ı Fukarâ”-Koçi Bey, Kutadgu Bilig, (5165), Kut, Atalar Ruhu, Gönül ve Ulu Kölüngü (“Mahayana”) gibi, en eski ve en dipteki kültür varlıklarımız içerisinde, Tanrı-Evren-Toplum-İnsan ve İnsanın kültürü görüşlerine, yani, Türklerdeki Hikmet Sevgisi geleneğine, Varlık- Bilgi-Değer’e, ilişkin izleri, -İslâm düşüncesiyle ilgili paralellikleri bile-, tesbit edebiliriz; ve, böylelikle de, o sorulara cevaplar bulabiliriz. Bu tutumla da, biz, “İn­san, tarihinde ve tarihiyle anlaşılabilir”den ibaret olan Tarihselci (“Historiste”, “Historiciste”) açıya yerleşmiş, ve, UNESCO’nun kültür tarifiyle, “Kültür, insan topluluklarının kendi tarihleri hakkındaki bilinçleridir” tarifiyle, uygunluk halinde bulunmuş oluruz.

Tengrici Kök Türklerde, “Türük Tengrisi”, (Evreni) “kılar”, “eder”, “(İnsanı) türetir”, Evren’e yasa kor, hakana “Kut”, güç, yarlık verir; ona hesap sorar; “bod”u denetler; cezalandırır; yok eder; “devlet” (Kut) verir; devleti yükseltir. Bu bakımlardan, O, Evren’de, adetâ, teşriî, kazaî ve icrâî kuvvetlerin ilkesi durumunda bulunur. O, Tüzlük (“ordre”), Tüzelik ilkesi olarak, kendisini, Evren’in yok olacak yerde, varlığında, kargaşa yerine düzenli yapısında gösterir -Türkler, İslâmiyete dahil olduktan sonra, bu görüşlerini İslâmiyetle telif etmişlerdir-.

Gök İnancına göre, Yer ve Gök, zıt olmayan ve birbirlerini bütünleyen bu iki ilke, kaynaşarak, Ağaç, Ateş, Hava, Su, Toprak ve Maden’i, onlar da kaynaşarak Evren’i oluşturur. “Gök Yüzü Nizâmı”, aynen, “Yer Yüzü Nizâmı”nda yansır. Evren, dört haçvarî yolun kesiştiği, dört yönlü bir plândan (bir kareyi örten bir daireden veya bir kübü örten bir yarım küreden) ibarettir. Dört haçvarî dikin kesişme noktasından çıkan (ikinci) bir dikin üstteki ucunda “Temür Kazguk”=Kutup Yıldızı bulunur. Evren (Yılanı, Can-Âver’i), Kutup Yıldızı etrafında, durmadan, döner (kozmik yasa ve onun paraleli olan toplumsal yasa “insafa göre değişip durmaz). Gök Tengrisi orada oturur. Dikin alttaki ucunda, “Ordug” yer alır. Hakan ise, orada oturur. “Ordug”daki “Altun Tag”da hakanın surla çevrilmiş köşkü, şehri, “Atalar Tapınağı” yer alır. Hakan, Axis Mundi’dir. Tahtında dimdik, kıpırdamadan oturur.[2] Hakan, icraatını, Gök Tanrı’nın emriyle, Gök Tanrısı adına yapar. Bu yüzden, “Atalar Mağarası”nda, bir tek hakan, bizzat “Kök Tengrisi”ne kurban sunabilir. Ülke, Doğu-Batı, Kuzey-Güney istikametinde, “Buyuruklar” rütbe ve mevkilerine, “Kara kamıg bod” (Halk) ise, “kemiklerinin rengi”ne göre, teşkilâtlandırılmadır.[3] “Gök Çarkı”, Kutup Yıldızı etrafında, “Devlet Çarkı” hakanın etrafında, muntazam surette döner.[4] ─Bu “Nizâm-ı Alem” fikri, Kutup Yıldızı yerine Yer merkeze alınarak, Gazneli, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlılarda da, aynen, devam etmiş, adâlet, bir convention değil, bir objektif varlık sayılmıştır;[5] “Adâlet Çarkı”, daha doğrusu “Adâlet Çemberi” adıyla, açıklama modeli olarak kullanılmıştır; “Dünya küfr ile durur, amma, zulm ile durmaz” şeklinde Türk siyâset düstûrunda dile getirilmiştir; siyâsette kural olarak temele alınmıştır. Kanun fikri, kozmik veya toplumsal yasa ola­rak, böylece, Türklerin seciyyelerine, tâ kökten, işlenmiş bulunmaktaydı. Atatürk’ün niçin yasayı temele almış, irade-i millîye’yi “hâkim ve âmil” kılmış olduğu, temelini, kendi tarihinde bulmaktadır.

Türklerde, adaleti, komşu İran’da olduğu gibi, lûtfen değil, görevi gereği uygulamak hakanın baş erdemidir. Bu görevinin bilincinde olmak, onu, bilge (“Bögü”, “Bögü bilge”) kılar. Hakan, bilgeliğinin gereklerini yerine getirir; uygular. Bu uygulama onu alp kılar. Bilgelik ve alplik, hakanın kişiliğini oluşturan en yüce iki değerdir. Bilgelik ve alplik, bütün toplumun da iki yüce değeridir: Öyleki “Erdem bolsar bodun, erk bodun” (Erdemli olan toplum, güçlü olur). “Erdemliler” (Kursaklılar), “Alıplar”, toplumda, yüce değerler uğruna ileri atılırlar; “il” (“el”) öğüncüne can verirler; ama, ölmezler (“Ölen hayvan durur. Canlar ölmez”); “Atalar Rûhu”na kavuşurlar. Onlar, “Er atı (adı)” kazanarak kutlanırlar; kut bulurlar; kutu bulurlar; “Bengi taşka urulurlar”, Atalar Rûhu’nda ebedileşirler. Kendi kişisel çıkarlarına uygun, ama, toplumun beklentilerine aykırı davranan “Avıglar” ise, Atalar Rûhu’na kavuşamazlar; onlar, yok olmuş, gönüllerde ölmüş, gönüllerden silinmiş sayılırlar.[6] Alplikte sehâ değeri, başkasının “ben”ini kendi “ben”inin üstünde tutma değeri, baş değerdir. İşte onun için, Atatürk, “Bütün insanlığın mevcudiyetini kendi varlığında gören kimse bedbahttır” demektedir. Çünkü, kendisinde, sehâ değeri parlamaktadır. Atatürk’ün, annesinin kabri başında, “hâkimiyet-i millîye uğrunda can vermek”ten ibaret “nâmûs ve vicdan borcu” yemini[7], onun “bu sahada akan Türk kanları, bu semâda pervaz eden şehid ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır” ibaresi ile, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bey’e çektiği telgraf metnindeki “Anadolu’nun ruhu, bütün feyz-i mukavemetini abâ-i târihinden almıştır. Bize bu mukaddes feyzi nefheden ervâh-ı ecdâd arasından mükerrem pederinizin pek yüksek bir mevkii vardır” ibaresi hatırlanırsa, Atatürk’ün Atalar Rûhu’na inanmakta olduğu ve Atalar Ruhu’nun, Atatürk’ün hayatında merkezî bir yer işgal etmiş olduğu görülür.

Literatürde, Kut un birçok anlamlara gelmiş olduğu, onun en sonda, Gerçek Varlık, Doğru Bilgi, Olumlu Değer olduğu da gösterilmiştir: [8]  Baht, talih, uğur, hak edilmiş şans, iyi şans, ikbâl, fortuna, rahatlık, servet, hayattaki başarı, sa’âdet, manâ, rûh, şefaat, inâyet, izzet, haşmet, şeref, asâlet, ihtiram, muhterem, mübârek, yümn, meymenet, ehliyet, hayat, bereket, bolluk, cûd, rahmet, ilâhî lütuf, kharizma, devlet, devletlû oluş, “Tanrısal bir gücün desteği”, “Yer ve Gök ile desteklenen otonom rûh kuvveti,” iktidar=imperium, hâkimiyet, hâkimiyete liyâkat, hâkimiyet hakkı, hükümranlık hukuku, “viatique de la vie” (J.P. Roux), güç, rûy-ı rahmet, dünya (“kutlu üy”), ong, ongun, gönenç, ok, tüz, teng, köni… gibi. Bizi burada ilgilendiren anlamları, onun, asıl, devlet, imperium (hâkimiyet, iktidar), dünya=bu hayat, sa’âdet, şeref, asâlet anlamlarıdır.

Hakan, Kutu, imperium’u, siyâsal iktidarda olma yetkisini, başta olmak erkini, adâleti irade etmek gücünü, Gök Tanrı’dan almış sayılır. Her insana, hayatı boyunca sunulmuş olan kesin ve belirli pay, onun “ülüş”üdür. “Ülüş” ile kut arasında bir ilişki mevcuttur. Her insan kendi “ülüş”ü üzerinde etkin olabilir. Öyleki, “ülüş”ler arasındaki farklar, kutluların, kutlarını, “kingeşerek”, danışarak, kutsuzlarla paylaşması suretiyle kaldırılabilir. İşte bu sebeple hakan, Gök Tengrisinden almış olduğu kutu, Buyuruklarına ve Bod’una, “kingeşme”, danışma yoluyla geçirmek için vardır. Bunun anlamı, hakan, halkına hizmet için vardır, demektir. Hakan görevini yapmazsa, halkı onu terkeder. Atatürk’ün memlekete ve millete hizmet bilincinin kökünde, Kut kavramı parlamaktadır.

“Kutun belgüsü biligdir.” Kutun emmaresi, işareti, göstergeni bilgidir. Bilgi, mutluluk kaynağıdır; bilgi, sağlıktır, diriliktir, gençliktir; bilgisizlik, hastalıktır, ölümdür. Burada Atatürk’ün arı bilime vermiş olduğu önemle nasıl da bir bütünleşme zihniyeti önünde bulunmaktayız!

Kutsuzluğun ardından, ümitsizlik, güvençsizlik, inançsızlık, karamsarlık gelir, hattâ, insan, evreni, bir “korkulu rüya” (Brahmanların Maya’sı), toplumu ise, bir “hayat seli” (Buddhistlerin Samsâra’sı ) telâkki etmeye yönelir. Bu yönelişte kurtuluş, bu dünyadaki fakirlik, hastalık, vefasızlık, ihtiyarlık ve, asıl ölümün oluşturduğu “hayat seli”nden kurtuluş, [9] “hayat ateşi”ni “söndürmek”te, her türden “ben”i ─Tanrının benini bile (Tantrizm)─ nefyetmekte, yaşama isteğini köreltmekte, “Ben Körüm (Görüm)” nazariyesini terketmekte bulunur; hayatı öldürmek çare sayılır. “Extase”da, insan, Evrenin gerçek olduğu rüyasından uyanır. Her şey “hiç”likten ibarettir. [10] Ne varlık vardır, ne yokluk. “Mutlak hiçlik” (Cunyata) hüküm sürmektedir. Türkler, ancak, Buddhizmin, Mahayâna şeklini kabul ederek, “nihilizm”den kurtulmuşlardır. Mahayâna’ya. göre, bu dünyayı reddederek “(Yeniden) Doğuş Çarkı”ndan kurtulacak yerde, gündelik hayatı yaşayarak da Budha yüceltilebilir. Kurtuluş, bütün canlıların kurtuluşudur. Amaç, “evrensel acımak”tır: “Canlılar acı çektikçe, merhametliler neşelenemezler.” O halde, kendini sevmek değil, başkasını sevmek esastır. (Burada, Atatürk’ün “Bütün insanlığı kendi şahsında gören kimse bedbahttır” sözünü hatırlayalım.)

