Turgut GÜLER
Bâzı gelişmeler öyle tiz perdeden ve siren misâli gürültü çıkarır ki, ondan “Sağır Sultan” bile kulak titreşmesi hisseder. Gelgelelim. esâs duyması îcâb edenler, bu husûsda kapak kaldırmazlar. Pişkinliğin ve hazım genişliğinin, devlet adamlığı parselinde pek makbûl olmadığı görülüyor.
Mısır Vâlisi meşhûr Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın nedîmlerinden biri, İstanbul’dan İskenderiye’ye gidiyormuş. Hanımı ve tahsîl yılları dolayısıyla yarı Mısırlı addedilen Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’ya vedâ için Makâm-ı Sadâret’e çıkan nedîm, Mısır’dan bir isteği olup olmadığını sormuş. Telemak mütercimi Paşa:
“- Bir rahvan Mısır eşeği gönderir veyâ getirirsen memnûn olurum.”
demiş.
Kavalalı’nın nedîmi, bu sipârişi unutmuş ve İstanbul’a dönüşünde Paşa’yı yine ziyâret etmiş. Yûsuf Kâmil Paşa:
“- Bizim eşek ne oldu?”
deyince nedîm:
“- Vallahi efendim, unuttum. Şimdi sizi görünce aklıma geldi. İnşâllah, en kısa zamanda…”
diye mâzeret beyânına kalkışınca, sözün tamâmına katlanamayan Paşa, nedîme:
“- Sen geldin ya, artık lüzûm kalmadı…”
cevâbını vermiş.
Bir zamanlar, propaganda maksadıyla halkın arasına giren politikacı tipi, vatandaşın isteklerini elindeki sigara paketinin üstüne yazar veya yazıyormuş gibi yapardı. Ciddîyetsizliğin en meşhûr fotoğraflarından biri, bu sigara paketi yazıcılığıdır. Lâkin ne bunu yazanlar, ne de seyredenler, vahâmet vâdisinde bulunduklarının farkında değildirler. Böylesine zayıf temeller üzerine binâ edilen idâre sisteminin adı “aliyyü’l âlâ” olsa ne çıkar? Zâten, demokrasi târîhimizin mühimce kısmını isim koymakla geçirdik. Geriye dönüp baktığımızda gördüklerimiz, hiç de iç açıcı şeyler değil.
“Bürokrasi” denen heyûlâyı, ortadan kaldıracağız diye diye, besleyip büyütüp bugünlere, hem de semirmiş bir vaziyette taşıdık. Hâlâ, en basit resmî muâmelenin paragrafı “sâbıka kaydı” ile “ikaametgâh senedi”nden açılıyor. Hem “elektronik yazışma dönemine girdik” diyoruz; hem de devlet dâiresinin kapısında vatandaşımıza ters ve düz taklalar attırıyoruz.
İşin, mugâlâta ile geçiştirilecek tarafı kalmamıştır. Tez elden iâde-i îtibâr ve haysiyet mesâîsi başlamalıdır. Yâni, devleti ulvîleştirip milleti zillete sürüklemekle geldiğimiz yer; şekle de, grafiğe de hakâret edecek bir mahalli gösteriyor. Kimsenin, bu çerçeve dışına çıkma lüksü yok. Hz. Peygamber’in Hacer-i Esved’i yerine asmak için bulduğu çâre, bizim millî kurtuluş reçetemizdir. Bohçaya konan mukaddes taşı, nasıl bütün Mekkeli kabîle temsîlcileri tutarak kaldırmışsa, Türk’ün ikbâline giden yol da, bu ortak gayreti bekliyor.
Rahmetli Osman Tûrân’ın, “mefkûre” adını verdiği Cihân hâkimiyeti, aslında öyle çok uzaklarda değil. Şâh damarımızdaki kan gibi, mecrâsını zorluyor. Suların bulanık olması, moral bozmasın. Zîrâ su, bulanmadan durulmuyor… Suyun durulması, biraz da Dünyâ’ya bakış açısının değişmesi demek.
Göçebe atalarımız, şehirli ahâli için “yatuk” tâbirini kullanırlarmış. Küçümseme edâsının ağır bastığı bu kelime, “tembel” mânâsına geliyor. Yörük tabiatlı Oğuzlara göre, şehirlerde oturanlar; çiftçilik, ticâret ve zanâatla meşgûldür. Kendileri ise yaylak ve kışlaklar arasında yüzlerce kilometrelik mesâfeyi, her yıl inip çıkmaktadır. Şehir halkı, bu zahmeti göze alamadığından “yatuk”tur.
“Yatuk” kelimesinden çıkan Dünyâ görüşü, Türk târîhinin, medeniyetinin fevkalâde teksîf edildiği bir mânâ deposuna benziyor. Uygurlar hâriç, Malazgirt Zâferi sonrasına kadar, hemen bütün Türk toplulukları, “yatuk”luğa uzak durmuşlardır. Anadolu’nun fethine gönül gayretiyle iştirâk eden Oğuz boyları, zamanla şehirli, kasabalı ve köylü olmuşlardır, ama yerleşik hayâtın meşgalelerine katılmamışlardır.
Bilhassa ticâret ve sanâyi sâhaları, bu yüzden gayr-i müslim ve gayr-i Türk unsurların insâfına terk edilmiştir. Bu yüzden, “yatuk” diye küçümsenenler, aradan geçen asırlar içinde Türk’ü “yatuk”laştırmışlardır. Denizcilik yanımız gibi, ticârî ve sınâî fukarâlağımız da, nice minderde sırtımızı yere getirmiştir.