Sosyal Gelişmenin İki Dinamiği: Bilim ve Ahlâk

 

Prof.Dr. Ali AKDOĞAN[i]

ÖZET

Gelişme, her insan ve toplumun arzu ettiği sosyal bir olgudur. İnsanlar sosyal hayatta hemen her konuda mevcut şartlardan daha iyi şartlara ulaşmayı hedef­lemektedirler. Bu hedefe ulaşabilmek için de gelişmeye ve ilerlemeye çalışmak­tadırlar. Sosyal gelişme ise, bir toplumun maddi ve manevi unsurlarında görü­len yenilikler olarak anlaşılabilir.

Bilim, önemli bir sosyal gelişme unsurudur. Bilim ve bu bağlamda bilgi güçtür ve insan ve toplumu ileriye götürmektedir. Bu ileriye gitme, hayatın daha gü­venli, daha konforlu ve daha mutlu olması anlamında bir ilerlemedir. Bilim, objektif olarak düşünüldüğünde, nötr bir alandır. Ancak o kullananların niyet­lerine göre bir toplumu ileriye de götürebilir, geriye de götürebilir.

Ahlâk da önemli ve anlamlı bir gelişme unsuru olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda ahlâk hayata yön ve şekil veren bir boyut taşımaktadır. Ahlâk her şey­den önce insanca yaşamanın kurallarını vermektedir. Zaten hayatın gayesi de insanın anlamlı ve mutlu bir hayat yaşamasıdır. Bu açıdan ahlâk önemli bir sosyal gelişme dinamiğidir.

Bilim ile ahlâk arasında çok yakın bir ilişkiden söz edilebilir. Eğer bilim, ahlâki değerlerden yoksun bir şekilde yoluna devam ederse, bilim insanlığı tehdit edici bir yola girebilir. Bilimin insanlığa hizmet edebilmesi için, her şeyden önce ahlâki değerlerle paralel bir çizgide ilerlemesi gerekmektedir.

Anahtar kelimeler: Gelişme, sosyal gelişme, dinamik, bilim ve ahlâk.

ABSTRACT

Two Dynamic Of Social Improvement: Science and Ethics

An improvement is a fact which every people and society desire. In social life, about every matter, people aim to reach from the conditions at hand to the bet­ter conditions. For reaching to this goal, they try to improve and progress them­selves. As for the social improvement, they can be understood as the innova­tions which is seemed the physical and spritual elements of the society. Science is an important element for the social development. the science and in this context knowledge are the powers and they carry human and society to the future. This carrying means “more security of life” and “more comfortable di­mension” and happeness including process. When the science is thought objec­tively, it is a neutral field. But according to intentions of its users, it can carry the society too far or send back.

Ethics can be evaluated as an important and meaningful element of the devel­opment. In this context, ethics has a dimension directing and forming the life. Above all, ethics gives the rule of humanely living style. As a matter of fact, the goal of life is meaningful life and happiness life for human beings. In this re­spect ethics is an important dynamic for social development.

It can be said that there is a close relationship between the science and the eth­ics. If the science keeps on its way in a condition of being deprived of ethical values, it can enter into a way which has been threatening the humanity. in order to servet o the humanity, the science has to improve itself with the paralel of the ethical values.

Key words: Improvement, social improvement, dynamic, science and ethic.

*****

 

Giriş

Gelişme çok yönlü, çok boyutlu bir alanı ifade etmektedir. Hayatın maddi ve manevi hemen her alanını kapsamaktadır. Maddi anlamda gelişme daha somut olarak görülürken, manevi (sosyal ve kültürel) anlamda gelişme o derece açık ve görülür değildir. İnsan ve toplumlar söz konusu iki alanda da gelişmeyi ve ilerlemeyi arzulamaktadırlar. Zaten ideal gelişme her iki alanın birlikte bir bütün olarak gelişmesidir.

Hayatın maddi gelişme unsurları daha çok tabiatta yani dış dünyada meydana gelmektedir. Bunun içerisine binaların yapı-mından yolların yapımına hemen her şey girmektedir. Bu tür gelişme teknik ve fenni bir gelişme olarak görülmektedir. Hayatın daha kolay ve yaşanabilir olması açısından da bu gelişmeye oldukça ihtiyaç bulunmaktadır. Zira bilim, teknik ve fen alanındaki gelişmeler hayatın maddi unsurlarına yansıyarak, insan hayatını kolaylaştırmaktadırlar. O nedenle bu alanda meydana gelecek gelişmeler durmaksızın devam etmek durumundadır.

Hayatın sosyal, kültürel, dini ve ahlâki alanıyla ilgili olan manevi gelişme unsurları ise, insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve evrenle olan ilişkilerinin sağlıklı bir temele oturması açısından geliştirilmek durumundadır. Çünkü hayat sadece maddi unsur-lardan değil, bununla beraber manevi unsurlardan da oluşmak-tadır. Öyle ki maddi ve manevi boyutlarıyla hayat bir bütündür. Zaten evrenin en temel varlığı insandır. İnsan evrende merkezi bir rol oynamaktadır. Bunun dışında olan hemen her şey insana hizmet etmektedir. İnsan da aslında maddi ve manevi bir boyut taşımaktadır. Onun için de hem maddi hem de manevi yönünün geliştirilmesi gerekmektedir.

İnsanlık tarihi boyunca sosyal gelişme hem bir ihtiyaç olarak belirmiş hem de bunun sağlanabilmesi için ciddi sorunlar meydana gelmiştir. Hayat devam ettiği sürece de bu ihtiyaç hep gündemde olacak gibi gözükmektedir. İnsanlığın daha konforlu, huzurlu ve mutlu yaşayabilmesi açısından sosyal gelişme durmak­sızın devam etmek durumundadır. Bu süreçte beliren sorunlar da daima çözülmesi gereken problemler olarak ortaya çıkmakta­dır.

İnsan ve toplumların zaman, mekan ve şartlar çerçevesinde nasıl bir hayat yaşadıkları ve yaşayacakları tarih boyunca hep tartışma konusu olmuştur. Bunun bir sorun olarak değerlendi­rilmesi ve tartışılması aslında insanlığın geleceğinin daha iyi ol­ması açısından anlamlı gözükmektedir. Zira birey ve toplumların hayatları gelişerek devam etmektedir. Bu süreçte insan, gidişatın hangi yöne ve ne şekilde olacağının kurgulanması ve hayatın akı­şının belirlenmesi noktasında, en genel anlamda olmasa bile, kendi sınırları içerisinde bir belirleme imkanına sahiptir.

 

1. Kavram Olarak Sosyal Gelişme

Gelişme, insan ve toplumların bulundukları düzeyden daha ileri bir düzeye yükselmeleri anlamına gelmektedir. Sosyal geliş­me ise, “maddi- kültür unsurlarından başka, manevi kültür un­surları bakımından da gelişme fikrini telkin eden bir kavramdır.”[1] Tanımdan da anlaşılacağı üzere, sosyal gelişme, maddi ve manevi kültür unsurlarını da içine alan, geniş kapsamlı bir kavramdır. Hatta toplumda herhangi bir yerin genel sosyal gelişmişlik düze­yinden bahsedilirken, sosyal gelişmişlik durumu nasıldır denildi­ğinde, maddi ve manevi açıdan ne düzeyde olduğu kastedilmek­tedir.

Bir toplumun sosyal gelişmişlik düzeyi sadece maddi unsur­larla ölçülmemektedir. Maddi unsurlarda önemli ölçüde gelişme olması bir toplumun sosyal gelişmişlik düzeyini göstermemekte­dir. Bu gelişme düzeyi sadece bir boyuta karşılık gelmektedir. Bununla beraber, sosyal, kültürel ve ahlâki alanda da bir geliş­mişliğin olması gerekmektedir. Zira toplum, maddi ve manevi ya­pısıyla bir bütünlük oluşturmaktadır. Toplumun bir alanında meydana gelen gelişmeler, her ne kadar sosyal gelişme açısından bir ilerleme olarak gözükse de, diğer alanın ihmali ya da eksik bırakılması sosyal gelişme düzeyinin eksikliği anlamına gelmek­tedir. O nedenle maddi ve manevi unsurların bir bütünlük içeri­sinde ilerleme yönünde gelişmesi gerekmektedir. Zaten sosyal ge­lişme “istikamet fikri ile alakalıdır. Bu istikamet, cemiyetin mad­di refahının artışı ile birlikte cemiyet olarak devamını temin etme gayesine yönelmiş bir istikamet olup, sosyal gelişmenin nihai he­defi böylece gözle görülür, elle tutulur derecede müşahhas bir hedef olmaktadır…. Maddi tedbirlerin veya maddi-kültür unsur­larında meydana gelen değişmelerin grafikleri belki bir doğrusal istikamet takip etmeyebilir, fakat bütün bu durumlara rağmen manevi hedefe yaklaşma gayesi temin ediliyorsa ve maddi-manevi gayeler dengesi bozulmayıp, bilakis daha fazla gerçekleşiyorsa, sosyal gelişme halinin mevcut olduğundan bahsedilebilir.”[2]

Bir toplumda sosyal gelişmeden bahsedilebilmesi, o toplu­mun genel yapısında geçmişe göre bir değişimin olması anlamına gelmektedir. Gelişme kavramı daha çok mevcut halden daha iyi bir hale geçiş olarak düşünüldüğüne göre bir toplumun değişme­si denilince, ilerleme anlamında bir gelişmeden söz edilmektedir. Yoksa değişme kavramı nötr bir kavramdır. Dolayısıyla değişme kavramı birey ya da toplum açısından kullanıldığında, bu mevcut halin ilerlemesi ya da gerilemesi anlamına gelmektedir. Halbuki gelişme denildiğinde ilerleme ve mevcut yapıda bir yenilik olarak anlaşılmaktadır. Bu bağlamda sosyal gelişme kavramı da bir top­lumun mevcut halinden daha ileri bir konuma yükseltilmesi ya da ilerletilmesi olarak anlaşılmaktadır. Bu yükseltilme ya da iler­letilme hem maddi hem de manevi açıdan düşünülmek duru­mundadır. Hatta her iki alanın birlikte yürütülmesi ve bir bütün­lük oluşturması olarak da anlaşılabilir.[3]

Bu kavram bir toplumun gerek yerleşim alanı, gerek yapı­laşması ve gerekse sosyal ve kültürel boyutunu ifade etmektedir. Yukarıda da ifadeye çalışıldığı üzere, sosyal gelişme denildiğinde bir toplumun ilerleme ve yenileşme düzeyi hatırlanmaktadır. Bu ilerleme ve yenilenme ise sözü edilen alanlarda kendini göster­mektedir. “Öyle bir ilerleme ki, bu ilerleyiş, maddi ve manevi kül­tür unsurlarının en uygun birleşiminden doğan bir insan tipini yaygın şahsiyet tipi haline getirir.”[4] Toplumların ilerleme ve ge­lişmeleri maddi ve manevi boyutlu olduğu için, maddi alandaki ilerleme ve gelişme, fiziki alanda görülenler olarak ortaya çıkar­ken, manevi alanda olanlar ise insan merkezli bir boyut taşımak­tadır.

Toplumların maddi gelişme unsurları çok farklı ve çok boyut­ludur. Ama en genel anlamda bunlar bir toplumun maddi refah düzeyini göstermektedir. Maddi alanla ilgili hemen her unsur toplumun sosyal gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir. Zaten bir toplumun maddi boyutu genel anlamda homojen bir dağılım gös­termektedir. Zira bir alanda meydana gelen maddi gelişmişlik bir şekilde toplumun diğer alanlarına da olumlu bir şekilde yansı­maktadır. Burada kullanılan olumlu kavramı, maddi alanla ilgili bir anlam taşımaktadır. Öyle ki maddi bir açılım, diğer alanlarda toplum bireylerinin gelişmelerine katkı sağlamaktadır. Örneğin bir bölgede sanayileşme ve benzeri gelişmeler, insanların iş istih­damlarını, üretim güçlerini ve dolayısıyla maddi gelir elde etme imkanlarını olumlu yönde etkilemektedir. Bu gelişme de toplu­mun diğer maddi alanları üzerinde etkisini göstermektedir.

Toplumların manevi gelişmeleri ile ilgili alan ise, sosyal, kül­türel, dini, ahlâki, sanatsal, siyasi vb. alanlarda kendini göster­mektedir. Söz konusu bu alanlar da bir toplumun sosyal geliş­mişlik düzeyinin tespiti açısından büyük anlam ve önem taşı­maktadır. Zira bilinmektedir ki, maddi unsurlara yön ve şekil ve­ren manevi kültür unsurlarıdır. Fakat bu konuda tartışmalar bu­lunmaktadır. Öyle ki maddeci düşüncede olanlar, maddi unsur­ların sosyal ve kültürel unsurlardan önce geldiğini ve sosyal de­ğişmede öncü olduklarını savunmaktadırlar. Buna karşılık idea­list düşüncede olanlar ise sosyal ve kültürel unsurların maddi unsurlardan önce geldiğini savunmaktadırlar. Sosyal bilimlerin mantığı açısından bakıldığında, toplumun sosyal değişme ve ge­lişmesinde hemen her faktörün belli oranda etkisi olduğu unu­tulmamalıdır. Ancak ne var ki manevi kültür unsurları bir top­lumun sosyal dokusunu oluşturmaktadır. Bir başka ifadeyle top­lumun adeta kimliğini temsil etmektedir. Bir toplumun dinamik­liği ve canlılığı bu unsurların dinamik ve canlılığıyla doğru oran­tılıdır. Bu unsurlar ne kadar etkileyici ve topluma yön verici bir boyut taşıyorlarsa, o toplumun soysal ve kültürel gelişme düzeyi de o oranda fazladır. Bu unsurlar, aynı zamanda toplum bireyleri üzerinde de ayrı bir anlam taşımaktadır. Sosyal ve kültürel un­surlarla donanımlı bireyler, toplumlarını hem daha iyi temsil et­mekte hem de toplumu daha ileriye götürme ideali taşımaktadır­lar.

Sosyal gelişmişlik düzeyi maddi ve manevi alan bütünlüğün­de değerlendirilmektedir. O nedenle bir toplumun maddi alanda­ki gelişme düzeyi daha ileriye giderken, manevi alandaki gelişme düzeyi geri kalırsa, burada dengesiz bir değişmenin olduğu söy­lenebilir. Aynı şekilde sosyal ve kültürel alanlarda gelişme sağla­nırken, maddi unsurlarda bir gelişmenin olmaması yine benzer bir sonuç doğurmaktadır. Dolayısıyla ideal bir gelişmeden söz edilebilmesi için her iki alanın uyumuna dayalı bir gelişme süre­cinin takip edilmesi gerekmektedir.

Genellikle sosyal değişme konusu içerisinde incelenen ve ki­mi zaman da diğer kavramlarla karıştırılan sosyal gelişme kav­ramı, iktisadi ve teknik büyüme kavramlarından daha geniş bir alanı ihtiva etmektedir.[5] İktisadi, teknik vb. alanlardaki gelişme­ler, toplumun maddi alanıyla ilgili ve sınırlı bir alana karşılık gelmektedir. Toplum bir bütün olarak düşünülürse, ekonomik ve teknik alanlar belli bir alanı oluşturmaktadır. Halbuki sosyal ge­lişme denildiğinde, topluma dair ne varsa hepsi içine girmektedir. Bu anlamda sosyal gelişme bir toplumun bütün alanlarını ve bu alanların detaylarını içerisine almaktadır. Bir başka ifadeyle, top­luma dair her ne akla gelirse orada meydana gelen yenilik ve iler­leme sosyal gelişme kavramıyla ifade edilmektedir.

Sosyal gelişme, bir yenilik ve ilerleme süreci olduğuna göre, yenilik ve ilerlemenin olmadığı yerde sosyal gelişmeden bahsedi- lememektedir. Aslında sosyal gelişme de bir değişmedir. Ancak bu değişme kasıtlı bir değişmedir. “Kasıtlı değişme genellikle ka­zançlı ve ilerlemecidir. Kasıtsız ve beklenmeyen değişmeler ise acı verici olabilir. Değişmenin değerlendirilmesi genellikle toplumda­ki kişilerin neyin istenilir, neyin istenilmez olduğunu düşündü­ğüne bağlıdır. Bu nedenle ilerlemeyi, onaylanan ve istenilen he­defler yönündeki bilinçli bir devinim olarak tanımlayabiliriz.”[6] Sosyal hayat devamlı akan bir nehir misali, durmaksızın ilerle­mektedir. Bu bağlamda değişme kaçınılmazdır. Zira Herakleitos’un da ifade ettiği üzere, hayatta değişmeyen tek şey değişme kavramıdır.[7] Değişme hayatın bir gerçekliğidir. Ancak bunun yönü, şekli ve boyutu farklılıklar göstermektedir. İşte bu noktada tartışmalar da gündeme gelmektedir. Yani bu değişme hangi yöne, ne şekilde ve nasıl gerçekleştirilecektir? Sosyal haya­tın birey ve toplumlarla ilgili sınırlı alanlarındaki değişmeler, in­sanlar tarafından oluşturulduğu için, her insan ve toplum kendi sosyal gerçekliğine uygun bir değişimi arzulamaktadır. Bu deği­şim başkalarına göre bir gerileme ya da ilerleme olarak düşünül­se de değişimi gerçekleştirenler açısından anlamlı ve ilerlemeci olarak değerlendirilmektedir. Bu anlamda bazı toplumlar gele­neklerini muhafaza ederek gelişme ve ilerleme taraftarı olurlar­ken, bazıları, yeni ve güncel olana ilgi duymakta ve geçmişe ait olanların toplumu geriye götürdüğünü düşünmektedirler. Bazı toplumlar ya da bireyler ise, geçmiş ile bugün arasında bir ilişki kurarak geleceği oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu düşünceler günümüz dünyasında da sosyal değişme bağlamında gelenek ve modernlik olarak tartışılmaktadır. Ortaya çıkan sosyal gerçeklik, hangi düşünce ve anlayışta olunursa olsun, birey ve toplumların geliştirilmesi ve ilerletilmesi bir ideal olarak belirmektedir. Ama tartışmalar, bunun hangi paradigmalar çerçevesinde olması ge­rektiği noktasında düğümlenmektedir. Bu paradigmalar ya da dünya görüşleri temel yaklaşımlar olarak sosyal hayata yön ver­mekte ve gelişmelerin yönünü, şeklini ve boyutunu belirlemekte­dir.

İnsanlığın ilk dönemlerinden günümüze, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi, askeri, teknik vb. alanlarda durmaksızın önemli gelişmelerin olduğu bir gerçekliktir. İnsanlık tabiatla kur­duğu ilişkiler çerçevesinde her geçen gün yeni ve farklı bir geliş­me kaydetmektedir. Bu süreç ilerlemeci ve gelişmeci bir çizgide devam etmektedir. Bu süreç, aslında doğal bir süreç olarak da değerlendirilebilir. Çünkü insanlık ailesi her geçen gün evrenin bilinmeyen ya da bilinenlerin bir ileri adımını keşfetmekte ve ger­çekleştirmektedir. Böylece bir önceki döneme ait olan bir düşün­ce ya da teknik uygulama eskimiş ve klasik olmuş, onun yerine daha gelişmiş olanı ortaya konulmuştur. Bu anlamda yeni nesil geçmişe göre daha iyi maddi imkanlarla karşılaşmaktadır. Öyle ki “çağcıl dünyanın özellikleri olan yaşam biçimleri ve toplumsal kurumlar, yakın zamanımızdakilerden bile kökten farklıdır. Yal­nızca iki ya da üçyüz yıllık bir dönem boyunca -insanlık tarihi bağlamında küçük bir zaman dilimi- insanın toplum yaşamı, in­sanların binlerce yıl içinde yaşadığı toplum biçimlerinden uzaklaşmıştır.”[8] Sözü edilen bu gelişme ve ilerleme trendi hayatın akı­şı açısından da bir gereksinim olarak düşünülebilir. Zira insanlık aklını kullanarak bilinenler çerçevesinde bilinmeyenleri gerçek­leştirme yoluna gidebilir. Bu aynı zamanda evrenin keşfedilmesi ve onun sırlarına ulaşılması olarak, bir başka anlatımla, evren­den daha iyi imkanlar çerçevesinde yararlanmak olarak da dü­şünülebilir. Eğer insanlığın amacı bu dünyanın imkanlarından en ideal ve doğal bir şekilde yararlanmak ise sosyal gelişme dur­maksızın devam ettirilmelidir. Bu süreçte ona hız vermek ve ke­şifleri gerçekleştirmek de insana düşmektedir. Ancak bu noktada tartışılması ya da ifade edilmesi gereken, evrenle uyumlu ve onun doğal yapısına uygun bir gelişme ve keşfin sağlanmasıdır. Evrene ve insana zarar veren bir keşif, gelişme değil, yıkım ve tahrifat olmaktadır. Bu da hem evrenin doğal yapısını bozmakta hem de insanın doğal yaşamını tehdit etmektedir.

Sosyal gelişme iki boyutlu olarak düşünülebilir. Bunun birin­cisi bilim, teknik ve fen alanındaki gelişmelerdir. Bu gelişmeler hayatın akışını kolaylaştıran ve insanlara konfor sağlayan boyut­lardır. Dolayısıyla bunlar her geçen gün geliştirilerek ilerletilmek durumundadır. Çünkü her yeni keşif ve icat hayatın bir alanını kolaylaştırmakta ve faydalı hale getirmektedir. Bu noktada bilim­sel gelişmeler, insana hizmet eden alanlar olarak görülmektedir.

Sosyal gelişmenin diğer boyutu sosyal, kültürel, dini, ahlâki, estetik, vb. alanlarda görülmektedir. Hayatı sadece maddi unsur­lardan ibaret görmek, onu eksik algılamak olarak düşünülebilir. Hayat, maddi ve manevi boyutlarıyla bir bütünlük oluşturmak­tadır. Bu anlamda sosyal, kültürel, dini ve ahlâki gelişmeler de hayatın önemli bir alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında haya­tın bu boyutu asıl anlamı olarak belirmektedir. Zira maddi boyut insana hizmet eden ve onun konforlu yaşamasını sağlayan yönü­dür. Zaten maddeye şekil veren ve onu işleyen insandır. O ne­denle insanın zihni ve ahlâki yapısı hayatı belirlemekte ve yön­lendirmektedir. Dolayısıyla hayat, insan merkezli bir çerçevede şekillenmekte ve sürmektedir. İnsan denilince onun dünya görü­şü ön plana çıkmaktadır. İnsanın sosyal, kültürel, dini ve ahlâki alandaki bilgi, görgü, kabul ve retleri dünya görüşünü oluştur­maktadır. Diğer bir deyişle onun kişilik ve kimliğini meydana ge­tirmektedir. İnsan da dünyaya bu pencereden bakmakta ve algı­lamaktadır. Onun bu yönünün ihmal edilmesi onun eksik bıra­kılması ve geliştirilmemesi olarak düşünülebilir. O nedenle bilim ve teknik alanındaki gelişmelerle beraber, evrene şekil vermeye çalışan insanın da geliştirilmesi ve ilerletilmesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, diğerinden daha önemli ve etkili olarak ortaya çık- maktadır.[9]

İnsanın sosyal dünyasının geliştirilmesi hem onun hem in­sanlığın hem de evrenin geleceği açısından manidar gözükmekte­dir. Sosyal hayatın güzelliği, bir anlamda insan ve onun davra­nışlarının güzelliği ile doğru orantılıdır. Onun için insana yapıla­cak yatırım, sosyal hayata yapılmış demektir. İnsanın ihmal edi­lerek maddeye öncelik verilmesi ya da insanın sadece maddi ve fiziki yönünü geliştirip, onun sosyal ve kültürel dünyasını ihmal etmek, insanlığın geleceği açısından bir eksiklik olarak düşünü­lebilir. O nedenle insanın dünya görüşünü oluşturan unsurlarla donanımlı hale getirilmesi gerekmektedir. Bunlar, ifade etmeye çalıştığımız üzere, sosyal, kültürel, dini ve ahlâki değerler olarak nitelendirilebilir. Bu değerler, insanın karakter yapısı üzerinde olumlu etkiler meydana getirerek, onun kişilik ve kimliğinin do­layısıyla dünya görüşünün oluşmasını sağlarlar. Böyle bir kişilik ve kimliğe sahip olan bireyin de insan, evren ve Allah ile olan ilişkileri denge ve uyum üzerine gelişir. Yine böyle bir birey, bu­günkü ifadelerle söylemek gerekirse, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında duyarlı bir tutum ve davranış ortaya koyar.

Bugün toplumların sosyal gelişmişlik düzeyleri ele alınırken, daha çok iktisadi ve teknik alanlardaki gelişmeler göz önünde bulundurulmaktadır. Bunlar söz konusu toplumların görünür boyutlarıdır. Hâlbuki oradaki insanların duygu, düşünce, tutum ve davranışları da en az maddi boyut kadar hatta ondan daha fazla oranda önemlidir. Bir toplum maddi refah düzeyi bakımın­dan yani Gayri Safi Milli Hâsıla bakımından dünya standartları­nın üzerinde bir konumda olabilir. Bu, o toplumun sosyal geliş­mişlik düzeyini açıklamada tek başına yeterli bir unsur olarak kabul edilemez. Yani orada bulunan insanların duyguları, dü­şünceleri, hayat tarzları ve diğer dünya insanlığı hakkındaki ka­naat ve davranışları da insan olma açısından önem taşımakta­dır.[10] Bugün dünyada yaşanan sosyal sorunlar bağlamında ba­kıldığında, çok ciddi anlamda sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bu sorunları Giddens şöyle değerlendirmektedir: “İnsanlık bugün çözümleri için genel girişimler gerektiren ortak sorunlarla karşı karşıyadır. Tek yanlı kapitalist yayılma, süresiz devam edemez; dünyanın kaynakları sınırlıdır. Ortaklaşa insanlık olarak, zengin ve fakir ülkeleri ayıran ekonomik bölünmelerin, toplumlardaki bu türden bölünmeler de buna dahil, üstesinden gelmek için ön­lemler almamız gerekir. Bunu, kendilerine bağımlı olduğumuz kaynakları korurken de böyle yapmamız gerekmektedir.”[11] Dola­yısıyla hayatı sadece maddi gelişme boyutuyla algılamak ve de­ğerlendirmek, insani ve ahlâki değerler açısından yeterli gözük­memektedir. Bu bağlamda bir insan ya da toplum maddi alanda olabildiğince bir gelişme düzeyini yakalamış olabilir. Ama eğer insani ve ahlâki değerler açısından belli bir gelişme görülmüyor- sa, bu tek boyutlu bir gelişme olarak kalacak ve sosyal hayata olumlu gelişme olarak yansımayacaktır. Hâlbuki istenilen ve arzu edilen gelişme maddi ve manevi boyutlarıyla hayatın bütünlü­ğünde bir gelişmenin sağlanmasıdır.

 

2. Sosyal Gelişme Dinamiği Olarak Bilim

Bilim, bilgi elde etmek için verilen bir uğraştır. Bilgi ise Fârâbî’ye göre, “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hasıl olmasıdır”[12]. Seyyid Şerif Cürcânî’ye göre, “düşün­cenin gerçeğe tam uygun olmasıdır”[13]. Modern bilgi tanımı açı­sından ise bilgi, “akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişki”[14] olarak tarif edilebilir. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere, insan, kendi dışındaki nesneleri anlamak için birçok çaba ortaya koyar ve belli oranda da evreni ve onun içerisinde bulu­nanları keşfeder. Evrenin ve ona dair olanların mahiyetlerinin anlaşılması ve onların insanlar açısından daha verimli olarak kullanılabilmesi için ortaya konulan çaba, bilimsel faaliyet olarak belirdiğine göre, insan neden böyle bir çabanın içine girmektedir?

Bir başka ifadeyle insan niçin bilim yapmaktadır? diye düşünül­düğünde, hayatın zaman, mekan ve şartlar çerçevesinde daha kolay ve konforlu yaşanabilmesi açısından bilime ve bilimsel ge­lişmelere büyük ihtiyaç bulunmaktadır. Tarihi dönemlerde in­sanlar belki salt bilim olsun diye bilimsel bir çabada bulunma­mışlardır. Bu arayış hayatın bir ihtiyacına karşılık olarak geliş­miş olabilir. Zaten bilimsel buluşlar ve keşifler bir ihtiyacın karşı­lanması sürecinde gerçekleştirilmiş faaliyetler sonucu ortaya çıkmışlardır.

Bir toplumun gelişmesi ve ilerlemesi ancak bilimsel çaba ve gelişmelerle sağlanabilir. Bilimsel gelişmeler topluma ivme ka­zandırır ve toplumu dinamik tutar. Dinamik bir toplum da yenili­ğe ve gelişmeye açık bir boyut gösterir. Sosyal gelişme de yenilik ve icatlarla sağlanabileceği için, bilim, hem toplumun sorunları­nın çözümüne katkı sağlar hem de topluma yeni ufuklar ve he­defler verir. Bilim, toplumlar için daima bir gelişim ve yenilik alanıdır. Bu alan daima işler bir halde tutulmak durumundadır. Bilime ve bilimsel faaliyetlere ayrılacak kaynak ve yapılacak yatı­rımlar, aynı zamanda toplumun geleceğine yapılmış yatırımlar olarak değerlendirilmektedir. Eğer toplumun daha iyi bir düzeye çıkarılması ve mevcut sorunlarının köklü ve kalıcı bir şekilde çö­zülmesi düşünülüyorsa, bilimsel alana yönelinmesi olmazsa ol­maz bir gerekliliktir. Bugün insanlığın geldiği bilimsel aşama, bu alanda ortaya konulan çabaların bir sonucudur. O nedenle bi­limsel alanın açık uçlu bir gelişme trendi olarak görülmesi ge­rekmektedir.

Bilimsel alanın açık uçlu olması, toplumun tüm alanlarında kendini yenileme ve geliştirmeye açık olması anlamına gelmekte­dir. Kendini yenileyen toplumlar ise hem dünya standartlarını yakalama hem de kendilerini standartların üzerinde bir yaşam alanına götürmüş olurlar. Bu anlamda bilimsel çalışmalara önce­lik veren ve bu alana yatırım yapan toplumlar diğer toplumlara göre daha iyi imkanları elde etmektedirler. Bugün dünyadaki ül­kelere bakıldığında AR-GE (Araştırma -Geliştirme) alanına yatı­rım yapan ülkeler bunun karşılığını orta ve uzun vadede elde et­mektedirler. Belki bütün gelişmişlik imkanlarını bu alanla izah etmek doğru olmayabilir. Ancak unutulmamalıdır ki gelişmiş ül­kelerin bu alanlarda önemli çabalarının ve yatırımlarının olduğu görülmektedir. Bunun sonuçlarını açık bir şekilde görme imkanı da vardır.

Bilim alanına yapılan yatırım, kısa vadede topluma geri dön­meyebilir. Pragmatist ve faydacı düşünenler açısından bu alana yapılan yatırım ölü yatırım olarak değerlendirilebilir. Ancak bi­limsel gelişmeler günübirlik sonuçlar doğurmadığı için uzun sü­reli düşünülmek durumundadır. Bilim alanına yapılan bir yatı­rım, toprağa ekilen bir tohum misali, ileriki süreçte meyvelerini vermektedir. Bu meyveler de tür ve çeşitlerine göre birer zengin­lik olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki bazı ürünler kısa vadede yetişmekte, bazıları meyve ağaçları gibi daha uzun vadede yetişe­rek meyve vermektedirler. Dolayısıyla bilim, teknik ve fen alanına yapılacak yatırımlar da şartlarına göre, kısa, orta ve uzun vadede insan ve topluma hizmet olarak dönmektedir. Hatta bazı alanlara yapılan yatırımlar kimi zaman boşa da yapılmış olabilir. Zira unutulmamalıdır ki bilimsel gelişmelere, araştırma ve inceleme sonucu ulaşılabilmektedir. Bu süreçte öyle olur ki, hiçbir netice­ye varılamayabilir. Bu durum, bilimsel araştırmaların karakteris­tik özelliğidir. Ama bu süreçte bilim, teknik ve fen alanında çok ciddi mesafeler alınabilir. Yani bu arayış her şeye rağmen bir ka­zanım olarak görülmelidir.[15] Buna Edison’un ampulü bulma sü­reci bir örnek olarak verilebilir. Kendisine bu kadar çalışması so­nucu hala ampulü bulamadığı, boşuna uğraştığı ve bu alanda dört bine yakın deney yaptığı hatırlatıldığında, o da, dört bine yakın yolla ampulün bulunamayacağını keşfettiğini belirtmiştir. Ama sonunda bütün bu uğraşlar sonuç vermiş ve ampul keşfe­dilmiştir. Bugün de insanlık bilimsel bir çabanın sonucu olan ampulü kullanmaktadır. O nedenle bilimsel araştırma ve incele­meler durmaksızın hatta kararlılıkla devam ettirilmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsanlık tarihinde birçok bilim adamı yetişmiştir. Bunlardan birisi de Galileo’dur. Galileo bilim konusunda şöyle söylemekte­dir: “Benim düşünceme göre, bilimin tek amacı insan varlığının çilesini hafifletmektir. Eğer bilim adamları… kendilerini yalnızca bilgi için bilgi toplamaya sınırlarlarsa, bilim sakat kalacak ve ye­ni buluşlar yalnızca yeni dertler getirecektir. Zamanla, keşfedile- bilecek her şeyi keşfedebilirsin, fakat ilerlemen insanlıktan uzak­laşan bir ilerleme olacaktır. Seninle insanlık arasındaki uçurum bir gün o kadar büyüyebilir ki, senin yeni bir buluş üzerine duy­duğun coşkunun karşılığı, evrensel bir dehşet haykırışı olabi­lir.”[16]

Galileo bilimin amacını, insan varlığının çilesini hafifletmek olarak tanımlıyor. Bu tanım, bilimin bilim için değil, insan için olması ile de paralellik göstermektedir. Bilimin insana hizmet etmesi demek, insanın, evrenin imkanlarından daha iyi yarar­lanması ve mutluluğunun artırılması anlamına gelmektedir. Yine bununla beraber, bilim, insanı tehdit eden bir olgu ve gerçeklik olmaktan ziyade, insana güven veren bir boyut taşımak duru­mundadır. Ama hayatın bütün alanlarında olduğu gibi bu konu­da da insan faktörü işin içerisinde bulunmaktadır. Eğer insan bilimi insana hizmet aracı ve vasıtası olarak kullanma gibi yüce bir değeri taşırsa, bilimsel gelişmeler bu yönde olacak ve sonuç­ları da insanlığın huzuruna, Galileo’nun deyimiyle, insan varlığı­nın çilesini hafifletmeye hizmet edecektir. O nedenle bilim, bilim için değil, bilim insan için düşüncesi bir ideal olarak daima zihin­lerde canlı tutulmak ve bilim alanında bu doğrultuda ilerlemek gerekmektedir.

Bilim ve bilimsel gelişmelerin amacının doğru tespit edilmesi, bilimin geleceğinin, yönünün ve sonuçlarının doğru temeller üze­rine kurulması anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda bilimin kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi olarak da düşünülebilir. Bu­rada bilimsel özgürlük akla gelebilir. Ama kast edilen bilimsel öz­gürlükten ziyade, insana fayda verecek bir bilimden söz edilmek­tedir. Bir başka ifadeyle, insanlığın geleceğini aydınlatacak ve ona rehberlik edecek bir bilim amaçlanmak durumundadır. Eğer bilim, insanlığın geleceğini karartacak ve tehdit edecekse bu bir gelişme ve ilerleme olarak değil, bilakis gerileme ve çökme olarak algılanabilir. Halbuki bilimin amacı, “insanın doğa ile ilişkisini yansıtan teknik ve pratik kaygılar, öznelerin nesnel deneyime sa­hip olabilmelerinin zorunlu koşullarıdır. Bilginin oluştuğu ortam­la bilginin uygulanabileceği yapıyı birleştiren de bu yarardır, yani insanın doğaya teknik olarak hakim olma çıkarıdır. Bir başka deyişle, Kuhn’un devrimlerle yıkılıp yenilerinin oluşturulduğunu söylediği paradigmalar, en geniş anlamıyla, bilgi ortamını yaratan amaçların, çıkarların örgütlendiği sistematik yapıdır. Devrimler ise, bilgi ortamlarının iletişimidir, bilgi alışverişinin yapıldığı ku­rumsal, giderek kültürel etkileşimdir. Bu etkileşimi ve bu bilgi ortamını pozitivizmin yapmak istediği gibi tek bir boyutta dondu­rarak, mekanistik şekilde doğalcı birikimci bir süreç gibi göster­meye çalışmak, bilgide bulunması gereken bu iletişim/etkileşim boyutunu yok etmek, yani teknik gelişmeyi insan çabasının yeri­ne koymaktır. Böylece bilginin amacı insanın özgürleşerek doğa­ya egemen olması değil, doğaya egemenliğin insanın insana ege­menliğiyle özdeşleşmesidir. Bu durumda, az önce değindiğimiz bilgi parçalanması meydana gelmekte, ahlâki, moral, estetik ve kültürel kaygıların, toplumsal ilişkilerin geliştiği düzey ile bilimin geliştiği düzey ayrılmakta, birbirinden uzaklaşmaktadır. Bilgideki amaç, aynı zamanda insanın özgürleşmesi ise, bu düzeylerin bir­leşmesi gerekir. Bunun için bilimin yöntemsel bir öz-bilinç ve öz­eleştiri düzeyine kavuşması gereklidir.”[17]

