Küreselleşmenin Zihniyet Arkaplânı ve Batı Üçlemesinde Evrenselliği Arayış: “Totus Genum Humanum”

 

 

Küreselleşmenin Zihniyet Arkaplânı ve Batı Üçlemesinde[i] Evrenselliği Arayış: “Totus Genum Humanum”[ii]

 

Prof.Dr. Recai COŞKUN[iii]

Yrd.Doç.Dr. Adnan DOGRUYOL[iv]

 

Çok az olgu küreselleşme kadar tartışılmış ve her yeni tartışma ile müphemliğini beslemeyi becerebilmiştir. Bilginin, bilmenin ve bilimin küreselleşme söz konusu olduğunda bu denli farklı ve çelişkili muhtevalara bürünmesini nasıl izah et­mek gerekir?

Bu çalışmanın birinci iddiası, Türkiye’de küre­selleşme tartışmalarının bilinçli veya bilinçsiz olarak esas zemininden kaydırılıp daha çok ekonomik ve teknolojik, biraz da siyasi ve sosyolojik bir düzlemde tartışılmasının olguyu anlamak ve anlamlandırmak­ta yetersiz ve yanıltıcı olduğudur. Zira küreselleşme veya küreselleştirme girişimlerinin arkasındaki “zihni­yeti” fark etmeyen her tartışma aksak ve eksiktir. Bu nedenle de “insanı ve toplumları küre ölçeğinde dü­şünmeye iten ve eyleme geçiren etmenler nelerdir?” sorusu çalışmanın odağını oluşturmaktadır.

Eserin ikinci iddiası ise, küreselleşmenin bugün üzerine oturtulduğu zeminin tamamıyla Batı eksenli olduğudur. Bu önemli midir? Evet. Öyle ki küresel­leşme olarak adlandırılan “şey” aslında Greklerden, Roma’ya ve Hristiyanlığa uzanan bir düşünsel yol­culuğun şu an vardığı menzildir. Bu menzilin daha da ilerisinde neler olduğunu anlamak için yolculu­ğun başlangıcından bugüne hikâyesine odaklanmak gerekir. Buradan çıkarılan sonuç ise “ikilemenin/ dualitenin” global içinde de korunacağıdır: Medeni- Barbar; Hristiyan-Infidel; Batı-Doğu; Kuzey-Güney; Merkez-Çevre; Gelişmiş-Azgelişmiş; Küreselleştiren ve Küreselleştirilen. Sonuncu ikilemede, küreselleş- tirenlerin sahiplendiği değerler ile küreselleştirilenle- rin değerlerinin örtüşmeyişi sorununun tek çözümü olarak edilgenin etkene tabi olması gösterilmektedir.

 

“Evrenselliğin toprağında hiçbir şey sağlam değildir”

(Hegel, 2006:265)

Merkezin dışındakiler için ya küresel değerleri gönül­lü olarak benimsemek veya okyanus içerisinde bir adacık gibi biraz da sırf antropolojik kıymeti yüzün­den izole ve her türlü tehdide açık bir etkisiz eleman olarak kalmak[1] anlamına gelmektedir ki “küreselleş­me aslında emperyalizmin yeni biçiminden başka bir şey değildir” önermesine de çok uymaktadır.

Bu çalışmada Batı düşüncesinde evrensellik arayışında küreselleşmeye giden yolun köşe taşla­rı üzerinde durulacaktır. Öncelikli olarak antik Grek düşüncesinin son dönemlerinde ortaya çıkan iki ol­gudan, Büyük İskender ve Stoacı felsefeden hare­ketle evrensellik tasavvurunun oluşumuna ışık tutu­lacaktır. İkinci olarak Roma düşüncesinde özellikle de “imperium” kavramı etrafında “dünya ölçeğinde” düşünüşün ipuçları yakalanmaya çalışılacaktır. Son olarak Hristiyanlık ile birlikte Grek ve Roma gelene­ğinin aldığı yeni biçimler içerisinde evrenselliğin ve elbette küreselleşmenin ne tür bir mahiyet kazandık­ları üzerinde durulacaktır.

 

Evrensellik Arayışının Küreselleşmeye Dair İmaları

Kavramsal çerçevenin oturması için öncelikle kü­reselleşme ile evresel arasındaki ilişkiye dair bir not düşmek gerekiyor. Hem düşüncel hem de kavramsal bağlamda evrensel ile küresel kaçınılmaz olarak iç içe geçmektedir. Evrensel, daha çok “değerler” ta­banlı bir aynileşmeye denk gelirken, küreselleşme bunun maddi, ekonomik ve kurumsal boyutlarını öne çıkarmaktadır. Bu noktada bir soru sormak zamanı­dır: Tarihi kendi doğallığında akan bir olgu olarak mı, yoksa insanlığın tasavvur ve eylemlerinin bir manzu­mesi olarak mı düşüneceğiz? Kendiliğinden mi, birilerince mi? Yoksa bu ikisinin arasında bir yer mi? Bu soru aslında Antik Çağ felsefecilerinden Hegel’e ve günümüze uzanan bir geçmişe sahiptir ve hala üze­rinde tartışılmayı hak etmektedir.

Aristotales’e göre devlet tipleri (aristokrasi, oli­garşi, demokrasi) birer “form” idiler ve bir döngüsellik içerisinde insanlar örgütlü toplumlar olarak yaşadık­ları sürece bunları birinden diğerine geçerek dönenip duracaklardır. Bu anlamıyla her örgütlenme formu geçicidir. Zira insani-toplumsal yaşam doğal yaşamın “tesadüfî” bir uzantısıdır. İnsanların geçmişleri de gelecekleri de bu rastlantısal ve sürekliliği olmayan formlar arasında dolaşmaktan ibarettir. Bu bakımdan geçmişin gelecek ile sürekli ve nedensel bir ilişkisi yoktur, tarih de sürekli bir ilerleme değildir (Özlem, 1984: 9-10). Bu determinizmden uzak yaklaşım bize hiçbir formun son durak olamayacağını, hatta form­lar arasında geçişlerde bir sistematiklik aranamaya- cağını, geçişlerin mutlaka kötüden iyiye, iptidaiden gelişmişe doğru da olamayacağını söylemektedir. Aşağıda ayrıntılı olarak tartışılacağı üzere, özellikle “ilahi” dinlerde ve bunlara dayalı fikri akımlarda temel düşünce ise başı sonu belli ve belirli bir akışı olan doğrusal bir tarih anlayışıdır.

İnsanoğlu “insanlık ölçeğinde” tasavvurlara ula­şana dek değişik maceralar yaşamıştır. Kabile-kavim tanrılarından “evrensel” “tek” tanrıya geçiş “bütün insanlık” ölçeğinde düşünmenin ilk merhalesini oluş­turur. Bu aşamada insan-tanrı ilişkisi “sunak-adak” kültüründen “iyilik-doğruluk” merkezli “ahlaki” bir birliktelik kültürüne geçiş şeklinde evrilmiştir. “İyilik- doğruluk” ise “insanlık” kavramı merkezli bir mahiyet kazanmıştır. Bu mahiyet hem Budizm, hem Zerdüşt- lükte kendini gösterir. Müteakibinde Hristiyanlık bunu “ilahi” kaynaklı bir sistematiğe dönüştürür (Childe, 1995: bl.10). İslamiyet de aynı evrensel söylemle bu geleneği sürdürür (Özlem, 1984: 1.bl.). Bu yönüyle bakıldığında, “Tüm üyeleri birbirlerine karşı ortak ah­laki davranışlarda bulunmakla yükümlü tek bir toplum olarak insanlık fikri… tüm kesimleri arasında malların karşılıklı değişimine dayanan bir uluslararası ekono­minin ideolojik karşılığıdır’ (Childe, 1995: 181) öner­mesiyle ilk evrensel düşünce sisteminden günümü­zün küreselleşmesine bir köprü kurmak mümkün olur. Demek ki bu “ideoloji” insanlığa demir çağının ikinci aşamasından bir hediyedir aslında. Burada şüphesiz dinlerin “evrensele” hitap edecek ölçekte söylem ge­liştirmeleri tek başına bu olgunun gerçekleşmesi için yeterli değildir ve hiçbir din henüz bu söylemini haya­ta geçirecek derecede hâkimiyet tesis edememiştir. Ancak, evren ölçüsünde tasavvurun altyapısının ön şartlarından birisinin gerçekleşmesi açısından bu adımın önemi yadsınamaz.

Grek Düşüncesinde Evrenselliğin Arkeolojisi

Her ne kadar konunun özüyle doğrudan ilintili olmasa da bir noktaya işaret etmekte yarar var: Es­kinin Grekleri[2] bu günün Yunalıları mıdır? Bu soru­nun sorulması haklı ise burada bilinçli olarak Yunan yerine Grek adının kullanılması da anlamlı demektir. Antik ve arkaik zamandan, Helenik çağ, Roma, Doğu Roma, Osmanlı dönemlerinde takip ettikleri uzun ta­rihsel yolculuk Greklerin bugünkü Yunanlılar ile olan irtibatlarının giderek belirsizleşmesine neden olmuş­tur[3]. Bu tespite bağlı olarak bu eserde genellikle Grek kavramı tercih edilmiştir.

İnsan doğası “kategorileştirme” üzerinden anla­maya ve anlamlandırmaya yatkın görünüyor. Grek düşüncesinde bu kategorileştirmenin güzel örnekle­ri bulunur. Aristotales hem canlıları hem de cansız varlıkları tasnif etmenin ustasıydı. Böylesi kategorici bir düşünceden evrensel önermeler çıkarmak olduk­ça zordur, ama yine de yapılmıştır. Helenik düşün­cede evrensellik nasıl anlaşılır? Bunu tartışmak için iki nokta üzerinde durmak gerekir. Birincisi “Barbar- Grek” ayrımının keskinliği ve bu ayrımın toplumsal, ekonomik ve siyasi yapıyı belirlemesi; ikincisi ise Makedonyalı[4] İskender ile birlikte bu ayrımın bütün veçheleriyle reddedilmesi ve “insanlık” kavramının zihniyetin merkezine yerleştirilmeye çalışılmasıdır. İskender sonrasında Zeno önderliğindeki Stoacı düşüncenin de bir evrensellik önerisinde bulunduğu bilinmektedir. Bu da Grek düşüncesinde İskender’in oynadığı başat role işaret eder. Burada İskender merkezli “insanlık” ile Stoacı düşüncedeki “dünya yurttaşlığı” kavramlarından hareketle Grek düşünce­sindeki evrenselci söylemin kökenleri ve dinamikleri tartışılacaktır.