Oysa, gerek Varlık, gerekse Bilgi ve Değer, insanın “Köngül Tüpi”nden, “Köngül Tözi”nden, “Köngül Özi”nden, “Kutlu Tüp”ten, yani, literatürde çok geniş anlamları gösterilmiş olan Gönül’den[11] fışkırıp çıkar; kaynar. Gerçek Varlık, Doğru Bilgi, Yüce Değer, temelini, insanın Gönül ünde bulur. Bunları Gönül varlığa getirir. Bundan böyle, artık, “Tanrı, Gönüldür” denmez, “Gönül, Tanrıdır” denir (en eski Türk şairlerinden “Gök’ü boyayan” Çısıya Tutung). Gönül, insandır, insanlıktır sonucuna varılır. İnsanı insan yapan öz, onun canıdır, rûhudur. Rûh ve can, bu iki ilke, hem hayat ilkesidir, hem de yüce değerlerin yeridir. Can’ın özü Gönül’dür. Gönül’ün özü ise, sevgi’dir. Gönül, insan ve insanlık olunca, bundan, ‘insan, halayık değildir’ sonucu da çıkar, böylece Gönül, hem demokratik zihniyete, hem de evrensel bir hümanizmaya temel verecek genişliğe ulaşır; Atatürk’ün kültür tariflerinden birinde kullanmış olduğu “insanlık” ögesini, bir de bu çerçevede mütalâa etmek mümkün olur. Atatürk, tarihî kültürünün derinliklerinden gelen köklerle, Gönül kavramıyla, her bir ferde, her bir ferdi adam yerine koyarak, rey verme yolunu, siyâsetten pay alma yolunu açan Cumhuriyete yönelmekte, ne kadar da çok hazırlıklı durumda olmalıdır!

Bu kültür arka plânına dayalı olarak, acaba, Atatürk’ün sa’âdet anlayışına kök oluşturabilecek hangi ögeleri öne çıkarabiliriz? Şimdi, onları görelim:

  1. Atatürk’ün “Milletler, gam-keder nedir bilmemelidirler; şeflerin vazifesi, onlara yol göstermektir” cümlesinin Türk kültüründeki paraleli şudur: Türk hakanı, “Türük Tengrisi”nden kut almıştır. Bu demektir ki, hakan, toplumda, “Nizâm-ı Alem”i gerçekleştirmek üzere, adâleti ve siyâseti irade etmek, hem de uygulamak gücüne sahip olarak, ama, bir lûtuf gereği değil, görevi icabı, kutunu, kutsuzlarla paylaşır; “ilde bung yok ider”; “ile sevinç, gönenç verir”; “ili ongdurur”, “boşgurur”, yüksek seviyeden eğitir. Atatürk’te yasa, kanun bilinci çok yüksektir; had safhadadır; halkı eğitmek esastır.
  2. Atatürk’e göre, ölüm vâkıası karşısında, bazı filozoflar nihilist ve pessimist olmuşlar, bazıları ise, realist ve optimist kalmışlardır. Atatürk, bu ikinci grubu yeğlemektedir. Bunun Türk kültüründeki kök karşılığı şudur: Bu dünya, kuttur; gerçektir; sevinç kaynağıdır; güleçtir. Ölüm ise, bir gerçektir, ürkünç, korkunç değildir. Öte dünya, bu dünya gibidir. Eğer, insan, bu dünyada Atalar Rûhu’na varacak şekilde, yani, yüce değerlere uygun olarak yaşarsa, Atalar Rûhu’nda ebedî hayatı Bu sebeple, tanatomania (intihar), anlamsızlıktır.
  3. Atatürk’e göre, bütün insanlık’ı kendi şahsında gören kimse bedbahttır. Oysa, insan, “(İnsan) tabiat(ın)ın, yüksek feyizleriyle mes’ûd olmalıdır: Saflık, temizlik, yükseklik, insanlık” Öyle ki, “irade-i millîye”den, yalnız bir tek fert değil, herkes pay almalıdır. Bunun Türk kültüründeki karşılığı, Gönüldür. İnsanlar, Gönül sahibi olmakla eşittirler; aynı yücelikte ve değerdedirler. Hattâ Çısıya Tutung’un ifade ettiği gibi, “Tanrı, Gönüldür değil, Gönül, Tanrıdır.” Bu demektir ki, limes’te, son uçta, isteyen herkese tanrısal olmak yolu açıktır. Türkler Creatio Deiye (Tanrı’nın yaratması) işte böyle bir Imitatio Dei (Tanrı’nın taklîd edilmesi) ile karşılık vermektedirler. Atatürk’te sehâ değeri parlamaktadır.
  4. Atatürk’ün ferdî sa’âdeti, “gelecek nesillerin varlığı, şerefi ve sa’âdeti için çalışmaktır.” Öyle ki, meselâ, iş bölümüne göre farklı olan, ama, yine de halkın bir parçasını oluşturan ve siyâsal iradeden pay alan “ulemâ”nın, halkı “irşâd” ederek, onların “mertebe-i medeniyete irtika”sını, i’lâ’sını, tekemmül, tekâmül, temeddün, terakkî, teceddüd’ünü temin etmesi gerekir. “Harâset-i fikriyye (Culture intellectuelle), milletin seciyyesi ile mütenasiptir.” Bu seciyye zemininde, arı bilimle, dil ve tarihle uğraşmak, yüksek teknolojiyi takip etmektir. Bu, ilk defa, Atatürk’te parlayan bir bilinçtir. Temeddün’e ilişkin olarak, hatırlamalıyız ki, Fârâbî, medîne’yi, dolayısıyla, medenîyi tarif etmiştir: Medîne, erdemli bir reîs veya bir hey’et tarafından “ârâsı takyîd, ef’âli takdîr edilmiş bir insan topluluğunun oturduğu sûrlu veya sûrsuz yerdir.” Fârâbî, “reîs-i cumhûr” ve “hadim” terimlerini de kullanmıştır. Reşit Paşa, civilisation’a karşılık bulmakta zorlanmıştır; onu, “terbiye-i nâs ve icrâ-i nizâmât” olarak çevirmiştir. Atatürk ise, halkının, “hâkimiyet-i millîye” ve “irade-i millîye” hakkında bilinçlendirilmesi demek olan “terbiye-i siyâsîyye”sinden bahsetmiştir. Başgil gibi, bazı Cumhuriyet hukukçuları, “esas şâri’ Tanrı olmakla”, Tanzimat’ta yapılanları, tanzimî ahkâm’dan saymışlardır. Atatürk dahi, Balıkesir Hutbesi’nde, “Kanûn-i esâsî, nusûs-i Kur’ân’dır” ifadesini kullanmıştır. Ama, “ha­lifeye görev vermek, irade-i millîyeyi kısıtlamaktır” diye de eklemiştir.[12] Atatürk, “hayatı ve nâmûsu kurtarmayı”, halkın bu türden bilincinde ve “vahdet”inde görmüştür. O, halkın hür iradesini öne çıkaran Cumhuriyet rejimini kurarken, halkı teşkil eden fertlerin eşitliğine dayanmıştır. Bu fikir, İnsan Hakları Beyannamesi’nde de yer almıştır. Orada da, Tanrı’nın, insanları, doğuştan eşit haklarla yaratmış olduğu dile getirilmiştir.[13] Burada, Arap Kumandanı Cuneyd ile Türk Hakanı arasında geçen felsefî tartışmada, Cuneyd’in Hakan’a, “tedbirli kurtulur, ama, tedbirsiz kurtulmaz. Ama, tedbirlinin kurtulamadığı nice haller vardır. İşte onun için, biz toplumu din ile, siz ise akıl ile yönetiyorsunuz” (felsefedeki ‘Futurs Contingents’ meselesi) sözleri, genel durum değerlendirilmesi yapılırken, hatırlanmalıdır.[14] Kültürde, “gelecek nesillerin varlığı, şerefi ve sa’âdeti için çahşma”nın kökü, hakanın, kutunu kutsuzlarla paylaşmasıdır; bunun hesabını, doğruyu söyleyerek ─çünkü, Atatürk, halka doğruyu söylemek taraflısıdır─, buyurukları ve bodu önünde, herkese vermesidir; onları bunda bilinçlendirmesidir; herkesin, sosyal “Nizâm-ı Âlem”de yerini bilip, ona göre hareket etmesidir.
  5. Atatürk, söz konusu olan görevini yaparken, hiçbir kimseden bir şükran beklentisi içerisine girmemiştir; ancak hayatını ortaya koymuştur. Onun görevinin gayesi, başka yerde değil, yine o görevin kendi içerisindedir. Bunun kültürdeki kökü, hakanın, görevini lûtuf, inâyet, kerem, ihsan gibi gerekçelerle değil, vazife olarak yapmasıdır. Olumlu yolda yapılan bir hizmeti, karşılık beklemeden ifa etmek, Türklerin yüce değerlerinden birisidir. Câhız’ı hayran eden taraflardan birisi de bu idi.[15]
  6. Atatürk’ün “Beni hatırlayın” istemi, hüzün verecek bir şey değildir. Eğer, istikbalde, şerefle varlıkta kalmak ve mes’ûd olmak istiyorsanız, beni dikkatle dinleyin, demektir. Hal böyle iken, artık, Atatürk’ün sa’âdet anlayışının köküne, “iyi bir daimoria sahip olma” ereğinde birleşseler de, şerefi hiçe sayan, ahlâkta ferdiyetçi olan hiçbir filozof yerleştirilemez: Ne, ‘çok zevk, az acîya yönelen, rûh dinginliği için, gerekirse çocuğu ve aileyi feda eden,[16] şan-şeref aramayan Demokritos; ne, şan-şerefi bir kuruntu, hazzı ise en büyük kötülük sayan, mutluluğu ‘neş’eli bir rûh dinginliği’nde arayan, hayvanları ve doğal olanı taklîd eden, ‘yurt yoktur, dünya vardır. İdeal devlet, devletsizliktir’ diyen Kynikler: ne, tarih, din, toplum, devlet gibi değerlerden hiçbirine bağlanmadan, ânın hazzını en yoğun biçimde yaşayan, müreffeh ve zengin Kyreneliler; ne, erdemi mutluluk, şerefi-şerefsizliği ‘adioforon’ (kendisi için endişe edilmeyecek şey) sayan, dünya vatandaşı olmayı yeğleyen Stoalılar; ne, hazzı mutlak değer sayan, bilginin mutluluk vermediğini savunan, gramer, matematik ve tarih dallarına değersiz şeyler nazarıyla bakan Epikuros; ne ‘mutluluk devlettedir’ demekle birlikte, demokrasiyi, ‘eğitilmemiş halk yığınlarının değer olduğu, demagoglara ve tutkuları kullanmaya önem veren bir devlet şekli’ saydığı için Platon, ne, ‘ruhun erdeme uyan faaliyeti’ saydığı mutluluğu, yalnız bilgeye hasrettiği için Aristoteles! Bentham ‘çok kişiye çok haz’ vermek, öğrencisi Stuart Mill ise ‘toplumu ancak bilimle acılardan kurtarmak’ taraflısı olmakla birlikte, dünyada, Milâttan sonraki V-XI. yüzyıla, hattâ, XIII. yüzyıla kadar, Türk Asrı olmakla, Türklerde bilim çok yüceltilmiş, hem ‘kutun belgüsü bilig’dir denmiş, hem de, bilim tadının ebediyeti ve bilimin mutluluk kaynağı olduğu vurgulanmıştır (Beyrûnî’de olduğu gibi). Ödevi, ‘insanın kendine buyurma özgürlüğüdür’ diye tarif eden Kant ise, ‘en yüksek erek, mutluluk değildir, ahlâktır’ dediği için, kök oluşturamaz.

Atatürk, millete ve memlekete karşı olan görevini yapmakta, ister kişisel bir beklenti içerisinde olsun, isterse de olmasın, o, nihilizm ve pessimizm canavarını öldürmüş, ve bunca kimsesizin kimsesi olmuş olan yüce bir alp olarak, Atalar Rûhu’nda ebedîleşmiştir.

Böylece, Atatürk’ün sa’âdet anlayışını, tarihteki köklerini göstererek, ha­tırladıktan ve onu konumuz olan “Atatürk, Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji”nin temeline yerleştirdikten sonra, şimdi artık, Atatürk’ün hayatının, ve, dolayısıyla, siyâsetinin, özellikle de kültür politikasının merkezine almış olduğu bazı kavramları sırasıyla incelemek üzere, sayabiliriz: İlkin, ve, en başta Cumhuriyet. Sonra, Kültür ve Medeniyet, Harâset-i fikriyye (Culture intellectuelle), İlim ve Fen, Mütefennin, Seciyye, Seciyye-i millîye, Millî Devir.

Böyle bir sıralamanın ve Cumhuriyeti başa koymanın gerekçesi, Atatürk’ün Cumhuriyeti, kendi hayat plânında ilk hedef olarak tutturmuş olmasıdır. Atatürk, “Cumhuriyetin temeli kültürdür” dediğine göre de, Cumhuriyet kavramının hemen ardından, ağırlıklı kavram olarak, Kültür ve Medeniyet ile Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet anlayışı gelir. Sonra, Kültür’e bağlı kavramlar olarak, altta, Harâset-i fikriyye, sonra, İlim ve Fen, Mütefennin gelir. Duruma göre, bu kavramlara ilişkin olan birtakım mülâhazalar yer alır; onların hazırlıkları yapılır. Mütefennin’in, Atatürk tarafından sorgulanması ise, bizi, Atatürk’ün İlim ve Fen’ni dayandırmış olduğu Seciyye’ye, Seciyye-i millîye ’ye ve Millî Devir kavramlarına ve sonuca, sonuncu değerlendirmeye götürür. Şimdi, bu söz konusu olan kavramları, söyleniş sırasıyla ele alalım.

Atatürk’ün hayat planındaki ilk merhale, “bu hayat”ın (toplum halinde yaşayan insanların müşterek hayatının), bir hayâl değil, durmadan tahavvül, tagayyür, temeddün ve terakkî eden bir gerçek17 olduğunu, hayât-ı akvâm’ın ise, “daimî ve müdhiş bir cidâl şeklinde tebarüz ettiğini” görmekle, Türk milletinin şerefle [17] yaşamasıdır. Türk milletinin, amacı, ülküsü, bundan böyle, artık, İ’lâ-i Kelimetullah değil, İ’lâ-i hars-ı millî olmakla, ayakta kalmasıdır. Bu, Türk milletinin bir ölüm- kalım mücâdelesidir; yani, cihân’da, bu dünyada, insanın, kendisini, nihilizm’e ve pessimizm’e kaptırmadan, fakr arayışlarına da girişmeden, bu hayat’ı bir kakia, bir dolce vita, bir lux saymadan ve sanmadan, Ferdiyetçi Ahlâkçılar’a itibar etmeden, “medenî milletler” tarafından “tahkîr ve tezyîf” edilmeden ─çünkü, “medenî milletlerin bazı mensuplarınca, “Türkler, vahşîdir; zâlimdir; îcabât-ı medeniyyeyi ahz u kabule gayr-ı müsaiddir.” Oysa, Atatürk’e göre, bu, “Garbın, (galebe amaçlı) zâlim ve hakîkati görmemek için gözlerini kapayan siyâsetçileri”nin “mahz bir ftira”sıdır; kizb’idir (yalanıdır). Onların iddialarına göre, Türkler, “zâlim” imiş, “kabiliyetsiz” imiş, “terakkîye geç başlamışlar” imiş, “terakkîleri çok ağır oluyor” imiş (Toynbee). Atatürk’e göre, bunlar, yalan ve iftirayı metod olarak kullanan galebe amaçlıların taktikleridir. Ama, “Biz, yabancı düşmanı değiliz; onlarla samimî ilişkiler istemekteyiz.”–, “medenî milletlerin şikârı olmadan, arı ve temel bilimi ve ona dayanan yüksek teknolojiyi, onların seciyye-i millîye zemininden kaynak­landıklarını görüp, kültüfü, “karakter” de denen seciyye’ye de indirmeden, gerçekleştirerek, onları en azından, öteki “medenî milletler”in medeniyetleri seviyesine çıkararak, hattâ, onların medeniyetteki seviyelerini de geçerek, bulunduğu yere liyakat’ a, hiç duraksamadan devam ederek, şerefle yaşamasıdır. İşte bunu temin edecek olan idare tarzı, Cumhuriyet’tir; hâricen istiklâldir, dâhilen “bilâ kayd u şart hâkimiyet-i millîye’dir”; “Hâkimiyet-i millîyeyi muhafazadır.” Hâkimiyeti, sıfatı ne olursa olsun, hiçbir makama veya zümreye vermemektir, verdirmemektir; kendi mukadderatını kendi kendisine tayin etmektir. “Cumhuriyet, fazilet rejimidir”; “Cumhuriyet, fazîlet-i ahlâkiyeye müstenid bir fazilet rejimidir.” O, “irade-i millîyemizi en uygun surette gerçekleştiren bir rejim”dir.

Bir Asya kavmi olan ve M.Ö. 4000lerde Mezopotamya’ya yerleşmiş bulunan Sumerlilerin”(Sopası) Doğru Olan” (Si.pa.si.) hükümdarları, insanları idare etme yetkisini, Gök Tanrısı Anû’nun emriyle, “Tamgalar Yeri” (Donator Formarum. Vâhib us-Suver) olan Ay Tanrısı Nannar’dan almıştır. En eski toplumsal kanun metinleri, Sumerli hükümdarlar Urukaginna ( ),Urnammu ( ), Lipid İştar ( ), Ana İttişu ( ) tarafından “eli silâh tutan” gençlerle, deneyimli “ihtiyarlar”ın oluşturmuş olduğu “meclis”te, danışarak, “kingeşerek”, “meşveret” ederek, konulmuştur. Hititli Hammurabi Kanunlarının tarihi M.Ö. 17 olmakla, onlar, Sumerli kanunlarından sonra gelir.[18] Türklerde, yasası “tengrice konmuş” köklü, kozmik ve objektif temelli, “küfr ile dünya durur, amma, zulm ile durmaz” söylemli olan, “kingeşmek” gelenekli, kutlunun, kutunu, her biri Gönül taşımakla, tanrısal olmaya birer aday olan kutsuzlarla paylaşma amaçlı olan memleket insanları, toplumsal yasayı koymaya eşit surette katılmalıdırlar; ve, her bir vatandaş, toplumsal yasadan, yine, eşit surette pay almalıdırlar; yoksa, toplumsal yasayı irade etme gücü, tek kişinin eline bırakılmamalıdır. Öyle ki, ne “absolutisme” (mutlakiyet, “saltanat-ı müstebite”), ne “hilâfet”! Sadece ve yalınız irade-i millîye! İşte, en son tahlilde veya en son toparlamada, Atatürk’ün “Geist”ının, “tin”inin temelindeki tarihsel kültür birikiminin manzarası böyle görünmektedir!

Atatürk’e göre, “her devletin derece-i temeddünü ile mütenasip mevzûât-ı hukukiyyesi vardır. Bizim milletimiz ve hükümetimiz, fikr-i adâlet ve zihniyet-i adâlet noktasında, hiçbir medenî kavimden dûn değildir.” “Aramızda yaşayan anâsır­ı gayr-ı müslimenin emniyetlerini ve serbesti-i inkişaflarını temin etmek, (onların) Osmanlı Devleti ve milleti aguşunda mazhar oldukları imtiyazât, üç asrı mütecaviz bir zamandan beri, ziyadesiyle mevcuttur.” Türklerin, onları “müsâvat ve adâlet düstûruna tevfikan idareye gayr-ı muktedir olduğu” ve “gûya, milletimizin, hey’et-i umumîyesiyle, kabiliyetten mahrûm bulunduğu” iddialarına gelince: “Milletimize zulüm ve kabiliyetsizlik atıf ve isnadı sırf kizb ve iftiradır.” “Zulüm, medeniyetle kabil-i te’lif değildir… Istidatsızlık ise şayân-ı afv olamaz. Çünkü, milletler, işgal ettikleri arazinin sahib-i hakîkisi olmakla beraber, beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin menâbi-i servetinden hem kendileri istifade eder ve, dolayısı ile, bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstûra göre, bundan âciz olan milletler hakk-ı bekâ ve istiklâle lâyık olmamak lâzım gelir.”

Bu “iftira” ve “kizb” karşısında Atatürk, milletin olumlu vasıflarını bildirmek zorunda kalmıştır: Bir “aşiret”ten, kemal-i şevket ve azametle 600 yıl hüküm süren bir imparatorluk çıkarmak, kıt’alar arasında büyük orduların sevki ve nakli, teşkilâtı, idaresi, “ecnebiye riayetkâr olmakta yegânelik”, Fâtih’in din adamlarına imtiyazlar vermesi, “en müsaadekâr ve civanmerd bir millet olmak”… gibi. Atatürk’e göre, “Âlemde hak diye bir şey vardır; ve, hak, kuvvetin fevkindedir”; ve, “Avrupa’nın nâmûsuna fart-ı itimad gösterince, bu, kendi fezâ’ilimizi unutturmamalıdır.” Atatürk’e göre, “Vâzı’-ı kanun, beşeriyetin bütün hissiyatına, bütün ihtirasâtına herkesten daha çok nâfız ve vâkıf olur.” “Fakat, nefsini herkesten ziyade ve tamamen ve bütün şümulü ile bunlardan tecrid etmek kudret ve kabiliyetine de mâlik olmalıdır. …”

Tanzimat hareketi ile Batı’ya döndükten sona, ülkeyi etkileyen fikir akımlarını ihmal etmek, –Atatürk, “Avrupa’da, efkâr-ı ahrârından dolayı, kendilerine lâyık bir takım müessesât-ı ilmiyye ve idariyye tesisine başlamışlardı. Sultan Mahmud-i Sânî, Avrupa’yı taklîd (etti). Islahat ile mukallitlik (yapıldı). (Oysa) bir milletin sa’âdet (saydığı), bir millet için felâket olabilir. (Islahat ögeleri) bir milletin kendi rûhundan çıkmalıdır. Deli Petro, taklîd ile milletini ıslah etmek istedi. Bir Rusun bir Alman olması mümkün değildir. Dünya ilminden istifade edeceğiz; ama asıl cevheri, çok temiz kalpli, çok asîl ruhlu, terakkiye çok kabiliyetli olan (insanlarımızdan), kendi içimizden çıkaracağız” dediğine göre–, (herhangi bir konuda) doğru ve yakînî bilgiyi arayış yöntemine ve amacına -burada “herhangi bir konu”, “Atatürk, Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji”dir- aykırıdır. O halde, şimdi biz, bir de meselenin bu yüzünü görelim.

Türklerin her türden tarihleri hakkındaki bilgileri, biz, genellikle, onların kendilerinden değil, ekseriyetle, onların temas etmiş oldukları komşularından, Çin, Hind, İran, Bizans, Arap, Ermeni, kaynaklarından etnolojik ve arkeolojik araştırmalardan, Türkologların çalışmalarından ediniyoruz.[19]

Kültür tarihçileri, Türkleri, yeryüzünde, yaklaşık, M.O. 3500 lerle, M.Ö. 3000 lere tarihlenen yıllarda, iki en eski yerleşim bölgesinde olarak, göstermektedirler: Birisi Afaniesevo, Minusinsk, Ananin, Karasuk, Tagar, Taştık, Pazırık kültürlerinin göründüğü Sibirya’nın güneyi, özellikle Kem (Yeni Sey) Irmağının kaynakları ve Çin’in kuzeyi. Diğeri Mezopotamya-Sumer bölgesi. Bu kültürlere Türklerin katılmış olduğuna muhakkak gözüyle bakılmaktadır. Bu her iki bölgeye ilişkin tezlerin taraftarları, karşı tarafın tezleri hakkında sessiz kalmakla, henüz, araştırma ufkunda, bu biribirlerinden çok uzakta bulunan iki bölgenin, Harmatta ve Aydın Sayılı’nınki tarzında,[20] henüz, bir “integration”u görünmekte değildir. Türkoloji, Radloffun incelemeleri göz önüne alındıkta,[21] henüz, genç bir bilim dalıdır. Bu dalda birçok köşe aydınlatılmış olmakla birlikte, birçok köşe de, daha henüz, aydınlatılmış değil­dir. Türklerin en eski siyâsî tarihleri konusu bu kabildendir. Ama, bütün bunlarla birlikte, tarihler, ilkin, İslâm öncesi en eski Türk devleti olan Büyük Hun İmparatorluğu’ndan sonra, Birinci ve İkinci Kök Türk, Uygur, Kırgız, Türgiş, Karluk, Sabar, Avar, Hazar, Peçenek, Uz, Kuman, Ogur devletlerinden bahsetmektedirler. İslâmî-Türk devletlerinin Gazneli, Karahanlı, Selçuklu, Harezmşahlı, Timurlu, Türk- Hindli, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve, nihayet, Osmanlı devletleri olduğu malûmdur. Yine malûmdur ki, Osmanlı devleti, bir “Kuruluş Devri”nin (1231-1453) ve Bizans’ın çökertilmesinin ardından bir “Kanûni Devri” (1520-1566) yaşamıştır. XVI. yüzyıl sonu ile, XVII. yüzyıl arasında, başına gelen birtakım olaylar yüzünden bir “Islâhat Devri”ne (1683-1826) girmiştir.

Tarihçiler, Türk tarihini cihan tarihine denk tutarlar. Ama, onlar, Osmanlı saltanatında, XVI. yüzyılda, Kanûnî’nin “Muhteşem Devri”nde (1520-1566), toplumda, yavaş yavaş da olsa, şu türden çeşitli olumsuzlukların baş göstermiş olduğu değerlendirmesini de yaparlar: Ordunun siyâsete karışması, disiplinsizliği, “saray”ın idareye müdahalesi, rüşvet vak’aları, maliyedeki bozukluklar, refahla gelen gevşeklik, Avrupa’nın açık denizleri ele geçirme ve sömürge kurma siyaseti karşısında Osmanlıların, sadece, Akdeniz’e hâkim olmakla yetinme siyasetleri… gibi. Bunlara, bir müddet sonra, “Celâli (“Çift Bozan”)” gibi önemli, “Patrona”, “Kabakçı” gibi merkezdeki isyanlar, “lux” merakı, “Ağalar Saltanatı”, “Kadınlar Saltanatı”, cülus bahşişleri, ganimetlerin azalması, medrese programlarına temel (arı) bilimlerin konulmaması, Koçi Beyin Risâlelerinde vurguladığı olumsuzluklar gibi daha başka olumsuzluklar eklenecektir. Tarihçiler, 1683-1699 yılları arasını, Osmanlı devletinin “Felâket Seneleri” olarak tavsif ederler; ve, Osmanlı tarihini, temele şu türden bazı ilkeleri koyarak yorumlamak isterler -tarihçiler arasında onları, birer açıklama modeli olmaktan öte, gerçek yerine koyanlar bile bulunmaktadır-: “Devlet” (Rical) için asker, asker için para, (“ıktâ” Cl. Chahen), para için reaya, reaya için adâletten ibaret bir “Adâlet Çemberi”, Koçi Bey Risaleleri yanında, Modern Çağda, temele konan çeşitli “Cemiyet Nazariyeleri” ve “Tarih Felsefeleri” gibi: “Homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) diyen Hobbesçu, “Struggle for life” =Hayat kavgası’nı temele alan Darwinci, “Irk”a ön plânda yer veren “Sağ Hegelci”, “Karşıt sınıflar kavgası”nı temele koyan “Sol Hegelci”, toplumda “terakkî”yi (progrés) temel bilimlerin fonksiyonu sayan “Positiviste” Compte’çu… görüşler bu kabildendir.

Atatürk’ün, “Hayât-ı akvâm, müdhiş bir cidâl içerisinde tezahür eder” sözleri, Osmanlı tarihini yorumlarken, insanı, bir uçta, İstanbul Andlaşması’nın (1533) arada, Sitvatorok (1676), Karlofça (1699), Pasarofça (1718), Lâle Devri (1718-1730), Kaynarca (1774), Ziştovi (1791), Yaş (1792), Edirne (1878), Londra, Berlin, Aya Stefanos andlaşmalarının, öteki uçta ise, Sévres (1918) Andlaşması’nın muhtevasını düşünmeye sevkeder. Yeniçeri teşkilâtında ilk kökten bir teceddüd öngören Genç Osman’ın (1618-1620) ve III. Selîm’in (1789-1807) âkıbetlerini de! Belki, Nizâm (ordre?)-ı Cedîdri (1789-1809), II. Mahmud’un orduyu ve donanmayı “ıslâh” hareketlerini, Alemdar Mustafa Paşa ile “Kapı Kulu”nun karşıtlığını, “Sekbân-ı Cedîd”i, “Vak’a-i Hayriye”yi (15 Haziran 1826), “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye”yi ve “İ’lâ-i Kelimetullah” gerekçesini de birlikte mütalâa ederek! Çünkü, tarihçiler, değil sadece Tanzimatın, hattâ Cumhuriyetin bile bu köklere bağlı olduğu inancı içerisindedirler.

Osmanlı Devleti’nin “Islâhat Devri”ne girişi, ancak, çağdaşı yüzyıllardaki “Batı Dünyası”nın içinde bulunduğu hallerle bir manâ kazanabilir; anlaşılabilir. Bu manâları ona veren şey, Avrupa’nın, barutu, pusulayı, matbaayı icad etmiş, okyanuslarında dolaşarak Yeryüzü’nü “keşfetmiş”, “sermaye terakümü”nü gerçekleştirmiş, XII. yüzyıl Renaissance’ının ardından, kendisini, yine, kendi “Orta Çağ”ından çıkartmış olan Renaissance’ını, Reforme’unu, Humanizma’ sını, Tenevvür (Aydınlanma. Aufklârung)’ünü yaşamış, yüksek bilimsel düzeye ulaşmış, ileri endüstrisini kurmuş, Parlamentarizm’ine kavuşmuş, İnsan Hakları Beyannamesini onaylamış olmasıdır. Avrupa’yı, kendi Orta Çağ’ından çıkartmış ve “modern”leştirmiş olan ögeler de, başlıca, yine, işte bunlardır. Gerçi, Avrupa, içten, kendi bünyesini oluşturan “karşıt sosyal sınıflarının, dıştan, “sömürgeciliğinin” sebep olduğu 1789, 1830, 1848 ihtilâlleri gibi ihtilâllerle sarsılmıştır; mütefekkirleri ve siyâsetçileri toplumlarını ayakta tutmak için tedbir arayışları içerisine girmişlerdir. Onlar, biribirlerini hazırlayan veya nakzeden pek çok “cemiyet nazariyeleri” üretmişlerdir. Bunlardan bir kısmı Osmanlı aydınlarına ulaşmış, Osmanlı toplumunda etkin ağırlıklar koymuştur.[22] İşte bunlardan birisi de “Positivisme”in “Cemiyet Nazariyesi”dir. Öyle ki, “Positivisme”, “Batı’ya Dönme”ye, “Tanzimat”ı gerçekleştirmeye kararlı olan Osmanlı devlet adamları (Reşit Paşa) ve düşünürleri ile az çok birlikte salınmıştır. Atatürk’ün dediği gibi, “XIX. yüzyılın başında, Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, bir çok zayiata rağmen, hâlâ, vâsi bir imparatorluk idi.”

Batı’da, “Modern Çağ”da, Descartesçı “Şuur Felsefesi” kalkışlı, “Matematik Yöntem” merkezli, “Sistem Vahdeti” arayışlı, “Bilim Tasnifi”ni gözetici, Tenevvür’cü, olan etkilerin ve öncülerin ardından, Kant’ı ve “Alman Ro- mantikleri”ni (Fichte, Schelling, Hegel) takiben gelen, Fransız “positivisme”inin kurucusu Auguste Compte, toplumun, “Organik” ve “Kritik” devirler idrâk ettiğini söylemiştir. O, toplumdaki “Aile, Mülkiyet, Sosyal Tabakalar, Devlet, Dil” ögelerini “statik”, toplumun geçirdiği “Teolojik”-“Metafizik”-“Pozitif” dediği “HaRer”i ise, “dinamik” saymıştır. Compte’a göre, “1789 Fransız İhtilâli”, Absolutisme”i ortadan kaldırmak suretiyle, her ne kadar, positif bir iş yapmış ise de, temele, “Liberte- Egalite-Fraternite” (Hürriyet-Müsavat-Kardeşlik) gibi, toplumda, “union” (vahdet, ittihâd, birlik) sağlayamayan ilkeleri koyduğu için, “Kritik Devir”i aştırabilecek güçte olamamıştır. Ona göre, “Kritik Devir”i aşmak için, temele, devri geçmiş birtakım “teolojik” ve “metafizik” ilkeler koymak yerine, “sosyal fenomenler” arası ilişkileri, “tecrîd” (abstraction) ve “genelleme” (generalisation)ye dayalı “bilimsel yöntem”e göre ve “bilimler serisi”ne bakarak, “önceden kestirme” (prediction)ye imkân verebilecek “dinamik” ve “yeni” (cedîd) dediği bir bilime (sosyolojiye) riayet eden “Pozitif düşünce alışkanlıkları” koymak, zihniyetleri ve müesseseleri, ‘dinamik statikten, terakkî (progres) nizâmdan (ordre), hareket sükûnetten gelir’ kuralına göre, değiştirmek gerekir. En sonda, Eski Roma’dan “politik birlik”i, eski Yunan’dan “entellektüel birlik”i, Hristiyanlıktan ise “ahlâkî birlik”i almış olan, “akıl ile kalbin” birleştirilmiş olduğu ” Yeni nizâm-ı Alem “in entellektüel üstünlüğünü din adamının müessiriyeti ile birleştirmek, “zihnin nizâmının, tabiatın nizâmı olduğuna” inanarak, “Batı Cumhuriyeti (Avrupa) Birliği”ne ve insanın “Tanrı kılındığı” “İnsanlık Dini”ne (İnsaniyet Dini) varılır; Birlik, Nizâm teessüs eder; “Khaos”tan, “Kritik Devir’den çıkılır. Compte’un, bu fikirlerini, Osmanlı hükümdarı Abd ul-Mecîd’e ve Rus çarı Nikola’ya birer mektupla bildirmiş olduğu anlaşılmaktadır.[23]

Malûmdur ki, ilgili literatürde, kültürün yüzlerce tarifi yapılmıştır; araştırıcılar, ona, çeşitli açılardan yaklaşmışlardır. İçerisinde bir theoria bulunmayan, bu sebeple de kültürün en çok kullanılan tarifi, onun, insanın, doğuştan, genleriyle getirmemiş olduğu ve doğaya katmış bulunduğu her tür ürün oluşudur. Bu ürünler içerisinde, teknolojiye, endüstriye, sınaî ürünlere maddî, geri kalanlara ise manevî kültür nazarıyla bakılır. Maddî kültür1 e, medeniyet de denir.[24] Ama, Atatürk, bir yanda kültür, bir yanda medeniyet bulunmaktadır diye bir ayırım yapmaz. “Bence,” der, “medeniyeti harstan ayırmak güçtür, ve, anlamsızdır.” Atatürk’e göre, “Memleketler muhteliftir, fakat, medeniyet birdir; ve, bir milletin terakkî etmesi için de, bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır.” “Yüksek bir hars, onun sahibi olan millette kalmaz; diğer milletlerde de tesirini gösterir; büyük kıt’alara şâmil olur… Bazı milletler, yüksek ve şâmil harsa, ‘medeniyet’ diyorlar. ‘Avrupa medeniyeti’, “asr-ı hâzır medeniyeti’ gibi… Medeniyet, harstan başka bir şey değildir.””

Atatürk’e göre, (1) Kültür (veya hars), “okumak, anlamak, görebilmektir”; “görebildiğinden manâ çıkarmaktır”, “intibahtır”, “düşünmektir”, “zekâyı terbiye etmektir”. (2) Ona göre, kültür, “insanım diyen bir vasf-ı mahsûstur”, yani, kültür, “(insan) tabiatın(ın) yüksek feyizleriyle mes’ûd olmaktır: temizlik, saflık, yükseklik, insanlık… gibi. Bunların hepsi, insanlık vasıflarındandır”. (3) Kültür, ona göre, “tabi’at’ın insanlara verdiği bu yüksek vasıfları, kendi çocuklarına, hafîdlerine, ve âtîsine vermesidir. Kültürlü insan ise, hem, kendisi kültür sahibi olan, hem de, bu hassayı muhitlerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarını kani’ olan kişilerdir.” (4) “Kültür, insan dinamizminin ifadesi” olmakla, “aynı zamanda, insanların hayatında, faaliyetlerine hâkim olan kuvvet, ibda’ ve icâd kabiyetidir.” (5) “Kültür (veya hars), bir insan cemiyetinin, Devlet Hayatı’nda, Fikir Hayatı ’nda, yani İlim’de, İçtimaiyat’ta, ve Güzel San’atlar’da, İktisadîHayat’ta, yani, Ziraat’te, San’at’ ta. (Sanayi’de), Ticâret’te, kara, deniz ve hava Münâkalâtı ’nda, yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.” Kültürü medeniyetten ayırmak güç olduğuna göre, Atatürk’ün, kültür hakkında saymış olduğu bu belirlemelerine şunu da eklemek gerekir: (6) “Medeniyet demek, afv ve müsamaha demektir… Afv ve müsamahaya dayanmayan medeniyet, ceberûta dayanan medeniyet, çöker… Ancak, millî davalarda, millî kalkınmada, netâyici kitleye müessir olan işlerimizde, müsamahaya yer yoktur.”

Kültür seviyesini, “Devlet, Fikir ve İktisâd Hayatı’ndaki başarılar ölçer.” “Devlet, Fikir ve İktisad Hayatı” ise, biribirlerine bağlıdır. “Siyâset Hayatı”na da Kültür ve Ekonomi istikamet verir. “Kültür (veya harsın) medlûlünü, seciyye diyebileceğimiz, karakter mefhûmuna indirmem elidir.” Atatürk, görüldüğü üzere, İktisadî (Ekonomik) Hayat’’ı, Fikir Hayatı’ndan sonra zikretmiştir. Ona, göre, Siyâset Hayatı’na yön veren etmen, başta ve asıl, Fikir Hayatı’ndaki İlim ve Fen’dir.[25]

Atatürk, önceki bir tartışmasında, İ’lâ-i Kelimetullah siyâseti ile acaba, “Panislamisme” mi , yoksa, “Panturkisme” mi kastedilmektedir, diye sorar. Ona göre, “(Her bir ferd), kendi dimağında, bir mefkûre-i âliye besleyebilir”, “fakat,” diye ilâve eder, “Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmetinin, sâbit, müsbet, maddî bir siyâseti vardır. O da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, muayyen, hudûd-i millîyesi dahilinde, -ki, o hudûd, “Mîsâk-ı Millî” ile belirlenmiştir-, Hayât’ını ve İstiklâl’ini te’mine mâtûftur. …” “Dindaşlarımızın mes’ûd, müreffeh, müstakil yaşamasını isteriz … Fakat … bu hey’et-i içtimâîyyenin büyük bir imparatorluk halinde bir noktadan sevk ve idaresi bir hayâl’dır, ilme, mantığa, fenne muhalif bir şeydir… Bir hakîkat-i tarihiyye, bir hakîkat-i fenniye ve ilmiyye olarak, daima, hatırda tutmalıyız ki, bir cism-i siyâsînin, hudûdunu geçemeyeceği bir gâye-i kuvvâ vardır. Nasıl ki bir insanın hüsn-i teşekkülü için birtakım mâkûl ve tabiî hatlar vardır.” Atatürk’e göre, “Milletimizin mefkûresi” bir “Panislamisme” veya bir “Panturkisme” değildir, fakat, “Cihanda, tam manâsıyla bir medenî hey’et-i içtimâîyye olmaktır.” Bundan böyle, artık, l’lâ-i Kelimetullahın yerini, l’lâ-i hars-ı millî almış bulunmaktadır.

Atatürk’e göre, İlim ve Fen, yalnız Güzel San’atları, Sanayii, İktisâdı sevk ve idare etmekle kalmaz, o, Ordu’yu da idare eder. Öyle ki, Atatürk’e göre, “Ordunun zaferlerinin sırrı, orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düstûrlarını rehber ittihaz etmiş olmaktır.” “Muhârebe, iki ordunun çarpışması değildir. Muhârebe, milletlerin çarpışmasıdır. Milletlerin, bütün mevcûdiyetleriyle, ilim ve fen sahalarındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, harslarıyla, maddî-manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. (Öyle ki, eğer) ordu yenilmişse, millet yenilmiş demektir.” “Arzumuz, hâricen İstiklâl, dâhilen bilâ kayd u şart Hâkimiyet-i Millîye’yi muhafaza (etmektir.) … ” O halde, “İlim ve irfan zaferlerine… Yeni ilim ve iktisad zaferlerine…” doğru yönelmelidir. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” dileği, onun, istilâ siyâsetine karşı olduğunu ve tarihi de bu açıdan değerlendirdiğini göstermektedir.

Atatürk’e göre, “Bir milleti yaşatmak için, birtakım temeller lâzımdır. Bu temellerin en mühimlerinden birisi san’attır (zenaat). Eğer, bir millet san’attan ve san’atkârdan mahrûm ise, tam hayata malik olamaz. … San’atsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuş olur. … Bir millet san’ata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur… Milletimiz ordu hey’eti halinde idi. Orduda bir sanatkârın bulunması, hükümdarı meyûs etmişti. Oysa, kimseye muhtaç olmadan mes’ûd ve müreffeh olmakta, san’at elzemdir. San’atın en basiti, en şereflisidir. Hükümdarlar, din kisvesi altında, san’attaki hayat menbalarını başka milletlerin elinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Onlar, halka san’atı bıraktırıp, yabancıların bekçiliğini yaptırmışlardır. Bizi mahvetmek isteyenler ise, san’atın her şubesinde terakkî etmişlerdir. Hâricî düşman, bizi, müstemleke yapmak, içteki düşmanlar ise, halkın parasını elinden almak istemekteydiler. Oysa, ufak dükkânlardan, muhteşem fabrikalara geçilecektir. … Eğer, fakrı, fazîlet bilirsek, asâr-ı sanayide, yine, hâricin haraçgüzarı oluruz. Halkı, talim-terbiye, ilim-irfan yoluyla, ticarette, san’atta ve ziraatte yararlanacak hale getirmeliyiz, sanayi okulları açmalıyız.”

“Hükümdarlar, din kisvesi altında, san’atın gelişmesine engel oluyorlardı”, dedik, ama, “Elhamdulillah, (biz) Müslümanız, dindarız.” “Akla uygun olan, dine de uygundur.” “Nitekim, Türk gelenekleri de İslâma yakındır.” “Dinimiz terakkîye engel değildir.” Bu bakımlardan, “Türkler, daha da dindar olmalıdırlar.” (Ama) “irticaî hareketleri sosyal bir sınıfa dayandırmak da bir hayâldir. Çünkü, halk, o sâf kitle, teceddüd taraftarıdır, terakkî’ye çok kabiliyetlidir. Müreffeh, müstakil ve zengin olmak istemektedir. …” “Halifelik (ise) papalık gibi, kuvvetli değildir.” “Ben, şahsen, halife olmak istemem.” “Unsur-i aslî maariften mahrum bırakılmıştır… Köylüye, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tabiî, tarihî, dinî, ahlâkî bilgi vermek, dört işlemi öğretmek ilk hedef(tir). …” “Telif ve tercüme, hâkimiyet-i millîyenin istinadgâhıdır; ve millî harsın en mühim vasıta-i intişarıdır. Tetkîkat ve Te’lî-fât-ı İslâmiyye Heyeti’nin vazâifi, Hikmet-i İslâmiyye’yi Garp nazariyat-ı il­miyye ve felsefiyye (felsefeleriyle ?)siyle mukayese ve akvâm-ı İslâmiyyenin itikadî, ilmî, içtimaî, ihsaî ve iktisadî hayatlarına ait şuunâtı tetkik ve neşîr ile bir Külliyât-i İslâmiyye vücûda getirmektir” (4. Toplantı Yılını Açış Nutku, (1.3.1923). “Kanûn-u esâsî, cümlenizin malûmudur ki, Kur’ân-ı azîmuşşan’daki nusûstur. … Dinimiz son dindir. Ekmel dindir … akla uygundur” (Balıkesir Nutku). “Asıl kâfir, asrî olmayı küfür sayandır.”

“İlim ve fen teşebbüsatının merkezi mekteptir. Orası, insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, şeref-i istiklâli öğretir… İstiklâli kurtarmayı öğretir. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk san’atı, iktisâdiyatı, Türk şiiri, edebiyatı bütün bedayii ile inkişâf eder. … Memleketimiz için de, efkâr-ı medeniyenin, terakkîyât-ı asrîyenin bilâ ifâte-i ân intişar ve inkişâf etmesi lâzımdır. Bunun için, bütün erbâb-ı ilim ve fennin bu hususta çalışmayı bir vecibe-i nâmûs bilmesi iktiza eder. … Gözlerimizi kapayıp mücerred yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilâkis, müterakkî, mütemeddin bir millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız…. Hiçbir delil-i mantıkîye istinad etmeyen birtakım an’aneler, akîdelerin muhafazasında israr eden milletlerin terakkîsi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkîde kuyûd ve şerâ’iti aşamayan milletler, hayâtı mâkûl ve amelî müşahâde edemezler. Hayât felsefesini vâsi gören milletlerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdurlar… Cehil izâle edilmedikçe, yerimizdeyiz. Yerinde duran, geriye gidiyor demektir. …”

Tahsil-terbiye, “…milletimizin tarih-i tedenniyatında, en mühim âmildir. Onun için, bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurâfelerinden ve evsâf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Şark’tan ve Garb’dan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyye-i millîye ve tarihiyemizle mütenasip olan bir kültür kastediyorum. Çünkü deha-i millîmizin inkişâf-ı tâmmı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. … Harâset-i fıkriyye zemin ile mütenasiptir. O zemin milletin seciyyesidir. Çocuklarımızı, gençlerimizi yetiştirirken, onlara bilhassa mevcûdiyet’i, hakk’ı, birliki ile tearuz eden yabancı anâsırla mücâdele, efkâr-ı millîyeyi kemâl-i istiğrak ile, her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane müdafaa zarûreti telkin edilmelidir. (Bu), yeni neslin kuvây-ı rûhâniyesine zerk edilmelidir. Daimî ve müdhiş bir cidâl şeklinde tebârüz eden hayât-ı akvâmın felsefesi, müstakil ve mes’ûd kalmak isteyen her millet için, bu evsâfı kemâl-i şiddetle talep etmektedir.” Yukarıda, din ile ilgili fikirleri sırasında işaret edildiği gibi, Atatürk’e göre, köylüye, okuma-yazma, vatanını, maariften mahrum bırakılmış memleketini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dinî, ahlâkî bilgi vermek, dört işlemi öğretmek ilk hedef… (tir). Milletimizin inkişâf-ı dehâsı, bittabi, ve bu sûretle lâyık olduğu medeniyete irtikâsı, âlî meslekler erbabını yetiştirmekle ve millî harsı i’lâ ile kabildir… En evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine an’anât-ı millîyesine düşman olan bütün anâsırla mücâdele etmedikçe, anâsır-ı ruhaniye ile mücehhez olmadıkça, cemiyetlere istiklâl ve hayat hakkı yoktur. Memleketin efkâr-ı umumîyesini, cihana, matbuat tanıtır. Matbuat, sedâ-i umumîdir. Rehber ise mekteptir… Halkın sesi hakkın sesidir. “Cumhuriyet, fikren, fennen, ilmen, bedenen kuvvetli, yüksek seciyeli muhafızlar ister. Öğretmenlerin başarısı, Cumhuriyetin başarısıdır. Cumhuriyet, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister. Milleti kurtaracak olanlar, yalınız ve ancak, muallimlerdir.” “Cumhuriyet onlardan yüksek hizmet beklemektedir. Öğretmenler, teceddiid, tekâmül, temeddün yolundaki ordudur; irfan ordusudur.” “Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, hamiyyet, hüsn-i niyet, fedakârlık elzem evsâf. Fakat, yetmez. Bunun yanında ilim ve fen lâzımdır. İlim ve fen, teşebbüsâtın merkezidir. Milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Kurtarıcıların nâmuskâr ve birer âlim olması lâzımdır. Bu hayat, ancak, ilim ve fen ile olur.” “İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Garptan, Şarktan, ilim ve fen nerede ise, oradan alacağız; ve, her ferd-i milletin kafasına koyacağız. Dünyada, her şey için, hayat için, en hakikî mürşit ilimdir ve fendir; bunun aksi, gaflettir, dalâlettir.”

Atatürk’e göre, “Medeniyetin esası, kendisini terakkide bulur.” “Terakki ise, aileye dayanır.” “Aile, toplumun temelidir”, “Toplumun temeli ailedir.” Demek ki, medeniyet, dolayısıyla, aileye dayanır. A. Compte da, yukarıda temas edildiği üzere, Aile’yi, Devleti, (Sosyal) Sınıfları, Mülkiyeti ve Dili içerisine sokmuş olduğu “sosyal statik”ten sayar. Aile çözüldü mü, toplum çözülür, dağılır; yok olur. Compte’a göre, toplumdaki “union” (vahdet, ittihâd) fikri ile toplumdaki “progrès” (terakkî) fikri arasında bir “correlation” vardır. -“Jön Türkler”, bu fikri, Ahmet Rıza’da olduğu gibi, “ittihâd-ı anâsır” fikrinin temeline almış, “Méchevéréte” gazetesinin “motto”su halinde, “Union et progrès” (İttihâd ve Terakkî) olarak kabul etmiş, sonra, o “motto”yu değiştirmiştir. Ailenin toplumun temelini oluşturduğu fikri, Türklerde çok eskiden beri mevcut idi.[26] Çocuklar, aslen, ailede eğitiliyor, ana dillerini ailede öğreniyorlardı. (Ana dili kavramının kökü). Atatürk’e göre, “Mâzimiz, geniştir, derindir. Bu mâzi, Osmanlı, Selçuklu ve öteki Türk devletlerinden oluşur. Gayr-ı millî terbiye, (aileyi, dolayısıyla, toplumdaki) birliği sarsar, ortadan kaldırır, mahveder. Bugünkü intibakımızı, biz, maziye borçluyuz.” Bu demektir ki, olumlu değerlerin çoğu, ailede öğrenilir. İşte, Atatürk’ün “Mütefennin olmak yetmez, seciyye lâzımdır.” “Harâset-i fıkriyye, zeminle mütenasiptir. O zemin, seciyyedir; seciyye-i millîyedir.” “Ama, harsı, karakter diyebileceğimiz seciyyeye indirmem elidir.” “İlim ve fen, seciyye-i millîyeyi inkişâf ettirir.” sözlerini birlikte kaydedip, onların bağlantılarını gözönünde bulundurmak lâzımdır. Bu suretle anlaşılmış olur ki, ilim ve fennin zemini olmak açısından, seciyye, seciyye-i millîye, ilim ve fennin sebebidir, bir başka açıdan, ilim ve fen ile inkişaf etmek, ettirilmek açısından ise, seciyye, ilim ve fennin neticesi olmaktadır. O, Atatürk’ün, kültür, hars ve medeniyet tariflerinden birinde vermiş olduğu, “(Kültür) icad ve ibda kabiliyetidir” de. Ama, bu tarifi, kültürün yine Atatürk tarafından yapılmış olan “temizlik, yükseklik, insanlık, saflık, (insan) tabiat(ın)ın feyizlerindendir”, “insanım diyen bir vasıf” tarifleri ile birlikte, “milletimizin sâf seciyyesi istidadla mâlîdir”, “Türk milleti zekîdir; Türk milleti çalışkandır”, “Türk milletinin unutulmuş medenî vasfı, âtînin medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır” sözleriyle birlikte mütalâa edilmelidir.

Türklerin olumlu değerlerini, Câhız Fezâ’il ul-Etrâk’inde’,[27] Yusuf Has Hâcib Kutadgu Bilig’inde[28] , Atatürk Söylev ve Demeçlerinde[29] saymıştır. Aydın Sayılı, bilimin, insanı, dürüst, tarafsız, sabırlı, alçak gönüllü, açık görüşlü kıldığını, mistiklikten uzaklaştırdığını, gelenek saplantısını önlediğini söyler.[30] İşte tam bu noktada, bilimin yapıldığı zemini oluşturan değerler mi önce gelir, yoksa, bilim mi önce gelir ve onları oluşturur meselesi bulunur. Fârâbî, aynı problemle, Sapientia (Hikmet, Bilgelik) ve Scientia’nın (bilim) aynı anlama geldiğini, bunun tarihî köklerini göstererek, söylediğinde, merkezî problem olarak ilgilenmiştir;

Hikmet=Bilimle uğraşmanın ön ahlâkî şartlarını saymıştır.[31] Atatürk de, hattâ siyâset konularında bile, halka doğruyu söylemek gerektiğini vurgulamıştır.[32] Bir başka münasebetle de “Ben sahtekâr değilim, halkımın önünde, halkımın şerefine kadeh kaldırıyorum” diye eklemiştir.[33] Bir grup XX. yüzyıl filozofu da “bilim, değere dayanır. Bilim, değerle yapılır. Değer, ön şarttır” uyarısında bulunmuşlardır.[34] Araştırıcıların, XIX. yüzyılın sonuna yerleştirdikleri XI. yüzyılın adamı Gazneli’ye hizmet arzetmiş, büyük Türk bilgini Beyrûnî de aynı kanıdadır.[35]

Yanında Aydın Sayılı’nın dünyada ilk Bilim Tarihi doktorasını yapmış olduğu, hocası, Harvard’tan G. Sarton, bilimin, dil, din, cins, ırk değerlerinin dışında olan ve onları aşan, insanın bir ortak değeri olduğunu vurgularken, hem, vatan, millet, aile, eş ve çocuğa ilişkin değerleri paranteze almış olduğu bir hümanizma anlayışı geliştirmiştir, hem de, Humanitas’tan (“Humanite”ler. İnsanı insan yapacak bilim değerleri. Orta Çağ’daki Trivium: Gramer, Retorik, Diyalektik, Quadrivium: Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik), Humanismus’a (“Hümanizma”. İnsanı hangi değerlerle eğitelim ki, o, insanlaşsın, insan olsun, adam olsun) geçilebileceğine inanmıştır; hayatını bu yolda yaşamıştır. Hıımanismus’un, Philantropie (İnsan sevgisi. İnsanı sevmek), Humanitarisme, hattâ Caritas (Tanrı İsa’da insanı sevmek) ile karıştırılıp durması bir yana, onun Humanitas’tan çıkıp çıkmadığı meselesi, daha, halledilmiş, tartışmalar dinmiş değildir.[36] Bu mesele halledilmiş, mütefennin ve seciyye kavramları arasında, hattâ, matematik sistemler kadar bir ahenk sağlanmış olduğu tahayyül edilmiş olsa bile, sorunlar bitmemektedir. Başta Varlık, Bilgi, Değer’e ilişkin sorunlar olmak üzere, Futurs Contingents (İstikbale matuf tekil önermeler acaba şimdiden doğru mudur, yoksa yanlış mıdır?), Cuneyd ile Hakan’ın tartıştığı Akıl-İman, Sapientia-Vahiy meselesi… gibi. Bunlar, çözümlerin değil, soruların, sorunların ebedî olduğu alanlardır. İşte Aydın Sayılı’nın “Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve Atatürk” (Erdem, Cilt I, Sayı 2, 1985) adlı makalesini bu açıdan değerlendirmek gerektir.

Sayılı’nın, bu makalede, Atatürk’ün harâset-i fikriyye’yi, arı bilimi, temel bilimleri, toplumda terakkî etmek vak’asının temeline koymuş olduğu değerlendirmesine ilişkin olarak bildirmiş bulunduğu doğrulara katılmamak mümkün değildir. O doğrular şunlardır: Toplumumuzun, halen, Batı’nın bilim seviyesinde bulunamamış olmasının sebeplerinden birisi, medrese programlarına arı bilimlerin konamamış olmasıdır; arı bilim olmadan da yüksek teknoloji yaratılabileceğine inanılmış olmasıdır (II. Mahmûd’un “Islahat”ı); Batı üniversitelerindeki bilgileri taşıyıp, ülkeye getirmenin “temeddün, teceddüd, terakkî” için yeterli sayılmış olmasıdır; arı bilimin, temel bilimlerin, bir “müdâvele-i efkâr” sayılıp (Maarif Nâzırı Safvet Paşa), arı bilimde, temel bilimlerde, bilimsel contribution’un (bilimsel bilgi kitlesindeki gerçek ve orijinal artış) anlaşılamamış olmasıdır; arı bilimin “şart-ı ha­yât” olmasıdır; onun yerinde saymayıp, hep, ilerlemesidir; dünyada, harâset-i fıkriyye konusunda, daima, bir etkileşim yaşanmasıdır; arı bilimin (temel bilimlerin) yüksek teknolojinin temelinde bulunmasıdır; akılın, bilimin temelinde olmasıdır; arı bilimin=temel bilimlerin Hürriyet ve îstiklâl’in bir ön şartı olmasıdır; Atatürk’ün, Batı’ya ulaşma ve Batı’yı geçmenin, ancak ve ancak, arı bilimle gerçekleştirilebilecek bir hedef olduğunu gören ilk Türk devlet adamı olmasıdır.

Ama, Aydın Sayılı’nın, Gazâlî’nin arı bilim ve felsefe aleyhine oynamış olduğu bir rolü bulunduğuna ilişkin çalışma hipotezine de, aynı derecede, katılmak mümkün görünmüyor, hele, Cuneyd-Hakan tartışması misâli önünde.[37] Bununla birlikte, Sayılı’nın, bilim, irşâd eder, fakat, tahmil ve icbar etmez diyen sözlerinden de haberdar bulunuyoruz.[38] Sayılı’ya göre, bilim, bizatihi olarak ne iyidir, ne de kötü. Ama, iyi ya da kötü amaçlar için kullanılır; biz, bilimden, bilim adamları vasıtasıyla haberdar oluruz. Atatürk’e göre, mürşit olan, bilimin tâ kendisidir. Sayılı, bu incelemesinde, Humanitas’’tan nasıl olup da Humanismus’a geçilebileceği, değerlerin oluşumu ve dönüşümü meselesini tartışmamış, sadece “geçilir” diye bir tercih yapmıştır. Atatürk, “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir” demekle, bu hayat denen müdhiş cidâl’de, toplum olarak, varlıkta kalmak istiyorsak, mürşid olarak arı bilimi temele koymalıyız, “çünkü, temeddün, teceddüd ve, asıl, terakkî ancak onunla mümkündür”, diyor; yoksa, Humanitas’tan (ilim ve fen, arı bilim, temel bilimler), Humanismus’un (Seciyye) varlığı çıkar gelir demiyor; seciyye’ye ilim, fen varlık verir demiyor.

Atatürk’e göre, millet, halk demektir. Millet, karşıt sınıflardan değil, işbölümüne dayalı, mütesanit bir vahdetten oluşur. Halkın sesi, hakkın sesidir. Atatürk’e göre, toplumu, din ve mezhep değil, milliyet biribirine bağlar. Millet kavramını irdelerken de, Atatürk’ün iktisad kavramına ağırlık vermiş olduğu görülmektedir. Öyle ki, halkın veya milletin i’tilâ ve inhitâfı, iktisadın fonksiyonudur. Ama, biz, Atatürk’e göre, buna önem vermemişiz. Bu yüzden, Osmanlı devrinde, millî bir devir idrâk etmemiz veya millî bir tarih yaşamamız mümkün olamamıştır. Çünkü, “tacdâr”lar iç siyâseti “asıl”, dış siyaseti ise onun bir “lâzım”ı yapacak yerde, bunun tersini yapmışlardır; “unsur-ı millî”yi heba etmişlerdir. Öyle ki, zabt edilen yerlerde bulunan yabancılara, dil, din, görenek, gelenek bakımından serbestî tanımışlar, “ihsân-ı şahane”, ‘lütuf’, “atıyye” adı altında, imtiyazlar ve müsaadât (capitulation) vermişler, “unsur-ı aslî”yi, hayat kaynaklarından koparmışlardır.

Yabancılar da, bu istisnaları ve mümtaziyetleri, “hakk-ı mükteseb” saymışlar, daha fazlasını istemişlerdir. “Tâcdâr”ların “debdebe”lerinin ardından istikrâz ve iflâs gelmiştir; buna, bir de, menfaatperestlerin davranışları eklenmiştir. Sonunda yabancıya vergi salmak, vergi toplamak, gümrük ve rüsû’mu memleket ihtiyacına göre tanzim etmek mümkün olamamıştır. Böylece, yabancıya, “hakk-ı kazâ”yı uygulayamamak ve demiryolu gibi teşebbüslerin müdâhale ile engellenmesi sonucunda, halk, millet, onların müstameresi (sömürgesi) ve esîri olmuştur. Bunun anlamı, istiklâlin ortadan kalkmış olması demektir.

Amma, Türk milleti ve memleketin “unsur-ı aslî “si yok edilememiştir. Millet, hayatım., şerefini ve nâmûsunu kurtarmak için, “müttehid” ve “mütesanid” olarak, “kemâl-i azm” ile, mücâdeleye atılmıştır; Millî Devre, Halk Devresi başlamıştır.

Atatürk, millî devir’ de, Mîsâk-ı Millî den, hâkimiyet-i millîye’ den ve irade-i millîye’ den, yani, Cumhuriyetten başka, seciyye-i millîye, an’anât-ı millîye, tarîh-i millî, iktisâd-ı millî, rûh-ı millî, hiss-i millî, vicdân-ı millî, efkâr-ı millîye, mefkûre-i millîye, terbiye-i millîye, nâmûs-u millî, millî izzet-i nefis’ten de bahsetmiştir. Millî devre, hem, Mîsâk-ı Millî’nin bildirilmesidir, yani, “istiklâl-i tâmm”dır, ve, iktisadın gelişmesindeki engelleri ortadan kaldırmaktır, hem de, “anayasaya dayalı Türkiye devletinin doğması”dır, “hâkimiyet”in “kayıtsız şartsız” milletin olduğunun ilân edilmesidir. Hâkimiyet-i millîye, irade-i millîye, budur. Bunun anlamı, “teşriî” ve “icraî” kuvvetlerin sahibinin halk olduğudur, millet olduğudur. “Halife” gibi bir ferdin veya herhangi bir zümrenin olmadığıdır. Artık, halk devri, millî devir, millî tarih, “sabanın fonksiyonu” olarak takdîr edilmiş bulunmaktadır. Fakr’ı terkederek, insanca yaşamak ile, ülkeye, çalışanların, kazananların, zenginlerin ülkesi olmak yolu da açılmıştır. İşte bu, teceddüd ve temeddün yoludur. Lausanne’da istediğimiz, “tabiî, meşru, lâzım” olan hakkımızın teslimidir.

Atatürk’e göre, işte, söz konusu olan bu günümüzü, biz, mazimize, müsbet seciyyemize borçluyuz. Eğer, bu vahdet, bu tesanüd ve millî birlik bozulursa, “tahkîr ve tezyîf’ ediliriz; “yabancıların avı” oluruz. Çünkü, hayât-ı akvâm, “müdhiş bir cidâl şeklinde tecellî eder.” İlim ve fen, işte bu yüzden, “sebeb-i hayât’ olmaktadır. İlim ve fen, muasır medeniyet’ te bulunur; “şart-ı hayât, bu medeniyetin yolunda durmadan yürümektir.” Aksi halde, o “hurûşân sel”de boğulup gideriz; “terakkî, bu medeniyet yolunda yürümek, teceddüde vâbestedir.”

Amma, “hayâta hâkim olan ahkâm”, zamanla tagayyür eder; tekâmül eder; teceddüd eder (yenilenir, yenileşir). Müesseseleri ve zihniyeti eskimiş toplum, ancak teceddüd yoluyla temeddün eder; terakkî eder; ileri toplum düzeyine çıkar. Terakkînin temeli, ailedir. “Millet, idare-i umumîyesinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyacâttan mülhem ve ihtiyacın tebeddül ve tekâmülüyle, mütemadiyen tebeddül ve tekâmül etmesi esas olan dünyevî bir zihniyet-i idareyi mâbihilhayât addeylemiştir” (yani, ihtiyaca tâbi olan bir değişme ile var olan, varlık kazanan) (değişme temeldedir). Bu hayatta, tahavvülden tahavvüle geçilmektedir; tagayyür görülmektedir. Öyleyse, kurumlarda da, zihniyette de dinamik olmak gerekir. Bu da inkılâb, tekâmül, teceddüd’dür. ‘Türk inkılâbı nedir?” “Bir tahavvüldür.” İlk bakışta ihtilâl gibi görünür. Ama, inkılâp, ihtilâlden daha geniş, çok fazla, çok yüksek, muazzam bir inkılâbı ifade eder. O, teceddüdle, muasır, yani, yüksek medeniyete rasyonel ve plânlı bir şekilde katılımdır. Onun seviyesine yükselme, ancak ve ancak, ilim ve fen yoluyla, “harâset-i fıkriyye” (culture intellectuelle) ile olur; başka yolla olmaz, olamaz. O seviyede tutunmak, hiç durmadan medenî eserler vermekle mümkündür; medenî eserler verilemezse, muasır medeniyete katılmak şöyle dursun, ortada, millet için ne hürriyet ne istiklâl kalır. O sebeple, bu “hayatta, en hakikî mürşit ilimdir, fendir.” Amma, sadece mütefennin olmak da yetmez; millî seciyye gerekir. O seciyye içerisinde evrensel değerler yer almıştır. İlim veya bilim, süs değildir; tasallut, hâkimiyet, hâkim olma, hükmetme, hükmü altına alma da değildir. Kudret ve kuvvet sahibi olma vasıtasıdır; amelîdir. Onu nerede bulursak, oradan alıp her “ferd-i millet”in zihnine yerleştirmelidir. Terakkî yolunda durmadan ilerlemek, “şart-ı hayâftır. Medeniyete teceddüd demeyen, bedbahttır Çünkü, teceddüdü, milletin vicdanı istemektedir. Gerçek müceddid, milletin vicdanındaki isteği keşfedendir. Türk milleti, seciyyesinde, müteceddiddir, inkılâpçıdır.

Bu ana kavramlar ve fikirler temelinde izlenecek kültür politikaları, 1920-1938 arasını dikkatlerden uzak tutmaksızın, şunlardır: Cumhuriyeti idâme etmek. Bunu temin için, “fikren, ilmen, bedenen, fennen” kuvvetli muhafızlar yetiştirmek. Bu görevi öğretmenler üstlenecektir. Öğretmenler başarılı olursa, Cumhuriyet başarılı olur. Milleti öğretmenler kurtaracaktır. Onlardan, işte bu hizmet beklenmektedir. Cumhuriyet ve istiklâli korumak için, “medenî bir hey’et-i içtimaiyye”ye dönüşmek. Millî birliği geliştirmek, kuvvetlendirmek. Memleketi, milleti en müreffeh, en mamur, en medenî hale getirmek. Memleketi asrî (Garbî, Avrupaî, Batılı), müteceddid, müstakil, zengin kılmak. Fakr’ı terketmek, yenmek. Bir “Avrupa Türkiyesi”, Batıya dönmüş bir Türkiye, “bir asr-ı hâzır Türkiyesi”, “asrî bir Türkiye”, “garbîleşmiş bir Türkiye” yaratmak. Medenî memleketlerin “seviye-i irfanlarına” bilfiil muvâsalat etmek. Bunu temin etmek için, yanlış, köhne zihniyeti ve kurumları kaldırıp, onların yerine teceddüd ve inkılâblar yoluyla, doğru ve yeni zihniyeti ve müesseseleri koymak. İlk tahsili, okuma ve yazmayı yaygınlaştırmak. Orta ve yüksek tahsili gerçekleştirmek. İstanbul’da, Ankara’da, Van’da üniversiteler açmak. Te’lif ve tercüme eserlerin neşrine hız vermek. Millî harsı yaymak. Lâtin alfabesi esasındaki yeni Türk alfabesini herkese öğretmek. Öyle ki, herkes, hızla okuma yazma öğrensin de “terbiye-i siyâsiyye”den pay alsın! Dil, tarih, san’at gibi bütün kültür unsurlarında ilerleme kaydetmek. Millî ülküyü gerçekleştirmek: Güzel sanatlarda, ilimde, teknolojide gelişmek, yükselmek, durmadan ilerlemek. Türklerin unutulmuş medenî vasfını tekrar, yeniden diriltmek, her çığırda açmak, geliştirmek, yükseltmek. Millî kültürü, muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak. Terakkî, temeddün, teceddüd, inkılâb yolunu tıkamak isteyenleri bertaraf etmek.

LÜGATÇE

Ahkâm: Emirler, hükümler.

Add etmek: Saymak, itibar etmek. Afv: Affetme.

Ahvâl: Durumlar.

Âlî: Yüce, ulu.

Âmâl: Dilekler, istekler.

An’anât: Gelenekler.

Asr-ı hâzır: Şimdiki çağ.

Asrî: Zamana uygun, modern.

Âtî: Gelecek, gelecek zaman.

Bilâ kayd u şart: Kayıtsız ve şartsız. Bilfi’il: Gerçekten, edimsel olarak. Bittabi: Doğal olarak.

Ceberût: Zorbalık, merhametsizlik. Cem’iyet-i beşeriye: İnsan topluluğu. Cidâl: Savaş.

Debdebe: Görkem.

Dehâ-i millî: Millî dehâ.

Efkâr-ı millîye: Millî fikirler.

Erbâb: Ehiller, sahipler, mâlikler.

Esbâb-ı hayât: Hayatın gerekleri.

Fâzilet: Erdem.

Fenn: Bilim.

Ferd-i millet: Ulus ferdi.

Feyiz: Verimlilik, bolluk, cömertlik.

Garbîleşmiş: Batılılaşmış.

Hafîd: Torun.

Hâkimiyet-i millîye: Millî egemenlik.

Hakk-ı hayât: Yaşam hakkı.

Hakk-ı hürriyet ve istiklâl: Özgürlük ve bağımsızlık hakkı. Hakk-ı kazı: Yargılama yetkisi.

Hakk-ı mükteseb: Kazanılmış hak.

Harâset-i fıkriyye: Düşünümsel kültür.

Hâssa: Özellik.

Hayât-ı akvâm: Ulusların yaşamı.

Hey’et-i içtimaiyye: Toplum, topluluk.

Hurûşân: Coşkun.

İbda’: Yaratma.

İcrâî: (Kanunu) uygulama.

İçtimaiyat: Toplum, toplumbilim.

İflâs: Batma, batkı.

İhtilâl: Devrim, kargaşa, köklü değişim.

İktisadî: Ekonomik İnhitât: Düşme, gerileme.

İnkılâb: Evrim, dönüşüm.

İnkişâf: Gelişme, gelişim.

İnkişâf-ı dehâ: Dehânın gelişmesi.

İntibah: Uyanma.

İrade-i millîye: Millî istek.

İrtikâ: Yükselme.

İstiklâl: Bağımsızlık.

İstiklâl-i tâmm: Tam bağımsızlık.

İstisnaiyet: Ayrıcalık.

İzzet-i nefis: Şeref, onur.

Kani’: İkna olmuş, kanaat getirmiş. Kemâl-i azîm: Azmin son derecesi. Köhne: Eski.

Mâbihilhayat: Yaşamaya neden olan. Medeniyet: Uygarlık.

Mefkûre: İdeal, ülkü.

Mertebe-i medeniyet: Uygarlık derecesi. Mîsâk-ı millî: Millî antlaşma.

Muasır: Aynı çağdaki en ileri uygarlık. Muvâsalat: Ulaşma.

Müdâhale: Karışma.

Müessir: Etkili.

Mümtaziyet: İmtiyazlı.

Müsâmaha: Göz yumma.

Müstamere: Sömürge.

Müteceddid: Yeni gelişmelere açık. Mütemeddin: Uygar.

Mütesanit: Dayanışık.

Müttehid: Birleşik.

Nâmûs-u millî: Millî onur.

Netâyic: Sonuçlar.

Ruh-ı millîye: Millî ruh.

Rüsum: Vergiler.

Seciyye: Yaratılış, huy, karakter.

Tâcdar: Padişah.

Tagayyür: Değişme.

Tahavvül: Değişme.

Tahkîr: Onur kırma.

Tezyîf: Aşağılama.

Teceddüd: Yenilenme.

Tekâmül: Olgunlaşma.

Tekevvün: Meydana gelme.

Temeddün: Medenî.

Vabeste: Bağlı.

 

[1] Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün Yaşam Felsefesi”, Bilim ve Teknik, s. 14, Kasım 1984, 204, Krş., Mübahat Türker- Küyel, Atatürk’ün Sa’âdet Anlayışı Hakkında Bir Deneme, AKM, 1997.

[2] Câhız, Fezâ’ il ul-Etrâk, Şeşen Neşri, TKAE 1967.

[3] Emel Esin, Türk Kültürü El Kitabı, İstanbul 1978. Krş., Fârâbî’deki “Merâtib ul-Mevcudât” fikri.

[4]          Krş., “Bilgi Çarkı” (Sidharta). “Tilgen”. Emel Esin, a.g.e.

[5] Mübahat Türker-Küyel, “Türklerde Adâlet Kavramının Ontolojik Bir Temeli Var mıdır?”, 10. TTK Kongresi’ne tebliğ, 22-26 Eylül, 1986, 737-742, TTK, Ankara.

[6] Krş., Mübahat Türker-Küyel, “Yesevî’den Hasan Dede’ye Gönül Erenlerinin Öncelleri Var mıdır?”,

  1. Türk Kültürü Uluslararası Kongresi, 1997, AKM.

[7] Cemil Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, AKM, 1997.

[8] Mübahat Türker-Küyel, “Kut, Fârâbî ve İbn Sînâ’daki el-‘Akl el-Fa’âl İçin Bir Temel Oluşturabilir mi?”, İbn Sînâ Armağanı, TTK, Ankara 1984, s.389-590.

[9] Mübahat Türker-Küyel, “İki Gemi Türü”, Erdem, Cilt II, Sayı 4, 1986, 373-349.

[10] Burada, “privation”, “négation “ve “néant” terimlerini dikkatle biribirlerinden ayırmak gerekir.

[11]        Mübahat Türker-Küyel, “Yesevî’den Hasan Dede’ye Gönül Erlerinin öncelleri var mıdır? “, IV.

Türk Kültürü Milletlerarası Kongresi, 1997, AKM.

[12]        Haraza Zülfikar, “Gâzî Paşa Balıkesir’de”, Türk Dili, 555, Mart 1998. (Balıkesir Hutbesi), TDK.

[13]        “We hold these truths to be selfevident, that all men are created equal, that are endoved by their Creator with certain unalienable rights, that among these are life, liberty and the pursuit of happiness…”, The Declaration of Independence, July 4, 1776.

[14]        Fezâ’il, s.77.

[15]        Feza’il, s.89. Krş., “Atatürk’ün Sa’âdet…”, s. 14.

[16] Bedia Akarsu, Alılâk Öğretileri, I. Krş., Mübahat Türker-Küyel, “Kutadgu Bilig’de Toplumdan Kaçış”, Erdem, Cilt 9, Sayı 26; Mübahat Türker-Küyel, “Kutadgu Bilig’de Aile”, Bilge, Sayı 3, 1995.

6

[17]        “Gerçek” kavramı için bkz., O. Fikri Sertkaya, “Çın,Doğru,Gerçek”, Türk Dili, LV, 436, Nisan 1988, s. 175-181.

[18]        Mübahat Türker-Küyel, “Türklerde Adâlet Kavramının Ontolojik Bir Temeli Var mıdır?”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 22-26 Eylül, 1986, III. Cilt, s. 735-742, (1991), TTK Bsm.

[19]        J.P. Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, İstanbul, İşaret, 1996, s. 243 vd.

[20] Aydın Sayılı, Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, Ankara 1967, TTK; Harmatta, “Inscriptions Runiques Turques en Europe,” Erdem, Cilt 3, Sayı 7, 1978. Krş., Mübahat Türker-Küyel, Halı Konusu Hiç Felsefenin Görüş Alanına Girebilir mi?, s. 12, AKM, Ankara 1998 (Arış Dergisi’nin IV. sayısının ilavesidir).

[21] Ahmet Temir, Türkoloji Tarihinde Wilhelm Radloff Devri, Ankara 1991.

[22]        Hilmi Ziya Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, I-II, Selçuk Yayınlan, İstanbul 1966.

[23]        Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, Pınar Mtb., İnsan Ya., İstanbul 1986.

[24]        Aydın Sayılı, Hayatta En Hakîkî Mürşit İlimdir, 1948, Ankara, MEB.

[25] A. Sayılı, incelemelerinde, Atatürk’te, “ilim” ile “fen”nin, arı bilim, temel bilim anlamına geldiğini göstermiştir. “Fen”ni teknoloji sanmak bir yanılgıdır.

[26]        Özellikle yabancı seyahatnameleri, Emel Esin ve J.P. Roux’nun incelemeleri. Krş., Mübahat Türker- Küyel, “Kutadgu Bilig’de Aile”, Bilge, Sayı 3, 1995.

[27] Mübahat Türker-Küyel, “Millî Ahlâk Unsurları Üzerine Ön Düşünceler”, Erdem, Cilt IV, Sayı 11, 1988, Ankara 1989, s. 355-361.

[28] Ay. yer.  

[29] Ay. yer.

[30]        Aydın Sayılı, Hayatta En Hakîkî Mürşit İlimdir, 1948, Ankara, MEB.

[31]        Ahmet Ateş, “Fârâbî Bibliyografyası”, Belleten, 1950.

[32]        Hamza Zülfıkar, “İbâdet Dili Olarak Türkçe ve Atatürk’ün Bu Konudaki Düşünceleri”, Türk Dili, 555, Mart 1998; “Gâzî Paşa Balıkesir’de”, s. 182-193, 175-193.

[33]        Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, AKM, 1990.

[34]        I.M. Bochenski, Contemporary European Philosophy, University of California Press, Berkeley-Los Angeles, 1961.

[35]        Mübahat Türker-Küyel, “Bilimin Felsefeye Dayandığı Görüşünün Bir Timsâli Olarak Galenos”, Erdem, Cilt IV, Sayı 11,1988, Ankara.

[36]        Mübahat Türker-Küyel, “Klâsik, Skolastik, Modern”, Türk Klâsik Çağ Araştırmaları Kurumu, I. Sempozyum, 2-4 Şubat, 1976, Ankara 1977, TTK, 29-42; A. Sayılı, “Hümanist Düşünce ve Bilim”,

Klâsik Çağ Araştırmaları, II. Sempozyum, 1977, Ankara 1981, TTK, s. 20-40.

[37]        Mübahat Türker-Küyel, “Türklerde Felsefe Geleneği”, Türk Yurdu, 11 Nisan 1991, 5-14; Mübahat Türker-Küyel, “Dil mi Diller mi”, Türk Yurdu, 11 Kasım 1991, 14-22.

[38] Mübahat Türker-Küyel, “Hayatta En Hakîkî Mürşid İlimdir” (Tanıtma Makalesi), Erdem, Cilt VII, Sayı 19, Ocak 1992, s. 932-937, Ankara 1992; Araştırma, 14.

 

[i] Bu makale, Atatürk Kültür Merkezi’nin süreli yayın organı Erdem Dergisinin “Cumhuriyet Özel Sayısı-III” (Cilt 11, Sayı 33, Ocak 1999, s. 961-988)’den alınmıştır.

[ii] DTCF, Felsefe Bölümü, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Em. Öğretim Üyesi.

Yazar
Mübahat Türker-Küyel

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen