Muharrem DAYANÇ
Karanlığın içindeki ışık, insanın içindeki can neyse, kelimenin içindeki şiir de odur.
Tek başına tam bir aydınlığa bürünemez kelime, içinde ne kadar hayal rüyaya durmuş olsa da. Onu literal/eskitilmiş/alışılmış anlam dünyasından uyandırıp sonsuzluğa uçuracak sihirli bir dokunuşa, yeni bir hayata doğuracak anaç bir duyarlığa muhtaçtır.
…
İnsanlık, boşlukları şiirden bir sesle dolduramadığı için kaybetti, geçmişini, geleceğini, bugününü. Güzelliklere açılan kapılar bu yüzden sırt çevirdi insana. Oysa, hayatın katılığına ve acımasızlığına sunulmuş ipeksi bir pansumandı şiir. Yürekten sızan düş kırıklıklarına sürülen merhemdi. Şefkat eliydi. Merhamet damarıydı. Aşk pınarıydı.
…
Üstünü okşamak değil ruhuna inmekti hayatın, gerçeğin, düşün. Ruhundan aldığı kıvılcımla sevgiye hasret ufukları tutuşturmak, ışığı özleyen karanlıklara umut olmaktı. Bilinçaltının saltanatını yıkıp baştan ayağa şuur kesilmekti. Ve böylece yeni bir bilince kanat çırpmaktı.
…
Kekeleyen harflere, hecelere, kelimelere, cümlelere, paragraflara, düşüncelere var olmayla birlikte “bir ve bütün” olmanın tılsımını üflemekti şiir. Parçalanan aynalara yeni yüzler, kırılan gönüllere yeni muştular, çorak umutlara yeni cemreler düşürmekti. Cennetin de cehennemin de eşiğinden kurtarmaktı insanı.
…
Bazen kuş kanadıydı, bazen aslan pençesi. Bazen deniz köpüğüydü, bazen bulut heybesi. Bazen rüzgâr fısıltısıydı, bazen kış uğultusu. Bazen yağmur gevezeliğiydi, bazen yıldız sessizliği. Bazen bir elin sıcaklığıydı, bazen bir özlem beşiği.
Çocukların gözbebeğine gizlenmiş mahmur bir maviydi şiir.
…
Denize açılmış kaptan, limanda bekleyen yolcu. Toprakla gökyüzü arasındaki uçurum. Torunla dede arasındaki geçit. Yarım kalmış çağ, eksik bırakılmış çocukluk.
Uğruna türküler yakılan bir hak inançtı şiir.
…
Dilden doğdu ama bireyden topluma dokunduğu her canlıya hayat verdi. Eskiden kural koyan ve koyduğu kurala uyan kral (padişah) gibiydi söz ikliminde, aktığı yatak, tutunduğu toprak belliydi, modern zamanlardan sonra halka indi ve bütün dil alışkanlıklarını alt üst etti, devrimci bir kılığa büründü. Kılık değiştirdi, kılıç kuşandı. Sesini yükseltti. Yapmaktan çok yıktı, onarmaktan çok bozdu.
Bazen yıkarak da olsa dili taşıyan, yaşatan, renklendiren, dönüştüren bir tılsım, bir kaynaktı şiir.
…
Sürgüne gitmiş bir şehzade bugün yaban dillere.
Leyla’nın gözlerinde çöl, Şirin’in sözlerinde dağ, Beatrice’nin gülüşünde cennet, Belkıs’ın mühründe âyet, Zeliha’nın sarayında cinnetti. Tahta çıkan prensti sözcük ülkesinde, eskiden. Zamanın varisi olsa da mekânın metruğu şimdi.
Toprağa ruh veren gül muştusuydu şiir.
…
Haydi git Lavinia, sana yer yok bu dünyada.
…
Bir çiçek olacaksa gül olurdu, renk olacaksa mavi, uzuv olacaksa göz, sığınak olacaksa kalp, ev olacaksa kâbe, dost olacaksa İbrahim. Kitap olacaksa gönül, kuş olacaksa güvercin, ay olacaksa muharrem, yıl olacaksa senetü’l hüzün.
Sabırdan işlenmiş zırhı, bin bir kale fethetmiş kalkanıyla, hırs ve şehvet ovasında giriştiği savaşı kaybetti şiir. Beden ruhu yendi, madde anlamı. Batı Doğu’yu yendi, gerçek hayatı bu savaşta.
…
Viyana’da uyuyup İstanbul’da uyanmaktı şiir.
Dünya denen ziyafet sofrasından aç kalkmaktı.
Romana inat, insana inat.
…
Kalemim şunu der şunu bilir,
İmge imge gök çekimidir şiir.
…
Şimdi, şiirin başını yine üç şiirle bağlama zamanı;
Sarışın buğdayı rüyâlarımızın,
Seni bağrımızda eker, biçeriz,
Acılar kardeşin, teselli kızın,
Zengin parıltınla dolar gecemiz.
Sükûtun bahçesi tılsım ve pınar
Yıldızdan cümlesi karanlıkların;
İklimler dışında ezelî bahar,
Mevsimler içinde tükenmez yarın.
İçimizde sonsuz çalkanan deniz,
Gülümseyen yüzü kaderin bize,
Yıldızların altın bahçesindeyiz,
Ebediyetinle geldik diz dize.
(“Şiir”, Ahmet Hamdi Tanpınar)
…
Her şey şiirdir, uğultusu rüzgârın
Bir ırmağa usulcacık yağan kar
Her gece okunan bir dua çocuklukta
Gökyüzünde bölük bölük turnalar
Her şey şiirdir, sevinç ve keder
Dünyada olmak duygusu…
Kıyıda ıssız kayalıklarda
Kendi başına ışıldayan su
Her şey şiirdir, şimdi, şu anda
Ak kâğıt üstünde dolanan elim
Karşıki avluda salınan söğüt
Yandaki odada uyuyan bebeğim
Her şey şiirdir, ve imgeler ki
Sancılı ve karmakarışıktır
Bir elden bir başka ele geçen duyum
İki ırmak gibi birleşen dudaklar
Her şey şiirdir, çağrısı aşkın
Bahar toprağında yükselen tütsü
Umut ve acı, başlayan ve biten,
Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü
Her şey şiirdir ve bir gün belki
İlk aşkım ilk göz ağrım şiir
Koynunda ona yazdığım mektuplar
Bir yerlerden çıkıp gelecektir…
(“Her şey Şiirdir”, Ataol Behramoğlu)
…
Ateşle oynadığım günler,
Daha, yağmur sonraları filân değil;
Rüzgârların padişahı benim,
Es dersem eser,
Yıldızların padişahı benim,
Sus dersem susar;
Ninemin dilinde “Arap Kızı” güzelleşir,
Alev alev, uzun kış geceleri
Dinlediğim uzun masallardı şiir.
Sonra başka rüzgârlar, başka türküler
Ve durup dururken yağmurlar,
Kesilecek diye aklım gider.
Sen çıktın karşıma yağmur güzeli,
Oysa yalnız masallardaydı keder.
İlk açılan pencerenin altında
Bıraktığın sırılsıklam geceler
Belki rüyalarınla birleşir,
Belki rüyalarda şiir.
Hoşça kalın şehirler, evler
Hoşça kalın dost ışıklar, pencereler
Beni denizler çağırıyor mavi mavi,
Yalanım varsa taş olayım
Beni ırmaklar çağırıyor, sahi.
Yıldızlarla görülecek hesabım var
Ben Samanyolu’na gidiyorum
Hoşça kalın çobanlar,
Nerdeyse birazdan orta ışır
Hoşça kalın, aydınlığa dayanamaz şiir.
Ama karşıda kutup yıldızı,
Çoban ateşleri çoktan sönmüş
Ne çoban var ne çoban kızı,
Samanyolu bir düş;
Arada yıllardan bir uçurum
Çaresiz, masal ülkelerinden
Yeryüzüne dönüyorum:
Bir tekne sularla haşır neşir
Sen nerdesin şiir?
İşte ikiye bölünmüş bir dünya,
Başka rüzgârlar, başka türküler,
Ateşle oynuyor insangiller
Düşen cemre filân değil suya
Korkular, korkular, korkular…
Artık baharlar gelmeyecek dünyamıza
Bütün kapılar kilitli,
O sihirli anahtarını çevir
Umudum bir sende kaldı şiir.
(“Samanyolu ve Şiir”, Mustafa Necati Karaer)