Süleyman DÖNMEZ
Yakın zamanlarda Osmanlılıktan Türklüğe, şimdiler de ise Türklükten Türk vatandaşlığına geçmeye çalıştığımız, esasen birkaç yüzyıllık kültür değişmelerinin fırtına sonu parçalanmışlığını ve perişanlığını yaşadığımız 21. yüzyılın ilk kertesinde de klasik paradigmanın baskısıyla dedem Sokrates’in “Kendini bil!” emrine nispetle yöneltilen “Ben kimim?” sualine hâlâ tatminkâr bir cevap verilememiş görünüyor. Sokrates’ten 2.500 yıl sonrasında da öneminden ve kudretinden pek bir şey kaybetmemiş olan bu suali, küreselleştirilen[1] dünyanın iniş çıkışlarında yuvarlanırken çaresizliğin sürüklediği bir duygusallığın baskısıyla, varlığını ancak diğerlerini ötekileştirerek fark ettirme ve koruma telaşına düşen bir güruha nispetle çoğullaştırarak tevcih edeceğim. Ve geçmişini bilen için şöyle sesleneceğim: “Biz kimdik?” Dününü unutan bilmeze ise hitabım şöyle olacak: “Biz kimiz?”
Sahi kimiz biz; Osman oğullarından kalma Müslüman mıyız, Türk müyüz; yoksa Müslüman-Türk müyüz? Bu tür sualler son on yıllarda sıkça yöneltilirdi, lâkin bugünlerde demode olmuş görünüyorlar. O zaman bu sualleri şimdilerin jargonuna uydurarak şu şekilde yeniden soralım: Sahi şu biz eski Türkler, yenilerde; Türk vatandaşı mıyız, Türkiye vatandaşı mıyız, yoksa ‘küreselci’ Müslüman mıyız?
Masum suallerime verilecek muhtemel cevaplar, büyük tartışmalara kapı aralayabilir. Aralamalıdır da. Zira yakın tarihimizi çözümlemek isteyen pek çok sosyal bilimcinin üzerinde durduğu ve durması gerektiği ikircikliliğin hasbıhâlini ister bu sualler. Ben de böylesi bir tecessüsle, sonuç getirme ihtimali düşük tartışmaları mümkün olduğunca öteleyerek, dünlerde yeterince, bugünlerde gereğinden fazla değersizleştirilen birkaç değerin izinden giderek, belki de kaçınılamayan kültürel değişmelere muâfık parçalanan “ben”ler arasında kaybolan “bizi” arayacağım. Arzum, kesinlikle olgulara bağlı görünen çözümleyici ya da inşa edici fikirlere tutunarak salt akademik bir nümayişin içinde kaybolmak değil. Bu nedenle gönül telinin titrek nağmeleriyle bestelenen semi-akademik bir duygusallığın körüklediği serzeniş düşünceler arasında, gidip geleceğim.
Kayıp Medeniyet: Anadolu
Anadolu, çilekeş Türk insanının yurdu… Sen ki, seni var eden ve yaşatan kimliğini ve değerlerini seyirci bakışlara kapatan muhafazakâr… Modern bilimin ve çağdaş sanatın gönül telini titretmeyen metotlarıyla keşfedilemeyen muamma… Muazzam bir maziye sahip olan Türk’e yurt olmakla Türk kültürünü İslami değerlerle buluşturan, Anadolu’da ve Rumeli’de kazanılan bilgi ve tecrübe ile taçlanan medeniyet… Türk’ün millî karakterinde müşahhaslaşan değer… Yazık! Devler yolunu kesti… Kirli eller ümüğünde… Ölüyorsun… Öldürülüyorsun… Küreselleşiyorsun, küreselleştiriliyorsun…
Küreselleşme, son yıllarda Türkiye’de de dillere pelesenk edilen, amma velâkin “ne” olduğu çok da açık olmayan küreselleştirilen dünyanın önünde duran kaygan ve yuvarlak bir kavram. Öyle ki, kimine göre, kaçınılması mümkün olmayan değişime müsavi olgusal bir durum; kimine göre, ilerlemeleri ve gelişmeleri karşılıklı olarak etkileyen ve yönlendiren modern bir değer… İster olgusal bir zorunluluk, ister kuşatıcı bir planlama olsun, bence, bugün içinde var olmaya çalıştığımız dünyada kerhen karşılaşmak zorunda kaldığımız bir gerçeklik küreselleşme ve küreselleştirme. Bu yapıda sıkıntı doğuran nokta, belki de doğal bir olgu olan değişime müsâvî küreselleşen dünyadan çok öte; kültürel, siyasi, ekonomik açmazların girdabında küreselleştirilen ve tüketilen değerler. Zira bugünün dünyasında etkin olanlar, küreselcilerden daha çok, küreselliğe tutunan küreselleştiriciler.
Küreselleştiricinin küreselci ayakları önce kültürler arasında çatışmalar yaratıyor.[2] Daha sonra da yerleşik algıya muhalif, değerler kutsiyetinden arındırılıyor. Bu ise çoğulculuk, kültürel farklara saygı, farklılıkların korunması, çağdaşlık, evrensellik gibi, alengirli laflarla sunuluyor. Lakin varılan nokta, nedense vaad edilenin aksi oluyor hep. Öyle ki, küreselleştiricinin parmak attığı her toplumda, değerler tersyüz oluyor; mesela huzur için varolan din huzursuzluk kaynağına, güven için varolan aile, toplum, millet güvensizlik membaına dönüyor. Hemen ardından da usta manevralarla küçülen dünya âdeta özelde Amerika genelde ise Batı kültürünün hâkimiyetine sokuluyor. Bu süreçte ekonomik güç, yönlendirici; siyasal yaptırımlar, tahripkâr oluyor. Yavaş yavaş yenidünya düzeni masalıyla Eskidünya, hedeflenen doğrultuda yeniden inşa ediliyor. Ya son nokta? Ulus devletlerin tek düze bir ‘Amerikan-Avrupanizme’[3] dönüştürülmesi…
Türkiye de nice zamandır bu çarkın dişlileri arasında… Mütemadiyen çok yönlü dönen çark, her devirde Türk insanını ayakta tutan birkaç değeri, değersizleştiriyor. Küreselleştirici tiyniyet için ise her türlü dışsal değer metadan öte bir anlam taşımıyor. Sadece tek yönlü çıkar hesapları önemseniyor. Bu nedenle de değerlerin küreselleştirici lehinde harcanmasında herhangi bir sakınca görülmüyor…
Küreselleştiricinin önünde savrulan Türkiye’nin de bu sürecin dışında kalamadığı ve kalamayacağı malum. Türkiye de değişiyor, değiştiriliyor. Ama ne yönde?
Küreselleştiricinin oku, nice zamandır düne kadar milliyeti soy meselesine indirgemeksizin millî kültür ve mensubiyet bilinci sayan Anadolu şuurunu vuruyor en çok. Küreselleştiricinin her vuruşunda da yaralanan, kültürlerin üst kültürle olan ilişkisinde farklılıkların farkında olan ve farklılıkları ayırıp parçalamadan üst kültüre taşıyan bir yürüyüşle sonsuzluğa bağlanan Türk milleti oluyor.
Kayıp Millet: Türkler
Camille Yulien[4], Türklerin henüz keşfedilememiş bir millet olduğunu söyler. Doğru bir tespittir bu; öyle ki, Türklük hâlâ keşfedilmeyi bekleyen kayıp bir medeniyettir. Ancak baskın paradigma değer algılarını değiştirerek gayb olan medeniyeti yok saydırmaktadır. Artık bu günün Türkiyelisinin kafası ciddî anlamda karışıktır. Durumun vahametini 2006 yılında TESEV’in desteğiyle yapılan bir anket çalışmasında karşılaşılan sonuçlar da açıkça ortaya koyuyor. Şöyle ki, A. Çarkoğlu ve B. Toprak tarafından gerçekleştirilen “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset“ başlıklı çalışmada “Kendinizi öncelikle Türk olarak mı, Müslüman olarak mı, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olarak mı, Kürt ya da Alevi olarak mı tanımlardınız?” sorusuna verilen yanıtları somutlaştıran bir tabloyla karşılaşılıyor.[5] Tablodan hareketle Türkiye’deki eğitimi bir kimlik olarak Müslümanlığı ortadan kaldıran ve yerine Türklüğü ve Türk vatandaşlığını inşa etmeye çalışan bir süreç olarak okumak mümkün. Öyle ki, Türkiye’nin okumuşları, Müslümanlıklarını ötelerken Türklüklerini ya da Türk vatandaşlıklarını önceliyor görünüyorlar. Bu resim, Türkiye’nin özellikle o tarihlerde bizde de kısmi tartışma zemini bulan S. Huntington’ın ifadesiyle, kararsız/bölünmüş bir ülke hâline dönüştüren siyasal ve kültürel bir sosyalizasyon sürecine tabi tutulduğuna işaret ediyor.[6]Ancak Türkiye’de gerek söz konusu eğitim sürecinin dışında kalan gerekse sürece dâhil olduğu hâlde Türklük ve Türkiyelikten ziyade Müslümanlıkla anılmayı yeğleyen geniş bir kitle de var. Artık yakın tarihin dışsal anlamda baskın görünen Türklük ikamesi Türkiyeliliğe doğru evrilirken ötelenen Müslümanlık, bu günlerde dillerde sıkça dolanan Türkiyeliliğe küreselci değişimlerin katkı ve desteğiyle katalizör yapılmak isteniyor. Amma velâkin siyasal aymazlıklar Türk aceleciliğiyle karılınca her daim varolan menfaat gruplarının ustaca ataklarıyla Anadolu insanı sürekli zihinsel bir incinmeye maruz kalıyor. Küreselleştiricinin kıskacında hareket alanı sürekli daralan insanlar, ister dönüştürülebilen, isterse dönüştürülemeyen gruptan olsun, aynı kültürel değerlerle beslenmelerine rağmen, yıllardır süregelen uygulamaların ve karşılıklı çekişmelerin kurbanı oluyorlar. Nice zamandır ayrı dünyalara ait gibi davranıyorlar, ayrışıyorlar, yabancılaşıyorlar, düşmanca tavırlar sergiliyorlar.
Modern Türkiye üst üste gelen perspektif hatalarının bir sonucu olarak ciddî bir şuur yarılması yaşıyor. Bu da değerler üzerinde yoğunlaşan sanal bir parçalanma olarak beliriyor. Olgusallıktan ziyade duygusal bir temele sahip, hakikate de muhalif olan bu açmaz, zihinleri bulandırıyor. Parçalanan ise şuurlar olduğu için sahte, gerçek sanılıyor, aslında sandırılıyor.
Maalesef bu sanal ayrım, günümüzde çok kere hakikat sanısıyla sahiplenilmekte ve savunulmaktadır. Artık Türkiyelilik Türklükten, Türklük Müslümanlıktan ayrıştırılmıştır. Müslüman Türk’ün çoklukta birliğe vurgu yapan Anadolu’su birliği parçalayan (bir) çokluğu önceler olmuştur. Bu tarz parçalanmaların uygun zemin bulduğu müddetçe tahripkâr bir ayrılığa ve aykırılığa dönüşmesi mukadderdir. Çünkü yaşanan ontik ya da maddî bir ayrışma değil, manevî bir kopuştur. Özellikle Türkiye’de Tanzimat’tan beri destek bulan Batı mihraklı arayışların modern uzantısı olan Avrupa Birliği sürecinde hayata geçirilmeye çalışılan bazı açılımlar da dünün son Osmanlı’sında olduğu gibi bugünün de Türkiye’sinde yaşayan insanlarını müzmin bir şuur parçalanmasına ve zihniyet ayrışmasına sevk etmektedir. Zihniyet farklılıkları da karşılıklı güvensizlik doğurmaktadır. Güvensizliğin tedirginliği ise yanlış sosyal idraklere zemin olmakta ve böylece kültür çatışmalarıyla tetiklenen bir yabancılaştırmaya dönüşmektedir.
Sosyal psikologlar, yaşanılan toplumun kültürüne intibak edemeyerek kendini yabancı hissetmenin, bir hastalık olduğunu söyler.[7] Son kertedeki Türkiyelilik algılayışı, düne kadar birliğin teminatı görülen “Müslümanlıkla özdeş olan Türklüğün” değersizleştirilip ayrıştırılmasıyla nükseden eski bir hastalığın modern sürümüne benziyor. Zira birliği sağlayıcı değerler üzerine oluşturulan her ayrıştırıcı çatışma, hastalığın yayılmasına uygun ortam sunuyor.
Eskilerde Türk’ü âleme sultan eden dünya görüşüydü. Bugün Türk’ün içine düştüğü durumun başlıca âmili ise, iç ve dış tahriplerle hakkı bâtıldan ayıramaz hâle getiren gözündeki perdedir. Parçalanan değerler, gözlerdeki perdeyi kalınlaştırmakta, Türk insanını değer düşmanı yapmaktadır. Öyle ki, Türkiyeli olmanın peşinde olan küreselci Müslüman’ın en çok yaraladığı değer, Türklüktür. Müslümanlık ise, Türklüğe alternatif ya da karşıt bir değer olarak sunulmaktadır. Oysa Türklük, İslam’la mecz olan bir şuurdur. Türk, İslam’la Türk’tür. Lakin şuur çatlamıştır artık, sorun büyüktür. Türkçü söylemlere tutunarak eski bilinci yenilemek de mümkün görünmemektedir. Çünkü küreselleştiricinin etkin gücü çokta biri arar imajı verse de esasen parçalayıcı olmayı yeğlemektedir. Türkiye, aşağı tükürse sakala yukarı tükürse bıyığa bulaşan netameli bir sürecin içindedir. Böylesi bir ortamda ayrılıkları bertaraf edebilmenin bir yolu yok mudur? Elbette bir hâl yolu bulunacaktır. Bulunmalıdır. O hâlde ne yapmak gerekir?
Öncelikle bir mutabakat sathı belirlenmelidir. Bu ise, insanların büyük çoğunluğu tarafından hâlâ önemsenen; ancak aymaz bir kesimce de sürekli içi boşaltılmaya çalışılan ahlâkîlik olabilir. Her ne kadar felsefi bağlamda ahlâk ve ahlâklılık ucu açık bir tartışma alanı olsa da kişisel ve toplumsal tabanda pek çok davranış, ağırlıklı bir kitle tarafından büyük sıkıntılar doğurmadan ahlâkî ya da gayrı ahlâkî olarak nitelenebilmektedir. O hâlde hangi gruba, ırka, millete ait olunursa olunsun ahlâk temelli bir Türkiyelilik bilincinde buluşmak, kurtarıcı olabilir. Ahlâkı referans alan Türkiyeliliğin bugünlerde başka çıkar ve kaygılarla beslenen küreselci Müslüman Türkiyelinin ahlâkından farklı olacağı kesindir. Zira ahlâkı önceleyen hakkaniyete bağlı Türkiyelilik bilinci, nihaî nokta da bugünün ya da yakın tarihin yerleştirmeye çalıştığı İslam’ı dışlamadan Anadolu’nun zengin kültürünün katkısıyla anlamlı bir yorum kazanan Türklüğe ya da Osmanlılığa çok da aykırı bir şuur olmayacaktır.
[1] Küreselleşmeyi küreselleştirmeden ayırarak ilkini; demografik değişiklikler, göç, ticaret, turizm gibi doğal etkenler, olgular ve gereksinimler ile insanlığın bütünleşmesi anlamında kültürleşme, katılım uylaşma kavramlarına karşılık olarak pozitif; ikincisini ise, baskın bir siyasal ve ideolojik gücün değerleri çerçevesinde belirli amaçlara dönük belirgin bir yönlendirmeye karşılık negatif olarak kullanıyorum. Daha geniş bilgi için bkz. Bayraktar Mehmet, “Küreselleştirme ve Küreselleşme”, Dini Araştırmalar, Küreselleşme ve Din özel sayısı içinde, C. 6, S. 17, Eylül-Aralık 2003, s. 149-162.
[2] S. Huntington: west versus Rest: batı ve diğerleri; Daniel Lerner: Mecca or machanizatin: Mekke ya da mekanizasyon tanımlaması. Bkz. http://www.comw.org/pda/muslim799.html
[3] Amerikan-Avrupanizm’ sözcüğünü, örtülü olarak mücadele hâlinde olan ancak ortak çıkarda uzlaşan Batılı bloğa nispetle ironi olarak kullanıyorum.
[4] Camille Yulien, Yahya Kemal Beyatlı’nın Fransa’dayken derslerine katıldığı hocasıdır.
[5] Çarkoğlu, Ali ve Toprak, Binnaz, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve siyaset, TESEV Yayınları, İstanbul 2006, s. 42, 43; http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/Degisen%20TRde%20Din-Toplum-Siyaset.pdf
[6] Huntington’ın dikkate aldığı başlıca dünya medeniyetleri olan Batı, Latin Amerika, Afrika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks ve Japon medeniyetlerine kimlerin mensup olduğunu incelemek, yeni ittifakları algılama adına yeterli değildi. Çünkü dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmek için, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu da dikkate almak gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilme adına, Huntington beş ayrı yapı tanımladı: Üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke.
Bkz. http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2006/11/medeniyetler-catismasi-1-giris.php
[7] Bu hastalığın adı ‘anomi’dir. Anomi, bir toplumdaki mevcut kültürel değer ve sosyal amaçlar ile o toplumda yaşayan bireylerin söz konusu amaç, değer ve kurallara uygun olarak davranma ve yaşama istekleri arasında belirgin bir farklılaşmasının ortaya çıkması sonucu, toplumsal ilişkileri düzenleyen kural ve değerlerin aşınmasının doğurduğu karmaşa ve kuralsızlık durumu demektir. Krş. Penckert, Rüdiger, Abweichendes Verhalten und soziale Kontrolle. Korte/Schäfers: “Einführung in Haupbegriffe der Soziologie“, s.112-113.
—————————————————
Kaynak:
Türk Yurdu, Ekim 2014 – Yıl 103 – Sayı 326
Atıf yapılmak istendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.