Grek düşüncesi söz konusu olduğunda barbar kavramının tarihsel gelişimini anlamadan sosyal ör­gütlenmeleri açıklamak mümkün değildir. Bilindiği üzere Grekler kendi dillerini konuşmayanlara “bar­bar” demekteydiler. Kimdi bu barbar? Gırtlağından bar-bar-bar şeklinde anlaşılmaz sesler çıkaran, dili bir kekeme ve anlaşılmaz bir hayvan sesine ben­zeyen kişi. Daha sonra barbar yeni anlamlar ka­zanmaya başladı. MÖ V. yüzyıldan hatta belki daha öncesinden başlayan bu yeni anlam IV. yüzyılda açıkça ortaya çıkar: barbar sadece Grek olmayan değil, kaba, bilgisiz, aşağı ve kölelik için doğmuş varlıklardır[5] (Bonnard, 2004: 181). Böylesi bir anlayış­tan evrensele ulaşmak doğal olarak mümkün olamaz­dı. Bir topluluğun aynı mekânı (sosyal, dini, eğitim) paylaşamayacağı ve aralarında doğuştan (kandan) gelen ve giderilmesi asla mümkün olmayan farklılık­lar olan insanlarla kurabileceği ilişki, ancak hasımlık ve güce dayalı olacaktır: köleleştirme ve sömürme ya da direnirlerse yok etme. Barbar, bir hayvandan veya bir bitkiden farklı bir varlık değildir. Şu halde barbarın tanrısı, inançları, yaşamı da makbul değildir. Böylesi bir yaklaşımdan evrensele varmak; dünya ve insanlık ölçeğinde tasavvurlar geliştirmek pek mümkün değil­dir. İşte İskender’i “büyük” yapan belki komutanlığın­dan daha çok, böylesi bir iklimden çıkarak dünyayı bir bütün olarak algılayabilme yeteneğidir.

İskender bir Grek değildi. Bu elbette onun dünya ölçeğinde heveslerine bağlı olarak “kendisi gibi ol­mayanlara” karşı açık fikirli, alçak gönüllü olmasına imkân tanıyordu. Oysa hocası Aristoteles kendisi­ne yazdığı bir mektupta “Greklere baba, barbarlara efendi; birincilere dost ve yakın olarak davran, İkin­cilerden ise hayvanlardan ve bitkilerden yararlanır gibi yararlan” şeklinde tavsiyelerde bulunuyordu Aynı şeyi Platon’da söylüyordu. Barbarlar “yaratılış” ola­rak Greklerin düşmanıdır ve bu nedenle onlara duyu­lan nefret de “doğaldır”, o halde onlarla savaşmak ve onları yok etmek gerekir[6] (Bonnard, 2004: 175). Bu tavsiyeye karşın İskender Greklerin kendisine dayat­mak istediği barbar-medeni ayrımına başından beri pek kulak asmışa benzemez. Peki niçin?

Başlangıçta İskender’i savaşa sürükleyen ana güdü Helenik bir etki ile Makedon ve Greklerin öcünü barbarlardan, özellikle de Perslerden almaktı. Ama Doğu dünyasının derinliklerine daldıkça karşısında bambaşka medeniyet kapıları açılır ve her kapıdan dünya görüşüne yeni şeyler katarak bambaşka ta­savvurlar oluşturur. Elbisesi hatta lisanını bile bu medeniyetlerden besler. Bonnard’ın deyimiyle artık ‘‘insanca konuşur o.” (2004:192). Büyüklüğü öyle bir noktaya ulaşmıştır ki İskender’in Grek sitelerinde tanrı sayılmak isteği üzerine Lakedaimonlular “eğer İskender bunu istiyorsa, bırakalım tanrı olsun” diye cevap verirler[7] (Bonnard, 2004:193).

İskender’in bu görüşleri kendisinden yaklaşık yüz yıl sonra Stoacı Filozof Citiumlu Zeno tarafından ‘‘bütün insanlar dünyanın yurttaşlarıdırlar… Herkes için ancak bir dünya vardır’ ifadesi ile kristalleşerek Roma ve Hristiyan medeniyetinin ana damarlarından birisini oluşturmuştur. Stoacılar ile birlikte Grek dü­şüncesi katı barbar ayrımından sıyrılmaya, kibrini bir yana bırakmaya başlamıştır. Bu bir bakıma insanlı­ğın da yeni bir evreye doğru hareket ettiğinin delilidir. Gerçekten de Stoacı düşüncenin tabiat kurallarını kaderci bir tavırla kabul etmeyi, eşyadan bağımsız­laşmayı ve erdeme bağlı kalmayı öneren düşüncele­rinin siyasi ve dini yansımaları çok güçlü oldu. Ama Stoacılığı o dönemde ayırt edilir kılan şey ortaya at­tığı “bütün insanlar doğa yasalarınca yönetilen doğal ve tek bir topluluğun vatandaşıdırlar’ düşüncesiydi. Bu fikirler önce Roma, ardından da Hristiyanlık ve aydınlanmanın değişik akımları için esin kaynağı ol­muştur. Öyle ki Roma İmparatorluğu için söyleyecek olursak, büyük şair ve belagat ustası Cicero şu tespiti yapmaktadır: “Roma’da ve Atina’da veya bugün ve gelecekte farklı bir hukuk değil, sonsuza dek sürecek ve değiştirilemeyecek ve her zaman bütün insanla­rın iyiliğini savunacak tek bir hukuk olacak’’[8] Sırf bu ifade bile dönemin hâkim Roma düşüncesinde Stoa­cılardan etkilerini belirgin şekilde ortaya koymaktadır (Hamowy, 2008: 494; Abhayananda, 2007:108-109).

Stoacılar bir yandan yepyeni felsefi ufuklar açar­ken diğer yandan da geleneksel alışkanlıkları düşün­ce sistemine dâhil etmekte sakınca görmemişlerdir. Örneğin, Roma dönemi Stoacı yazarları özel mül­kiyeti ve piyasayı savunup devletin merkezi işlevle­rinden bir tanesinin özel mülkiyet haklarını korumak olduğunu belirtmişlerdir. Stoacılar arasında Roma Hukuku’nun doğal hukukun bir yansıması olduğunu ve Roma İmparatorluğu’nun da evrensel insan toplu­luğunun gerçekleşmesi anlamına geldiğini savunan­lar olmuştur. Ancak, ortaya çıkan Roma İmparatorluğu Stoacıların tasvip edebileceklerinden çok uzaktı. Her ne kadar Stoacı anlamıyla özgürlük kavramı esasen psikolojik olsa da, Stoacılık her otokratik despotizme düşmandı ve imparatorluk öncesi cumhuriyetçilik ve hukuk yönetimi nostaljisi ile geçmişi arıyorlardı. Stoa­cılara hayran olanlar arasında Sezar’a ve daha sonra da Neron’a suikast düzenleyenler de vardı. Stoacılık sonraları Hristiyanlık ile de birleşti. Stoacı öğretinin merkezlerinden Tarsus’tan gelen Paul[9]‘un Seneca[10] ile yazışmaları, sonraları Seneca’nın Augustine gibi erken dönem Hristiyan düşünürler arasında popüler olmasına sebep oldu. Sonraki yüzyıllarda ise klasik liberal düşüncenin gelişmesinde de öncü rolü oyna­yan Locke, Rousseau, Smith ve Kant gibi düşünürler de Stoacılardan esinlenmişlerdir[11] (Hamowy, 2008: 494-5).

Roma Düşüncesinde Evrenselliğin Arkeolojisi: Novus Ordo Seclorum[12]

İskender’in ölümü sonrasındaki Helenik Çağ’ın kaosu bir anlamda geleceğin Roma dünyasının ma­yalanacağı ortamı da hazırlıyordu. İskender şehirler kurdu, müzeler, kütüphaneler ve jimnazyumlar serp­ti gittiği yerlere. “Barbar-soylu” ayrımının doğal de­ğil yapay olduğunu, eğitim ile bunun giderileceğini, farklı inançların aslında bir bütün olan tanrının farklı yansımaları olduğunu düşündü. İnsanların arasın­daki inanç, töre ve törensellikler aşıldığında “özgür insanın” doğabileceğini öngördü. İçindeki dünyanın büyüklüğü ile dış dünyanın büyüklüğünü birbirine ya­kınlaştırmak istedi. Ama İskender’den sonra gelenler bir daha o düşünce ve güç düzeyine asla ulaşamadı­lar. Hatta McInerney’in (2000:3) deyimiyle “İskender Grek kültürünü Afganistan’a kadar taşıdı ama Grek- ler bundan 2100 yıl sonra Türklere karşı yaptıkları savaşa kadar bir daha özgür olamadılar.”

İskender’i takip eden Roma düşüncesinde “bar­bar” ayrımı yine çok keskin bir şekilde kendini tesis etti. Zira Roma’nın öngördüğü dünya devleti (imperi­um) daha farklı bir görünüm arz ediyordu. Greklerin tükenişine karşın Roma’nın doğuşunu Hegel şöyle resmeder:

Son Makedonya kralı Perseus İ.Ö. 168 yılında Romalılar tarafından yenilgiye uğratılıp bir utkuy­la Roma’ya götürüldükten sonra önce Achaen Ligi saldırıya uğrayıp parçalandı ve nihayetinde İ.Ö.146 yılında Corinth yerle bir edildi. Polybius’un betimle­diği şekliyle Grek ülkesine bakacak olursak, onun gibi asil bir varlıktan geriye devlet işlerinde çaresizlik ve felsefe içine geri çekilmekten veya bir şeyler yap­maya kalkışırsa her mücadelede ölümü görmekten başka bir şey kalmadığını görürüz. … demirden bir güç bu düşmüşlüğün bütün zayıflıklarını göstermek ve onu parçalara ayırıp sefil bir yıkıntıya çevirmek için hazırdı. Bu yıkıcı talihin adı ise Roma gücüydü (Hegel 2001, 296)[13].

Tarih sahnesinin başat aktörü artık kendi yıkımı­nın da benzeri bir hikâyeye dayanacak olduğundan habersiz ardı ardına zaferler kazanan Roma idi. Roma, küçük bir şehirden devasa ve uzun ömür­lü bir imparatorluğa güçlü adımlarla ilerledi. Yöne­tim, mitoloji, dil, mimari, sanat alanlarında Etrusler, Grekler, Kartacalılar, Mısırlılar ve zamanın diğer medeniyetlerinden beslenerek muhteşem bir terkip oluşturdular. Bu dönemde Romalılar için hayatın ve düşüncenin merkezinde “medeni-barbar” ayrımı hala çok belirgindi. Barbarların köleleştirilmesi, Roma’nın savaşlarının meşrulaştırılmasında barbar kavramına sığınılması, kaybedilen savaşların suçlusu olarak yine barbarların gösterilmesi geleneği sürdü. Ancak, Roma’nın peşinden koştuğu “imperium[14] kavramının doğasında Cicero’nun söyleminde açıkça görüldüğü üzere “tek devlet” ve “tek hukuk” merkezli “evrensel devlet” olma iddia ve ideali vardı (Özlem, 1984: 14). Roma bir bakıma içindeki toplumsal ayrılıkları (soylu- özgür-barbar) imperial kavramı ile evrensel ölçeğe ulaştırmanın yollarını arıyordu. İskender’in “dünya yurttaşı” tasavvuru Roma’da “dünya devleti” biçimine dönüşüyordu. Evrensellik tahayyüllerindeki hareket noktaları itibariyle bu iki dünya arasındaki temel fark buydu.

Roma’yı “devlet evrenselliğine” yönelten süreç neydi? Birincisi Roma’nın kuruluşu küçük ve dar sı­nırlar içinde kalmış bir halkın pek de bilinmeyen bir dili etrafında gerçekleşiyordu. O dönemlerde Roma o denli önemsizdi ki, İskender doğuya sefere çıkar­ken batıya bakma gereği dahi duymamıştı. Bunun pratik sonucu ise Roma’nın nüvesinde bir imparator­luk zorunluluğu taşımasıydı. Bu küçük şehir-devlet büyüyebilmek için tek seçeneğe sahipti: her kavme kucak açmak. Roma genişledikçe diğer kavimlere de kucağını açtı. Ancak Latin dilini “resmi yönetim” ve “ordu” dili olarak gittiği her yere taşıdı. Roma di­ğer dillerin yaşamasına izin verirken Latinceyi impa­ratorluk diline[15] çevirmeyi başardı (Janson, 2004). Latince mitoloji, felsefe, edebiyat, hukuk bilim ve en nihayetinde Hristiyanlık ile birlikte de din dili haline geldi. Britanya’dan Akdeniz’in tüm kıyılarında bu dil yerel dillerin üzerinde bir eğitim ve yönetim dili olarak hâkimiyetini tesis etti. Sonrasında İstanbul merkezli Doğu Roma ise Grek geleneğini sürdürdü. Hristiyan- lığa geçişte ise Batı Roma Katolikliğin, Doğu Roma ise Ortodoksluğun temsilcileri olarak aralarındaki dil ve din bağlarını kopararak birbirine ölümüne düşman iki kampa dönüştüler.

Roma’da üçlü ayrım; Romalılar, yarı-Romalılar (orduda kullanılan askerler) ve köleler[16] toplumsal yapının genel görünümünü oluşturuyordu. Roma dışında ise Greklerin kurgulamasına benzer şekil­de barbarlar vardı. Ancak, Greklerin talihinin aksine bu kere barbarlar doğudan değil, İmparatorluğun kuzeybatısında, Ren ve Tuna boylarını aşarak ge­liyorlardı. 5. yüzyılda Roma’yı yıkıma götürecek bu barbarların yağmacılık hareketleri daha 3. yüzyılın ortalarında Romalı bir imparatoru (Decius) yenilgile­re uğratıp en sonunda oğluyla birlikte bir pusuda öl­dürecek kadar cüretkârlaşmıştı (Goldsworthy, 2009: 109-110). Ancak, Roma’nın barbar ile kesişen kaderi hep düşmanlık üzerinden gitmedi. Barbarı önem­li bir savaş gücüne dönüştürmek adına devşirerek devletin uçbeyi olarak da kullandı İmparatorluk. Bu yaklaşım Roma’nın farklı kavimleri kabullenmede­ki âlicenaplığından mı yoksa politik kaygılardan mı kaynaklanıyordu? Soruya farklı cevaplar verilmekte­dir. Zira Roma söz konusu olduğunda ortada hep bir “tarih fabrikasyonu[17]” var demektir.

Ancak, bakış açısı Germenik, Sakson veya Latin olsun değişmeyen şey ise Roma’nın “ebedi misyo­nudur” (Haskell, 1947: 39) Haskell gibi bir çok yazar Roma’nın bugün Batı devlet yönetiminde yaşadığına dair bolca örnekler vermektedir. Zira Roma “ebedi şehirdir” ve bu ebedilik o kadar benimsenmiştir ki Anadolu’daki buluntularda edinilen bilgilere göre dönemin devlet adamları Roma’nın sonsuza dek ya­şayacağını garanti ediyorlardı (Haskell, 1947, s.189- 190). Öyle ki, bu düşünceye göre Roma aslında dün­yanın ta kendisidir:

“Collesium ayakta kaldıkça Roma da kalır;

Collesium çöktüğünde Roma’da çöker;

Ve Roma çökünce, dünya da!”[18]

İskender ile Roma arasında belli farklılıklar olduğu görülmektedir. Bunlardan başlıca olanı İskender’in “dünya yurttaşı” kurgulamasına karşı

Roma’nın “dünya devleti” tasavvurunun öne çıkma­sıdır. İskender doğuştan ve doğal bir barbar-medeni ayrımını reddederek dünyayı insanlık ölçeğinden bir bütün olarak tahayyül etti. Roma ise bu ayrımı dev­let üzerinden dünya ölçeğine taşımak istedi. Her ne kadar cılız bir “insan soyunun birliği” ilkesi dillendiril­miş olsa da Roma’da “imperiuma”, yani dünya dev­letine giden yol barbarlardan tıpkı Aristotales’in bir zamanlar İskender’e önerdiği gibi “hayvan ve bitki’’ gibi yararlanmaktan geçiyordu. Barbarlar, köle ola­rak ekonomik ve toplumsal çarkın döndürülmesinde sonuna kadar kullanılabilecek bir “girdi” idi[19]. Ama Roma tarihi aynı zamanda bir “ihtilâller” tarihi de idi. Saltanat güçlü komutanlar arasında paylaşılıyor veya sürekli el değiştiriyordu. Bu durum bir bakıma toplumsal mobilizasyon için de uygun bir ortam oluş­turuyordu. En alttan başlayan hayatın devletin tepe­sine uzanmasının bir yolu bulunabiliyordu. Barbarla­rın dahi uçbeyi olarak, azalan nüfus sorununu telafi adına veya onlardan çekinildiğinden çaresiz olarak Roma sistemi içerisinde kendilerine vatandaş ola­rak yer bulmalarına imkân tanınıyordu. Gerektiğinde Roma vatandaşlığı yüksek ekonomik bedel bahasına da olsa satın alınabiliyordu. Bu hal, imparatorluğun toplumsal cazibe merkezi olmasına hizmet etmekle birlikte vatandaş-barbar ayrımının keskinliği teo­rik ve pratik olarak sistemin merkezine oturmuştur. Bu duruma dair günümüz için söylenebilecek şey “merkez-çevre” ayrımının Roma’daki yurttaş-barbar ayrımı ile eşleştirilebileceğidir. Eğer “Roma asla öl­medi” tezi benimseniyorsa, Batı’nın kendini merkeze koyarak oluşturduğu kurgulamanın tam bir Roma mi­rası olduğu zaten söylenebilir. Belki de Hristiyanlığın evrenselliğine giden yol da buradan geçmekteydi ve aranan evrensellik Greko-Roma-Hristiyanlık teslisin­de kendini ifade etmektedir. 

Küresel düzeyde bir bilincin oluşmasındaki katkı­sı söz konusu olduğunda Roma’yı, yukarıda çizilen savruk resmi de dikkate alarak, nereye koymak ge­rekir? Burada belirgin bir çizgiden söz etmek zor olsa da bazı çıkarsamalar yapmak mümkündür. Birincisi Roma Grek’ten Hristiyanlığın evrenselliğine geçişin bir ara formudur. Roma, Greklerin aksine farklılıkları kendi sistemi içerisinde hazmetmeye çalışarak büyü­dü. Bunu yaparken “medeni” “yarı-medeni” ve “bar­bar” sistemine sadık kalmakla birlikte bir cihan devleti “imperium” olma hayalini korudu. İçi çok dolu olmasa da “insan soyunun birliği” (Özlem, 1984: 14) gibi bir söylemle bugün dahi insanlığı etkileyebilecek düşün­ce pınarları oluşturdu. Belki felsefe ve bilim olarak Grekler kadar başarılı olamadı, ama özellikle yol ve lojistik başarısı (Childe, 1974) ile medeniyetin yeni bir evreye ulaşmasına öncülük etti. En önemlisi, kendi­sinden sonra evrenselliğin bayraktarlığını yapabilecek bir söyleme sahip olan Hristiyanlığa kuluçka oldu.

Dahası, çöküşünden sonra Avrupa’yı derin ve ka­ranlık bir uçuruma sevk edip paramparça devletçikler kıtasına dönüştüren süreç sonucunda dahi bu dağı­nıklığı toparlayabilecek “örtük” bir “üst kimlik” olma potansiyelini korumayı başardı. Avrupa söz konusu olduğunda öyle görünüyor ki Roma kimlik ve ülküleri­ni öylesine derinlere serpiştirmiş ki çöküşünden yak­laşık bin yıl sonra “Rönesans” ile “yeniden” canlan­mayı becerebilmiş; 1500 yıl sonra ise yine bir Roma antlaşması ile bir anlamda Batı Roma (Akdeniz’in güney yakası hariç)’nın yeni formu şeklinde Avrupa Birliği’nin temelleri atılabilmiştir. Bu temel atılırken yer olarak İtalya’nın ve özellikle de şehir olarak Roma’nın seçilmesi bir tesadüf müdür? Roma antlaşması ile hepsi bir şekilde Roma İmparatorluğu’nun verasetine talip olmuş ve olabilecek “Latin”, “Anglo- Sakson” ve “Germen” soylarının bir üst kimliği olarak Avrupa ta­savvuru yeni bir biçime kavuşturulmuş oldu.

Avrupa’ya benzer şekilde “Roma bugünün ABD’sidir” tespiti de yaygın olarak kullanılmakta­dır (Goldsworthy, 2009:3). Süper güç olarak ABD Roma’nın “imperium” misyonunun bugünkü taşıyıcısı­dır. 1800’lü yılların başında Fransa, sonraları İngiltere Romanın varisleri olduklarını iddia ediyorlardı. Hitler Almanya’sı ise kendini “Kutsal Roma İmparatorluğu” ve “Alman İmparatorluğu’ndan sonra “Üçüncü Reich” olarak nitelendirerek neyin mirasçısı olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktaydı. Bu mirasın 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcında İngiltere’de bulduğu yankıyı Churchill’in sözleri açığa çıkarır: “İngiltere’nin yenilgisi yeni bir ‘Karanlık Çağ’getirecektir’. Churchill burada Roma İmparatorluğu’nun barbar Germen ka- vimlerince yıkılıp “karanlık” “Orta Çağın” başlamasına örtülü olarak atıfta bulunmaktadır (Goldworthy, 2009: 16). Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki Roma her an bir başka “süper güç” olarak karşımıza çıkabile­cek şekilde varlığını sürdürmeyi başarabilmektedir. Dolayısıyla Napolyon’un Avrupa’yı kasıp kavurması, İngiltere’nin cihan imparatorluğuna giden macerası, Hitler’in dünya hâkimiyeti ideali, Avrupa’nın Roma’da atılan imzalarla yeniden bir birliğe dönüşme arzusu hep Roma geleneğinin yeni yansımalarıdır. Hatta gü­nümüz ABD’sini de bir “eritme potası” (Aydın, 2010) şeklinde tasavvur edenlerin bu ülkeyi “yeni Roma” olarak tanımladıklarını da söylemek mümkündür.

Roma geleneği içerisinde sadece Batı Roma’da aynı zamanda üç, hatta dört kralın olduğunu, salta­natın soydan çok güçlü komutanlar arasında el de­ğiştirdiğini de dikkate alırsak, Batı merkezli Roma varisi olma mücadelesinin değişik kavimler arasında üstünlük yarışına dönmesi anlaşılabilir. Imperium ve Hristiyanlık odaklı küreselleşmeyi nereden bakar­sanız bakınız bir Roma İmparatorluğu kurgulaması olarak antik çağdan günümüze taşınan bir ülkü ola­rak görmek gerekiyor. Bir eksiğiyle! Hem de Roma’yı çöküşe götüren eksiği ile. Hegel’e göre Roma İmpa­ratorluğu nihayetinde çöktü, zira imparatorluk insa­noğlu için evrensel yasal bir eşitlik oluşturdu, ama bu insanların haklarını ve insanlık haysiyetini göze­temedi. Bunu ancak Hristiyan geleneği gerçekleştire­cekti ve bu gelenek moral özgürlük zeminine dayalı evrensel bir eşitlik oluşturacaktı (Hegel, 2001: Kısım 3). Bu yoruma ancak kısmen katılmak mümkün, ama bu yorum aynı zamanda bugünkü küreselleşmeci ev­renselliğin oturtulduğu zemini açıklaması açısından önemlidir. Küreselleşmenin “ekonomik getirilerini” merkeze alarak yapılan olumlayıcı yorumların çağın “insan haysiyeti ile” örtüşmeyen sömürge-bağımlılık esaslı bu büyük olgusuna bir anlamda delil karartma uygulamaktadırlar. Bu noktada, Hristiyanlığın küresel söyleme katkısını ele almak yararlı olacaktır.

Hristiyanlıkta Evrenselliğin Arkeolojisi

Challaye’nin (1972:237) betimlemesiyle “Doğu mistisizminin, Yahudi Mesihçiliğinin, Yunan düşün­cesinin ve Roma evrenselciliğinin kavşak yerinde, ortaya Hristiyanlık çıkmaktadır’. Zira son dönemler­de tanrı tapınışı ile imparatora tapınmayı eşleştiren Roma dini bir diğer adıyla Jüpiter Kültü, “büyük bir evrensel imparatorluk içinde, bir çeşit evrensel din haline geldi. Bu yönüyle Roma dininin kendisinden çok daha üstün olan Hristiyanlık karşısında uzun süre yaşaması mümkün gözükmemekteydi” (Chal- laye, 1972:236). Öyle de oldu. Gerçekten de Roma hem pagan hem de Hristiyan olarak “dünya” ölçeğin­de hevesler taşıdı.

İlginçtir, tesadüf veya başka nedenlerle de olsa Roma’nın Hristiyanlaşması bir bakıma sonunu da getirmiş oldu[20]. Ama çökmeden evvel, Hristiyanlık bir zamanlar saklı ve korku içinde dinini yaşamaya çalı­şanlardan müteşekkil, daha çok yoksullara hitap eden mahalli ölçekte bir din olmaktan çıkmış, en nihayetin­de devletin tepesindekiler tarafından da benimsenen “resmi” bir dine dönüşmüştü. Her dönüşüm acıları da beraberinde getirir. Bir zamanların Hristiyan avlayan Roma’sı, Kral Konstantin’in ölüm döşeğinde Hris- tiyanlığı kabul etmesi ile birlikte artık putperest avı­na çıkar. Yüz binlerce putperest öldürülür. Şehirden kırsala dalga dalga yayılan avın sonunda “paganizm son günlerini yaşar” (Stark, 2006:183). Bu dönemde Roma imparatorluğunun hem doğusunda (İstanbul) hem de batısında resmi din Hristiyanlık[21] olur (Hors­ley, 2003:130), ama mezhep ve dil ayrışması yüz­yıllar boyunca süren bir husumetin kaynağı olmaya devam eder.

Roma’nın Hristiyanlaşması sonrasında insanlığın tecrübe ettiği diğer dinler ile ilişkisinde yaşanan deği­şimin ayrıntılı analizini Stark’a (2006) bırakıp bir adım daha ileri gidersek, “ilahi” dinler içerisinde evrensel­liğe seslenen ilk dindir Hristiyanlık ve bu yönüyle İs­lam ile benzer bir söyleme sahiptir. Kavim dinlerinin yerine “bütün insanlık” için “bir tanrı” inancı gelir[22].

Batı Roma İmparatorluğu çöküp Avrupa küçük devletlere bölündüğünde, Batı “karanlık orta çağı­nı” doğu ise önce Araplar, sonrasında ise Türklerin öncülüğünde kendi aydınlanmasını inşa etmeye başladı. 1300’lü yılların başında “yeniden doğuşa” hazırlanan ve artık Katolik Kilisenin merkezi olan Roma bilim, felsefe ve sanatın dinle birlikte yaşayabi­leceği bir iklim oluşturarak bir anlamda Grek-Roma-Hristiyanlık karması bir medeniyeti yeni bir formda tekrar parıldatmaya başlıyordu. Ardından da “ay­dınlanma” ile “evrensel değerler” üretme noktasına gelindi. 1500’lü yıllardan sonra denizaşırı seferlerle değişmeye başlayan Hristiyan-Batı dokusu yaşa­dığı acı tecrübelerden de ders alarak bünyesinden “aydınlanmayı” doğurdu. Aydınlanma aynı zamanda “evrensel-globalist” düşünceyi temel alan bir söylem ile “bütün insanlığa” seslenmeyi arzuluyordu. Bütün insanlık? İstisnaları bir yana koyarsak Hristiyan Batı için “bütün insanlık” aslında kendi merkezli bir kurgu­lamadır sadece. O nedenle hümanist, evrenselci ve elbette küreselci akımın merkezinde hep Batı vardır. Böyle bir dünyada mesela Afrika’yı nereye koymak gerekiyor?[23] Ya Türkleri?[24]

Yukarıdaki tartışmalar ışığında günümüz küresel­leşmeci söylemin arka planına ve muhtevasına ilişkin bazı saptamalarda bulunmak gerekiyor.

Birincisi, Stoacı geleneğin Helenlerden Roma’ya, oradan Hristiyanlığa ve aydınlanmaya akarak ortaya güçlü bir “evrenselci” söylem çıkarmasının günümüz küreselleşmeci yaklaşımlarına en azından zihinsel bir altyapı oluşturduğu gerçeğidir. Bu sayede “dünya ölçeğinde bir muhayyile” sahipliğinin de yolu açılmış oldu. Stoacı gelenek “aklın egemenliği”, “tabiata uy­gun yaşamak”, “ruhun sarsılmazlığı” gibi ilkeleriyle Helenik çağdan Roma’ya, oradan Hristiyanlığa ve nihayetinde aydınlanmaya kadar her akım için ilham kaynağı olma becerisini göstererek Batı evrenselciliği için önemli bir damar oluşturmuştur. Yalnız söz konu­su Batı olduğunda “dünya ölçeği”, “evrensel”, “bütün insanlık” gibi kavramların çok sorunlu olduğunu ve daha çok “Batı ile sınırlı” bir tasavvura dayandığını da not etmek gerekir.

İkincisi, hümanist, evrenselci ve küreselleşmeci söylemin en güçlü dayanaklarını Hristiyan termino­lojinin oluşturduğu gerçeğidir. Bu sanıldığından çok daha belirgin bir durumdur. Hümanistler, ütopistler, aydınlanmacılar, Hegel ve burada bir “örnek olay” olarak ele alınmayı hak eden Fukuyama tezlerini coş­kulu bir Hristiyan terminolojisiyle bezemektedirler. Bu belki kaçınılmaz ve elbette anlaşılabilir bir durumdur. Burada sorun, Hristiyan-Batı merkezli kurgulamanın çevresindeki “aydınların” neyi niçin sahiplendiklerini fark edememeleridir.

Küreselleşmeyi bütün insanlığın ortak bir kur­gulaması veya insanlık için ortak bir selamet yolu olarak algılayan üçüncü dünya aydınları mesela “dünyanın tek kutupluluğa girişini tanrı krallığının kuruluşu” olarak nitelendiren söylemi olduğu gibi benimseyecek mi? Tek kutupluluk bir bakıma “ışığın ebedi hâkimiyeti” için bir basamak olarak değerlendi­rilirse burada durup düşünmek gerekmez mi? Baba Bush’un,[25] I. Körfez savaşını başlatma gerekçesi olarak “iyi ile kötünün; ışık ile karanlığın” savaşını göstermesi Armageddon’u[26] hatırlatmayacak mı? Bu savaştan sonra “tanrının egemenliği” hâkim kılınmış oluyor ve tarih de tam da bu noktada bitiyorsa kafa­mızda soru işaretleri olmayacak mı?

Burada “tarihin sonu” tezi üzerinde kısaca dur­makta yarar var. Roma, Hristiyanlık ile buluşunca Helenlerden aldığı döngüsel tarih geleneğinden doğ­rusal tarih anlayışına doğru kaydı[27]. Bunun anlamı, tarihin bir noktadan başlayıp bir diğerinde biteceğiy­di. Bu iki nokta arasında ise insanoğlu kendi tarihini yaşar. Bu kurgulamada tuhaf olan bir şey yok. Ancak tarihin sonu kavramının küreselleşme gibi bir tartış­manın ortasına konması ve dünya siyasetinin (küre­sel söylemin) yoğun olarak Kabala-Hristiyan termi­nolojiden yararlanması bu çalışmanın tezini doğrular mahiyettedir. Hegel’e göre “tarih modernitenin özgür­lüğü gerçekleştirmesi ile sona erer. Zira artık nihai felsefi doğru başarılmıştır” (Maker 2009: 15) Maker bu ifadenin “Hegel kendisini tanrının yerine koyuyor’ şeklinde eleştirilmesine karşı çıkarken ortaya şu ge­rekçeyi koyar: “Tarihin sonu aslında bizim geçmişle olan ilişkimizi sonlandırmamız değil, bunu yeniden şekillendirmemiz anlamına gelmektedir”. Bu açıkla­maya yine bir soru ile karşılık vermek gerekir: “Peki, bu şekillendirmede belirleyici ilkelerin beslendiği kö­kenler nelerdir? Bu soruya, bu günkü gerçekler ışı­ğında “Grek-Roma-Hristiyan geleneğinden” başka nasıl bir cevap verilebilir?

Tarihin sonu ve Armageddon kavramları öyle ya­bana atılacak türden değildir. Zira Hristiyanlık kendi­ne inananlara her zaman “geleceği” düşünmeyi öğre­tir. İsa öğrencilerine zamanın işaretlerini görmelerini ve böylece hazırlıksız yakalanmamalarını öğütler. Erken dönem Hristiyanları “Efendi’nin İsrail’in yeni kralı olarak bedensel dönüşünü merakla beklediler”. Bu bekleyiş birçok Hristiyan için yüzyıllardır sürüyor. Bazıları özel bir tarih tespit ederek “zamanın sonu­nun” başlangıcını belirlemeye çalışıyor. Diğerleri, Tanrı Krallığının yeryüzünde görülmesini büyük bir umutla bekliyorlar. Bu tarihler örneğin 1988, 1989 öylesine etki yaratmaktadır ki insanlar kitleler halin­de evlerini satmakta, işyerlerinden ayrılmaktadırlar (Withnow, 1993:3).

Fukuyama’nın sıkça dile getirdiği ve insanlığın artık başka arayışlar peşinden koşarak yorulmasının anlamsızlığına işaret ettiği son toplumsal örgütlenme biçimine denk gelen “liberal demokrasi” ve tarihin sonu böyle bir membadan besleniyor işte. İnsanlığın bu son döneminde dünya “İsa Mesih’in inananlara yeniden görüneceği bir yer olsun”. Bunun için “İsa’ya göre dünya tarihi… duracak; Tanrı dünya işlerine mü­dahale edecek; kozmik mahkeme ile birlikte karan­lık güçleri devirecek ve böylece Ütopik Krallığı[28] bu dünyada kuracaktır” (Ehrman 1999:3.). Yukarıdaki söylemi bilimsellikten uzak “komplocu” olarak nite­lendirenler olabilir. Burada bu alandaki geniş ve bü­yük komplocu literatürden özellikle uzak durulmuştur. Batı’da tarihin sonu ve Armageddon ile birlikte İsa’nın yeniden görülmesini arzulayan çok değişik cemaat ve siyasi akımlar ortaya çıkmıştır. Bunların bazıları özellikle Reagan, ve Baba ve Oğul Bush’lar dönem­lerinde siyasette çok güçlü hale gelmişlerdir. Ancak bu amaca ulaşmanın farklı yolları da vardır. Örneğin “Yeni Yapısalcı” Hristiyanlara göre insanların çoğun­luğunun Hristiyanlığa geçmesine kadar Mesih tekrar dünyaya gelmeyecektir. Bunlar, sivil hükümetleri güç kullanarak ele geçirme niyetinde değildirler. Bunun yerine, ABD’deki din özgürlüğü yasalarından yararla­narak çocuklarını özel ev okullarında eğitip “Tanrının Krallığını” kurmayı amaçlarlar. Bu çocuklar nihaye­tinde büyüyecek ve Tanrının istediğini düşündükleri bir hükümeti iktidara taşıyacak kadar katlanarak ço­ğalacaktır. İşte o zaman, sadece o zaman İsa Mesih yeryüzüne dönecektir” (Willis ve Willis, 2006:108). Roman Katolikliğine göre Tanrının Krallığı zaten cennette kurulmuştur. İsa Mesih bunu yeryüzünde de oluşturmak için gelmiştir. Mesih’in birinci ve ikinci gelişleri arasındaki zamanda Kilise onun misyonunu yerine getirmektedir. Mesih’in yeryüzündeki bedeni olan Kilise, Mesih’in yeryüzündeki vekili olan Papa tarafından yönetilir ve misyonunu tamamlayana dek büyüyüp gelişmeye devam edecektir. Sonrasında ise nihai yargı günü beklemektedir; herkes ödül veya ce­zasıyla yüzleşmek üzere Tanrının huzuruna çıkacak­tır (Willis ve Willis, 2006:178).

Bu ve benzeri tarikat ve siyasi akımlar doğal ola­rak Batı’da geniş bir etki alanına sahiptirler. Kilisenin özellikle 1980’lerden bu yana “Batı’da dinin yeniden yükselişi” ile birlikte giderek güçlenmesi siyasetin mahiyetine de kaçınılmaz olarak dinsel temaları yüklemektedir. Dinden bağımsız olarak evrenselci ve küreselci söylemler elbette geliştirilmektedir. An­cak, küreselleşme literatürü, bu dünya tasavvur ve tahayyülünün Batı’nın bir ürünü olduğunu ortaya koymakta ve dünya ve evrene ilişkin önermelerini de kendi terminolojisi ile yapmaktadır. Bu Batı mer­kezli bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin dışında örneğin İslam’ın da mutlaka kendi evrensel ve küresel tasavvurları vardır. Ancak “İslam” tam da Fukuyama’nın (1992: 46) dediği gibi “dünyada geniş halk kitleleri için bir şeyler söyleme yetisini çoktandır yitirdi. Artık İslam’ın kültürel fetih günleri bitti. Şimdi tam tersi Batı, İslam dünyasının en seçkinlerini dev­şirme gücüne sahip olduğundan İslam giderek marji­nalleşip köktencileşmektedir”. Fukuyama “liberalizm” adına liberalizme alternatif olma potansiyeline sa­hip bütün düşünce sistemlerini (Marksizim[29], İslam) ayırt etmeksizin “tarihin dışına” iterek seçeneksizlik özgürlüğünü büyük bir nimet olarak sunuyor. Oysa özgürlüğün anlam kazanabilmesi seçeneklerin varlı­ğıyla mümkündür. Yoksa Fukuyama (1992: 46) “artık insanlık yeni şeyler peşinde koşmaktan bitap düştü” derken gerçekten haklı mı?

Sonuç

Kessler’in (1985: 72) belirttiği gibi tarih felsefesi “sosyal hayatın oluşunu” ele alır ve cemiyet tarihin­deki kanunları ve etkili güçleri bularak büyük sosyal akışın şekillerini kavramayı amaçlar. Küreselleşme de aslında tam böylesi bir mantık üzerinde inşa edilir. Yukarıdaki tartışmalardan anlaşılıyor ki Batı düşün­ce dünyası kendi bünyesinden çıkardığı kavramlara evrensel boyut kazandırmak gibi bir dürtüyle hareket etmekte ve bunu da iyi becermektedir. Küreselleşme de bunlardan bir tanesidir.

Yukarıda vurgulandığı üzere günümüz küresel­leşmesi Batı’nın “Mesihçi Hristiyan” söyleminin tam göbeğinde yeşeriyor. Bunun farkında olmayan “oku­muşlar” küreselleşme olarak önlerine konan yanıltı­cı göstergelere bakarak küreselleşmenin dayandığı liberal demokrasinin nihai nokta olduğuna kanaat eder duruma düşüyorlar. Oysa Batı’nın meddi diğer toplumların cezri anlamına geliyor.

“Batı Üçlemesi” ile örtüşmeyen hiçbir medeniyet tasavvuru, ama özellikle de İslam bugün küreselleş­me olarak adlandırılan olgunun “periferisinde” bile değildir. Olsa olsa bu küreselliğin önünde aşılması gereken bir engeldir. Bu engeller ya “medeniyetler çatışması” ile ortadan kaldırılır veya sürece eklem­lenmek zorunda bırakılır. Bu sürece Batı dışından dâhil olmanın yegâne çözümü kendi iddialarından ve söyleminden vazgeçmek; liberal demokrasi söylemi­ne kayıtsız teslim olmaktır. Günümüzde yelpazenin bir zamanlar Marksist ucunda yer alanlar ile İslamcı ucunda yer alanların mutabakatının zemininin libera­lizm olması başka ne anlama gelebilir?

Bu çalışma kaçınılmaz olarak bir başka soruyu da beraberinde getirmektedir. Doğu, ama özellikle de İslam dünyasında “evrensellik tasavvuru” ve buna bağlı olarak küresel bir söylemin bir karşılığı var mı? Nihayetinde evrene ve insanlığa ilişkin tasavvurlar medeniyet ayrımı gözetilmeden insanlığın ortak kay­gı alanlarını oluşturmaktadır. Ancak bu kaygılar han­gi mefhumlar ile dışa vurulmuştur? Sözgelimi, barba­rın veya imperiumun (devlet-i ebet müddet?) Doğu tasavvurunda bir karşılığı var mıdır; varsa mahiyeti itibariyle ne tür farklılıklar arz etmektedir? Bu “bakir” alana bir başka çalışmada “dokunmak” gerekliliği de bu eserin çıktılarından birisidir.

 

Kaynaklar

Abhayananda, S.(2007) History of Mysticism: The Unchan­ging Testament, 4. Baskı, Revised Ebook Edition.

Aydın, K. (2010) “ABD Eksenli Eritme Potası Söylemi ve Türkiye Eksenli Açılım Politikaları”, Türkiz, y1, s.4, Temmuz-Ağustos.

Bernal, M. (1987) Black Athena-The Afroasiatic Roots of Classical Civilazitation: The Fabrication of Ancient Gre­ece 1785-1985, c.I, Rutgers University Press.

Bonnard, A. (2004) Antik Yunan Uygarlığı: Euripides’ten İskenderiye’ye, 3. Cilt. Evrensel Basım Yayın.

Boyd G. (2005) The Myth of a Christian Nation, Zondervan ekitap, gigapedia.com.

Challaye, F. (1972) Dinler Tarihi, (çev. Semih Tiryakioğlu), Varlık Yayınları.

Childe, G. (1995) Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık.

Ehrman, B. D. (1999) Jesus: Apocalyptic Prophet of the New Millennium, Oxford University Press.

Epperson, R. (1990) The New World Order, e-kitap, giga- pedia.com.

Ermantinger, J. W. (2004) The Decline and Fall of Rome, Greenwood Press.

Fukuyama, F. (1992) The End of History and the Last Man, The Free Press.

Goldsworthy, A. (2009) How Rome Fell: Death of a Super­power, Yale University Press.

Hamowy, R. (ed.) (2008) The Encyclopedia of Libertaria­nism, Sage Publication.

Hardie, P. R. (1986) “Virgil’s Aeneid: Cosmos and Imperi­um,” Oxford University Press.

Haskell,HJ. (1947). The New Deal in Old Rome, New York, Alfred A Knopf.

Heckel, W. ve Yardley, J.C. (2004) Alexander the Great: Historical Sources in Translation, Blackwell Publishing.

Hegel, G.W.F. (2001) The Philosophy of History, Batoche Books, Kitchener.

Hegel, G.W.F. (2006) Tarih Felsefesi (çev. Aziz Yıldırım), idea.

Horsley, R. A. (2003) Jesus and Empire: the Kingdom of God and the New World Disorder, Fortress Press.

Housley, N. Religious Warfare in Europe 1400-1536, Ox­ford Univ. Press.

Hungtington, S. (1996) The Clash of Civilizations and the- Remaking of the World Order, Simon & Schuster.

Janson, T. (2004) The Natural History of Latin, Oxford Uni­versity Press.

Jenkins, P. (2008) The Lost History of Christianity: The Thousand-Year Golden Age of theChurch in the Middle East, Africa, and Asia—and How It Died, Harper-Collins e-book.

Johnson, P. (1885) A History Of Christianity, 2.baskı, Athe- neum.

Kessler, G. (1985) Sosyolojiye Başlangıç, 2. Baskı (çev. Z. F. Fındıkoğlu), İ.Ü., işletme iktisadı Enstitüsü Yayınları, 30. Yıl Yayınları, no:8.

Maker, W. (2009) “The End of History and Nihilism of Be­coming”, içinde, Dudley, W. (editör) Hegel and History, State University of New York Press.

Mazlish, B. (2004) Civilization and its Contents, Stanford University Press.

McInerney, J. (2000) Alexander the Great and the Hellenis­tic Age, part 1, The Teaching Company Limited Part­nership.

Mehta “Impact of Revolutionary Thought on Africa”, içinde, Fremont-Barnes, G. (derleyen) Encyclopedia of the age of political revolutions and new ideologies, 1760-1815, Grenwood Press.

Özlem, D. (1984) Tarih Felsefesi, Ege Üniversitesi Basıme­vi.

Qureshi, E. Ve Sells, M.A. (2003) The New Crusades: Constructing the Muslim Enemy, Columbia University Press.

Sienkiewicz, H. (1975) Quo Vadis, Halk El Sanatları ve Neşriyat A. Ş. Altın Kalem Klasik Romanlar, Polonya Edebiyatı, 1.

Stark, R. (2006) Cities of God: The Real Story of How Christianity Became an Urban Movement and Conque­red Rome, Harper-Collins e-book.

Ward-Perkins, B. (2005) The Fall of Rome and the End of Civilization, Oxford Univ. Press.

Weinland, R. (200?) The Prophesied End-Time, ekitap, gi- gapedia.com.

Willis, J. Ve Willis, B. (2006) Armageddon Now: The End of the World A to Z, Visible Ink Press.

Withnow, R. (1993) Christianity in the Twenty-First Century: Reflections on the Challenges Ahead, Oxford Univ. Press.

———————————————-

Önemlidir:

Resimler metne tarafımızdan eklenmiştir.

———————————————-

Kaynak:

Türk Yurdu • Kasım 2011 • Sayı: 291

 

Dipnotlar

[1] Bu tam da Fukuyama’nın (1992) önerisine tekabül etmektedir. Küreselleşme ve onun çekici gücü olan Batı düşüncesinin ürünü liberalizme ters düşen bütün akım ve toplumların iki seçeneği vardır: Ya liberal demokrasiye eklemlenmek veya küresel toplumdan tecrit edilmiş küçük adacıklar halinde yaşamak. Ancak, merkezin dayatması sonucu liberal demokrasiye eklemlenen toplumların bu işi doğal bir süreç sonucu gerçekleştiren Batı’nın evrim düzeyine ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır. Bu da dualitenin sürekliliğine işaret etmektedir. Fukuyama’nın aksine Huntington (1996) ise çatışmanın “medeniyetler arasında” yaşanacağını ifade etmektedir. Huntington burada medeniyetler arasındaki çatışmadan hâkim medeniyet karşıtları için nasıl bir tasavvura sahiptir acaba?

[2] Greklerle günümüz Yunanlıları arasındaki bağa ilişkin tartışmalar sürmektedir. Bu bağın soy üzerinden çok, dil ve kültürel öğeler üzerinden kurulabileceğine dair iddialar öne çıkmaktadır. Bazı çalışmalarda ise antik Grek’in varlığı ve mahiyeti konusunda da ciddi şüphelere işaret edilmektedir. Bu uygarlığın özellikle eski Mısır’dan ve Perslerden ne denli etkilendiğine dair tartışmalar “Grek- ler üzerinden Avrupa ırkçılığı” söylemine ters düştüğünden modern çağ Avrupa’sı bir anlamda kendi “antik Grek fabrikasyonunu” oluşturmuştur. Bu konuda, evrenselliği Avrupa kültürü dışındaki kültürlerde de arama gereği duyan ilk yazar olan Hegel dahi benzeri bir tutum sergilemiş ve örneğin Hint’e vurgu yapmakta oldukça cömert davranırken Mısır’ı ihmal edici bir tavır takınmıştır. Hegel “Tarih Felsefesi” (2006) kitabında ilginç bir bölümleme ile “Doğu dünyası” Bölümü altında Çin, Hint ve İran’a birer “kesim” ayrılırken Mısır’a ise İran’a ayrılan kesimin bir alt kesimi olarak dahi değil, sadece “Pers İmparatorluğu ve Bileşenleri” alt kesiminin bir alt başlığı olarak yer vermektedir. Grek Düşüncesine geçişin köşe taşları arasında Mısır’ı zikretmemektedir Hegel. Bu, dönemin arkeolojik bulgu eksikliğinden kaynaklanan bir zorunluluk mudur? Mısır Afrika’dadır ve kurgulanan “Aryan” merkezli kuşağın içerisinde yer almamaktadır. Rivayet odur ki “Asya düşüncenin çocukluk, Grek ise delikanlılık çağıdır”. Peki, Mısır’ı nereye koymak gerekir? Avrupa’da dönem dönem Grek medeniyetine biçilen misyona ilişkin ayrıntılı tartışma için bakınız Bernal, 1987: özellikle bl. VI)

[3] Öyle ki Slav ırkıyla karıştıkları gerekçesiyle Bizanslılara “Pis Grek” denmiştir (Bernal, 1987:292).

[4] Tarihsel olarak Makedonlar ile Greklerin birbirinden kültür ve dil olarak tamamen ayrı iki kavim oldukları görülmektedir (Heckel ve Yardley, 2004:7). Ancak bu iki kavmin coğrafi içiçeliği ve İskender’in büyümeye Grek topraklarını fetih ile başlaması, ordusunda ve yönetiminde Greklerin üst düzeyde temsil edilmesi, hatta İskender’in Grek kültürüne (sonraları Mısır, Pers ve Hint kültürüne olduğu gibi) büyük ilgi ve hayranlık duyması gibi sebeplerle Makedon-Grek kavramı Helenik çağda aynileşmiş gözükmektedir. Ne zamanki İskender büyük fetihlere kalkışır, o zaman Grekler kendisiyle bir Grek’miş gibi gurur duymaya başlarlar.

[5] Barbar kavramı tarihsel süreçte en çok da belki Türklerin yakasına yapışmıştır. Savaşçı kavimleri barbarlık ile suçlayan günümüz Yunanlılarının İskender’e sahip çıkma konusundaki çabaları da bir paradoksa işaret eder. İskender’i İskender yapan eylemlerin başında O’nun Greklere ama özellikle de fitneci Atinalılara gözdağı vermek için Thebai ayaklanmasını bastırırken 30 bin kişiyi kılıçtan geçirip şehri yağmalatması gelir. Bonnard’ın betimlemesiyle “Grek uygarlığının suikastçısı oluyordu İskender aynı zamanda da canı istediğinde en yakın arkadaş ve kumandanlarının da katili” (Bonnard, 2004:164).

[6] Grek medeniyetinden kendisine misyonlar biçen Batı, Greklerin bu “ırkçı” söylemini siyasal düşünce sisteminden bir türlü temizlemeyi beceremedi. Öyle ki Ersamus ölçeğinde bir “hümanist” ve Voltaire gibi bir aydınlanmacı bile barbarı cismanileştirdikleri Türk ve Müslüman kavramları ile bu dünyada yaşamaması, öldürülmesi, yok edilmesi gereken varlıklar olarak gördüler. Bu tohumlar öylesine derinlere kök salmış ki her Hristiyan-Batı ülkesinde çok güçlü ırkçı söylemlere sahip siyasi akımların önüne geçmek bir türlü mümkün olamıyor. Aslında Erasmus Türkleri “insansı” (homines) olarak görür. Ama O’nun gözünde Türkler aynı zamanda “barbarlar”, “canavar hayvanlar” “Kilise düşmanları” ve “bütün suç ve utançlarla kirlenmiş bir halk”tır (bunlar ve daha fazlası için bakınız Qureshi ve Sells, 2003:215217).

[7] Yukarıda ipuçları verilen İskender portresinden Grek, Mısır, Fars ve Hint karışımı bir dünya parıldamaktadır ve bundan da en çok Grek soyluları rahatsız olurlar. Fetih ve keşiflerine de bu soylular yüzünden istemeden son verir İskender. Oysa o zamanlar uykuda olan büyük Çin medeniyetini de merak ediyordu elbette. Tiyan Şan dağlarının ardında neler olup bittiğini bilmek istiyordu. Ama bir yerde durması kaçınılmaz oldu ve oraya üzerine “İskender burada durdu” yazan anıtı dikti. Hindistan’da “çileciler” ile görüştü. Onlara “bir insan için kendini sevdirmenin en güvenilir yolu nedir?” diye sordu. Bilgelerden biri cevap verir: “Herkesten güçlüsü olup da, kendisinden korkulmaması”. İskender çileciler- de “hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ve ölüm ile kendisine engel olan bedeninden kurtulacağına sevinen” tavrı görünce “özgür insanı” keşfeder (Bonnard, 2004: 175176). Doğu ile Batı ticareti de İskender ile birlikte Pamir dağlarında yapılan değiş tokuşla kavuşmaya, antik çağın uygarlıklar buluşmasının ekonomisi oluşmaya başlıyor, ipek yolu şekilleniyordu. Daha sonraları Romalı kadınlar da bu dağları aşıp gelen kumaşlardan süslü elbiseler giyeceklerdi. Küreselleşmenin yolu mu açılıyordu?

[8] Cicero burada dahi bilinçaltını dışa vurmaktadır. “Her zaman” ve “bütün insanlık” için önerdiği evrenselliğin merkezinde yine Roma ve Atina vardır.

[9] Tarsuslu Aziz Paul’un İsa’nın İncili yaymak için seçtiği 12 öğrencisinden biri olmasının yanında M.S. tahminen 49 yılında Kudüs’e giderek Nezaret’li İsa’ya inananlardan hayatta kalanlarla buluşması ve Hristiyanlık tarihine “Kudüs Konseyi” olarak geçen toplantıya katılması bu dinin tarihinde ilk politik eylem olarak kaydedilir. Bu toplantı İsa’nın öğretisi, dininin kökeni ve kilisesinin doğasına ilişkin bir başlangıç niteliğindedir (Johnson, 1985:2).

[10] Roma’nın önemli yazarlarından ve belki ilk felsefecisi olan Seneca genç imparator Neron’a hocalık ve koruyuculuk yapmıştır ancak bir süre sonra gözden düşmüş ve intihara zorlanmıştır. Tarsuslu Aziz Paul ile aynı dönemde yaşamış ve Paul’un üst düzey ailelerden Hristiyanlara dostlar edinmek taktiği çerçevesinde aralarında yazışmalar olmuştur (Janson, 2004: 60).

[11] Bu akımların Batı merkezi düşüncesine eklemlenmiş olmaları ne anlama gelmektedir? Bugün gelinen nokta, Batı medeniyetinin “ayrımcı” ve “ırkçı” iki güçlü membadan beslenmesinin tortularından arınamadığını göstermektedir. Birincisi Grek’in barbar ayrımı, ikincisi ise Hint’te cismanileşmiş ırkçılığın kökeni olarak kast sistemi. Bu iki düşüncenin de çağdaş Batı uygarlığının beslendiği iki meme olmasını başka nasıl değerlendirmek gerekir.

[12] Novus Ordo Seclorum’un ilginç bir hikâyesi var. Romalı şairlerin babalarından (bir iddiaya göre tarihin en büyük şairi) Virgil, Eclogues adlı eserinde babasız doğacak bir çocuktan ve bu sayede “novus ordo seclorum- yeni çağların düzeninin” başlayacağından söz eder. Virgil’in M.Ö. 19 yılından evvel bu kehanette bulunduğu söyleniyor. Hz. İsa’nın doğumu gerçekten Roma ve insanlık için yeni bir dönemin başlayışı anlamına gelmiştir. Ancak hikâye burada bitmemiş ve hala da devam ediyor gözükmektedir. “Yeni çağların düzeni” veya bir başka çeviri ile “yeni dünya düzeni” Tanrı’nın krallığının kurulması anlamına da gelmektedir. Öyle ki, 1776 yılında ABD’nin bağımsızlığını ilan etmesi sonrasında ülkenin arması kabul edildiğinde armanın arka yüzünde aynı ifadeye rastlanır. Armanın tasarımında zaman zaman değişiklikler yapılmasına karşın bu ifade yerinde kalır. Bu ifade artık İsa Mesih’in yeryüzüne dönmesi için şartların hazırlanması anlamına gelmektedir. Arma, büyük tartışmalara neden olur zira üzerinde yer alan sembollerin birçoğu aynı zamanda masonların da kullandıkları şekillerdir. Konuya ilişkin tartışmalar “komplo” teorileri ile karışık devam etmektedir. Komplo tartışmalarına ilişkin ayrıntılar için bakınız (Epperson, 1990).

[13] Bu çalışma esnasında Hegel’in Tarih Felsefesi kitabının hem Türkçe hem de İngilizce çevirilerinden yararlandık. Türkçe çevirisinin anlaşılmazlığı aslında Türk bilim hayatı ve aydınının hüzünlü çaresizliğinin açık bir resmidir. Rastgele bir alıntı ile meramımızı aşikâr eyleyelim: “Belirtildiği gibi, Sezar yenidünyayı olgusal yanına göre açtı; bu dünya kendini tinsel ve iç varoluşuna göre Augustus altında açındırdı. İlkesini sonsuzluğa abartılmış Sonluluk ve tikel Öznellik olarak tanıdığımız İmparatorluğun başlangıcında aynı Öznellik ilkesinde dünyanın Esenliği doğdu; bir bu insan olarak ve soyut Öznellikte doğdu, ama öyle bir yolda ki, evrik olarak sonluluk onun yalnız görüngüsünün biçimidir ve bunun özünü ve içeriğini daha çok Sonsuzluk, saltık kendi-için-Varlık oluşturur’ (Hegel, 2006: 236-7). Anlama nüfuz edebilmek için metni birkaç kere okumak dahi yeterli değildir.

[14] Imperium kavramı günümüzde de kullanılmakta ve “askeri, siyasi ve ekonomik” insicamıyla tutarlı bir uluslararası veya küresel forma dönüşmeye muktedir bir sistem olarak kullanılmakta ve elbette bu haliyle de daha çok ABD’ye atfedilmektedir (Mazlish, 2004:136). Hatta Roma düşüncesinde “imperium”un, yani devletin “doğal evren” ile eşanlamlı olduğu da oldukça yaygın bir düşünceydi (Hardie, 1986:2-3).

[15] Öyle ki Janson (2004) bu dili “dünyanın en başarılı dili” olarak tanımlar.

[16] Bu üçlü ayrım Roma’da kişilerin adlarında da kendini göstermektedir. Soyluların önadı, klan adı ve soyadı varken, özgür olup ta soylu olmayanların adı ve soyadı; kölelerin ise sadece adları vardı. Bu adlar ise özgür Romalılarınkilerden olamazdı. Daha çok kölenin geldiği topraklara dair olurdu: “Syrus, Suriyeli” gibi (Janson, 2004: 37-39).

[17] “Kaderi tarihi yazmak’ olan Hegel dahi felsefesini ince bir Cermencilik üzerine inşa ederken burada tarihsel bir fabrikasyondan söz etmek yadırganmamalıdır. Konu bağlamında bu fabrikasyon iki soru üzerinden ele alınabilir. Birincisi “Roma imparatorluğuna ne oldu?”; ikincisi ise “barbar kimdir?” Aslında Roma hiç yıkılmadı mı? Bu soru Batı tarihinin can alıcı noktalarından bir tanesidir. Yaygın söyleme göre, Atilla’nın baskısından kaçan Cermenik kavimler yani Barbarlar Tuna’yı geçerek önce sığınma talep ederler. Sonrasında ise imparatorluğun Akdeniz’deki güney sahillerini Vandallar Avrupa’daki kısmını ise Gotlar talan etmeye başlarlar. Artık imparatorluk vergi dahi toplayamaz duruma düşer ve nihayeti tarihten silinir. Ancak, 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle de AB sürecinde Almanya’nın da AB ortaklığı içerisinde yer alması ile birlikte bu söylem değiştirilmeye başlanmıştır. Bu yeni söyleme göre aslında Cermen kavimlere Roma gönüllü olarak kucak açmış, bu ka- vimlerden yeni bir vurucu askeri güç kazanmıştır ve bu nedenden ötürü günümüzde bile Roma’nın çöktüğünü söylemek doğru değildir. Aslında Roma, aşırı büyüyen merkezi gücünü delege ederek kendisinin devamı olan yeni devletlere aktararak ve form değiştirerek yaşamaktadır (Ward-Perkins, 2005:1.ve 2. bölümler). Oysa bakınız İskoçyalı William Robertson bu konuda nasıl bir tespitte bulunuyor:

“Barbar ulusların yeni fethettikleri topraklara yerleşmesinden yüzyıldan daha az bir zaman sonra Roma’nın Avrupa’ya serpiştirdiği bilgi ve medeniyetin neredeyse bütün etkisi yok oldu gitti. Sadece güzel sanatlara hizmet eden veya güzel sanatlarla beslenen lüksler değil, hayatın onlarsız rahat içerisinde sürdürülmesi mümkün olmayan birçok faydalı sanat da ya ihmal edildi veya kayboldu” (aktaran Ward-Perkins, 2005:2).

Bu teze karşılık Cermenik halklar söz konusu olduğunda sadece birkaç yerde zoraki olarak “barbar” kavramını kullanan Hegel, bunun yerine “yabanıl ve saf” sıfatlarına sığınır (Hegel, 2006:bl.4) ve Cermenlere çocuksu bir coşku ile övgüler düzer: “Ama (Gotların Romalılardan) gördükleri kötü davranış onları başkaldırmaya götürdü. (Imparator)Valens yenildi ve savaş alanında kaldı. Daha sonraki imparatorlar bu Gotların prenslerine dalkavukluk yaptılar. Yürekli Got şefi Alarik İtalya’ya doğru yöneldi…” (Hegel, 2006: 249). Anlaşılmaktadır ki tarih asla sadece tarih değildir ve hangi kalemden çıkarsa o kalemin hikâyesidir.

[18] ‘Childe Harold’s Pilgrimage’ (1812-18) canto 4, st. 145 (Oxford Dictionary of Quotation, s. 405-6).

[19] Sienkiewicz’in kendisine Nobel Edebiyat ödülü de kazandıran başyapıtı “Quo Vadis” kitabında Nero zamanında iki soylu arasında geçen şu diyalog durumu ne hoş resmediyor: “─Vinicius ‘Bulutları toplayıcı Zeus hakkı için, bu ne köle saltanatı böyle?’ ─Petrone ‘Ben niteliği nicelikten üstün tutarım. Benimkiler dört yüzü aşmaz. Şuna inanıyorum ki sadece görgüsüz zenginler daha kalabalık hizmetkarlara ihtiyaç duyarlar’ (1975:11).

[20] Hristiyanlıkla, özellikle de Roma Kilisesiyle Batı’nın ilişkileri genellikle sorunlu olmuştur. Şu alıntı buna çarpıcı bir örnektir: “İyice düşün, Roma kilisesinden ne kadar uzaklaşırsan Tanrı’ya o kadar yakınsın” (Oxford Dictionary of Quotation).

[21] Ama hangi Hristiyanlık? Doğu ile Batı Roma arasında din her zaman önemli bir sorun olmuştur. Haçlı seferlerinden en büyük hasarı genellikle o zamanın Konstantinapol’u, İstanbul almıştır. Roma ile İstanbul arasındaki ayrım Grek-Latin ayrımıdır aynı zamanda. Greklerin Roma’yı “barbar” olarak nitelendirdikleri uzun bir dönem vardır ve Romalılarla dini mevzuları tartışmaya tenezzül etmeleri Latinceden Grekçeye çeviri yapmaya başladıkları dönemi, 14. Yüzyılı bulur. Bu ilginç konuyu 1054 yılında Papalığın Patrikliğe yazdığı bir mektuptan bir alıntı ile noktalayalım: “Roma ana idi ve eşi de Tanrı; Konstantinapol O’nun yaramaz ve kahpe kızı; Roma’dan ayrılan her Kilise sapkınların toplanma yeri… şeytanın bir sinagogudur’ (Johnson, 1985: 155).

[22] Ancak bu iki dinin kaderleri farklılık gösterir. Hristiyanlık, içinde kuluçkalandığı Roma’yı adım adım dağılmaya doğru sürükler. İslam ise bölük pörçük kabilelerden imparatorluklar oluşturan bir maya görevi üstlenir. Hristiyanlık muhteşem Roma İmparatorluğu içinde uzun süren bir yeraltı dönemi yaşar; İslam daha peygamberi bu dünyadan göçmeden kendi devletini kurar ve o devlet henüz ikinci halifesi zamanında Kudüs’ten Hindistan’a uzanan bir imparatorluğa dönüşür. Hz. Muhammed’e peygamberlikle gelişinden sadece 100 yıl sonra İslam orduları Endülüs’te 700 yılı aşkın sürecek bir fethin yo-lunu açıyorlardı. İslam varlığı ile Hristiyanlığın hükümranlık alanlarının çoğunda mümbit bir zemin bulmuş olmanın hevesiyle hızla yayılıyordu. Hıristiyanlık ile birlikte Roma sonrası Batı “Ortaçağını” yaşıyor; İslam ile birlikte önce Araplar sonrasında Türkler “aydınlanma” dönemlerine giriyorlardı.

[23] Hegel Afrikalıları “hala safi doğal şartlardaki Tarihsiz ve Gelişmemiş Ruh” olarak betimler ve onların dünyanın tarihsel gelişiminin ötesinde yaşadıklarını belirtir (akt. Mehta, 2007: 15). Ama bu betimleme o dönemin genel Avrupalı söylemini yansıtıyordu zaten. Fransa ve Amerika’da yaşanan siyasi devrimler, kuracakları sömürgeci imparatorlukların ahlaki gerekçelendirmesini Hegel gibi kategorileştiricilerden alacaktır. Avrupa Aydınlanmasının öngördüğü evrensellik idealinin karşısındaki en önemli engel böylece Avrupa’nın köle ticareti nedeniyle Afrika ile yaşadığı problematik ilişki olacaktır. Voltaire, Candide adlı eserinde kahramanının “kaçmaya çalıştığı için uzuvları kesilip sakat bırakılan vaftiz edilmiş bir köle ile karşılaşmasını anlatır. Voltaire’in bu acı eleştirisi Hristiyanlığın ve dönemin hâkim felsefecilerinin “evrensel kardeşlik” söyleminin köle sorunu karşısındaki sessizliğini gün yüzüne çıkarıyordu. Aydınlanmacılar bu eleştirilere “farklı medeniyetlerin değişik doğaları vardır’ mealinde cevaplar vererek bütün bir topluluğun, halkın ve toprağın kolonileştirilmesini gerekçelendirmeye çalışıyorlardı. Gerekçe ne olursa olsun, Afrika toprakları önce köle ticareti ile yıkıma uğradı ardından da sömürgecilerin eline geçti. Bu geçiş acı bir tuhaflığı da hakikat kılacaktır. Köleleri özgürleştirmek için büyük mücadele veren İngiliz Evangelistler 19. Yüzyılın ortalarına doğru sömürgeciliğin en güçlü savunucuları arasında yer alacaktır (Mehta, 2007: 13-15).

[24] Batı hümanizminin İslam ile ilişkisi doğal olarak hep sorunlu oldu. Erasmus’tan Voltaire uzanan çizgiden günümüze yansıyanlar, Batı hümanizminin de evren- selciliğinin de en güçlü yönünün “Eurocentrik-Avrupa- merkezli oluşudur. Medeni-Barbar ayrımının düşünsel gerekçelerini bir önceki dipnot yeterince açıklıyor zaten. Burada sık sık atıfta bulunulan Erasmus ilginç ve özellikle de Türklerle sorunlu bir kişiliktir. Babası bir papazdır ve çamaşırcı bir kadından evlilik dışı ilişkisiyle Erasmus doğmuştur. Olumsuz nitelendirmelerinde “Türk” en yaygın başvurduğu kelimedir. Örneğin Luther ile başlayan İncili değişik dillere çevirme akımına destek verirken şöyle der: “Bana göre bir çiftçi bir demirci ve duvar ustası hatta fahişeler, pez….nkler ve Türkler O’nu okumalı” (Johnson, 1985:223). Erasmus “Türk gibi davranıyorsun, Türk’ten bile daha kötüsün, Türk’ten daha ahlaksızsın” gibi deyişlerin mucidi veya yayıcısıdır aynı zamanda (Housley, 2002:141). Ünlü ütopyacı ve Erasmus’la aynı dönemde yaşayan Thomas More’un Türkler hakkındaki fikirleri tamamıyla Erasmus’la örtüşür (Housley, 2002:152-156).

[25] Boyd’a göre askeri gücün Hristiyanlaştırılması Başkan G. W. Bush’un Amerika’yı günahkârlara karşı kutsal haçlı gücü olarak betimlemesiyle belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bush, başka konuşmalarında da Amerika’nın “dünyanın ışığı” olduğunu ve karanlığın (burada karanlık Amerika’nın milli düşmanlarıdır) onu asla söndüremeyeceğini beyan etmiştir (Yuhanna 1: 1-5 ten esinlenme). Boyd, Evangelistlerin bu tür benzetmelerden rahatsız olmamasını aslında bu düşüncenin ne denli Amerikanvarileştiğinin bir göstergesi olduğunu söylemektedir. Bu paradigmaya göre “Işık” Amerika’dır ve Amerika’ya direnen kim olursa o “Şeytan”, yani karanlıktır. Amerika tanrısal, karşısındakiler ise şeytanidir. Bu nedenden dolayı Amerika’nın savaşları kutsaldır (Boyd, 2005:109).

[26] Esinleme 1:17 “ilk ve son benim (İsa Mesih)”. Fukuyama’nın popülerleştirdiği “tarihin sonu ve son adam vizyonu” en etkili şekilde üzerine kitaplar, oyunlar, şiirler yazılıp filimler çekilen Armageddon ile resmedilir. İncil’in Esinlenme bölümü bu savaşa işaret eder. Tarihin bu son gününde Kudüs yakınlarında Megiddo vadisinde biri Asyalı diğeri Avrupalı olan dünyanın en büyük ve yıkıcı iki ordusu karşılaşır. Savaş sadece bir gün sürer. Savaş sonunda insanın kendini yönettiği günler sona erip Tanrının yönetimi başlar. Artık “Tanrının Krallığı” kurulmuş ve sonsuza dek sürecek olan İsa Mesih’in yeryüzündeki bütün milletlerin üzerinde olacağı yönetimi başlamıştır (bunlar ve daha geniş bilgi için bakınız (Weinland, 200?, bl.2). Tarihte ve günümüzde birçok olay bu savaşa yorulmuştur ve bu tür yorumlar devam etmektedir.

[27] Bu “kayış” bir kopuş değildir. Hristiyanlığın yorumlanışında Platon ve Aristo’nun çok güçlü etkilerinin olduğu açıktır.

[28] Tanrının krallığı (Matta 6: 33), Tanrının egemenliği, Tanrının dünya üzerinde bir kral gibi egemenlik sürmesi. Matta3:2-3; Luka 11: 20’ye göre İsa’nın dünyaya gelişi ile başlamış bu egemenlik yine Matta 24-25’e göre İsa’nın ikinci gelişinden sonra tümüyle gerçekleşecektir.

[29] Burada Marksizm’in köken itibariyle Batı geleneği üzerine inşa edilmiş olması ona bir reenkarnasyon hakkını verir belki ama Batı’nın gelecek tasavvurunda İslam’ın herhangi bir yeri olmadığı açıktır.

Sonnotlar

[i] Grek, Roma, Hristiyanlık

[ii] İnsan soyunun birliği

[iii] Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi İİBF

[iv] Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi İİBF

Yazar
Recai COŞKUN ve Adnan DOGRUYOL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen