Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
Her tanımlamanın bir referansa ihtiyacı vardır ve bu referans ise ekseriyetle tanımlanacak olanın zıddıdır. Bu şekilde, zıt çiftlerden müteşekkil ikili bir sistem, bir tür diyalektik oluşturan bu kavramlar için birçok örnek verilebilir: “Gece-Gündüz”, “Ak-Kara”, “İyi-Kötü” v.b. gibi. Aynı husus dinler için de geçerldir; her din kendisini kendi zıddı ile tanımlar ki bu da kısaca “mü’min-mü’min olmayan” şeklinde özetlenebilecek bir kavram çifti teşkîl eder. Benzer şekilde, etnos, kavim, millet gibi aşamalardan geçen her örgütlü topluluğun bütün teşekkül sürecinde de “Ben Olmayan” şeklinde özetlenebilecek, kendi zıddı olan bir referansa ihtiyacı vardır. Tarihte hemen bütün kavimler, milletler kendi kollektif kimliklerini, kendilerini merkeze koyup, Ben-Olmayanlar’ı bir tek kümeye toparlayarak tanımlamışlardır: Türkler’in kendilerinden olmayan herkese “Tat”, Arapların “Acem”, Romalıların “Barbar” sıfatını vermesi gibi.
“Ben ve Ben-Olmayan” kavram çiftinden müteşekkîl bu diyalektik sistemde “Ben- Olmayan” şayet düşman ise o takdirde ona “Öteki” demek daha uygun olacaktır; zîra “Öteki”, bir başka Ben-Olmayan olan “Diğeri”ne nisbetle daha bir iticilik ifadesi yüklüdür: Öteki, açıkçası “düşman”dır.
Mesela, Roma’ya ilk defa ikinci asırda Markomanniler ile başlayan Barbar akınları sonucunda beşinci asırda ilk “Barbar Devletleri”nin kurulması ile milletleşme sürecinin iptida safhasına geçen bugünkü Avrupa milletleri, kendilerini tanımlamak için hem Roma’yı ve hem de “diğer/öteki” barbarları referans almışlardır. “Milliyetler Meselesi” isimli eserinde konuya temas eden Paul Henry, Roma’nın Yunanlılaşarak Bizans’a tahvîl oluşunda en büyük amilin İranlı, Arap, Türk gibi haricî güçler olduğunu belirtmekte ve modern Avrupa milletlerinden söz ederken, Fransa devletinin ve Fransız milletinin teşekkülü hakkında “On dördüncü asırdan itibaren, krallarının iyi veya sert, fakat devamlı hareketleri, müthiş bir düşmana karşı yaptıkları kanlı harpler, Fransa halkına sarih olan benliğini öğretti. Ekseri kavimlerde olduğu gibi, Fransızlarda da, millî duygu, felâketten doğmuştur ” demekte, İspanya için aynı şekilde Araplar’ı zikretmekte ve “İspanya ve Fransada olduğu gibi, İsviçre ’nin de teşekkülünde haricî düşmanlarla yapılan mücâdelelerin rol oynamış olduğunu” eklemektedir[1] Keza, aynı topraklar üzerinde aynı dilin muhtelif lehçelerini konuşan halklar amalgamından bir Çin devletinin ve milletinin teşekkülünde, bu devlete ve millete adını veren Tsin hanedanı ile birlikte, “kuzeyli kavimlere” karşı verilen sert mücadeleler, “öteki”nin rolünü bariz bir şekilde göstermektedir. Aynı husus, Türkler için de carîdir: Türkçenin muhtelif lehçelerini konuşan Türk halklarını bir Türk milletine dönüştürme konusunda en önemli adımı atan ve bu bakımdan “Orta-Asyanın Osmanlısı” olarak anılmayı hakkeden Kök-Türkler için de kendilerini tanımlama referansı “Çin” ve “Çinliler” olmuştur.
Gerek primordiyal ve gerekse de modern formlarıyla milletlerin ve milliyetçiliklerin teşekkülünde başat bir rolü bulunan “ben-olmayan” veya “öteki” referansı, kendisini din alanında da göstermektedir ki bunun en mümtaz örneklerinden birisi, Avrupa tarihinde, ekserî
hâllerde şiddetli birer “tepki” şeklinde tezâhür eden, Avrupa’daki Katolik ve Ortodoks kiliselerinden koparak millî kiliselerin oluşmasıdır. İlki 1057’de Katolik-Ortodoks kopuşu ile başlayan bu oluşum sürecinde, Fransa’da Katolisizm içerisinde ortaya çıkan ve Millî Katolisizm demek olan Gallikanizm ayrışması yanında, Sezar-Papalık (Kayzeryo-Popizm) şeklinde formülleştirilen Papalık diktasına ve milliyetler farkını yok sayan ve yoketmeye yönelen Evrensel Dünya Devleti ve Hristiyan Birliği ideallerine karşı git-gide büyüyerek açığa vurulan tepki ve bunun sonuçları olarak İngilterede Anglikan, Almanyada Luteryan, Danimarka’da Evangelikan, İsviçre’de Zwingliyan Protestanlıkların ortaya çıkışı, Ortodoksluğun millî kiliselere taksîmi, Batı’da milletlerin ve milliyetçiliklerin teşekkülünde interaktif bir rol oynamış, İslâm dünyasında ise, Farsî Şîa’nın ortaya çıkışı Batı’daki Protestan hareketleriyle benzer bir rol üstlenmiştir.
Modern milletlerin ve milliyetçiliklerin teşekkülünde Batı’da en mühim “öteki” refransının ve “tepki”nin başında, İhtilâl’i müteâkıben başlayan Fransız yayılmacılığının hâsıl ettiği tepki gelmektedir ve bu konudaki en çarpıcı örnek de, Alman Milliyetçiliği’nin doğuşudur. Bu konuda Isaiah Berlin’in şu tesbitleri çok önemlidir:[2]
“Milliyetçilik, en azından Batı’da, stresin verdiği yaralardan doğmuştur./… bence Alman milliyetçiliğinin on yedinci yüzyılda başlamasından Ondördüncü Louis sorumludur./ …/Almanlara tepeden bakılmıştır…/…Başlangıçta doğal olarak Fransızları taklit edenler çok olmuş, ama daha sonra, her zaman olduğu gibi, bir tepki doğmuştur. Papazlar bazı sorular sormaya başlamışlardır: “Neden kendimiz olmayalım? Neden yabancıları taklit edelim?/…/…İşte kendini kabul ettirme milliyetçiliği o zaman başlar…/Tepki, er ya da geç, büyük bir güçle gelir. İnsanlar üstlerine tükürülmesinden, üstün bir milletin, üstün bir sınıfın ya da üstün herhangi birilerinin kendilerine emirler vermesinden usanır. Er geç milliyetçi soruları sormaya başlarlar: “Neden onların sözünü dinleyelim? Onların ne hakkı var? Ya biz ne olacağız? Neden biz de kendimiz…?”
—————————————————-
Kaynak:
Yeni Çağ [Analiz]., 27 Şubat 2004, Cuma., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 080; 2004-023; Şubat-11
[1] Paul Henry., Milliyetler Meselesi., s.21-25
[2] Isaiah Berlin., “Volkgeist’m Geri Dönüşü: İyi ve Kötü Milliyetçilik”., Nathan Gardels (Ed.)., “Yüzyılın Sonu” içinde., s.104-105