Metin SAVAŞ
Çağdaş Tatar edebiyatının zirve romancısı olarak kabul edilen Ayaz Ğıylecev, Tataristan’ın en büyük sanat ve edebiyat ödülü Ğabdulla Tukay Ödülü ve Sovyetler Birliği döneminden Maksim Gorki Devlet Ödülü’nün sahibidir. Ayaz Ğıylecev 17 Ocak 1928 yılında Tataristan’ın Sarman ilçesi Çukmarlı köyünde doğmuştur ve 13 Temmuz 2001 yılında vefat etmiştir. Ğıylecev romancı, öykücü, mütefekkir, drama ve deneme yazarı ve güçlü bir eleştirmendir. Sovyet rejiminin mağdurlarından biri olarak Ğıylecev daha henüz 22 yaşındayken devrim karşıtı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış ve yaklaşık dokuz ay boyunca hapis yatmıştır. Akabinde ise yedi yıl daha ceza alarak muhtelif kentlerdeki Islah Evi kamplarında güya ıslah edilir. “Tarihte silinmez iz bırakacak edebiyat yalnızca millî olandır,” diyen Ğıylecev kendi hayat tecrübesini şöyle özetliyor: “Hapishane ve kamp beni düzeltemedi; aksine fikirlerimin daha bir perçinlenmesini sağladı.” Düzyazıda (nesirde) Tatar edebiyatını canlandıran kişi olarak tanımlanan Ğıylecev eserlerinde bilhassa hafızaya önem vermiştir çünkü Sovyet rejiminin hedefinin millî hafızayı yok etmek olduğunun şuurundadır.
Biz bu yazımızda Ayaz Ğıylecev’in en önemli yapıtlarından biri olan “Cuma Günü, Akşam…” adlı romanını tanıtmaya ve değerlendirmeye yelteneceğiz. 1979 tarihli bu romanın adındaki “Cuma Günü” ibaresi baskıcı Sovyet rejimi şartları içerisinde apaçık bir mesaj içermektedir. Müslümanlığın kutsal günü olması itibarıyla Ğıylecev bu romanına hiç çekinmeden Cuma gününü esas almıştır. Geriye dönüş tekniği üzerine inşa edilmiş bu roman Cuma akşamında başlar, romanın esas kahramanı olan Bibinur’un çocukluğuna ve oradan da gençliğine dönmesiyle devam eder, nihayetinde yaşlılığına kadar gelerek başladığı gibi Cuma akşamında son bulur. Kazan Federal Üniversitesi’nden Dr. Milevşe Habutdinova’nın “Cuma Günü, Akşam… Romanının Tahlili” başlıklı denemesinde vurguladığı şekliyle, “Cuma” sözcüğü bu romanda metaforun merkezidir, Müslüman kültürünü bilen okuyucu indinde simgesel okunuşa sahiptir ve Cuma günü bu romanda metnin mitolojik katmanıdır.
“Cuma Günü, Akşam…” romanı esas itibarıyla “terk edilmiş yaşlılar” temasını işler gibi görünse de, buradaki terk edilmişlik, Tatar halkının Sovyet rejimi altındaki kültür yozlaşması sonucunda aile bağlarının nasıl zayıfladığı ve bireyleşen Tatarların millî kimliklerinden uzaklaştıkça birbirlerine nasıl yabancılaştıkları problemine yöneliktir. Tatar halkının Tatar kültürüne, Tatar insanının kendisine yabancılaşması (veya yabancılaştırılması) söz konusudur bu romanda.
Esas kahraman Bibinur’un hayat hikâyesinden yola çıkılarak kurgulanmış bu romanda çocukların ebeveyne yönelik vefasızlığı, erken yaşta dul kalanların dramı, toplumsal dönüşümün doğurduğu gizli veya açık mutsuzluklar, hayal kırıklıkları, savunmasız kadınların hem kendilerini koruma çabaları hem de hayata tutunma gayretleri yalın bir gerçekçilik atmosferi içerisinde anlatılmaktadır. Gorki’nin romanlarındaki realizmi Ğıylecev’de hiçbir abartıyla karşılaşmaksızın görebiliyoruz.
Tataristan’ın Aksırgak adlı ücra bir köyünde yaşayan Bibinur ile Zöhrebanu ikizdirler. Fakat dış görünüşleri gibi karakterleri de birbirinden çok farklıdır. Bibinur saflık derecesinde iyi yürekli ve fedakâr bir kadınken, Zöhrebanu hayata daima olumsuz bakan ve herkeste kusur arayan, bununla beraber kendisinin maruz kaldığı birtakım talihsizlikleri hep Bibinur’un fesatlığına yoran karamsar bir kadındır. Oysaki Bibinur etrafındaki herkesin iyiliğini istemektedir. Öyle ki, Ğalikey adında bir adam Bibinur’a talip olduğunda Bibinur kendi aklınca bir tezgâh hazırlayarak mutsuz kız kardeşinin Ğalikey ile evlenmesine zemin hazırlayacaktır. Böylece de kendi talihsizliğini aslında kendi olumsuz karakteriyle yaratmış olan Zöhrebanu’yu yalnızlıktan kurtaracaktır. Fedakârlıkta gidebileceği yere kadar gitmekten çekinmeyen Bibinur, henüz genç kızken kendisine kur yapan bir delikanlıyı samimi bulmayarak reddetmiştir ve hem dul hem de yaşlı sayılabilecek bir erkekle (sırf o adamın çocukları anasız büyümesinler diye) evlenmiştir. Kocasına hep sadık kalmış, aşk duygusunu hiç tatmamış, kocası öldüğünde kendisi de dul kalmıştır ama fedakârlıkla büyüttüğü kocasının çocukları yuvadan uçtuklarında fedakâr cici annelerine vefasızlık ederek hiç arayıp sormaz olmuşlardır. Günün birinde köye (Aksırgak köyüne) Cihangir Seferğalin adında genç ve enerjik bir kolhoz yöneticisi gelir. Cihangir Seferğalin ilk başta tepki görse de kısa zamanda köy halkının sevgisini kazanarak birtakım projeler üretir, tuttuğunu koparan biri olarak da projelerini hayata geçirmeyi başarır. Daha sonrasında yanlışlıkla bir cinayete kurban gidecek olan Cihangir Seferğalin köye kolhoz yöneticisi sıfatıyla geldiğinde Bibinur artık yaşlı bir kadındır.
Cihangir Seferğalin’in cenaze töreniyle başlayan “Cuma Günü, Akşam…” romanı dönüp dolaştıktan sonra Bibinur’un ölümüyle bitecektir. Bibinur artık çok yaşlı bir kadın olmasına rağmen gencecik Cihangir Seferğalin’e gönül verir. Bu aykırı sevgisini daima iç dünyasında saklayan Bibinur ömründe ilk kez aşk duygusunu böyle tadacaktır. Romanın başlangıcında Cihangir Seferğalin toprağa verilir, Bibinur da cenazede tanıştığı yaşlı bir adamın Cihangir Seferğalin’in babası olduğunu anlar. Yaşlı adam Bibinur’u bir başka köydeki evine davet eder. Gizliden gizliye sevdiği Cihangir Seferğalin’in baba ocağına bir geceliğine konuk olan Bibinur ertesi gün kendi köyüne dönmek için yayan yapıldak yola çıkar ama bir müddet sonra yolunu şaşırarak bir ormanda kaybolur. Tabiatın zor şartlarında, hava kararınca uykuya daldığında ormanın vahşi hayvanlarına yem olur. Kendisine saldıran yoz köpek sürüsünün içinde Karabay adında bir it vardır ki, bu köpek Aksırgak köyünün köpeklerinden biriyken kaçıp gitmiş ve ormanda vahşi hayata alışmıştır. Ayaz Ğıylecev bu kurgu içerisinde örtük bir mesaj veriyor okurlarına. Rusluk ve Tatarlık didişmesidir burada kastedilen. Kadim zamanlarda Tatarlar efendiyken, Ruslarsa medeniyetten uzak bir orman kavmidir.
Romanın 187. sayfasında şöyle denmektedir: “İnsanlardan gerekli şeyleri öğrenmiş, sonra da sahipsiz kalarak yabanileşmişti bu köpekler.”
Ayaz Ğıylecev, Bibinur’un iç konuşmaları yoluyla Tatar milliyetçiliğini şu şekilde romanına yansıtmaktadır: “Biz var gücümüzle kurtları kırıp geçirdik köyde. Sonsuza dek kurtulduk canavarlardan diyerek naralar attık. Oysaki tabiat için kurt çok gerekliymiş. Kurt doğaya hâkimken her şey çok başka! Kuvvetmiş o, insan dostuymuş! Güçlü bir hâkimin olmadığı yerde, aşağılık, zorba köpekler idareye el koyup o yerin başına geçerler. Şehir holiganları gibi organize olurlar ve hiçbir zaman yalnız dolaşmazlar. Onlara katılan katılana, derken sürü olurlar, aralarından lider de seçerler, bir müddet sonra öyle güçlü hâle gelirler ki bunlar!”
Bibinur’un iç konuşmaları aracılığıyla Ğıylecev burada Rus toplumunun karanlık geçmişine gönderme yapmaktadır. Ormanlarda dağınık boylar halinde yaşayan Ruslar peyderpey birleşmişler, pek çok Rus prensliğini tasfiye ederek ve kendilerine bir lider (Çar) seçerek Moskova’nın başkentliğinde güçlenmişlerdir ve zaman içerisinde de kendilerinin efendisi olan Tatarlara hâkim olmuşlardır. Yukarıda alıntıladığımız paragraftaki yoz köpeklerin kimler ve kurtların kimler olduğu açıkça bellidir. Aksırgak köyünün beslemesi olan Karabay ise kendi kavmine ihanet eden birtakım yozlaşmış Tatar tayfasını temsil etmektedir.
Kolhoz yöneticisi Cihangir Seferğalin her şeye rağmen yozlaşmamış Tatar ruhunu simgelemektedir bu romanda. Genç, enerjik ve idealisttir. Genç kızlığı heba olmuş Bibinur ise ancak altmışından sonra aşkı tadacaktır çünkü Cihangir Seferğalin’de Tatarlığın saf ve enerjik ruhunu görebilmiştir. Bibinur aslında Cihangir Seferğalin’e değil de Tatarlığın millî ruhuna âşıktır. İlerlemiş yaşında âşık olması ise Tatar kavminin gecikmişliğiyle paralellik arz etmektedir. Ve tabii ki Cihangir Seferğalin o idealist enerjisiyle, kabına sığmayan terütazeliğiyle geçmiş yüzyıllardaki Tatarlığın zaferlerini çağrıştırmaktadır Bibinur’un şuuraltında.
Terk edilmiş yaşlılar temasıyla birlikte, gerek genç yaşta gerekse orta yaşlarda dul kalmış Tatar kadınlarının dramatik yaşantıları –aynı zamanda– Tatar halkının keder yüklü tarihine de çarpıcı bir gönderme olarak yorumlanabiliyor “Cuma Günü, Akşam…” romanında. 59. sayfadan şu alıntı buna iyi bir örnektir: “Eşleri tâ ne zaman cephede ölüp gitmiş, kocaya hasret yaşlı kadınlardan geçilmiyordu Aksırgak’ta! Gece gündüz tarla işine koşturmaktan, kolları morarıncaya kadar yabani otları yolmaktan, belleri doğrulmaz hale gelinceye kadar ekin dövmekten, soğuk ve rüzgârlı havalarda çuvalları taşıyıp atların sırtına vurmaktan, onu bunu düşünmeye vakti kalmıyordu kadınların “ Bu ifadeler Tatar halkının tükenmişliğe doğru sürüklenmesi endişesini de taşıyor. Nitekim 157. sayfada Bibinur şöyle tasvir edilmektedir: “Ölmemiş daha Bibinur’un kalbi; yaşlanıp sönmeye yüz tutmamış henüz. Gövdesi yıpranmış, gözünün feri gitmeye başlamış, gözlerinin altında mor halkalar oluşsa da kalbi olduğu gibi duruyormuş…” Asırlar boyunca Rus zulmü altında çok sıkıntılar çekmiş olan Tatarlık bedenen, coğrafi ve toplumsal olarak yıpranmışsa da Tatar ruhu ve Tatar yüreği parlak günlere geri kavuşmanın umuduyla her şeye rağmen canlıdır.
[*] Cuma Günü, Akşam… Ayaz Ğıylecev, (özgün adı: Comğa kön, kiç bilen…1979); Kazan Tatarcasından Türkiye Türkçesine ilk kez olarak Fatih Kutlu tarafından aktarılmıştır; Bengü Yayınları, Ankara 2013