Saliha MALHUN
Arap Şükrü Sokağı, sabah akşam değiştirmediğim güzergâhımdır. Eskiden kışları yerler biraz kaygan ve çamurlu olurdu ama öğleye varmadan çabucak temizlenirdi. Şimdi de öyle, esnaf her sabah sulayıp süpürüyor sokağı. Köşedeki meşhur eski balıkçı ve sıra sıra meyhaneler, yıllar geçse de değişmeyen tek görüntüsü sokağın..
Eskiden buradaki esnafların bazısı Rum, bazısı Yahudi, bazısı da Ermeni ve Müslüman imiş… Şimdi çok az kalmış eski sâkinlerden. Yahudilerin birçoğu zengin olunca başka semtlere ve İsrail’e taşınmışlar.
Kirkor Baba bizim komşumuz Muradiye’den… Ne zaman yalnız kaldığımı hissetsem ona giderim. Kirkor Baba’nın eski Bursa’ya ve mahallelere dair anlattıkları ruhumu sıcacık sarar nedense…
Eskiden herkes sever sayarmış bu mahallede birbirini. Meselâ o gün Kirkor Baba selâmsız sabahsız geçse, Meyhaneci Şişman Efendi arkasından seslenirmiş;
“Hooop!.. Selâmsız sabahsız nereye bre Kirkor Baba… Akşama derya kuzusundan ziyafet ayırayım sana…”
Görünmez bir sevgi bağı varmış eskiden bu mahallede oturan her cemaatin arasında. Hangi dîne mensup olursa olsun, ne biri birine tepeden bakar, ne de hürmetsizlik ederlermiş.
Kuruçeşme Mahallesi burası… Bursa’nın en eski mahallelerinden biri. Zihinlerde ve şehrin hatıralarında ise ismi; “Eski Yahudilik”.
Altıparmak Caddesi’nin güneyinde bulunan bu mahallenin ortasından Sakarya Caddesi geçer. Mahallede bir sinagog, bir hamam ve bir de suyu kesilmiş bir çeşme var. Mahalle ismini bu çeşmeden almış.
Kirkor Baba, bu mahallenin en eski Ermeni cemaatinden. Bursa’yı onun kadar bilen ve onun kadar anlayan kimse yoktur belki de. Zamanın sular, topraklar, evler ve sokaklar üzerindeki değişimini en iyi bilenlerden biri de odur…
Suçiçeğinden delik deşik olmuş bir yüzü var. Karşıdan bakılınca bu çiçek bozuğu, çatık kaşların arkasında ince ve hassas bir kalbin bulunabileceği asla tasavvur dahi edilemez.
Mahalledeki eski dükkânlar neredeyse kaybolmuş. Kirkor Baba da çok yaşlandığı için bu terzi dükkânını ara-sıra açabiliyor. Onun gelen dostlarına; “ Azîzim, bir kahvemi içmeden kat’iyyen bırakmam demesi” her defasında içimi bir garip ediyor.
Burası hâlâ çok eski… Tozlu raflar sıcak buhar ve gaz ocağı kokuyor derinlerde. Kirkor Baba, hayatını işi ve evi arasında ve dört duvar arasında geçirmekle mesut olmuş bir bahtiyar.
Evet… İnsanlara göre dört arası güven vericidir her zaman. Âşina olduğu duvarlar, ayağının altından asla kaymayacak kendine ait bir zemin ve kışın kardan, yazın sıcak ve yağmurdan koruyacak bir mekân…
Fakat ben en çok da Kirkor Babaların evinin cumbasını seviyorum.
Gizlilerde yazı yazmak istediğim zaman Kirkor Baba’ya gelir, saatlerce cumbada oturarak daracık taş sokağı izlerim. Kirkor Baba’nın eşi Madam Katina on senedir felçli olarak yatıyor yatağında. Eskiden karşıki ahşap evde Madam Roksalin oturuyormuş. Yanındaki büyük bahçeli evde Nuhbe Ninelerin… Nuhbe Nine üç sene evvel vefat etti. Gelini Çeşminur Teyze ise, annemin çok sevip hürmet gösterdiği bir eski Bursa hanımefendisidir.
Nuhbe Ninelerin evi, Bizans’tan kalma büyük surların bittiği yerde inşa edilmiş, ailenin beş neslini içinde büyütmüş, arka bahçesi erik ağaçlarıyla dolu büyük bir ev. Geniş sofaları, taşlıkları, panjurları inik büyük odaları, katlı dolapları ile eski Osmanlı evlerinin bütün zenginliğini içine alan bu ahşap evin her köşesinde yığınlarca hatırası saklı hâlâ…
Onun yanındaki ev ise Mordo Meşulamların eviymiş. Mordo Meşulam, bu mahalledeki en köklü Giruz cemaatine mensup dindar bir Yahudi imiş. Kapalı Çarşı’da antika eşyalar satarmış.
Cumbada yazmaya dalınca ara sıra kapı tokmaklarının sesini, Nuhbe ninelerin bahçesine surun üzerinden düşen taşların sesini işitirim. Bu ise bana sokağın hafızasının sesi gibi gelir.
Bursa’nın insana sonsuzluk hissi veren karmaşık dar sokakları insanın kalbini de farklı yolculuklara çıkarıyor her defasında. Cumbalı pencerelerinden sarkan hanımelleri, açelyalar, fesleğenler ve gardenyalar sihirli bir âlemden bakar gibi gülümsüyorlar…
Bugün ise Kirkor Baba’nın dükkânındayım. Sokak, loş bir miskinliğin içinde uyuyor. Arap Şükrü’nün ünlü gece meyhaneleri, sokaktaki masalar, geceden kalma son karmaşa da genç garsonlar tarafından yavaşça düzeltiliyor. Sokak, gece yuttuğu insanların hikâyelerini henüz sindirememiş gibi.
Çevresinden bihaber, oldukça yaşlı bir adam hâlâ başını mahallenin akmayan çeşmesine koymuş uyukluyordu. Belli ki geceden kalmaydı. Kirkor Baba gelen müşterinin ölçülerini alırken ben, dükkânın kapıya yakın oturduğum köşeciğinden sessizce onu izliyordum. Biraz sonra kendine gelir gibi oldu. Akmayan çeşmenin kurnasını yokladı. Elini ceplerine soktu. Galiba para arıyordu. Hemen karşıda sinegoga bakan bilhassa talebelerin takıldığı minik genç kahvesine baktı. Önündeki küçük vitrinde su, çikolata, dergi, sakız, cips gibi gençlerin alabileceği türden şeyler satılıyordu.
Müşteri gittikten sonra Kirkor Baba deminden beri dikkat kesildiğim noktaya baktı…
“Hımmm… Âh bre Mıgırdıç Usta!.. Hiç mi düşünmezsin kendiciğinii?!.. Gece gündüz sokaklarda gezmekten bir gün yığılı vereceksin de, haberimiz olmayacak!.. ” diye sessizce homurdandı. Sonra sokağa çıkarak yanına gitti ve koluna girerek dükkâna getirdi. Ben, hemen fırlayarak Kirkor Baba’nın masasındaki sürahi ve bardağa yapıştım. Kerbelâ çöllerine su taşıyan bir hisle suyu ona uzattım.
Yüzüme bile bakmadan üç yudumda ve sabırla içiverdi suyu… Ona sormadan bir kere daha doldurdum titrek elleriyle tuttuğu bardağı. Üçüncüsüne ihtiyacı kalmadığını kendim anladım. Bardağı elinden alırken gözlerimin içine bakarak “Ceddine rahmet bre evlât!..” dedi. Bardağı alarak ona yakın bir iskemleye oturdum…
Pili bitmekte olan bir saat vardı kolunda. Zaman, sanki onun titrek yelkovanında gerisin geri akmak istiyordu. Kirkor Baba’nın dinlediği eski gramofondaki şarkı da mekânı iyice silikleştirmeye başlamıştı.
Derken küçücük dükkân bir anda müşteri ile doldu. İkimizde aynı şeyi düşünmüş olacağız ki, Kirkor Baba’nın işine mâni olmamak için doğrulduk yerimizden… Ben, Kirkor Baba ile vedalaşırken Mıgırdıç Usta çoktan uzaklaşmıştı dükkândan…
Garip bir hisle bırakamadım, onu takip ettim arakasından…
Altıparmak Caddesi’nin parmaklarından Fomara’ya, oradan eski Reyhan Çarşısı’na kadar tanımadığım bu paçavralar içindeki adamın peşinden neden sürüklendiğimi hâlâ bilmiyordum.
Mıgırdıç Usta kuş ve balık satılan dükkânların bulunduğu sokağa saptı ve beş dükkân ilerideki zahireci olduğunu sandığım bir dükkâna girdi. Kısa bir süre sonra da elinde bir poşetle dışarı çıktı. Bir müddet, bir kuşçu dükkânının önünde durup baktı…
İyice yaklaştım… Bir kuş için pazarlık ediyordu sanırım. Kazağının altından çıkardığı mendil arasından para çıkarıp uzattı. Kuşu avuçlarında bir süre seyredip gagasını öptükten sonra omzuna koyarak yürümeye devam etti.
Güvercini satın aldığı dükkânın önünden geçerken, bir ayağı eksik olan bu kuşu zaten kimse almaz diyerek kârlı bir alış verişten geriye kalan memnuniyetin keyifli cümleleri çalındı kulağıma…
Çarşıda ilerlerken iki yere daha uğradı. Fırından bir kaç ekmek, yanındaki tavukçudan da bir poşet dolusu tavuk kanadı aldı. Şimdi yükü daha da ağırlaşmıştı…
Ne tuhaf… Şimdi de Eski Orhan Bey Câmii’nin şadırvanında oturdu. Güvercin hâlâ omzunda duruyordu ve hayret hiçbir yere uçup gitmiyordu. Mıgırdıç Usta, yavaşça kollarını sıyırıp eski terliklerini çıkardı. Şimdi şadırvanda abdest alıyordu. Ben onu isminden dolayı Müslüman olabileceğini asla düşünememiştim.
Ezanın ardından ben de arkasından camiye girip hanımlar mahfiline çıktım. Onu gözden kaybetmemek için aşağıyı rahat görebileceğim bir yerde oturdum. Yahu hakikaten ne tuhaf bir adamdı, caminin içinde yürürken bile adımlarındaki ritim bozukluğundan birçok kimse onu içmiş zannedebilirdi.
Namaz kılarken selâm verme aralarında hemen onu izliyordum. Aslında gerçekten de dışarıdan bakılınca her an düşecekmiş ya da bir yana çarpacakmış gibi yampiri yürüyen bu adam, tahiyyat da otururken ne kadar da kendiyle bütünlüklüydü.
Namaz bittikten sonra tekrar bir bezgini andıran çehresiyle poşetini alıp, camiden dışarı çıktı. Onu kaçırmamak için az kalsın mahfilin dar merdivenlerden düşecektim. Ayakkabılarımı giyerken birden kafama takıldı; sahi güvercinini ne yapmıştı?
Dışarı çıkmamla ayaklarımın yerden kesilmesi bir olmuştu. Ayaksız güvercin şadırvanın tepesinde duran diğer kuşlar arasından uçup tekrar onun omzuna konmuştu… Gözlerime inanmam asla mümkün değildi!.. Bu nasıl oluyordu?
Çevresindekilerin yadırgayıcı bakışlarını önemsemeden yürüyordu. Sadece önüne, yol kenarındaki ağaçlara yahut çiçeklere, ara sıra da başını kaldırıp göğe bakıyordu. Üzerindeki eski elbiselerle, harmaniler arasında gezen mitolojik bir varlığa benziyordu.
Sonra fark ediyorum ki, esasında onun vücudunu sarmalayan ve bizim paçavra gibi gördüğümüz şeyler o kadar da çirkin sayılmazdı. Ne garip, üstü başı da pek kirli değildi aslında… Belki de bizim onun kıyafetlerini değersiz ve solgun görüşümüz kendi renklerimizin solgunluğunun bir yansımasıydı. Oysa biraz dikkatlice bakılsa, üzerindeki kazağa ve hırkaya sıcacık bir dokunmuşluk, yıkadıktan sonra sevgiyle giyinmişlik ve kim bilir o eski giysilerde nice bayramlar ya da ayrılıklarda sarılmışlıkların gizli olduğunu rahatlıkla hissedilebilir..
Bunu düşünürken bir taraftan da kaç gündür şuuraltımda beni terk etmeyen “İbrahim Efendi Konağı” romanını düşünüyordum.. Bir konakta yaşadıkları hâlde hakikatte birbirini göremeyişin bir çöküntüsüydü roman. Sâmiha anne, Osmanlı’dan kalan son kırıntıları öylesine işlemiş ki satırlara, içindeki kokuları, ölüm korkularını, hırsları ile başımı döndürecek kadar gerçekti her şey…
Kapalı Çarşı’dan geçerken Mıgırdıç Usta’yı ürkünç bulanların kenara çekilerek yol verdiğini gördüm. Yüzünde tonlarca boya ve üzerinde ecnebi kelimelerle kulaklarına, burunlarına prisink takmış gençlerin yanından geçerken ihtiyarla alay eden sözlerini duydum. Durup onlara hiç çekinmeden şunları söyledim;
“Korkulacak asıl kendinizken, neden başkalarıyla alay ediyorsunuz?”
Gençler şaşırmış bir hâlde yüzüme baktılar. Cevaplarını beklemeden yürümeye devam ettim. Çünkü bana hemen verecekleri bir cevapları olmadıkları gibi sadece birinin elini “deli midir” diye havada oynattığını gördüm.
Aldırmayarak ihtiyarı takip etmeye karar verdim. Bir taraftan da sabahtan beri beni yalnızlığa iten şuur altımdaki mahzunluğun sebebini bu yolculukta bulmuş olduğum için seviniyordum.
Zihnimde tekrar romana döndüm. Sâmiha Anne romanı yazarken içinde işte böyle buz sarkıtıyla yaşamaya mahkûm olan gelecek nesli düşünmüş olmalıydı. Yoksa romandan arta kalan bu yüzleşmemle ben kendimden öteye nasıl bir adım atabilirdim ki?
Önceleri İbrahim Efendi’nin Konağı’nda yaşanan debdebeli hayat ve o hayatın içindeki giysiler, eşyalar sanki bir nimet değil de onlara bir üstünlük olarak Allah tarafından bahşedilmişti. Ecdâdın, kişiyi insana hizmet eri kılan irfan ve terbiye anlayışına karşılık, Meşrutiyetle zirveye çıkan Avrupâi alafrangalık, insanı cemiyete bir armağan olma fikrini yerleştirmişti.
Bir yandan zihnimde İbrahim Efendi Konağını tahlil ederken bir taraftan da kafamı kurcalayan başka soruları düşünüyordum; Mıgırdıç Usta gerçekte kimdi, nerede ve nasıl yaşıyordu. Sabah üzerindeki hırpaniler ve çeşme başındaki bitkin uyuyan hâlini gördüğümde onu geceden kalma ayyaş olduğunu zannettiğim için şimdi kendimden utanıyordum. Beden bezemenin insana bir şey katmayacağı ve fakat asıl süsün insanın düşünme ve yaşama inceliğinde saklı olduğunu şimdi peşinden sürüklendiğim bu hırpaniler içindeki adamda rahatlıkla görebiliyordum.
Mıgırdıç Usta Timurtaş Paşa Durağı’nın ordan Bâli Bey Hânı’nın yanındaki Tophane’ye çıkan merdivenlere yöneldi. Dinlene dinlene çıktığı merdivenlerden sonra uğradığı mekân Okçu Baba Türbesi idi.
Türbenin kenarında bir anda bir sürü kedi peyda oldu. Onu gören civardaki bütün kediler etrafını sardılar. Türbenin etrafında şurada burada dağınık duran bütün tabaklara poşetteki tavuk kanadı uçlarını boşalttı. Sonra da birkaç kirlenmiş su kabını yakındaki çeşmede yıkayıp içlerine su doldurarak yerlerine koydu. Ve hayret, omzundaki güvercin hâlâ bu kadar kediden tedirgin olup da bir yere uçmamıştı…
İşi bittikten sonra türbeye doğru elini kalbinin üzerine koyarak selâm verdi ve kısa bir süre gözlerini yumarak murakabeye daldı. Onu görenler bu adamı deli zannedebilirdi. Ama ben onun ne yaptığını, kimlerle hemhâl olduğunu hissetmiştim. Gözlerini açtıktan sonra kalan tek poşeti eline alarak tekrar bozuk ritimli adımlarla Saltanat Kapı’ya doğru ilerledi… Sağa saparak Apartman kenarında devran süren Köpüklü Dede’ye de bir dakika durup aynı selâmı verdi ve tekrar yola koyuldu.
Haraççııoğlu Medresesini de geçtikten sonra nihayet Üftade Türbesi hazîresi önünde bir müddet bekledi. Hazîreye dua okuduktan sonra içeriye girdi… Şimdi Üftâde Tekkesi önünde idi… Omzundaki güvercin bir anda Türbenin pervazlarına uçtu. Mıgırdıç Usta ayakkabılarını çıkarıp ellerini öne bağlayarak türbeye girdi. Ben içeriye giremedim. Çünkü beni görmesinden ve kendisini takip ettiğimi anlamasından korkuyordum. Hayır, korkmuyordum aslında, onun temiz dünyasına şahit olarak sırrını bir nevi kirletmiş olabileceğimden çekiniyordum…
Türbenin arka pencerelerinin yeşil demirlerine adeta yapışarak izlediğim bu adam kimdi böyle? Şimdi türbenin baş tarafında oturmuş gözleri güvercinler gibi içinde dönen ve tamamen cezbeye tutulmuş bu meczup hangi âlemden tenezzül etmiş bu kirli çağa? Bu hikâyesi yok sandığım hırpani, hangi derin kuyulardan gelmiş güzeller güzeliydi?.
Keşke türbeye girseymişim çünkü onun daldığı âlemden beni fark etmesi neredeyse imkânsızdı. Dakikalar süren bu murakabeden sonra türbeden huşuyla çıkıp tam önündeki hazîrede yatan Garip Kutup İbrahim Efendi’nin önündeki banka oturdu.
O anda bir yığın kanat sesleri duyuldu… Bu kuşlar nerelerden uçup da onun kafasına, omuzlarına konmuştu? Hepsi Arasat’ta toplanmışçasına etrafında adeta fır dolanıyordu. Mıgırdıç Usta poşetteki yemleri avuç avuç güvercinlere serpiyordu.
Fakat tuhaf olan bir şey vardı. Bu kuşların birçoğu yemlerini yerken, bazıları avucunda, omuzunda ve gagalarını kulağına yaslayarak gurul gurul bir şeyler anlatıyorlardı.
Güneş gözlüklerimi takarak karşısındaki banka oturdum… Yanımda oturan yaşlı amca onu merak ve hayretle izlediğimi sezmiş olacak ki ben sormadan kendisi anlatmaya başlamıştı…
Mıgırdıç Usta, kuşların, kedilerin ve kimsesiz çocukların babasıymış. Eskiden varlıklı bir Ermeni ailesinin eğitim görmüş çocuğu imiş. Fakat bir gün İstanbul’da tesadüfen tanıdığı Yaman Dede’nin evlâdı olmuş. İlk zamanlar Müslüman olduğunu herkesten saklamış. Daha sonra bu anlaşılınca, ailesi onu terk etmiş ve babası da bütün mirasından men etmiş. Sonra Kirkor Efendi onu yanına önce çırak olarak almış. Uzun süre yanında kalfalık yapmış ve usta olmuş. Kazandığı paralarla kendine eski bir ev alabilmiş. Geri kalanları ise kuşlara, kedilere ve yoksullara ekmek almaya harcamış. Beş sene evvel evi tinerci çocukların bahçesinde çıkardığı yangında harabe hâline gelmiş. Kirkor Baba’nın yanında çalıştığı süre içinde Bağ-Kur’dan emekli olmuş. Şimdi eline geçen birkaç kuruş maaşı da hiçbir karşılık beklemediği kuşlar, kediler ve yoksullarla paylaşıyormuş. Aslında çok garip bir adammış Mıgırdıç Usta. Mahallede kimin çocuğu kapının önünden kaybolsa bulur getirirmiş. Kimse ona soru sormazmış ama bütün cevaplarını da onda bulurlarmış…
Bazı geceler sokakta yürürken onun birden bire kaybolduğunu sezenler oluyormuş. Kimileri onun kırklardan bile olabileceğini, kimileri ise harabe hâline gelmiş evde yalnızlıktan üç harflilerin ona sahip olduğunu söylüyormuş.
Kaç harfli olursa olsun… Ona yaklaşan hiçbir harfin sırrını ifşâ etmeye müsaadeli olduklarını sanmıyordum. Aslında ne tuhaf insanlar mahallelerindeki kocaman aynaya baksalar da göremiyorlarmış demek ki… Kendi şuur altlarındaki vehim ve şüpheleri, korkuları yükleyecek birini nasılsa bulmuşlar bedavadan…
Sâhi, Şevkiye Hanım da öyle değil miydi? Neveser Kalfa’nın geç fark edilen vefatı ve nasıl uyumuşsa öylece kaskatı kesilen vücuduna, solgun yüzüne son bir kez olsun gidip bakamamıştı. Ne kendiyle, ne bu dünya, ne de öteki âlemle bütünleşememiş insanların korkuları ne kadar da benziyordu birbirine. Hırpani kıyafetler, fakirlik, terk edilmişlik onlar için karanlıktı, kirliydi ve kocaman bir muamma idi… Tıpkı ölüm gibi…
Yanımdaki amca anlatmaya devam ediyordu. Mıgırdık Usta her sabah evvela Seyyid Usûl Hazretleri’ni ziyaret edermiş. Sonra, tâ yukarlardaki Musa Baba Hazretlerini… Zira onlar Bursa’ya gelip tekke kuran ilk Yesevî dervişleri imiş. Seyyid Usûl Hazretleri dergâhını Yahudilerin ve gayri Müslümlerin çoğunlukta olduğu eski Yahudilik tarafına kurmuş. O civardaki etkilenmeyi kontrol altında tutmak içinmiş bu… Mıgırdıç Usta, Musa Baba’dan dönerken muhakkak Üftâde Hazretleri’nin pîri Hızır Dede’nin sokak üzerinde pek de kimsenin bilmediği kimsesiz kabrini ziyâret edermiş…
Ne tuhaf… Asırlar geçmesine rağmen unutulmayan bu dervişler kimlerdi? Sahi, öyle diyordu Sâmiha Anne de; “Unutulmak demek, kaybolmak, yok olmak, şuurdan, idrak ve tefekkürden kesilip hiçleşmek ve sona ermek miydi?”
Tanpınar’ın Bursa sokaklarında aradığı buydu sanırım. Zamanın donduğu ve biriktiği yerlerin tasvirciliğinden öteye geçmemiş bu adamı sanıyorum ki eski Bursa sokaklarında gezen bu meczuplar terbiye etmişti. Çünkü o benim gibi değildi, Bâb-ı âli’nin kırıcılığı ve nezaketsizliği karşısında asla tavır alıp kendisini incitenlere, hatta onu görmezlikten gelenlere hiçbir vakit gönül koymamıştı. Aslında Yahya Kemâl gittiğinde ona daha da acılı bir dünya bırakmıştı.
Derviş ahlâkı anlıyordum ki, sadece kafasına sarığı sararak bir takım ritüelleri yapmak değilmiş. Derviş ahlâkı ince… ip ince bir gönle ve ruha sahip olmakmış… Baktığı zaman ne düşündüğünü sana yüzündeki çizgiler ve gölgelerle anlatmakmış… İnsanları sözlerinden değil, gözlerinden dinleyip anlamakmış… Çünkü rüyanın ve yakazanın kapıları ancak gözlerdedir. Kimine sonsuz bir nur, kimine ise dipsiz kuyu…
Tanpınar’ın rüyaya ehemmiyet vermesi kuşkusuz gece uykuya daldığımızda şuur altımıza hücum eden vehimler değil, düpe düz gündüz düşleriymiş…
Amca anlatırken sanki ezelden âşinaymışçasına sevgiyle seyr ediyordum hâlini… Güvercinleri koklayan sevecen yüzünü… Dudağının kenarına yerleşmiş o enfes tebessümünü… Güvercinler ve kuşlar, ağaçlar, çocuklar sanki o var olduğu için lütuf görüyorlardı… Sanki o bu dünyanın en bilge varlığıydı… Ama kimse bilmiyordu ve farkında da değildi… Onu kimsesiz ve terk edilmiş bir harabe olarak görüyorlardı. Kimsenin aklına mahzenlerindeki hazineleri aramak gelmiyordu…
Gözlerimi yumarak ağlamaya başladım… Yanımdaki amcanın bunu fark etmesini istemiyordum… Fakat amcanın sözlerini de dinlemiyordum artık… Aslında şu an yaşadıklarımı çok güzel hülâsa etmiş Sâmiha Anne; “İnsanoğlu varlıkla yokluğun, hakikatle mecazın bir müddet buluşup selâmlaştığı ve bilişiklik kurarak kazançlı veya zararlı alışverişler yaptığı mahaldi…”
Gözlerimi açtığımda bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Mıgırdıç Usta tam karşıda gözlerini açmış bana bakıyordu. Bir an gözlerimin tam bebeklerinden içeri girdiğini zannettim. Bu kara camların ardına gizlenmeyi becerememiştim demek, yakalanmıştım!
O an yerin altına girmek ve bu bakışlardan saklanmak istedim. Kendimi nedense bir duvar dibinde kıstırılmış, kuyruğuna teneke bağlanmış, kulakları kesilerek perişan edilmiş, bu yüzden de sinmiş bir yavru kedi gibi hissediyordum… Sanki incitildiğimi ama çok incitildiğimi öğrenmişti… Bakışlarıyla dokunmuştu âdeta mahzunluğuma…
Öylesine ürperiyordum ki… Ve yüreğimde yalvarıyordum ona… Kimsenin beni artık incitmemesi için Allah’a dua etmesini istiyordum! Anlıyordu… Evet, anlıyordu ve sanırım kabul etti de ricamı tebessümüyle…
Güvercinler onun insanların kalbini beslediği düşünceleriydi… Ne tuhaf biraz sonra türbenin pervazlarına, caminin kubbesine doğru uçan kuşlar sanki insanların ruhunun kıyılarına uçuyordu…
Ne tuhaf kara gözleri güvercinler gibi dönerek sokaklarda ritimsiz adımlarla yürüyen bu adam sanki bütün kokuların tek sâhibiydi… Sanki kalplerin bütün incinmişliğini önce o hissediyor ve kalbinin değdiği her yer temizleniyordu…
Mıgırdıç usta ağır ağır doğruldu yerinden… Elinde kalan son ekmek poşetini de alıp bir sokak ötedeki evin kapısını çaldı… Üstü başı kirli bir kız çocuğu açtı kapıyı… Sevinçle ekmek poşetini aldı. Cebinden çıkardığı çikolatayı verirken gülümseyerek yanağını okşadı küçük kızın… Sonra elleri bomboş yoluna devam etti… Çok geçmeden caminin kubbesinden havalanan ayaksız güvercin tekrar gelip omzuna kondu…
İkindi yaklaşmıştı… Namaz için kim bilir hangi sırlı mekâna dalacaktı…
Artık onu takip etmekten vaz geçerek gözden kaybolana dek arkasından baktım…
Ey ruhu dehlizlerden süzen kimyager
Bahar senin yüreğinle yeşerir bilirim
Dalından kopmuş kuru yapraklar gibi
Titrerken kaldırımda görürüm seni
Ve derim; himmet et Ey Cân!
Ya sen Rahmân’ın en sevgili kuluysan?
Çünkü çırpınır cânında güvercinler
Kanat çırpar sevdânın akisleri
Simân yıldızlardan daha parlak!
Kalbin İkrâ’nın sırrıyla açar
Yoldaş olursun yıldızlara, gemilere
Kör kuşlar himmetinle doyar
Ey Âlemi ervahta cânları avcunda tutan Aktâb!
Şimdi tanıdım seni…
Fakat üzerindeki hırpanilere yazışmış “AŞK” yazısını okuyamadım!
Beni affet!