Mehmet Saffet SARIKAYA
“Anadolu irfânı”, “irfân sahibi olmak” ya da irfânsızlık gibi ifadeler son onlu yıllarda çeşitli çevrelerde sıkça kullanılır oldu. Bu kullanımların bireysel boyutunda birilerini övmek ya da yermek amaçlanırken “Anadolu” ile birlikteki ifadelerle muhtemelen bu coğrafyalarının kültür mozaikliği bağlamında bu mozaiğin manevi boyutu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte “kültür mozaiği” ifadesi de oldukça sıkıntılı bir kullanımdır. Bu ifadelere sarılanlar ya Türklüklerinin farkında olmadıkları için veya Türklüklerinden utandıkları ve daha da ötesi bu coğrafyada kendini Türk görmeyenleri üzmemek için böyle ifadeler ihdas ettiler. Oysa rahmetli Erol Güngör’ün deyimiyle gelişmiş ülkelerde milli kimlik unsurlarını birleştirici bir yapı olarak dile getirilen bu tip kullanımlar, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde mikro kültürel etnisitelere vurgu yapmak üzere ayrıştırıcı bir özelliğe sahiptir.
Biz bu kullanımın irfân boyutuyla ilgileneceğiz. Zira irfân ile kastedilen manevi yapı acaba bizi, bu coğrafyada yaşayan Müslümanları ne kadar temsil etmektedir? Biz hakikaten irfânî miyiz? Müslümanın irfânîliği ne kadar mümkündür? İrfanîliğin İslam’a ve Müslümanlara nispeti nedir?
İşte TDV tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisinde “irfân” maddesinde verilen ilk bilgiler: “Sözlükte, “bilmek, tanımak, kavramak” anlamına gelen irfân kelimesinden nisbet ekiyle oluşturulan irfâniyye, Yunanca bilgi mânasındaki gnosisten türetilen gnostisizm karşılığında modern Arapça’da kullanılan bir terim olup başta Tanrı olmak üzere varlık ve olaylarla dini konulara dair gerçek ve derunî bilginin duyu verilerine, akıl yürütmeye veya burhanî kanıtlamalara dayanmaksızın sadece keşif ve ilham yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî akımı ifade etmektedir.” (DİA, c. 22, 444-445). Kelimeye burada verilen terim anlamı tamamen epistemolojik boyut itibarıyladır. Meselenin ontolojik boyutu ise yine aynı yerde ilerleyen satırlarda açıklanır.
Tanımdan hareket edersek irfâniliğe göre, bilginin elde edilmesinde duyu verileri, akıl yürütme ve burhanî deliller değil keşf ve ilham esastır. Her ne kadar konuyla ilgili yazıp çizenlerden bazıları, bunun akıl yürütmeyi ihmal ve inkâr anlamı taşımadığını ifade etse de temel bilgi kaynağı keşf ve ilhamdır. Oysa keşf ve ilham, İmam Maturidi’nin ifadesiyle sübjektif nitelikli, kontrol edilemez ve denetlenemez olduğu için doğru bilgiye kaynaklık edemez. Müslümanlığın temel şartının “âkil olmak” olduğunu, çocukların, akli melekelerden yoksun delilerin ve zihinsel engellilerin dini yükümlülüklerinin olmadığını dikkate aldığınızda ise durum daha vahimdir. Zira böyle bir kabul İslam açısından bakıldığında dinin temeline dinamit koymaktan öte bir anlam ifade etmez.
Şafii-Eş’ari gelenek ise nassçı olduğu için meseleyi biraz daha farklı değerlendirir. Onlara göre dini bilgiye kaynaklık etme bağlamında nass esastır. Akıl, hüküm verici değildir, ancak nassta olanı kıyas edebilir. Bu nassçı tavır lafızcı/şekilci zihniyetle birleşince Kehf suresinde (60-82. ayetler) anlatılan Musa-Hızır kıssası, hadislerde yer alan Veysel Karânî’yle ilgili rivayetler (Müslim, es-Sahîh, Kitâbu Fezâili’s-Sahabe, 55) lafzi anlamlarıyla değerlendirilerek keşf ve ilhamın bilgi kaynağı olabileceği kabul edilir. Gazali’yle birlikte bu bilginin, nasla gelen bilgiyle çelişemeyeceği veya nassla kontrol edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Böylece “nassa, şeriatın zahirine uymayan keşfi bilgilerin kabul edilemez oluşu” prensip haline getirilmiştir. Ancak bu kabuller zamanla dini bilgi ve dini otorite bağlamında flu bir alan oluşturur. Zira gnostik/irfânî bilginin te’vil kabiliyeti, kısa zamanda keşf ile elde edilen bilgileri şeriata uydurmada maharetini göstermekten geri kalmaz. Bu, “Şeyh Efendi’den sadır olan şeriata mugayir fiillerin bizim bilemediğimiz batıni/manevi bir hikmeti vardır. Bu hikmet, Efendi Hazretleri açıklamadıkça bizim için sır hükmündedir. Sabredip, maneviyatımızı/irfânımızı artırdıktan sonra bu sır bize aşikâr olur” vb. geniş bir yorum alanıdır. İşte bugünkü irfân sahiplerinin hâli pür melâli…
Bu epistemolojik boyut ontolojik boyutu da beraberinde getirir. Başta Orta Doğu’da bulunan kadim kültürler olmak üzere gnostik/irfâni anlayıştan etkilenen bütün akımlarda düalist/ikili anlayışlar hâkimdir. Ruh-beden, madde-mana, zahir-batın, iyilik- kötülük, nur-zulmet gibi zıtlar ve ikilemler alanı söz konusudur. Bu ikilemlerde fizik âlem insan için, beden de ruh için hapishane konumundadır. Buradan kurtulmanın yolu nur âleminden gelen çağrıya cevap vermekle mümkündür. Bunu da ancak hakikati keşf çabası içinde olan irfâniler yapar. Cevap veremeyenler ise insanlığın geri kalan kısmıdır. Bu cevap, insanın riyazât, perhiz, uzlet vb. ritüellerle maddi kötülüklerden kurtularak bir rehberin eşliğinde manevi bir urûc ile ilahi âleme yükselmesidir.
Burada en dikkat çekici olan, kurtuluşu sadece kendilerine tahsis eden İrfânilerin diğerlerini ötekileştirmekten çekinmemeleridir. Daha ilginç olanı hakikatin batında olduğu iddiasıyla zahiri şeriat sahibi peygamberi bile küçümseyen algıdır. Muhtemelen bu algıyı oluşturan şey, ulaşılan ilahi âlemde elde edildiğine inanılan tanrısal vasıfların verdiği cesarettir. Müslümanlık içinde bu algı Şîî-İsmâîlî geleneğe nispet edilmekle birlikte Anadolu coğrafyasında irfândan bahsedenleri de göz ardı etmemek gerekir. “Ledün ilmi” diye Kitabi bir kavramla ifade edilen batın bilgisinin Peygamberlerden bile gizlendiği (Musa-Hızır kıssasında Musa’nın da bu bilgiyi elde ettiği söylenir) ancak Hz. Muhammed’e verildiği iddia edilir. Hz. Muhammed’in bu bilgiyi Hz. Ali başta olmak üzere ashaptan bazılarına öğretir (DİA, 5, 188-189). Ancak İslam’ın nübüvvet inancını dikkate aldığımızda, bu iddianın nübüvvetin temel görevi olan tebliğ vazifesiyle uyuşmadığı aşikârdır. Maide 67 vb. ayetlere göre Resulüllah’ın böyle bir gizli ilmi ashaptan bazısından saklaması bazısına tahsis etmesi mümkün değildir.
Kanaatime göre konunun siyasi hayata yansıyan bir boyutu vardır. Özellikle lafızcı/şekilci din algısının hâkim olduğu çevrede görülen sabır ve itaat temelli siyasi pasif tavrın ehven-i şer’e yönelme çabasının bilinçaltını irfânî âlem anlayışının oluşturduğu söylenebilir. Çünkü bu zihniyet sahiplerine göre kendilerinin dışındaki maddi âlem kötüdür, kötülüklerle doludur.
Bütün bunlardan sonra yukarıda sorduğumuz soruları Müslümanlara yeniden soruyor ve cevabı kendilerine bırakıyoruz. Müslümanlara şu ayeti hatırlatmaktan da kendimizi alamıyoruz: “Kim, İslâm’dan başka bir din edinirse, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır” (Âl-i İmran, 85).
*Prof.Dr. Mehmet Saffet SARIKAYA, Süleyman Demirel Üniversiyesi İlahiyat Fakültesi, Isparta