Bilimi pozitivist bir düşünceyle izah etmek bir anlamda onu sınırlandırmak ve daraltmak olarak düşünülebilir. Kuyaş, bu ko­nuda şöyle söylemektedir: “Yüzyıllar önce Tanrı bizi aldatmış olamaz diyen Descartes’ı taklit ederek ben de bugün uzay, yani evren benim zihnimin yapısına yabancı olamaz diyorum. Çünkü batı uygarlığının ve pozitivist biliminin elele vererek yendikleri bir uygarlığın mirasçısı olarak, batının zorladığı kaderin insanlığın tek kaderi olmadığına, insanlık için farklı çıkış yolları bulundu­ğuna inanmak istiyorum. Ama kim bilebilir ki pozitivizmle elele veren teknolojik uygarlığın bir gün gelip de uzayın yapısal bir sonsuzluğu olduğunu iddia edenleri tehlikeli bulup, yüzyıllar ön­ce Galileo’ya yapıldığı gibi, baskı altına almayacağını?”[18] Pozitivist bakış açısı ve yaklaşımı, hayatı sadece maddi ve görünen boyut­larıyla ele almakta ve değerlendirmektedir. Bu, evren açısından düşünüldüğünde, fizik âlemin ötesinde âlemlerin olma ihtimali­nin bulunabileceği düşüncesi üzerine kurgulanması gerekmekte­dir. Zira bilim, kesin kararlar yerine, olabilirlilikler üzerine geli­şen ve değişen bir boyuta sahiptir. İnsan açısından düşünüldü­ğünde, onun maddi ve manevi boyutu bulunmaktadır. Onun bu iki temel boyutunu ayırmak demek, bütünlüğünü kaybetmek ve onu eksik anlamak anlamlarına gelmektedir. İşte pozitivist bilim anlayışı, evreni ve insanı parçalayarak, anlama yoluna gitmiş ve eksik sonuçlara ulaşmıştır. Halbuki hem evren hem de insan bü­tünlüğünde anlaşılmak ve değerlendirilmek durumundadır. İn­sana ve evrene dair bütüncül bir yaklaşımla yapılacak bilimsel çaba, daha kuşatıcı ve çözümleyici olarak gözükmektedir. Zaten bugün pozitivist dünya görüşünün bu yaklaşımı, insanlığa kalıcı ve çözümleyici sonuçlar getirmemiştir.

Bilim denildiğinde akla ilk gelen ilerleme ve gelişme olmakta­dır. “Ancak ilerleme olan her alanı bilim sayma gibi bir eğilimimiz olduğunu kabul etme, önümüzdeki soruna sadece açıklık kazan­dırabilir, çözüm getirmez. Bu denemenin betimlediği teknikler ve amaçlarla yürütülen bir girişimde ilerlemenin neden bu kadar önemli sayıldığının anlaşılması, bir sorun olarak hâlâ karşımız­dadır. Bu sorun aslında birçok değişik sorudan oluşmaktadır ve her birini de ayrı ayrı ele almak zorundayız. Yalnız, sonuncusu hariç hepsinde çözüm büyük ölçüde bilimsel faaliyet ile onu uy­gulayan topluluk arasında kurulu ilişki hakkındaki alışılmış gö­rüşlerimizi tersine çevirebilmemize bağlı olacak. Bunu yapabilir­sek bilimsel ilerleme hatta bilimsel nesnellik deyimleri bir ölçüde gereksiz hale gelebilir. Aslında bu fazlalığın bir yönünü daha şimdiden gördük bile. Bir bilgi dalı bilim olduğu için mi ilerleme kaydeder, yoksa ilerleme yaptığı için mi bilim sayılır?”[19]

Bilim alanında bilim olsun diye bilim yapmak, ya da yenilik olsun diye yenilik peşinde koşmak, bir sorun çözmekten ve iler­lemekten ziyade mevcut yapı üzerinde olumsuzluklara da neden olur. Yapılacak bir yeniliğin ve bu bağlamda araştırma ve incele­melerin mevcut halden daha iyiye ve ileriye götürücü bir muhte­vaya sahip olması bir ideal olarak düşünülmelidir. “Diğer birçok yaratıcı alanın tersine, bilimde yenilik için yenilik, istenilen bir olay değildir. Sonuç olarak yeni paradigmalar, hemen hemen hiçbir zaman öncellerinin tüm becerilerine sahip olmamakla bir­likte genellikle geçmiş başarıların en somut kısımlarını büyük ölçüde sorunlar ve daima da yeni somut sorun-çözümlerinin ge­lişmesine izin verirler. Bu kadarını söylemekle, sorun çözme be­cerisinin paradigma seçimi için tek yahut tartışmasız temel oldu­ğunu söylemek istemiyoruz elbette. Daha önce gördüğümüz bazı nedenler yüzünden bu tür bir kıstasın var olamayacağını biliyo­ruz. Fakat bilimsel uzmanlar topluluğunun, ayrıntılı ve kesin bir şekilde ele alabileceği toplu verilerin sürekli gelişmesini sağlamak için elinden gelen her şeyi yapacağını da rahatlıkla söyleyebili­riz.”[20]

Bilimsel gelişmeler ve ilerlemeler, bütün öznelliğine ve rölatif- liğine rağmen, gelişerek devam etmektedir. Hatta bu süreç olum­lu ve olumsuz yansımalarıyla her geçen gün daha ileri gitmekte­dir. Bu anlamda bilim tarihi, ilerlemeci ve gelişmeci bir özellik göstermektedir.[21] Bununla beraber, her yenilik ve keşif bir geliş­me olarak düşünülmemelidir. Öyle ki bazı yenilikler olumlu ve olumsuz boyutları beraberinde getirmektedir. Bu noktada insan bir tercih yapmak durumundadır. Hatta bazen aynı konuda iki farklı tutumla karşı karşıya kalınabilmektedir. Bütün bunlar bi­limin beraberinde getirdiği sorunlar olarak belirmektedir. Thomas S. Kuhn, bilim ve ilerleme ilişkisi konusunda şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Rakip kuramlar arasında seçim yapmak yahut bunalım yaratan bir aykırılığı olan aykırılıklardan ayırt etmek gibi konularda görüş birliği sağlanmasında bilim adamlarının paylaştıkları ilke ve değerlerin yeterli olmadığı dü­şüncesinde ısrar ettiğim için de zaman zaman öznelliği ve akıl- dışıcılığı yüceltmekle suçlandığım oldu.”[22]

Bilimi ve bilimsel gelişmeleri gerçekleştiren insandır. İnsanın ise kendine ait bir dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşü insa­nın diğer varlıklarla kurduğu ilişkilerde temel belirleyici bir boyu­ta sahiptir. Yani insan değerleri olan bir varlıktır. Bu değerlerden hareketle hayatı algılamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. O nedenle bilimsel faaliyetlerde de bu değerler etkili olmaktadır. Bu anlamda salt bilimsellikten bahsedebilmek çok kolay değildir. Burada öznellik ve nesnellik konusu gündeme gelmektedir.[23] İn­san bilim yaparken objektif olmalı ve kendisini tutuklayan bütün değer yargılarından kendini soyutlamalıdır. Bu bütünüyle müm­kün olmasa da önemli ölçüde gerçekleştirilebilme imkanına sa­hiptir. Ama unutulmamalıdır ki, insan maddi ve manevi yapısıyla bir bütün olarak hayata bakmakta ve yaşamaktadır. Bu tutum, bilimsel faaliyetlerde de, istenmese de, kendisini bir şekilde gös­termektedir. Dolayısıyla bilimsel faaliyetlerde zihniyet işin içeri­sine karışmaktadır. Bu noktada önemli olan bilimi, insanın fay­dasına bir doğrultuda kullanabilmektir. Böyle yaklaşıldığında bi­lim, insana ve onun ilgili olduğu alana hizmet eder bir sonuç do­ğurmaktadır. Zaten bilimsel sonuçlar kullananların, kullanma amaçlarına göre de değişmektedir. Sözgelimi, atom enerjisi has­talıkların tedavisinde kullanılabildiği gibi, atom bombası olarak da kullanılabilmektedir. Demek ki bu noktada insanın niyeti ön plana çıkmaktadır. Bu da insanın zihniyetini ve ahlâkını düzelt­me ve güzelleştirme sorununu gündeme getirmektedir.

 

3. Sosyal Gelişme Dinamiği Olarak Ahlâk

Sosyal gelişme açısından ahlâkın nasıl bir dinamik olacağı sorulabilir. Burada sosyal gelişme, dinamiklik ve ahlâk olmak üzere üç kavram arasındaki ilişkiden söz edilmektedir. Sosyal gelişme, maddi ve manevi alanda mevcut yaşam koşullarından daha iyi bir düzeye yükselme olarak tanımlanırsa, bu süreçte ahlâki değerler belirleyici ve yön verici bir fonksiyon görmektedir. Sosyal gelişme, insan ve toplumların arzu ettiği hatta hedeflediği bir idealdir. Bu idealin gerçekleştirilebilmesi yine insana düş­mektedir. İnsan ise akli yetilerini kullanarak, hayat koşullarını bir başka ifadeyle hem kendisi hem diğer insanlar hem de evren­le ilişkilerini ve etkileşimlerini daha yüksek bir düzeye çıkarabi­lir. Aslında sosyal gelişme insan arzusuyla da yakından ilişkili bir kavramdır. Her şeyden önce insanın daha iyi şartlarda ve da­ha ideal ilişkiler çerçevesinde yaşamayı hedeflemesi ve bu doğrul­tuda çalışması gerekmektedir. İşte tam da bu noktada insana ve topluma moral güç kaynağı ya da motivasyon sağlayacak ve duy­gu, düşünce, tutum ve davranışlarının şekil ve boyutlarını belir­leyecek olan ahlâki değerlerdir.

Birey ve toplumlar açısından ahlâki değerler olmazsa olmaz özellikler olarak belirmektedir. İnsanlık tarihine bakıldığında, ilk dönemlerden günümüze hemen her birey ve toplumun kendine özgü ahlâki bir yapısı bulunduğu görülmektedir. Bu yapı ya da ahlâki değerler, insan ve toplumların düşünce ve davranışlarını yakından etkilemektedir. Bu etkinin oranı, ahlâki değerlerin ve toplumların yapılarıyla doğru orantılı olarak gelişmektedir. Öyle ki bazı toplumlarda ahlâki değerler en temel belirleyiciler olur­ken, bazı toplumlarda daha az oranda sosyal hayatta etkili ol­maktadır. Ama ortaya çıkan sosyal gerçeklik, ahlâki değerlerin, az ya da çok birey ve toplumların hayatlarını belirli oranda etki­lemesidir. Ahlâki değerler, birey ve toplumların hayatlarını etki­lediğine göre, sosyal hayat üzerinde de etkili olmaktadır.[24] Bu an­lamda sosyal gelişme de insanla yakından ilişkilidir. O nedenle sosyal gelişme açısından her şeyden önce insanın geliştirilmesi ve donanımlı hale getirilmesi gerekmektedir. İnsan geliştirilmeye ve yetiştirilmeye çalışıldığında sosyal hayat da kendiliğinden gelişip- ilerlemektedir.

Hayatın akışı ve gelişmesi insana bağlıdır. Bu bağlamda tek tek bireylerin hayatları toplumsalı oluşturmakta ve sosyal hayat olarak ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte insanın hayata bakışı ve yaklaşımı sosyal hayatın da gelişmesini belirlemektedir. O neden­le “bir insanın, düşünce ve karakter sağlamlığı olmadan yapıp ettikleri arasında değerli bir eylem olduğu düşünülemez. Bir ey­leme ve bir ereğe yönelmemişse sadece düşünce hiçbir şeyi hare­kete getiremez.”[25] İnsan denilince ilk akla gelen özelliklerden biri­si onun düşünce ve karakteri olmaktadır. Düşünce ve karakter, insanın dünya görüşünü oluşturmaktadır. Dünya görüşü de in­sanın hayata bakışı ve onunla olan ilişkilerini belirlemektedir. İnsanın diğer insanlarla ve evrenle uyumlu ve olumlu bir ilişki kurabilmesi açısından, her şeyden önce onun insan olma konu­sunda bazı temel değerlere sahip olması gerekmektedir. Bu temel değerler belki fıtri yani her insanın az ya da çok üzerinde ittifak edebileceği değerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Sözgelimi, ya­lan konuşmamak, hırsızlık yapmamak, haksız yere adam öldür­memek vb. konularda insanların büyük çoğunluğu aynı kanaat­leri taşımaktadırlar. Zaten ahlâk denilen boyut da en genel an­lamda bunlardan oluşmaktadır. Bu özellikleri taşıyan bir insan, kendisiyle, diğer insanlarla ve evrenle uyumlu bir ilişki kurma idealini de taşımaktadır.

Bakış açısı ya da dünya görüşü sosyal hayatta önemli bir dü­şünce ve tutum olarak görülmektedir. Bir insanın duygu, düşün­ce, tutum ve davranışları tek bir nedenle anlaşılamaz. Bunu be­lirleyen pek çok neden bulunmaktadır. Dünya görüşü ya da kişi­lik yapısı insanın tüm özelliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta ve insanın düşünce ve davranışları üzerinde belirleyici olmaktadır. Bu aynı zamanda kişinin ahlâki yapısı olarak da ifa­de edilebilir. Zira dünya görüşü ya da bakış açısı ile ahlâki ka­rakter arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. “Bu anlamda ahlâkın davranışı belirleyen eylem kuralları sistemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu kurallar belli durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini söylemektedir. İyi davranmak ise bu kurallara uymak demektir.”[26] İyi davranışlar toplumu geliştirici bir boyut taşırken, kötü davranışlar toplumun gelişmesini engelleyen bir boyut ta­şımaktadır. Toplumun gelişmesi iyi ve faydalı davranışların art­ması oranında olurken, gerilemesi de zararlı olanların artması oranında olmaktadır. Burada iyi davranışın ya da kötü davranı­şın ölçüsü ne olacaktır, diye düşünüldüğünde, birey ve toplumun zararına olanlar ahlâk dışı, faydasına olanlar da ahlâki olarak tanımlanabilir.

Ahlâk ve ona bağlı gelişen zihni tutum, insanın davranışları üzerinde doğal bir etki meydana getirmektedir. Zaten ahlâk, “dü­şünme ve taşınma olmaksızın, insandan kolaylıkla fiillerin çıktığı yerleşik bir durumdur.”[27] Ahlâki değerler insanın zihin ve gönül dünyası üzerinde etkili olmaktadır. Bu değerler adeta insanın manevi dünyasıyla bütünleşmişlerdir. İnsan herhangi bir davra­nışta bulunacağı zaman bu değerler otomatik olarak devreye girmekte ve kişinin davranışının şeklini belirlemektedirler. Bu anlamda eğer insan, olumlu ve fayda sağlayıcı değerlerle dona­nımlı ise, yapacağı davranışın şekli ve sonucu da olumlu ve fay­dalı olacaktır. Zira söz konusu değerler insanı tutuklamakta ve onun davranışlarına anlam kazandırmaktadır. Dolayısıyla insan bu değerlerden bağımsız hareket etme imkanına sahip değildir. Bu bağlamda insan doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği ve aldığı kültü­rün bir sonucu olarak belli bir kazanıma sahiptir. Bu kazanımla- rın sonucu olarak hayata bakmaktadır. İşte bu bakış ve hareket­lerde sözü edilen geçmiş değerler dünyası temel belirleyiciler ola­rak fonksiyon görmektedir. O nedenle her şeyden önce sorun in­sanın yetiştirilmesi noktasında düğümlenmektedir.

İnsan ve toplumlar açısından değerlerden bağımsız bir sosyal hayat anlamdan yoksun ve içeriksiz bir boyut taşımaktadır. İn­sanı ve toplumu anlamlı kılan ancak değerlerdir. Kant, ahlâk ko­nusunda ödev ahlâkından bahsetmektedir. Ona göre, “ahlâki ha­yat, insanın, iyinin ve kötünün ne olduğunu doğrudan doğruya sezdiği bir alandır… Öyleyse, diyor Kant, intelligible dünyanın kanunlarına buyruklar olarak bakmalıyım ve bu ilkeden dolayı yaptığım fiilleri ödevlerim olarak görmeliyim. İşte kesin buyruk dediğimiz şey budur. İnsan o şekilde hareket etmelidir ki onun fiillerinin dayandığı ilke (maxim) aynı zamanda evrensel bir ka­nun olsun.”[28] Kant’ın burada ifade etmeye çalıştığı formel bir ödev ahlâkı olarak görülmektedir. Halbuki ahlâk, formel ve görü­nüşte olan bir boyuttan daha derin ve anlamlı bir sorumluluk ve vicdan duygusu olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten Kant bu nok­tada eleştirilmiştir. Bu bağlamda Max Scheler’e göre değerler, “hoştan, nahoştan, kutsal ve kutsal olmayana kadar, tam bir çe­şitlilik ve zenginlik arz ederler ve onlar, her şeyden önce insan yaşamına ‘anlam’ katan, bu dünyayı ‘anlamlı’ kılan şeylerdir. İş­te, ahlâklılığa bir temel aranırken, insanın nesneler ve durumlara anlam katmasını sağlayan duygusal yanı ele alınıp çözümlenmeli onun eylemlerinin formel bir ahlâk yasasına göre değil, değerlere göre yönlendiği gösterilmektedir. Ancak bu yolla Kant’ın boş, içe- riksiz etiği içerikli bir etikle aşılabilir.”[29] “Scheler de Kant eleştiri­sinde, Schiller’in Kant’ı eleştiren şu alaycı dizelerine sık sık baş­vurur: Seve seve yardım ediyorum dostlarıma. Fakat ne yazık ki buna eğilimlerim neden oluyor. Bu yüzden çok içerliyorum er­demli olamayışıma.”[30]

Ahlâki değerler ve onların hayata geçirilmesi sürecinde sırf görev ya da sosyal hayatta görünür olması için ahlâklı davranıl- maya çalışılmamalıdır. Ahlâki değerler çerçevesinde davranmak, içten ve gönülden gelen bir duyguyla hareketi gerektirmektedir. İnanılarak ve arzu edilerek yapılmayan bir davranış, her ne ka­dar şekil açısından ahlâki gibi gözükse de içerik açısından ahlâki değerlerden yoksun bir anlam taşımaktadır. Ahlâklı davranmak, bu anlamda, kendiliğinden ve kişiye özel bir davranış olarak be­lirmektedir. Yani kişi hiçbir etki ve beklenti içerisinde olmaksızın, duygu, düşünce ve değerleri çerçevesinde kendiliğinden bir dav­ranışta bulunmaktadır. Sosyal hayatın gelişmesi noktasında bu tutum ve yaklaşım etkili olmakta ve hayatın gelişmesini ve daha yaşanabilir olmasını sağlamaktadır. Bu düşünce ve davranışların etkili olduğu sosyal ortamlar, her açıdan daha güvenilir, daha huzur verici ve daha katlanılabilir hatta arzulanır bir anlam taşımaktadır.[31]

Sosyal hayatın gelişmesi ve ahlâkın bir dinamizm unsuru olabilmesi için davranışların ruh ve gönül dünyasıyla ilişkili ola­rak ortaya konulması gerekmektedir. Bunu bir örnekle ifade et­mek gerekirse hizmet sektöründe, gözlerimi kaparım vazifemi ya­parım anlayışı yerine gözlerimi açarım vazifemi öyle yaparım an­layışı etkili olmalıdır.[32] Zira Kant’ın ifade ettiği ödev ahlâkında duygusal ve ruhsal boyut ihmal edilmektedir. Halbuki “insanın duygusal yanını ihmal eden bir ödev etiği, daha sonra Karl Jaspers’in de dediği gibi, uygulamada bir ‘soğuk bürokrat ahlâkı’na yol açar ve karşımıza ‘kalem efendisi’ bir insan tipi çıkar.”[33] İnsan herhangi bir iş yaparken ruh ve gönül dünyasını da işin içine katmak durumundadır. Ruh ve gönül dünyasının işin içine katılması, hem işi kolaylaştırmakta hem de işle ilgili olanlar üze­rinde olumlu yansımalar meydana getirmektedir. Ruh ve gönül dünyasının işe karıştırılması, söz konusu işin savsaklanması ya da ihmal edilmesi anlamına gelmemektedir. Bilakis işin zevkli ve katlanılabilir olmasını sağlamaktadır.

Ahlâklı davranmak aynı zamanda işin kurallarına uygun ha­reket etmeyi ve adaleti göz önünde bulundurmayı gerektirmekte­dir. Yani bütün davranışlarda insani ve ahlâki değerler bütünüy­le uygulanmakla beraber, kişinin bunu gerçekleştirirken kendi­sini de işe katması ve bunu gösteriş olsun diye değil, içten gelen bir arzuyla ve özgürce gerçekleştirmesi gerekmektedir. Zaten öz­gürlüğün olmadığı ve zorla yapılan davranışlarda ahlâktan bah­sedilemez. Çünkü ahlâki davranışlar, vicdani sorumlulukları be­raberinde getirmektedir. Bunun için de kişi, bütün dış faktörler­den kaygısız bir şekilde, tamamen kendi özgür iradesi çerçeve­sinde hareket etmelidir. Ancak böylelikle ahlâki ve vicdani dav­ranışlardan söz edilebilir. Zira ahlâk, her şeyden önce, vicdanla doğrudan doğruya ilişkili bir boyut taşımaktadır. Bu noktada ba­zı temel değerler vardır ve kişi bu değerleri kabul ederek, özüm­semiştir. Dolayısıyla sosyal hayatta tutum ve davranışlarda bu­lunurken, bunlar çerçevesinde hareket etmeyi kendisine bir so­rumluluk ve vicdan duygusu olarak yüklemiştir. Bu duygu ve düşünceler, davranış esnasında kendisini göstererek, davranışın ahlâki bir şekil almasına neden olmaktadır. Bu da ahlâkın sosyal gelişme açısından bir dinamizm olması anlamına gelmektedir.[34]

Değerler bütünü olarak düşünülen ahlâk, insanların bu de­ğerlerle kuşatılması ve donatılması olarak anlaşılabilir. Ahlâki değerlerle kuşatılan ve donanımlı hale gelen insan, sosyal haya­tında bu değerlerden bağımsız hareket edememektedir. Bu nok­tada değerler varlığını hissettirerek, birey üzerinde etkisini gös­termektedir[35]. Bu his ve duygu, her ne kadar başlangıçta dış dünyadan elde edilmiş olsa da, hayata geçirilme sürecinde kişi­nin manevi dünyasından gelmektedir. Zira bilinmektedir ki, in­san hayatında iç dünyadan gelen duygu ve düşüncelerin yaptı­rım gücü, dış dünyadan gelenlerden daha baskın ve etkilidir. O nedenle ahlâki değerler kişinin iç dünyasından gelerek, sosyal hayatta görünür olmaktadır. Bu da dinamizm anlamında toplu­mun gelişmesine olumlu katkı sağlamaktadır.[36]

İnsanlık tarihinde toplumların ahlâki değerlerine bakıldığın­da, dini değerlerin etkisi açıkça görülmektedir. Zira dini değerler­le ahlâki değerler arasında çok yakın ve ayrılmaz bir ilişki bu­lunmaktadır. Bu bağlamda din, ahlâka temel oluşturmaktadır.[37] “M. Scheler’e göre insanın gerçekleştirmeye çalışacağı ideal öz, tanrısal özdür. İnsan ancak bu yolla ‘tanrısallığın varlık birliği’ne katılabilir; ancak burada tanrısal istenç ile insan istenci bir birli­ğe girebilirler ve ancak burada kişi kendisini tanrısal istenci ger­çekleştiren varlık olarak hissedebilir.”[38] İnsanın ahlâklı ve vic­danlı davranmasını gerektirecek, inandığı ve bağlandığı değerle­rin olması doğal bir durumdur. İnanılan ve bağlanılan bu değer­ler uğruna insan ancak ahlâklı olabilir. Bir başka ifadeyle, inanç unsurları insanlar üzerinde daha fazla etkili olarak, duygu, dü­şünce, tutum ve davranışlara yön vermektedir. Bu değerler de sosyal gelişmeye olumlu ve anlamlı bir boyut kazandırmaktadır.

İslam ahlâkı açısından bakıldığında, Kur’an ve Sünnet temelli ahlâki öğretiler,[39] insana insanca muamele etmeyi, insan, evren ve Allah arasında uyumlu bir hayat sürmeyi tavsiye etmektedir. Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, ayetlerin, insanın faydasına bir anlam taşıdığı açıkça görülmektedir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim, ahlâkî değerleri ön plana çıkarmaktadır. Öyle ki hemen her ko­nuda Kur’an, sevgiyi,[40] saygıyı,[41] merhameti[42] ve adaleti[43] tavsiye etmektedir. Hatta bütün bunların ölçüsünü de belirlemektedir. Kur’an ayetleri objektif bir bakışla incelendiğinde, insan fıtratıy­la, evrenle ve doğal hayatla ne derece örtüştüğü çok açık ve net bir şekilde görülmektedir.

Ahlâki değerler açısından Hz. Peygamber’in hayatına bakıldı­ğında da bir ahlâk abidesiyle karşılaşmaktayız. İnsan olma ve in­sani değerler çerçevesinde bir hayat sürme anlamında Hz. Pey­gamber güzel ahlâkın bir örneğidir. Onun hayatında insanlık için güzel örnekler bulunmaktadır. Bu anlamda dünya insanlık ailesi onun ahlâkına ve hayata bakışına muhtaçtır.[44] Zaten Hz. Pey­gamber, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini belirtmek­tedir.[45] İnsanın ve onun yaşadığı hayatın gelişmesi ve güzelleş­mesi açısından Kur’an vahyi ve Hz. Peygamber’in hayatı büyük anlam ve önem taşımaktadır. Sosyal hayatın gelişmesi ve ilerle­mesi açısından hem Kur’an hem de Sünnet önemli bir dinamizm olarak değerlendirilebilir.

Ahlâki değerlere göre yaşamak, aslında bir insan ve toplum için önemli bir ihtiyaçtır. İnsanlık var olduğu sürece ahlâki de­ğerlere hep ihtiyaç duyulacaktır. Bugün ahlâki değerler açısın­dan dünyaya bakıldığında ciddi bir yozlaşma ve insani değerler­den uzaklaşma görülmektedir. Sözgelimi açlık, sefalet, insan hakları ihlalleri, sömürü vb. durumlar insanlığı ciddi anlamda tehdit etmektedir. İşte tam bu noktada ahlâki ve dini değerler, insana saygı göstermeyi, onu korumayı ve yaşatmayı ahlâki bir değer olarak ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in tavsiyeleri ve Hz. Peygamber’in söz, fiil ve uygulamaları önemli ve anlamlı ahlâki değerler taşımaktadır. Sosyolojik açıdan da ahlâki değerler toplum bireyleri arasında saygı ve güven unsuru oluş­turmaktadır. Saygı ve güvenin olduğu sosyal ortamlarda da ha­yat daha anlamlı ve konforlu olmaktadır.

 

4. Sosyal Gelişme Açısından Bilim ve Ahlâk İlişkisi

Toplumlar açısından gelişme bir ideal olduğuna göre, bu ge­lişmeyi sağlayacak olan temel unsurlardan ikisi hatta en önemli­leri bilim ve ahlâk olarak görülmektedir. Bilimsel gelişme toplu­mun maddi hayatı üzerinde etkili olurken, ahlâki gelişme de ma­nevi hayatı üzerinde etkili olmaktadır. Bunlar aslında birbirinden kesin hatlarla ayrılabilen alanlar da değildir. Hatta bilimi sadece maddi alanla sınırlandırmak, ahlâkı da manevi alanla sınırlan­dırmak, onların alanlarını daraltmak ve sınırlamak anlamlarına gelmektedir. Bu iki alan tüm toplumu yakından ilgilendirdiği gi­bi, ikisi arasında da ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Sosyal ge­lişme dinamiği olarak bilim ve ahlâk konularını daha önce ayrı ayrı incelediğimiz için, burada bu iki alan arasındaki ilişkiyi de­ğerlendirmeye çalışacağız.

Bilim ve ahlâk kavramları arasında nasıl bir ilişki olabilir? Öyle ki, bilim, objektif, rasyonel ve nesnel bir alana hitap eder­ken; ahlâk sübjektif, zihni ve kültürel bir alanla ilgili gibi gözük­mektedir. Böyle bakıldığında hayat, madde ve manadan ibaret ve her iki alan arasında da bir ilişki bulunmamaktadır. Bu yaklaşım ve bakış açısı pozitivist ve maddeci bir yaklaşımdır. Buna bağlı olarak her nesne kendi somut varlığı çerçevesinde ele alınmak ve değerlendirilmek durumundadır. Bu bağlamda insanı da maddi ve manevi boyutları olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerekmekte­dir. Ancak bu yaklaşım parçalayıcı ve sorunlu bir bakış açısı ola­rak ortaya çıkmaktadır. Belki bu yaklaşım maddi dünyadaki nesnelerin özelliklerinin keşfi noktasında geçerli bir anlayış ola­rak uygulanabilir. Hatta uygulanmalıdır. Ancak bu nesnelerin varlık sebepleri ve hangi amaçlar doğrultusunda kullanılması ge­rektiği sorunu akla geldiğinde, ahlâki değerler devreye girmekte­dir. Zira her nesnenin evrende belli bir varlık sebebi bulunmak­tadır. Dolayısıyla onların, o sebepler çerçevesinde kullanılmaları hem bilimsel hem de ahlâki bir tutumdur.

İnsan açısından bakıldığında da insan, maddi ve manevi bo­yutlarıyla bir bütünlük oluşturmaktadır. Onu sadece fiziki ve bi­yolojik özellikleri ile açıklamak, insanı parçalamak ve manevi dünyasından ayrı ele almak demektir. Halbuki bilinmektedir ki insan, ruh ve bedenden ibaret bir bütündür. Hatta hasta olup, doktora gittiğinde, fiziksel ve biyolojik yapısında bir hastalığa rastlanmadığında, psikiyatri bölümüne ya da psikoloğa sevk edi­lerek ruhsal alanı da araştırılmaktadır. Yani insanın ruh ve ma­na boyutunu görmemek, onu salt maddeden ibaret görmek eksik bakmak olarak değerlendirilebilir. O nedenledir ki bilim ve ahlâk arasında ayrılmaz ve yakın bir ilişki akla gelmektedir. Bazı insan­lar her ne kadar bu ilişkiyi inkar etseler de uygulama alanında bu kaçınılmaz olarak hayata yansımaktadır. Çünkü insanlar bi­lim yaparken, zihni ve ahlâki değer yargılarını laboratuarın dı­şında bırakma imkanına sahip değillerdir. Bilim, insanın madde ile olan ilişkisi çerçevesinde maddenin özelliklerini keşfetme, bir başka ifadeyle evrende bulunan varlıkların sırlarına ulaşma ve onu insanın hizmetine sunma çabasıdır. Bu süreçte, bilim adam­ları, kendi bakış açıları, yaklaşımları, kültürleri ve ahlâki değer­leri çerçevesinde maddeyi incelemeye ve araştırmaya çalışmakta­dırlar. Belki bizzat maddeden hareket edilerek bilim yapılmakta­dır. Ancak onun kullanılması aşamasında sözü edilen bu değer­ler işin içerisine karışmakta ve bilimsel gelişmelerin hangi amaç­lar doğrultusunda değerlendirilmesi üzerinde etkili olmaktadır.

Ahlâki değerlerden bağımsız bir bilim anlayışı, maddenin hangi doğrultuda ve ne amaçla kullanılacağı konularında belir­sizlikler taşımaktadır. Halbuki, bilim, insana ve onun hayatına olumlu yansımalar göstermek durumundadır. İnsana hizmet et­meyen ve onun hayatını kolaylaştırmayan bir bilimsel faaliyet, insan ve hayat açısından anlamlı gözükmemektedir. Bilimsel faa­liyetlerin anlamlı ve insana hizmet edebilmesi için de, değerler çerçevesinde bir tutumun belirlenmesi gerekmektedir. Bu an­lamda ahlâki değerler bilimin hedefini belirlemekte ve yol gös­termektedir. Bu yol, bilimsel faaliyetin içeriğiyle ilgili olmaktan ziyade, amaçlar doğrultusunda bir yoldur. Öyle ki ahlâki değer­ler, bilimin amaç ve hedeflerinin belirlenmesinde etkili olarak, insan, evren ve Allah arasında uyum ve dengeye dayalı bir yakla­şım verir. Çünkü insan ve evren arasında doğal bir ilişki bulun­maktadır. Bilimsel faaliyetlerin de bu ilişkiyi geliştirici ve kolay­laştırıcı bir gayesinin olması beklenir. İnsanı ve evreni tahrip edecek ya da insan ile evren arasında dengenin bozulmasına ne­den olacak bir yaklaşım, sosyal hayat açısından bir gelişme ola­rak değil, olsa olsa tahribat olarak ortaya çıkmaktadır.

Bilimsel keşifler, evrenin yapısını ve onların hangi amaçlar doğrultusunda kullanılabileceği konusunda insanlara bilgi ve imkan vermektedir. Toplumların gelişmeleri açısından bilimsel faaliyetler durmaksızın sürdürülmek ve geliştirilmek durumun­dadır. Toplumun bilim, teknik ve fen alanı gelişirken; sosyal, kül­türel ve ahlâki alanı geri kalırsa, tek kanatlı kuş misali, toplu­mun bir boyutu ihmal edilmiş ve geri kalmış olur. Hatta diğer alanın gelişmesi ahlâki alanla uyumlu olmadığından, toplumun nereye gideceği belli olmayan bir yola yönelmektedir. Bu iki ala­nın birlikte ve paralel bir çizgide hatta aynı çizgi çerçevesinde toplumu ileriye taşıması beklenmektedir. Bilim alanının ahlâk alanından destek alması, bilimsel çalışmalara hem hız verir hem de daha sağlam bir zeminde ilerlemesini sağlar.

Bilimsel keşiflerin ve yeniliklerin insan hayatı açısından an­lamlı olup-olmadığının testi ahlâki değerlerle ölçülebilir. Bu öl­çüm ya da değerlendirme, bilimin insanlığa faydası açısından bir değerlendirmedir. İnsana ve hayata katkı sağlamayan hatta teh­dit eden bilimsel bir buluş ne kadar geniş boyutlu olursa olsun, bu bir gelişme ve ilerleme olarak ifade edilemez. Bilimsel keşif ve yeniliklerde asıl olan, onun insan ve evren açısından ifade ettiği anlam ve boyut olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu noktada ahlâki değerler, bilimsel alanın ve bu alanda ortaya çıkan yenilik­lerin insan açısından ne anlama geldiğini değerlendirme imkanı vermektedir. Böyle bir değerlendirmeden yoksun bilimsel faaliyet­ler, belki bazı konularda gelişme ve ilerlemeler sağlayabilir. An­cak unutulmamalıdır ki, insan hayatını tehdit eden ve değerler­den bağımsız gelişen bir bilimsel gelişme, sosyal hayatı olumsuz yönde etkilemektedir.

Bilim açısından bir motivasyon unsuru olan ahlâki değerler, aynı zamanda çalışma, üretme ve yeni şeyler ortaya koyma duy­gusu verir. Ahlâki değerlerin canlı olduğu toplumlar daha dina­mik ve daha hareketlidir. Bu dinamiklik bilim alanına da bir şe­kilde yansıyarak, bilimsel keşiflerin ve yeniliklerin ortaya konul­masına vesile olurlar. Çünkü ahlâklı insan daha azimli daha ça­lışkan ve daha üretken bir durumda olmayı arzular. Ona bu duygu ve düşünceyi veren ise inandığı ve bağlandığı değerlerdir. Dolayısıyla ahlâki değerlerle donanımlı olan bir toplumda hemen her alanda bir güzellik ve gelişme olduğu gibi, bilim alanında da bir gelişmeden söz edilebilir. Buna karşılık, ahlâki değerlerden yoksun olan toplumların ciddi sorunlar yaşadığı da bir gerçektir. Ahlâki yoksunluk, “toplumun her kesiminde ve hayatın her dü­zeyinde kendisini gösterebilir. Bunlar, ne yazık ki, bilimsel faali­yetlerle ilişkisiz gibi görünebilir; ancak ahlâki olgunluk elde edilmeden bilimsel üstünlüğe erişilemez. Mesala, hırsızlık bir ahlâki bitkinliktir. Bu davranış bir toplumda yaygınlaşmışsa, haya­tın her yönüne kolaylıkla sirayet edebileceği için hem toplumu yozlaştıracak hem de bilimsel ilerlemeyi engelleyecektir. Hırsızlık, çok âdi ve basit bir ahlâki çöküntü olmasına rağmen, kolaylıkla rüşvete, yalana, bencilliğe ve kopyacılığa yol açacağından -zaten bunlar mevcut oldukça bilim de mümkün olamayacağından- zin­cirleme bir etkiyle fikrî hayatı her yönden zehirleyecektir.”[46]

Sosyal gelişmenin sağlanabilmesi için toplumsal unsurların her birinin gelişme ve ilerleme sürecinde olması gerekmektedir. Bu gelişme sosyal, kültürel, dini, ahlâki, iktisadi, fenni vb. haya­tın tüm alanlarında kendisini göstermelidir. Toplumun bir bütün olarak gelişebilmesi bu unsurlar arasında da karşılıklı bir daya­nışmanın olmasına bağlıdır. Toplumu ilgilendiren unsurlar ara­sında karşılıklı uyuma ve işbirliğine dayalı bir gelişme süreci, hem daha hızlı yol alınmasına hem da daha köklü ve kalıcı ge­lişmelere imkan sağlamaktadır. Bunun için de bilgisel ve toplum­sal şartların birleştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlam­da, ahlâk, düşünce, eğitim, hukuk, siyaset ve iktisat bir bütün­lük olarak düşünülebilir. “Bu ölçütlerin hepsinin tek bir temel üzerine kurulduğu açıkça görülmektedir: Ahlâk.”[47] Ahlâk, bu noktada önemli bir fonksiyon görmekte ve toplumsal dinamikleri harekete geçirici bir rol üstlenmektedir. Ahlâki değerlerle dona­nımlı bir toplum, hemen her alanda gelişmeci bir özellik göster­mektedir. Onun içindir ki “bilimsel durağanlaşma, ahlâki dura­ğanlaşma demektir. Çünkü ahlâken durağanlaşan bir toplum, özgün fikir üretecek bir bilim adamı yetiştiremez. İstisna olarak bu dönemlerde büyük bilim adamı yetişebilir; ancak bunun dü­şünceleri toplumda yayılma düzeneğinin bozulmasından dolayı yayılamaz ve yeni bilim adamları yetiştiremez. Böylece izleyicisi olmayan münferit bilim adamları ortaya çıkabilir. Ama genel kai­de bozulmaz: Bilimsel durağanlık ahlâki durağanlığa eşdeğer­dir.”[48]

Bilim ile ahlâk arasında ilişki kurulurken toplumların sosyo­lojik yapıları da önem taşımaktadır. Bu anlamda ortaya konula­cak bir yenilik söz konusu toplumun sosyal dokusuna ve karak­teristiklerine uygun bir özellik göstermek durumundadır. Aksi takdirde toplumda kırılmalara ve ayrılmalara sebep olabilir. O nedenle bilimsel gelişmelerde sosyolojik perspektif anlamlı ve önemli bir boyut olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir toplumun gelişmesi ve ilerlemesi sonucu medeniyet un­surları ortaya çıkar. Toplumların gelişmeleri ve bir medeniyet oluşturabilmeleri önemli ve uzun soluklu bir süreçtir. Bu süreçte hem bilimsel hem de toplumsal şartların olgunlaşması ve bir ge­lişmişlik boyutuna ulaşması gerekmektedir. Medeniyet özelliği gösteren bir toplum, hemen her alanda dünya standartlarında hatta dünya standartlarının üzerinde bir gelişmişlik düzeyine sa­hiptir. Böyle bir toplumda bilim, sanat, teknik, fen ve insani iliş­kiler yüksek düzeydedir. İnsanlar hemen her konuda bilimin ve medeniyet unsurlarının gösterdiği doğrultuda bir hayat yaşamak­tadırlar. Ancak bunun sağlanabilmesi için de salt bilim yeterli gözükmemektedir. Bunun için de “medeniyetleşmede en önemli ve en zorunlu, bu yüzden de en baskın olan itici güç, ahlâki cev- valiyet sonucu doğan ‘bilgi’dir. Özellikle bilimsel bilgi sayesinde, toplum fertleri bilimsel dünya görüşü kazanarak toplumlarını cevval bilgi ortamına dönüştürmekle bunu başarırlar.”[49] Dolayı­sıyla bilimsel bilgi ile ahlâki değerlerin paralel gitmesi büyük önem taşımaktadır. “Çünkü bilim, medeniyetin sadece bir yönü­dür. Ancak bilim, medeniyeti külli bir kültür olarak tutan en önemli yöndür. Bu açıdan birinin çöküşünde asıl bağlamsal şart ne ise, diğeri için de aynı şart belirleyicidir. Bunu da ahlâki yön olarak belirlediğimize göre, her iki sürecin tarihi seyri paralel­dir.”[50]

Bugün bilim, sadece maddi ve teknik gelişmeler olarak anla­şılmaktadır. Halbuki insanın sosyal, kültürel ve ahlâki açıdan gelişmesi de bilim, kültür ve medeniyet çerçevesinde bir faaliyet olarak düşünülmelidir. Bununla beraber, bilim, teknik ve fen ile ahlâki değerler arasında da çok yakın ve etkileşime dayalı bir ilişkinin olduğu göz ardı edilmemelidir. Sözgelimi bugün tartışı­lan genetik çalışmalar, klonlama, yapay döllenme, kiralık anne vs., ekolojik felaketler, sosyal sorunlar vb. bilimsel gelişmeler ile ahlâki değerler arasında yakın bir ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır. Yani bütün bunlar birbiriyle ilişkili alanlardır. Bunları birbirinden bağımsız düşünmek ciddi ahlâki krizlere ne­den olabilir. Batı bilimi açısından bakıldığında, maddeci ve tek­nik boyut ön plana çıkmakta, sosyal, kültürel ve ahlâki alan ikinci planda kalmaktadır. Bu yaklaşım da insanlığa huzur ve mutluluk getirmemektedir. Dolayısıyla insanın ruh ve gönül dünyasının da tatmin edilmesi gerekmektedir. Hatta bilim ve teknik gelişmeye ahlâki değerler ruh ve anlam katarak insanın faydasına bir boyut taşımalarına vesile olmaktadır. Bu yaklaşım­dan yoksun bir bilim anlayışı, bilim bilim içindir düşüncesinden öteye geçerek, bilim insan içindir aşamasına geçememektedir. O nedenle ahlâki ve insani değerler çerçevesinde bir bilim ve o doğ­rultuda bir gelişme ve ilerleme sürecine girmek gerekmektedir.

Bilimsel açıdan dünyanın geldiği noktaya bakıldığında, bilim­sel gelişmeler hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Bilim alanında geli­nen bu noktaya paralel olarak insanlığın da mutlu ve huzurlu olması beklenmektedir. Ne var ki gelişmelerin bilimsel gelişmeler­le paralel olmadığı görülmektedir. Yani bilim geliştikçe, huzur ar­tacağı yerde insanların huzursuzlukları artmaktadır. İşte tam da bu noktada ahlâki değerlerin yeterince sosyal hayatta görünür olmadıklarından söz edilebilir. Zira bilimin bu derece geliştiği bir dünyada, açlıktan, sefaletten ve savaştan[51] söz edilme yerine; tok­luktan, gelişmişlikten ve güvend.en söz edilmesi arzu edilmektedir. Bu sorunlar bilimin gelişmesinden kaynaklanma yerine, bilimsel gelişmelerin nerede ve nasıl kullanılmasından kaynaklanmakta­dır. Bunun için de evrensel ahlâk normlarına ihtiyaç bulunmak­tadır.

 

Sonuç

Değişme, hayatın bir gerçeğidir. Az ya da çok evrende hemen her şey zamana göre belli bir değişim süreci geçirmektedir. Bu anlamda evrende değişmeyen tek şey değişme kavramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Değişme ileriye de olabilir, geriye de ola­bilir. Dolayısıyla değişme nötr bir kavramdır. Değişmenin algıla­nışı birey ve toplumlara göre farklılaşmaktadır. Ama bilinen bir husus, mevcut halden daha farklı bir hale gelme durumu değiş­me olarak adlandırılmaktadır. Bu değişme, olay, olgu veya nesne­ler açısından olabilir. Ancak bu değişiklik, bakan insanın değer­lendirmesine göre gelişme ya da gerileme olarak adlandırılmak­tadır.

Değişme çerçevesinde düşünülen gelişme kavramı ise, mev­cut halden daha iyi bir hale geçiş ya da ilerleme olarak değerlen­dirilmektedir. Herhangi bir insan, toplum ya da bir olgu hakkın­da gelişmeden bahsedildiğinde, daha iyi bir düzeye yükselme kastedilmektedir. Zira gelişme kavramı, ileriye ve daha iyi bir dü­zeye yükselme anlamlarını çağrıştırmaktadır. Bu bağlamda sos­yal gelişme, bir toplumun maddi ve manevi unsurlarının daha ileri bir düzeye yükselmesi olarak düşünülmektedir. Bir toplu­mun sosyal gelişmişlik düzeyi hem maddi hem de manevi alanı kapsamaktadır. Her ne kadar sosyal kelimesi manevi unsurlarla ilgili olarak görülse de sosyal gelişme denildiğinde, her iki alanda meydana gelen gelişmişlik düzeyi akla gelmektedir.

Sosyal gelişme açısından bilimin anlamı, önemi ve yeri inkar edilemez bir gerçekliktir. İnsan ve toplumları gerek maddi gerek­se manevi açıdan geliştiren ve ileriye götüren bilimsel çalışmalar­dır. Bilim, bir toplumun gelişmesi ve ilerlemesinin temel lokomo­tifi olarak görülmek durumundadır. Bilimsel gelişmeler olmaksı­zın toplum hayatı gelişemez. Bilim, dinamik bir boyut taşıdığın­dan, toplum hayatını maddi ve manevi yönleriyle harekete geçire­rek, mevcut halden daha gelişmiş bir hale yükseltmektedir. An­cak bilim, nötr bir alan olarak görülmek durumundadır. Zira bi­lim, insanların bakış açıları ve düşüncelerine göre her alanda kullanılabilecek bir boyut taşımaktadır. Bilimsel keşifler ve yeni­likler, eğer insan ve toplumların faydasına ve gelişmesine yönelik olarak düşünülürse, bilim, insana hizmet ederek, hayatın daha güvenli, daha konforlu ve daha huzurlu olmasına hizmet etmiş olur. Ancak bilimsel faaliyetler, insan ve toplumların hayatını tehdit edici bir çerçevede kullanılırsa, bilim mutluluk verici ve geliştirici bir boyut taşımaktan ziyade, mutsuzluk verici ve tehdit edici bir unsur olarak ortaya çıkar. Sözgelimi nükleer gelişmeler, insana hizmet eden bir alanda kullanılabilirse bu bir gelişme ve ilerleme olarak değerlendirilir, fakat silah sanayinde kullanılırsa, insanlığı tehdit edici olarak değerlendirilir.

Ahlâk, birey ve toplum açısından sosyal bir olgudur. Hemen her birey ve toplumun kendine özgü ahlâki bir yapısı vardır. Bu bağlamda ahlâk izafi bir olgudur. Ancak insanlığın büyük çoğun­luğunun üzerinde ittifak edebileceği bazı temel ahlâki kurallar­dan da söz edilmektedir. Sözgelimi, haksız yere adam öldürmek, hırsızlık yapmak, yalan konuşmak vb. bunlar dünya insanlık ai­lesinin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği sosyal ahlâk kurallarıdır. Bu anlamda ahlâk, birey ve toplum hayatına yön veren temel bir gerçeklik olarak görülmektedir. Dolayısıyla birey ve toplum hayatında ahlâki değerler önemli ve anlamlı bir yere sahiptir. Sosyal gelişme sürecinde ahlâk, motive edici ve düzen sağlayıcı bir rol oynamaktadır. Belki ahlâk, doğrudan doğruya sosyal gelişme faktörü olarak görülmese bile, hayata anlam ver­me açısından onun önemi ve yeri inkar edilemez. Çünkü ahlâk, insani değerlerden oluşmakta ve insanın insanca yaşamasının kurallarını belirlemektedir. Sosyal gelişme de, insanın hem ken­disiyle hem diğer insanlarla ve hem de evrende bulunan diğer varlıklarla uyumlu ve dengeli bir hayat sürmesi ve bunun gelişti­rilmesi olarak düşünülürse, işte tam bu noktada ahlâki değerler dinamik bir rol oynamaktadır. Ahlâki değerler insanın hayata bakışını etkileyen ve ona yön veren bir anlam ve boyuta sahiptir. Bu anlamda ahlâki değerler, insana bir dünya görüşü kazandır­maktadır. Ahlâki değerler penceresinden dünyaya bakan insan ise, düşünce, tutum, tavır ve davranışlarında o değerler çerçeve­sinde hareketlerde bulunmaktadır. Söz konusu değerler onu bağ­lamakta ve etkilemektedir.

Ahlâki değerlerin bilimsel alanla da yakın ilişkisinden söz edi­lebilir. Zira insan son tahlilde değerleri olan bir varlıktır. Bilim yaparken bu değerlerden bağımsız hareket etmemektedir. Öyle ki herhangi bir alanda çalışırken, bir düşünce ve amaç çerçevesinde hareketlerde bulunmaktadır. Daha önce de belirtildiği üzere, bi­lim, evren ve ona dair olanlar hakkında detaylı bilgi elde etme ve onları en ideal anlamda kullanma faaliyetidir. Bu anlamda da bilim, nötr bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama bilimsel faaliyetlerin hangi amaç ve niyetlerle yapıldığı ve elde edilen bu­luşların hangi amaçlar doğrultusunda kullanılacağı tamamen in­sana aittir. İşte bu noktada insanın ahlâk ve zihniyeti belirleyici olmaktadır. Eğer insan, bilimi ve bilim çerçevesinde elde edilenle­ri, insanlığın faydasına bir doğrultuda kullanırsa, insanlık bun­lardan olumlu anlamda istifade etmiş olur. Fakat insanlığın zara­rına bir doğrultuda kullanılırsa, insanlık bunlardan olumsuz yönde etkilenir. O nedenle bilime ve bilimsel faaliyetlere, ahlâk, öncülük ve rehberlik etmek durumundadır. Hatta bu konuda bi­limsel gelişmelerle ilgili bilim etiği kavramı kullanılmaktadır. Bilim etiği, bir anlamda bilimin insana hizmet etmesi şeklinde düşünü­lebilir. Dolayısıyla bilim, bilim içindir mantığı ve düşüncesi yerine, bilim insan içindir anlayışını etkili kılmak gerekmektedir. Bilimin insana hizmet ettiği bir ortamda da sosyal gelişme ve ilerlemeden söz edilebilir. Bu da ancak etik değerlerle mümkün gözükmekte­dir. Bunun içindir ki, bilimsel gelişmelerle ahlâki değerler paralel ve aynı düşünceler çerçevesinde ilerlemek ve gelişmek durumun­dadır. Aksi takdirde bilim olarak ortaya konulanlar, insanlığın gelişmesine değil, felaketine hizmet etmiş olur. Bu çok ciddi bir insanlık ve ahlâk sorunudur. Öyle ki bu sorun, bugün de insan­lığının önünde durmaktadır. Hayat devam ettiği sürece de bu so­run hep gündemde kalacaktır. Ama ahlâkî değerler çerçevesinde bir dünya görüşü, hem bilimin gelişmesine hem de insanlığa hizmet etmesine imkan sağlamaktadır.

Sosyal gelişme, her insan ve toplumun arzu ettiği bir süreçtir. Bunun sağlanabilmesi de ahlâki ve bilimsel gelişmelerle müm­kün olmaktadır. Ahlâk ve bilimin çatışma yerine uyum ve işbirliği çerçevesinde düşünülmesi ve uygulanması, sosyal hayata olumlu katkılar sağlayacaktır. Bu bağlamda İslami değerlerin de hem ahlâki değerlerin oluşması hem de bilimsel gelişmelerin sağlanması açısından anlamlı ve önemli bir boyut taşıdığı görülmektedir. İn­san, evren ve Allah arasındaki ilişkinin sağlıklı ve dengeli bir te­mele oturması açısından İslami değerler çözümleyici ve geliştirici bir anlama sahiptir.

 

KAYNAKÇA

AÇIKGENÇ, Alparslan, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İSAM Yay., İstanbul 2006.

AKARSU, Bedia, Mutluluk Ahlâkı, İnkılâp Yay., İstanbul 1998.

AKDOĞAN, Ali, Sosyal Değişme ve Din, Rağbet Yay., İstanbul 2004.

AYDIN, M. S., Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1991.

BERTRAND, Alexis, Ahlâk Felsefesi, çev., S. Zeki, sad., H. Altıntaş, Akçağ Yay., 2. Baskı, Ankara 2001.

BİLGİSEVEN, A. Kurtkan, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, (Genişletilmiş 4. bas­kı), İstanbul 1986.

CHALMERS, Alan, Bilim Dedikleri, çev.: H. Arslan, Vadi Yay., 3. Basım, Konya 1997.

ÇAĞRICI, Mustafa, İslam Düşüncesinde Ahlâk, MÜİFAV Yay., İstanbul 1989.

Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu, Ed.: R. Kaymakcan ve diğerleri, Dem Yay., (26-28 Kasım) İstanbul 2007.

DRAZ, M. Abdullah, Kur’an Ahlâkı, çev.: E. Yüksel ve Ü. Günay, İz Yay., İstan­bul 2002.

DURKHEIM, E., Ahlâk Eğitimi, çev., Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yay., İzmir, 2004.

ER, İzzet, Sosyal Gelişme ve İslam, Rağbet Yay., İstanbul 1999.

ERDEM, Hüsameddin, Ahlâk Felsefesi, Hü-Er Yay., Konya 2002.

ERKAL, Mustafa E., Sosyoloji (Toplumbilimi), Der Yay., Genişletilmiş 7. Basım, İstanbul 1996.

FİCHTER, Joseph, Sosyoloji Nedir, Çev., N. Çelebi, Attila Kitabevi, 2. baskı, An­kara 1994.

GIDDENS, Anthony, Sosyoloji, Yayına haz.; H. Özel-C. Güzel, Ayraç yayınevi, Ankara 2000.

GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990.

GÜNDÜZ, Mustafa, Ahlâk Sosyolojisi, Anı Yay., Ankara 2005.

HAKLI, Şaban, “İslam Ahlâk Teorileri”, Teorik ve Pratik Yönleriyle Ahlâk, ed.: R. Kaymakcan, M. Uyanık, Dem Yay., İstanbul 2007.

Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, Yayına Haz.: M. Söylemez, İslami İlimler Dergisi Yay., (20-22 Nisan 2007), Çorum 2007.

KILIÇ, Recep, Ahlâkın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2003.

KÖYLÜ, Mustafa, Küresel Ahlâk Eğitimi, Dem Yay., İstanbul 2006.

KUHN, Thomas S., Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev.: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., İstanbul 2005.

KUYAŞ, Nilüfer, “Çevirmenin Sunuşu”, Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Kırmızı Yay., İstanbul 2005.

NAİM, Babanzâde Ahmed, İslam Ahlâkının Esasları, sad.; R. Kılıç, TDV Yay An­kara 1995.

ÖZLEM, Doğan, Etik – Ahlâk Felsefesi-, İnkılâp Yay., İstanbul 2004.

ÖZLEM, Doğan, “Değerler Sorununda Nesnelcilik/Mutlakçılık ve Öznelci- lik/Rölativizm Tartışması Üzerine, Bilgi ve Değer, Bilgi ve Değer Sempoz­yumu Bildirileri, Ed., Ş. Yalçın, Vadi Yay., Ankara 2002.

RONAN, Colin A., Bilim Tarihi Dünya Kültürlerinde Bilimin T arihi ve Gelişmesi, çev., E. İhsanoğlu, F. Günergun, Tübitak Akademik Dizi, 2. basım, Ankara 2003.

WEBER, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev.,H. V. Eralp, Beşinci Basım, Sosyal Yay., İstanbul 1993.

TAYLAN, Necip, “Bilgi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 6.

 

Dipnotlar

[1]   A. Kurktan Bilgiseven, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, (Genişletilmiş 4. baskı), İstanbul -1986, s. 328.

[2]    Bilgiseven, a.g.e., s. 328.

[3] Ali Akdoğan, Sosyal Değişme ve Din, Rağbet Yay., İstanbul 2004, s. 44-47.

[4]    Bilgiseven, a.g.e., s. 329.

[5] İzzet Er, Sosyal Gelişme ve İslam, Rağbet Yay., İstanbul 1999, s. 7.

[6]    Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir, Çev., N. Çelebi, Attila Kitabevi, 2. baskı, An­kara 1994, s. 171.

[7] Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev.,H. V. Eralp, Beşinci Basım; Sosyal Yay., İstanbul 1993, s. 21-23; Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İs­tanbul 1990, s. 25-26.

[8]    Anthony Giddens, Sosyoloji, Yayına haz.; H. Özel-C. Güzel, Ayraç yayınevi, Ankara 2000, s. 550.

[9]    Mustafa E. Erkal, Sosyoloji (Toplumbilimi}, Der Yay., Genişletilmiş 7. Basım, İstanbul 1996, s. 265-269.

[10]  Erkal, a.g.e., s. 265.

[11]  Giddens, a.g.e., s. 559.

[12]  Necip Taylan, “Bilgi”, TDVİslam Ansiklopedisi, C. 6, s. 157.

[13]  Taylan, a.g.m., s.157.

[14]  Taylan, a.g.m., s.158.

[15]  Alan Chalmers, Bilim Dedikleri, çev.: H. Arslan, Vadi Yay., 3. Basım, Konya 1997, s. 177-198.

[16]  B. Brecht, Life of Galileo, Collected Plays, Vintage Books, Random House, 1972, Cilt 5, s. 94’ten, Nilüfer Kuyaş, “Çevirmenin Sunuşu”, Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Kırmızı Yay., İstanbul 2005, s. 51-52.

[17]  Nilüfer Kuyaş, “Çevirmenin Sunuşu”, Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Kırmızı Yay., İstanbul 2005, s. 53-54.

[18]  Kuyaş, a.g.m., s. 58.

[19]  Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev.: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., İstanbul 2005, s. 267.

[20]  Kuhn, a.g.e., s. 276.

[21]  Bilim tarihi ile ilgili bkz.: Colin A. Ronan, Bilim Tarihi Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişmesi, çev., E. İhsanoğlu, F. Günergun, Tübitak Aka­demik Dizi, 2. basım, Ankara 2003.

[22]   Kuhn, a.g.e., s. 295-296.

[23]  Bkz., Doğan Özlem, “Değerler Sorununda Nesnelcilik/Mutlakçılık ve Öznel- cilik/Rölativizm Tartışması Üzerine, Bilgi ve Değer, Bilgi ve Değer Sempoz­yumu Bildirileri, Ed., Ş. Yalçın, Vadi Yay., Ankara 2002, s. 282 – 312.

[24]   Mustafa Gündüz, Ahlak Sosyolojisi, Anı Yay., Ankara 2005, s. 181- 225.

[25]  Bedia Akarsu, Mutluluk Ahlakı, İnkılâp Yay., İstanbul 1998, s. 138-139.

[26] E. Durkheim, Ahlak Eğitimi, çev., Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yay., İzmir, 2004, s. 38.

[27] Cürcânî, et-Ta’rifât, 101’den naklen, Şaban Haklı, “İslam Ahlak Teorileri”, Teorik ve Pratik Yönleriyle Ahlak, ed.: R. Kaymakcan, M Uyanık, Dem Yay., s. 119.

[28]   M. S. Aydın, Tann-Ahlakİlişkisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1991, s. 32-34.

[29] D. Özlem, Etik – Ahlak Felsefesi-, İnkılâp Yay., İstanbul 2004, s. 80.

[30]   Özlem, a.g.e., s. 80.

[31]   Mustafa Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlak, MÜİFAV Yay., İstanbul – 1989, s. 52.

[32]  Akarsu, a.g.e., s. 19.

[33]   Özlem, a.g.e., s. 82.

[34]  Alexis Bertrand, Ahlak Felsefesi, çev., S. Zeki, sad., H. Altıntaş, Akçağ Yay., 2. Baskı, Ankara 2001, s. 21-26.

[35]  Bkz.: Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu, Ed.: R. Kaymakcan ve diğerleri, Dem Yay., (26-28 Kasım) İstanbul 2007.

[36]   Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, Hü-Er Yay., Konya 2002, s. 39-40.

[37] Bkz.: Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2003.

[38]   Özlem, a.g.e, s. 88.

[39]  Bkz: M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, çev.: E. Yüksel ve Ü. Günay, İz Yay., İstanbul 2002; Babanzâde Ahmed Naim, İslam Ahlakının Esasları, sad.; R. Kılıç, TDV Yay Ankara 1995; Mustafa Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahla.k MÜİFAV Yay., İstanbul – 1989.

[40]   Meryem 19 / 96; Rum 30 / 21; Tevbe 9 / 71.

[41]   İsrâ 17 / 23, 24, 28, 53.

[42]  Ankebut 29 / 8; Nisâ 4 / 36.

[43]   Nisâ 4 / 58, 127; Mâide 5 / 8, 42.

[44]  Bkz.: Hz. Muhammedi ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, Yayına Haz.: M. Söy­lemez, İslami İlimler Dergisi Yay., (20-22 Nisan 2007), Çorum 2007.

[45]   Muvatta’, Husnü’l-Hulk, 8.

[46]  Alparslan Açıkgenç, İslam Medeniyetinde Bilgi ve Bilim, İSAM Yay., İstanbul 2006, s. 129-130.

[47]  Açıkgenç, a.g.e., s. 131.

[48]  Açıkgenç, a.g.e., s. 140.

[49]  Açıkgenç, a.g.e., s. 150-151.

[50]  Açıkgenç, a.g.e., s. 152.

[51]  Küresel sorunlarla ilgili bkz.: Mustafa Köylü, Küresel Ahlak Eğitimi, Dem Yay., İstanbul 2006.

————————————–

[i]  Prof.Dr., Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi Anabilim Dalı, [email protected]

Yazar
Ali AKDOĞAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen