Ahlâk, Etik ve Toplum

Ahlâk, Etik ve Toplum[i]

 

nilgun celebi3

 

Prof. Dr. Nilgün CELEBİ[ii]

ÖZ

Bu makalede ahlâk, etik ve toplum arası ilişki; ahlâk ve etikin zaman içinde değişen anlamlan ve günümüzdeki durum konu edilmektedir. Makalenin amacı ahlâk ve etik ile bunların değişen anlamları üzerinde iç tutarlılığı olan bir söz söyleyebilmektir. Makalede önce; ahlâk ve etik konusunda felsefecilerin bakışları üzerinde durulmuştur, ikinci olarak; sosyologların tavrı üzerinde durulmuştur Makalenin ana gövdesi ahlâk ve etikin birer kavram olarak kurulmalarına ayrılmıştır. Bu başlık altında ahlâk ve etikin özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk ile olan ilişkilerine yer verilmiştir. Makalenin sonunda, ahlâkın yerine geçen etikin, bireyin bireycileşmeksizin bireyselleşebilmesi için nasıl bir yoruma tabi tutulabileceği konusu üzerinde durulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Ahlâk, Etik, Özbağışıklığın yadsınması, Hakkaniyet, Siyaseten uygunluk, Farkındalık.

Kev Words : Moral, Ethics, Interdiction of self-exemption. Equity, Politically correctness, Awareness.

*****

GİRİŞ

Bu makalede ahlâk, etik ve bunlarla bağlantılı sözcüklerin anlamları ile bunların akıp giden hayatımız içindeki değişen yerleri konu edilmektedir. Amaçlanılan; bu kavramların anlamlan ve hayatla olan bağlantıları üzerinde hem iç hem de dış tutarlılığı olan bir metin oluşturabilmektir. Umut edilen; bu metnin zamana direnebilmesi, ahlâk, etik ve hayata dair bundan sonraki sözlerimizde hafif de olsa bir iz bırakabilmesidir.

Ahlâk ve/veya etik. Hangi sözcük dillendirilse dillendirilsin; bunları duyan herkes insanoğlunun ortaklaşa yaşayışına ilişkin bir dizi kuraldan söz edilmekte olduğunu kavrar. Ahlâk ve/veya etik her zaman bir yapma etmeyle, bir tavır alışla, bir eylemle, bir sözle bağlantılı olarak kullanılır. Bu tavır alış, bu söz, bu eylem gücünü, berkitilmiş bir zeminden, tesis edilmiş bir kuraldan alır. Bu sözcükler insanoğlunun bu dünya üzerindeki doğayla ve birbirleriyle olan maceraları dile dökülürken kullanılır. O zaman da, başta sosyoloji olmak üzere tüm sosyal bilimlerin, giderek tüm bir beşeri incelemeler alanının ilgisini çeker.

FELSEFECİLERİN BAKIŞI

Felsefeciler ahlâk, moral ve etik arasında ayrım yapmaktan yana değildirler. Onlara göre ahlâk veya etik sözcüğünün tercihinde, kullanıcının Alman veya Fransız kültürü içinden konuşuyor olmasının ötesinde, bir gerekçe ileri sürmek uygun bir tavır olarak gösterilemez.

Felsefeciler ahlâkı üç düzlemde incelediklerini ifade etmektedirler (Ethics Updates): Normatif ahlâk, meta ahlâk ve uygulamalı ahlâk. Normatif ahlâk içinde sorulan ana soru ‘nasıl yaşamalıyız’ sorusudur. Hayatı ortaklaşa yaşarken karşılaşılan sorunları çözmek; doğru ve yanlışa ilişkin ölçütleri iyi öğrenip yerinde kullanma becerisini geliştirmek; benimsenmesi gereken iyi alışkanlıkları, yapılması gereken hareketleri, yerine getirilmesi gereken görevleri birbiriyle tutarlı bir tarzda davranışa dönüştürmek normatif ahlâk tarafından kurallara bağlanan eylemlerimizdir.

Meta ahlâk normatif ahlâkın ardındaki itici gücün irdelenmesi olarak gösterilebilir. Ahlâk ilkelerimizin nereden geldiğinin, kaynağının neler olduğunun üzerinde durulur. Bu ahlâk kurallarının kaynağının doğal veya sosyal/tarihsel olup olmadığı sorgulanır. Ahlâki ilkelerde evrensel hakikatlerin, tanrı iradesinin veya insan aklının yansımalarının bulunup bulunmadığı tartışılır.

Ahlâkın felsefedeki üçüncü ele alınış tarzı uygulamalı ahlâk olarak adlandırılır. Uygulamalı ahlâk çevre sorunlarından insan haklarına, çocuk haklarından medya etikine, ölüm cezasından tıp etikine kadar yayılan geniş bir yelpazedeki tartışmalı konuları normatif ve meta ahlâkın kavramlarını kullanarak ele alıp, bu tartışmalara kapsamlı çözümler üretmeye yönelir.

Ahlâkın sosyolojideki ele alınışının uygulamalı ahlâk ile uyuşumlu olacağı düşünülebilir. Uygulamalı ahlâk felsefenin sosyolojiyle kesiştiği bir alan olarak görülebilir. Ancak; felsefe ile sosyoloji arasında ahlâk dolayımıyla bir bağlantı kurma çabasından önce ahlâk ve etikin sosyolojik açıdan ele alınabilir hale getirilmesi, daha açık bir ifadeyle kavramsallaştırılması çabasına yönelmek gerekmektedir. Bu ise, normatif ve meta ahlâkın bir de sosyolojik açıdan okunmasını talep etmektedir.

SOSYOLOJİK BAKIŞ

Ahlâk ve/veya etikin sosyoloji içinde çeşitli açılardan, çeşitli düzlemlerde ele alınması mümkündür. Burada yapılmak istenen de bu farklı ele alımların dayandıkları zeminlere işaret etmektir. Ancak, buna geçmeden önce vurgulanmasında yarar görülen husus, incelememizde ahlâk ve etik kavranılan arasında bir farklılığın gözetildiğidir. Her iki sözcük de, değil mi ki farklı kullanıcılara farklı bağlamlarda daha tatminkâr bir ifade sağladığı izlenimini vermektedir, o halde yapılması gereken, böyle bir farklılığın kaynağını tespit etmektir; onlardan birini en baştan geçersizleştirmek değil. Biraz aşağıda ele alınacağı üzere, bu incelemede ahlâk daha kadim ve kapsamlı bir kavram olarak görülürken etik ahlâkla bağlantılı kavramlar ailesinden olmakla birlikte daha modern çağa ait, modern toplum olgusuyla bağlantılı ve daha dar alanlardaki ilişkilere yönelik bir kavram olarak görülmektedir. Ancak, bu bölümde ahlâk, etiki de içerecek kadar geniş bir kapsamda ele alınmıştır.

Sosyolojide ahlâk iki düzlemde gündeme gelebilmektedir: Metodolojik açıdan, bir tercih olarak; ontolojik açıdan, bir olgu olarak. Metodolojik tercih derken kast edilen, ahlâkîliğin incelenen insan aksiyonlarının vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olarak görülüp görülmeyeceğidir. Sosyoloji insan öznesini onun çeşitli özelliklerini öne çıkararak ele alabilir; ahlâkilik bu özelliklerden biridir. Sosyoloji hayat üzerine söylenen söz olarak, akıp giden hayattaki ortaklaşa yaşama sırasında deneyimlenen durum ve sorunlar üzerinde yorum getirir. Sosyoloji bu yorumunda deneyime katılanların önceliklerinin, duyarlılıklarının yanı sıra ahlâki tercihlerinin de dikkate alınmasından yana bir tavır sergileyebilir. Böyle bir atıfta bulunmak kuşkusuz zorunlu değildir; bu bir tercihtir. Ancak, böyle bir atıfta bulunmamanın o araştırmadan çok şeyler eksilteceğini de bilmek gerekir. Sözgelimi; modern hayatın insanı ne denli teknik-rasyonel ölçütlere kıstırdığım göremeyen incelemelerde gözlemlenen eksiklikler gibi. Bir olay içindeki insanlardan birinde bile bir söz, bir eylem, bir duruş ahlâki bir kaygı ile ifade edilmişse, sosyolog olarak görevimiz ifa edileni o kaygı ışığında da değerlendirmektir. O kaygıyı, bizi aktörlerden en az birinin bakış açısına götürecek bir ipucu olarak görmektir. Ya da bir söz, bir eylem, bir duruş muhataplarının ahlâki ölçütleri ve öncelikleri dikkate alınmadan ifa edilmişse, o eylemin, duruşun, sözün bıraktığı etki bu dikkatsizlik gözönünde bulundurularak değerlendirilmelidir.

Bu noktada vurgulanmak istenen hususun Max Weber’in ‘değer-temelli’ (wertrationale) eylem bağlamında söylediklerinden farkı şudur: Weber değer- temelli eylemi bir ideal tipin izdüşümü olabilen bir olgu olarak ele alır. Bu olgu-eylem, kendine özgü olarak vardır. Bu sebeple de, bu tür eylemleri diğer eylem tipleriyle karıştırmamak gerekir (1995). Burada vurgulanan ise, değer-temelli eylemin olgusal özelliği değildir. Fakat, araştırmacının epistemolo- jik/metodolojik bir tercih olarak, incelemeye yöneldiği her eylemde ahlâki kaygıların mevcudiyetini, mevcut ise, karakterini sorgulaması gereğidir. Böylelikle ahlâki olanın bilimle bağdaştırılması gerçekleştirilmiş olacaktır. Ahlâki olanın bilimsel olanla bağdaştırılması ifadesi, kuşkusuz ‘ahlâkî’ olmaya özel bir önemin atfedilmesiyle kullanılabilecek olan bir ifadedir. Bu ise bizi ahlâkın metodolojik bir tercihin ötesinde ontolojik bir olgu olarak da sosyolojinin gündemine girmesi durumuyla yüz yüze getir-mektedir.

Ahlâkın sosyolojide bir onto olarak incelenmesi için öncelikle şu iki sorunun cevaplanması gerekmektedir. İlki; ahlâk sosyolojinin makro-mikro ekseninde nereye yerleştirilebilir? İkincisi; ben, bir araştırmacı olarak, yapacağım ahlâk incelemesiyle neyi hedeflemekteyim, ahlâkı incelemekteki maksadım nedir? Bu iki soruya verilecek cevapların yayılımı ahlâkın sosyoloji içindeki yerinin belirlenmesini de mümkün kılacaktır.

Ahlâkın ilk soru çerçevesinde oturtulacağı yerin mikro, bir noktaya kadar da mezzo boyut olacağı açıktır. Ahlâk değil mi ki karşılıklı insanî ilişkiler bağlamına ait bir kavramdır o halde sosyoloji içindeki yeri de öncelikle insanlar, bireyler, kişiler arası ilişkilerin, ilişki ağlarının, davranış örüntülerinin, etkileşimlerin konu edildiği mikro düzlem olacaktır. İçinde bu aktörlerin yer aldığı ve aralarındaki bağlantıların kurulup yürütüldüğü birincil ve ikincil tüm yapılanmalar mezzo düzlem olarak ahlâk incelemelerine dahil edilebilirler. Burada göz önüne alınması gereken husus bu yapılanmaların kendilerinden dolayı değil fakat içlerindeki insan unsurundan dolayı analize dahil edilmekte olduklarıdır. Hiçbir kurum ya da organizasyon ahlâkîlik açısından sosyolojik incelemeye tabi tutulamaz; ahlâkîlik açısından incelenecek olanlar oradaki insanlar, bireyler, kişilerdir. Onların yapıp etmeleridir. Onların yapıp etmelerinde içkin olan ahlâkî değerlendirmeleri; eylemelerinin ardındaki niyetlerinde ahlâkîliğin yeridir. Bunun yanı sıra, hatta bundan da ötede, yapıp etmelerin yol açtığı sonuçların o sonuçlardan kısa ve uzun erimde etkilenenlerin mevcut durumları, ‘durum tanımları’ ve ileriki eylemeleri üzerindeki yansımalarıdır. Bu çerçevede, bir toplumdaki makro yapılanmaların ve süreçlerin de ahlâk ile doğrudan bağlantılandırılmaması gerekir. Sözgelimi hızlı sanayileşmenin, göçlerin, modernleşmenin birer süreç olarak insanların yapıp etmelerinin ahlâkîliği üzerinde doğrudan etkilerinin bulunduğunu ileri sürmek yerinde bir karar olarak gösterilemez. Zira, burada yapılan, birbirine uzak değişkenler arasında neden-sonuç bağı kurmaktır. Bu ise bizi hatalı genellemeler yapmaya iter. Modernleşmenin ahlâkı bozduğu gibi iddiaların makul karşılanmasına yol açar. Makro, mikro veya mezzo düzlemde yer almanın ilk ölçütü gerek eylemde bulunanların gerek eylemden etkileneceklerin sayılarının azlığı veya çokluğudur. İkinci ölçütü ise eylemler ile eylemlerin sonuçları arası mesafenin kısalığı veya uzunluğudur. Ahlâk bireylerin birbirleriyle gündelik hayatlarındaki ilişkileriyle bağlantılı olduğuna göre ve eylemlerinin sonuçlarının yargılanması sonunda verilen bir kararla bağlantılı olduğuna göre, sosyoloji içinde konumlandırılacağı yer mikro ve mezzo düzlemdir.

Cevaplanması gereken ikinci sorunun araştırmacının amacıyla bağlantılı olduğunu anımsayalım. Bir ahlâk araştırmacısının sorması gereken soru, bu araştırma sonucunda elde edeceği bilgi ile ne yapacağıdır? Araştırmacı bu bilgiyi neden istemektedir? Bu bilgi ile gideceği yer neresidir? Bu sorulara, sosyoloji içinde verilebilecek cevaplar iki kümede toplanır: Kavram-kuram üretimi veya politika üretimi. Eğer araştırmacı ahlâkı, ahlâk kavramına ilişkin bilgisini genişletmek, geliştirmek için incelemişse, bu incelemeyle bir kuram geliştirmeyi istemişse, ahlâkın zaman içinde değişen anlamlarını yakalamayı hedeflemişse o zaman kavram-kuram yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmiş demektir. Eğer araştırmacı ahlâkı sosyal hayatta bir sorun olarak görüyorsa, ahlâki değerlerin zayıflamasını bir problem olarak algılıyorsa, bu sorunun çözümü için bir çare önermek, bir yol bulmak, giderek bir politika üretimine katkıda bulunmak istiyorsa o zaman politika yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmeyi diliyor demektir. Bunlardan ilkine temel araştırma, İkincisine uygulamalı araştırma diyoruz. Her iki araştırma tarzı da, eşdeğer ölçüde, hem toplumda hem akademik dünyada meşru ve yararlı birer faaliyet olarak görülür. Birinde ahlâka ilişkin bilgimizin derinleşmesine, diğerinde ahlâkla bağlantılı sorunlara çözümlerin önerilmesine katkıda bulunulmaktadır. Her iki araştırma tarzında da hem teorik hem empirik bilgiden yararlanılarak ortaya bilimsel bir bilgi konulmaktadır. Ayrıldıkları nokta, ortaya konan bilginin ilkinde akademinin kendi içinde kalması, ikincisinde toplumun bir sorununun çözümüne uyarlanması, uygulanmasıdır. (Çelebi, 2002) Ahlâkın sosyoloji içindeki ele alınışının genel çizgisini böylece belirledikten sonra bir kavram olarak belirginleştirilmesi çabasına geçebiliriz.

AHLÂK VE ETlKlN BİRER KAVRAM OLARAK KURULMASI

Sosyolojik açıdan insan, insan aksiyonu ve ahlâk (ve rasyonalite) arası bağlantının ele alınma yollarından biri bu bağlantının şu üç kavramla ilintilendirilerek ele alınmasıdır: Özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk. (Siyaseten uygunluk ‘takiye’ olarak da okunabilir). Bu üç kavram da belirli insanî tavır alışlara işaret eder ve ahlâkla bağlantılıdır. İnsanî tavır alışlar ile özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk arasında bir bağlantı vardır.

Ahlâk; halk edilmişlerin halk edilmiş olmalarından dolayı birbirleriyle olan ilişkilerinde uymaları gereken kurallar manzumesidir. Ahlâk ve halk edilme arası etimolojik bağı da dikkate alan bu tanımlama ahlâkın insanların birlikte yaşayışlarını inceleyen her disiplin için ne denli önemli olduğuna işaret eder. Bu kuralların iç mantığı; Niklas Luhmann’ın (1996) geliştirdiği bir kavram olan ‘özbağışıklığın yadsınması’ ile ifade edilebilir.

Ahlâki tavır, ‘öteki’nin de dikkate alındığının izini, işaretini taşıyan tavırdır. Bu tavrı bireyin kendisi koyar ya da koymaz. Bireyin ahlâkî tavrı sosyalleşmesi sürecinde içselleştirmiş olması beklenir. Ah- lâkiliğin ötekilerce yargılanması, bizi, ahlâki tarzın zaman içindeki değişen anlamları konusuna getirecektir.

Sosyolojiyi sosyal olanın, socius’un, üzerine söylenen söz olarak tanımladığımızda sosyolojinin tüm temellendirmelerinin de bu zemine, sosyal olana, dayandırılması bir gereklilik olarak belirir. Sosyoloji adına söz söylemek bunu gerektirir. Sonın; sosyal olanın ne olduğu sorusuna verilen cevabın başlatıldığı düzlemin belirlenmesinde çıkmaktadır. Biz sosyal olma’nın insanın sosyal olabilen (sociable) bir canlı oluşuyla başladığını sayıltılamaktayız. Sosyal olma’nın socius’a dahil olmadan önce, sosyal olma yeteneğine sahip bir canlı olmakla kazanıldığını sayıltılamaktayız. Bir başka ifadeyle, insan socius’a dahil olduğu için sosyal olma yeteneğine sahip olmamıştır. Tersine, bu yeteneğe sahip olduğu için socius’u oluşturabilmiştir. Sosyal olma yeteneğine sahip bir canlı oluşa hangi mücadelelerin sonunda ulaşıldığı üzerinde herhangi bir söz söylememiz ise mümkün değildir. Bu yeteneğe sahip olmak belki de canlı türlerinden birini insan kılan bir apriori deneyimin mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu apriori deneyimin, ‘sözleşme’ adıyla da olsa, doğal hukukta da atıfta bulunulan büyük taahhütü içerdiği sayıltılanabilir. insan ister bu taahhütle, ister doğal hukukun ardından gelen pozitif hukukun sayıltıladığı tarzdaki modern sözleşmeyle hukukî bir kişi konumuna gelmiş olsun aslında aynı bir bütünün iki yüzü olan şu iki yetiyle donatılmış olarak dünyaya dahil olur: ilki; belirli mantık kurallarına göre işleyen aklimizdir. Aklımız mantık kurallarına göre işlerken teklikleri birbirine ve daha kapsamlı bütünlüklere bağlama veya bunları birbirinden ayırma, sıralama gibi yeteneklerini kullanır. Daha açık bir ifadeyle, akıl ve mantık kurallarına göre işlemekle yanlışa düşmekten kurtulup doğru çalışmış olur. Mantık dilde yansır. Mantıkta ve dilde doğru olan, mantık kurallarına, dilbilgisi kurallarına uygun olandır. Yanlış olan, bu kurallara uymadığı için saçmaya düşmüş olandır. (İngilizcede bunlar true-false sözcükleriyle ifade edilir).

İnsanın ikinci temel yetisi ise ahlâklı olmasıdır. Ahlâklı olmak; insanın doğanın yaşama düzenine karşıt bir düzen kurabilmesini mümkün kılan yetidir. Ahlâklı olmak özbağışıklığın yadsınmasıyla somutlaşır. Ahlâklı olmanın sonucunda insanoğlu hemcinsini korur, kollar. Doğada güçlü olan zayıfı ezer. Birlikte yaşamanın itici gücü insanın doğa durumunda  kalmak istememesidir. Ahlâklı olmanın gereği, hemcinsini korumaya yönelik yapıp etmelerimizi doğru, aksine özellik gösterenleri yanlış olarak adlandırıyoruz. (İngilizcede bunlar right-wrong sözcükleriyle ifade ediliyor). Bu anlamda; doğru olan, sosyal hayatı sürdürmeyi mümkün kılandır. Doğru olan, hemcinsini dikkate alarak yaşamaktır. Doğru olan, güçlünün zayıfı ezmediği bir yaşamayı mümkün kılandır, işte, insan bu iki yeteneği ile, akıl ve eyleme alanındaki bu iki tür doğru ve yanlış yargılarında bulunabilme yeteneğiyle, var olandır. İnsanlarla birlikte yaşamalarına ilişkin kuralların kaynaklandığı sayıltılanan alanların neler olduğu sorusuna verilen cevaplar tarih içinde doğa ve insan üstü/dışı olandan insan birliktelikleri içre olanlara doğru bir sıra izlemiştir. Bu çerçevede; karşımıza dört ana kural kaynağı çıkar; Doğa üstü güçlere dayanan kadim gelenek; soyut kutsala dayanan din, bu ikisinin gündelik hayat pratikleriyle birlikte örülmesine dayanan kültür; toplum sözleşmesine dayanan hukuk. Biliyoruz ki, kadim gelenek; hayatın her alanına serpiştirilmiş tanrıcıkları kızdırmamak, tersine hoşnut etmek maksatlıdır. Kadim gelenek büyülenmişliğin tüm gücüyle dünyada kol gezdiği, kavramın henüz oluşmadığı, Tanrıların, insanların, perilerin, ağaçların kuşların, kuzuların, aslanların, rüzgârların, yağmurların, güneşin, ayın birbirinin dilinden anladığı dönemlerin izlerini taşır. Kadim gelenekte ne siyaseten uygunluk vardır ne de hakkaniyet. ‘Siyaseten uygunluk’ yoktur. Zira, kozmik dönemde yöneten-yönetilen ayrışması olmadığı için, devlet (polity) teşekkül etmemiştir. ‘Hakkaniyet’ yoktur. Zira, hakkaniyet terazisinin dengesini kestirecek bizim dışımızda kalan üçüncü kişiler yoktur. Din; soyut kutsaldan günah işleyerek uzaklaşmamak, tersine soyut kutsalın katına sevaplarımızla çıkmak maksatlıdır. Dinler kadim geleneğin yozlaşıp bozulmaya yüz tutmasıyla ortaya çıkar. Dinler insanların birbirleriyle ve doğayla aralarındaki ilişkileri tutarlı bir zemine oturtmaya çalışır. Bunu, farklı olanları tanımlayarak yapar. Din; doğa ile doğadışını birbirinden ayırır. Daha önemlisi söz ile olayı birbirinden ayırır. Sözün olayı olguya dönüştürme gücüne dikkat çeker. Kutsal kitapların olayları hikâye ediş tarzları, bizatihi olayları hikâye edişleri bu noktada dikkat çekicidir. Din; hakkaniyetin doğduğu alandır da. Zira, din ben’i sen’den, biz’i o’ndan ayırır. Hakkaniyet, bu ayrım olduktan sonra yapılan bir paylaştırmadır. Din, yüzü mağaraya dönük oturanları ışığa döndürtür. Din insana soyutu, kavramı sunar. Ne var ki, din insan hayatında sadece bir kavram olarak yer almaz. O, bir tür toplum hayatı da sunan, bir siyasî projesi de olan bir ideolojidir. Dinin ideoloji yönünün öne çıkması, onun hakkaniyet yerine siyaseten uygunluk (takiye) temelinde işlemesine yol açar. Seçilen bu yol ise dini din olmaktan çıkartır. Etkisini zayıflatır. Kültür; gündelik hayatın olduğu gibi süregitmesi, bu değişmesiz akışı engelleyen pratiklerin kınanması, süper ego da olan ‘öteki’ler tarafından onaylanmanın sağlanması maksatlıdır. Kültür; ortaklaşa hayatın kurallarını değişmelere karşı korur. Kültür; yinelenmeyle başlar; örüntüleşme, kurumlaşma, yapılaşma bu yinelenmelerin ürünüdür. (Fichter, 2002). Kültür akıp giden zamana dikelmek isterken ortak yaşamanın kurallarını da katılaştırır, berkitir. Bu arada, bu berkitmenin güç ilişkileriyle bağlantısını göz ardı eder. Siyaseten uygunluk, hakkaniyetin bir kez daha önüne geçer, işte bu gelenek, din ve kültür dolayındı davranış kodlan, sanayi devriminin şafağında, yerini modem hukuka bırakmıştır. Moderniteyle doğan hukuk, kaynağını toplum sözleşmesine dayandırmaktadır. Modernitenin ortak yaşama kuralları bütünü olan modern hukukta insan birlikteliklerindeki düzenin sağlanmasının koşulu sözleşmeye uyum olarak belirlenmiştir. Modern hukukta sözleşmenin kaynağı önceleri nesnel aklın tezahür alanlarından biri olarak görülen insan aklıdır. Aklın, sözleşmeyi kamu yararına doğru mu yoksa özel çıkara doğru mu yönlendireceği ise açık uçlu bir somdur. Bu sorunun cevabı baştan verilmemiş, zamana bırakılmıştır. Zaman içre olan yaşam pratiklerinin yapılaşma düzeylerinin, bu sorunun cevabını belirlemesine fırsat tanınmıştır. Gözlemlenen, bu sorunun cevabının zaman içinde pür kamu çıkarından yavaş yavaş özel çıkara doğru kaymakta olduğudur. Bu, aynı zamanda, modern hukukun sözleşmenin kaynağını nesnel aklın değil ama artık öznel aklın (üstelik yegâne) tezahür alanı olan insan aklı olarak görmeye doğru kaymasıyla at başı giden bir süreçtir. Bu süreç doğal hukukun yerini pozitif hukuka toplum sözleşmesinin yerini kişiler arası sözleşmelere bıraktığını gösterir. Bu süreç özbağışıklığın yadsınmasından yavaş yavaş uzaklaşıldığının, onun yerine hakkaniyetin ‘siyaseten uygunluk’ çerçevesinde aranmaya başlandığının da işaretini taşıyan bir uzam dilimidir. Bu süreç, son olarak, ahlâkın yerini etike bırakmasının da tarihidir. Bu süreç aynı zamanda, akıl kullanımında, rasyonalitede araca mı (teknik rasyonalite) yoksa amaca mı (tözsel rasyonalite) ağırlık verildiği sorusuyla da bağlantılıdır. Son olarak, bu durum ahlâk ve etik kavramlarının bir diğerinden ayrıldıkları noktaların belirginleştirilebilmesi işlemiyle de bağlantılıdır.

Yukarıda ahlâk ve etikin birbirinden ayrı tutulmaları gereği üzerinde durulmuştur. Gelinen bu noktada ahlâk ve etikin gerek birbirlerinden gerek diğer kurallardan gösterdikleri ve göndermeleri itibariyle ayrılabileceklerine işaret edilmiş olunmaktadır. Görüldüğü gibi bunlar, iki ayrı sözcük olmakla kalmayıp, iki ayrı kavrama ve iki ayrı hayat alanına işaret etmektedir. Ahlâk ve etik arası fark tarihsel bir kırılmanın ürünüdür. Tarihsel kırılmadan sonraki ahlâka yeni bir ad olan etik verilmeyip, modem ahlâk deme yolu da seçilebilirdi. Nitekim, hukukta izlenen yol budur. Etikin, en azından Türkçe’de, yeni bir kavram olarak belirmesi, aradaki kırılmanın fark edilmesini kolaylaştırmıştır. Hukukta ise ayrım hukuk ve kanun kavramları temelinde yapılmaktadır. Etikin ahlâkın türevi olması gibi kanun da hukukun türevi olarak görülmekte, bu bağlamda, söz gelimi bazı uygulamaların kanuna uygun olmasına rağmen hukuka uygun olmadığı ileri sürülebilmektedir.

Etik ahlâkın modern çağdaki türevi olmakla birlikte, ya da türevi olduğu için, etik de ahlâkın ilgili olduğu üç temel kavramla çerçevelenmiştir. Özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk. Modern çağın insanı birey kılması, onu hemcinslerinden sözde özgürleştirmesi bireyi bireyselleştirmek yerine bireycileştirme tehlikesinin de yanında getirmiştir. (Taylor, 1995). Bireyin bireycileştirilmesi demek, ahlâkın temel itici gücü olan özbağışıklığın, yadsınması bir yana, meşrulaştırılması demektir. İşte etik bu tehlikeyi önleyeceği, bireyin bireycileşmeden bireyselleşmesini sağlayacağı umuduyla geliştirilen bir eczadır. Etikin modern çağdaki insanların birbirlerinin kurdu olmalarına engel olması beklenir. Bu durumda, somlar modem çağda etikin siyaseten uygunluk ve hakkaniyet karşısındaki tavımın ne olacağı noktasında toplanmaktadır. Bu somların cevaplanması bizi yeniden eylemlerimiz üzerinde düşünmeye yöneltecektir. Eylemelerimiz hakkında doğm veya yanlış yargısını verenler öncelikle ötekilerdir. Hemen arkasından da ‘kendimden mesafelendirdiğim ben’ olan vicdanimdir. Vicdanımız bizimle birlikte bilendir. Bu, özel bir bilme’dir. Vicdanın bilmesi bir ‘farkında olma’dır. Farkında olmak, vicdanen bilmektir. Farkında olmak ne bilimsel bilgiye dayanır ne sezgiye, ne de inanca. Biz, vicdanımızla ‘farkına varırız’ Bu ‘farkındalık’ ‘kendini ötekinin gözüyle gören’ bir bilmedir. Bir ‘ayna benlik’ bilmesidir. Vicdanımızda adeta ötekilerin yargılarının bileşkesi tecelli ve tezahür etmektedir. Vicdanımızda tecelli eden doğruya ‘hak’ diyoruz. Hak benim ve ötekinin ortasında tecelli ve tezahür eder. Hak’ta ben ve öteki ‘biz’ olarak yansırız. Vicdanımız hakka aykırı olan, ötekini kaale almayan eylemeler karşısında bu sebeple sızlar. Zira vicdanımız ötekinin de varlığını onaylamaktadır; arzulamakta, talep etmektedir; hatta onu özlemektedir. Vicdan; ben ve ötekinin karşılaştığı, benim sosyal olma yeteneğimi hayata geçirebildiğim yerdir. Bu yer, aynı zamanda, dayanışmanın yeridir, insanoğlunun hemcinsiyle birlikte, barış içinde yaşayabilme mekânıdır. Benim ötekiyle birlikte var olduğum yerdir. Vicdan ahlâkiliğin yargı evidir. Ötekiyle birlikte yaşamanın sürmesine destek olandır. Ahlâk dışı olan ise bu desteği zayıflatandır. Bu izni kısıtlayan; bu imkânı daraltandır. Ahlâkî olan; halkın, ben ve ötekilerin oluşturduğu bütünün, socius’un mevcudiyetine ve süregitmesine, süredurumuna uygun düşen davranış örüntüleri ve onun kurallarıdır. Uygun düşenlere doğru, yerinde, ahlâklı; uygun düşmeyenlere yanlış, hatalı, ahlâk dışı diyoruz.

Adalet; hakkın kamu adına dağıtılması mekanizmasıdır. Nüfusun çoğalması, birbirinden çok uzakta ama birbirinden haberdar yaşayanların artması, sosyal olanın karşılıklı ve yüz yüze ilişkilerde bulunan insanlarla sınırlandırılmasını zorlaştırmıştır.

Sosyal olan, bunların yanı sıra, hem çok sayıdaki insanı hem de bu çok sayıdaki insanın eylemlerinin sürekliliğinden kaynaklanan yapıları da kapsar hale gelmiştir. Bu ise, sosyal olanın mikro’dan makro’ya, bir çok boyutluluk, bir çok düzlemlilikle uzandığına işaret eder. Adalet; mikro düzlemde ahlâkla dağıtılabilirken makro uça doğru ilerledikçe adalet için kap-samlı mekanizmalar gerekmiştir. Kadim gelenekte, soyut dinde ve kültürde özel örüntüler içinde insanın ahlâkîlik yetisinden alman güçle ifa edilebilen adalet, hayatın karmaşıklaşması ile hukuk içine alınmış, hukuk yapılanmasının ana unsurlarından biri olmuştur. Modern dönemde bu ana unsur karşımıza kanun olarak çıkmaktadır.

Bu çerçevede ahlâkî davranış ne kadim geleneğe ne soyut kutsala dayanan dine, ne gündelik hayat pratiklerinden kaynaklanan kültüre aykırı olabilir. Tersine, bu sosyal yapılanmaların her birinin içinde onsuz olmaz bir öğe olarak zaten mevcuttur. Ahlâkın kaynağım haktan, hakkın da kaynağını insanın sosyal olabilme yeteneğinden alması, onun, yaratılmışların hakkını düzene koyan kurallar bütünü olarak, sonraki insan birlikteliği tarzları ve formlarım etkileme gücüne sahip olmasına yol açmaktadır. Ahlâk güçlüdür. Zira o hem geleneğin hem dinin hem kültürün talep ettiği dayanışmanın temin edicilerinden, sağlayıcılanndandır. Ahlâk kurallarına uymak insanların birlikte yaşamalarının temel koşullanndandır. Giderek, ahlâk kurallarına uymak, insanoğlunun sosyal olabilme yeteneğine sahip oluşunun gereğini yerine getirmektir. Böyle bakıldığında ahlâk kutsaldır. Nitekim, Durkheim ahlâkı buna benzer bir akıl yürütme ile toplum hayatının temeline koyar (1964).

Bu içeriklendirilmesiyle ahlâk, özbağışıklığın yadsınmasının en üst noktada gerçeklendiği bir doğrular yanlışlar dizgesidir. Ahlâk; kadim tarih boyunca, semavi dinlerin etkin olduğu çağlarda, mekânın zamana öncelendiği tüm istikrarlı kültürlerde ve doğal hukuk rüzgârının esintisini taşıyan uzamlarda egemen olduğu süre içinde herkesi ortak iyi nosyonu çevresinde toplayabilmiştir. Kutsal ahlâk bir yandan biz kategorisinin sarsılmaya başlamasıyla bir yandan da dünyaya ilişkin bilgimiz arttıkça tartışmaya açılır olmuştur.

“Biz” kategorisini ilk sarsanlar toplundan nispeten kaynaşmış bütünlükler olarak değil, farklı çıkar gruplarına bölünmüş olarak görenlerdir. ‘Biz’in bir masal ya da masalsı olduğu, var olanın sadece çatışan bile değil çelişen çıkarlar olduğu iddiası, vicdanda tecelli eden ben ve ötekilerin kesişme noktası olan hak nosyonunun da sarsılmasına yol açmıştır. “Biz” kategorisinin; güçlünün, güçsüzün rızasını sağlamak için geliştirdiği bir sahte bilinç kategorisi olarak deşifre edilmesi, ‘biz’e duyulan güveni sarsmıştır. Nesnel aklın öznel akla doğru çözüldüğü, parçalara ayrıldığı dönemde biz kategorisi de çürümeye, bozulmaya, ekşimeye bırakılmıştır. Bu, ikinci büyü bozumu sürecidir. Kavramların keşfiyle girilen ilk büyü bozumu döneminden yüzyıllar sonra gelen bu ikinci büyü bozumu döneminde alışılagelen doğrular ve yanlışlar yer değiştirmeye başlamış, rasyonalite araç-amaç bağına indirgenir olmuştur. Rasyonalite; aracın amacın önüne geçmesiyle özdeşleştirilir olmuştur. Tümellerin yitirilmesi güven kaybına yol açmış sözler ve hesaplar kayıt altına alınır, söz-leşme maddeleri halinde ifade edilir olmuştur. Özbağışıklık, yadsınması bir yana, bir hak olarak bile talep edilebilir olmuş, özbağışıklık birey kategorisinin ortaya çıkışının ön koşulu olarak sunulabilir olmuştur. Ne var ki, bu durumun yol açabileceği sakıncaların fark edilmesi çok uzun sürmemiştir. Modem toplum yurttaşların medeni hukuk nosyonu kapsamında yaptıkları sözleşmelere dayalı olarak biçimlenmiştir. Yurttaş, Neyer’in de belirttiği gibi, özgür bireydir. Özgür olmak bildiklerimizin artışıyla mümkün olmuştur. Bireyin doğayı ve diğer insanları bilim yoluyla denetleyebilir düzeye ulaşması, onun, ahlâkı otoriteye saygı ve ait olunan sosyal gruba kendini adama tarzında değil fakat özgür yurttaşın, bilen yurttaşın, özgür iradesiyle yaptığı sözleşme çerçevesinde yorumlaması sonucunu doğurmuştur (Neyer, 1964). Özgür yurttaşlar birbirleriyle eşit şartlarda yaptıkları sözleşmelerle sözleşmeye konu olan eylemlerinin hesabını vermeyi taahhüt eder olmuşlardır. Bu taahhütün aydınlanmasından etkilenen ama sözleşme ile açıkça kapsanmayan alanlar ise yine bu taahhütlerin uzantısında ‘siyaseten uygun’ olan kav- ramlaştırması içine dahil edilir olmuştur. Modern toplumun aynı zamanda bir sözleşme toplumu olarak da adlandırılması ile modern toplumun pozitif hukuk anlayışının egemen olduğu toplum olarak adlandırılması arasındaki bağ bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Buradan hareketledir ki, modem toplum pozitif toplum, modern hukuk ise pozitif hukuk olarak tanımlanır olmuştur. Başka bir deyişle, belirli bir zaman ve mekân bileşkesinde yürürlükte olan kurallar bütünü olarak tanımlanan pozitif hukukta adaletin de sözleşmeye uygun olanın ifa edilmesiyle tesis edilmesi beklenmektedir. Modern toplumda artık hak olan, hakkaniyete uygun olan, adil olan sözleşmeye uygun olandır. Vicdana, hakka uygun olan değil. Adalet mekanizması tarafların aralarında yaptıkları sözleşmeye uymaları gereğine dayalı olarak işlemektedir. Adalet mekanizması; sözleşmeye uymanın kamu düzeni açısından zorunlu olduğu noktasından hareketle çalışmaktadır. Sözleşmeye uymayan karşı tarafa hesap vermekle yükümlü kılınmaktadır. Bireyler arası sözleşme ile tesis edilen ahlâk türü ise etik olarak adlandırılmaktadır. Etik; bir ilişki ağındaki tarafların birbirlerine olan eylemlerini düzene koyan kurallara işaret etmek üzere kullanılmaktadır: Görgü kuralları bu tür kuralların ilk örneklerindendir. Tıp etiği, basın etiği, araştırma etiki ise zamanla geliştirilen kurallara işaret eder.

Modern hukuk öncelikle pozitif hukuk bağlamındaki sözleşme hukuku olduğu için onun odaklandığı yer sözleşme metninin ta kendisidir. Sözleşme metni ise yöneten yönetilen ilişkisinin tesis edilmiş olduğu devlet (polity) içre olduğu için, gücün egemen olduğu bir zaman/mekân bileşkesinin de izlerini taşır. Sözleşme ile sağlanan düzen ise her zaman kısmîdir. Zira, tarafların tekil deneyimlerinden hareketle ulaştıkları ilkeler daima tekil seviyede kalmaya mahkûmdur. Hakkaniyet ile tümellik arası bağ modem çağda kopmuştur. Bu sebepledir ki, hukuk ve yasa arasında daima bir açıklık kalır. Modern toplum bu nedenle güvencesi zayıf toplumdur. Modern toplumda güven zayıflamıştır. Zira bir eyleme doğru yanlış yargısını koyacak muhatapların ortak iyi anlamında bir ölçütleri kalmamıştır. Tek ölçüt “siyaseten uygun” olmadır. Uygun (correct) olma ile mantıksal olarak doğru (true) ve ahlâki olarak doğru (right) olma arasındaki farklar da zaten bu noktayı işaret etmektedir. Devlet (polity) hayatının esenlikle devam etmesi için onaylanan davranış kodlarına işaret eden ‘siyaseten uygun’ kavramı, sosyal güvenin tesisi ve sürdürülmesinde vazgeçilmez öneme sahip olarak görülmektedir.

Öte yandan modern toplumun parçalılığına ve tek bir ortak iyinin bulunmamasına rağmen insanların kendileri dışındaki bazı konuları sorunsallaştırma ve bu süreçte benimsenecek olan davranış kurallarını, belirlenecek olan tavır alışları, sözleri, eylemleri kararlaştırma girişimleri etikin hem İnsanî boyuta hem de inşaî boyuta sahip olduğunu gösterir. Adeta, sosyal hayat insanoğlunun özündeki İnsanî boyutun kuvveden fiile geçmesinde bir zemin, bir sahne, bir platform rolü üstlenmektedir. Bu sahnede, bu zeminde, bu platformda farklı bakış açılarına, dolayısıyla farklı doğru yanlış tercihlerine sahip olanlar kendi akıl yürütmelerine ve kuşkusuz ait oldukları grubun çıkarlarına dayalı olarak görüşlerini ileri sürmekte, farklılıklarıyla birlikle ve farklılıklarına rağmen birbirleriyle ortak bir zemin arayışına girmekte bir yandan İnsanî boyutlarını bir yandan da sosyal boyutlarını, kamusallıklarını sergilemektedirler.

Bu müzakere sürecinde akıl yürütülürken meta etik sorunsallara göndermede bulunulduğu kadar normatif kurallar da gündeme getirilmekte, tartışılan etik sorunsala normatif bir karakter kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, bu müzakere sonunda bir uz-laşmaya ulaşılıp, bir norm konulsa bile bunun geçici olduğu, aynı bir etik sorunsalın ileri müzakerelerde farklı tarzlarda kavramlaştırılmaya açık olduğu taraflarca da iyi bilinmektedir. Bu ise bizi ahlâk ve etikin kavramlaştırılma çabalarının açık uçlu olduğu sonucuna getirmektedir.

SONUÇ

Yineleyelim ki, modem toplum özbağışıklığın yadsındığı değil, tersine özbağışıklığın olumlandığı bir uzamdır. Bireyler kendilerini birbirlerinden özel oldukları, bağışık tutulmayı hak ettikleri gerekçesiyle ayırmaktadırlar. Modem toplum birlik oluşun 

değil, farklı oluşun yüceltildiği bir toplumdur. Modern toplumda farklılaşma bir gelişme süreci olarak algılanır. Farklılaşmama bir geride olma hali olarak görülür. Modern toplumda birey ortak yaşamın olduğu gibi süredurumuna doğrudan kattığıyla değil ortak yaşamın sürdürebilirliğinin çeşitlenmesine, zenginleşmesine kattığıyla yargılanıp değerlendirilir. Karmaşıklaşan sosyal hayat mevcudun devamını değil dallanıp budaklanmasını, çok boyutlanmasını talep etmektedir. Etik; özbağışık olumlandığı bir dünyada insanın katıldığı ilişki ağlarında siyaseten uygun olan eylemler, sözler ve tavır alışlar sergilemesini sağlamaya yönelmiştir. İnsan sosyal olma yeteneğine sahip oluşunun gereklerini, günümüz toplumlarında, ancak ve ancak ‘siyaseten uygun olma’ nosyonu sayesinde yerine getirilebilmekte gibidir. Hakkaniyet ölçütü sanki tamamen unutulmuş gibidir. Bu, acı verici bir gelişmedir. Sanki hayatın akışı insanı ahlâkîlikten uzaklaştırmakta, ahlâkî olmayan bir yola yönlendirmektir. Bu gidişten kurtulmak mümkün müdür? Bu soruyu sosyal hayatın doğal hayata rağmen kumlan bir hayat olduğunu düşündüğümüzde ümit var bir tarzda cevaplamamız imkân dahiline girebilmektedir. Bu noktada, bireyin bireycileşmeden bireyselleşmesinin yolları üzerinde düşünülmesinin bir çıkar yol sunabileceği ileri sürülebilir. Bu yoldaki ilk çaba, özbağışıklığın yadsınmasının, bireyin İnsanî potansiyelini sergilemesini sınırlamasına imkân vermemekle başlatılabilir. Başka bir ifadeyle, İnsanî potansiyelin sergilenmesinin hemcinsin korunmasıyla karşıt hale getirilmemesinin koşullarını genişletme amaçlı politika yönelimli araştırmaların uygulamaya yönelik önerileri bu sorunun çözümlenmesinde atılabilecek önemli bir adım olarak görülebilir.

Kaynakça

ÇELEBİ, Nilgün (2002), “Hayatın ve Sözün Karşılaştığı Yer”, Uluslar arası Polislik ve îç Güvenlik, Tülin Günşen İçli ve Fatih Karaosmanoğlu, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, s. 373-384.

DURKHEIM, Emile (1964), The Division of Labour in Society, trans. George Simpson, New York: The Free Press.

Ethics Updates: www.ethics.acusd.edu (28.12.2003).

FICHTER, Joseph (2002), Sosyoloji Nedir? çev. Nilgün Çelebi, Yenilenmiş ve Değiştirilmiş Baskı,Ankara: Anı Yayıncılık.

LUHMANN, Niklas (1996), “The Sociology of the Moral and Ethics”, International Sociology, vol.2, nr. 1, pp. 27-36.

NEYER, Joseph (1964), “Individualism and Socialism in Durkheim”, Essays on Sociology and Philosophy by Emile Durkheim, ed. Kurt H. Wolff, New York: Harper Torchbooks.

TAYLOR, Charles (1995), Modernliğin Sıkıntıları, çev: Uğur Canbilen, Istanbul: Ayrıntı.

WEBER, Max (1995), Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Ankara: İmge Yayınevi.

————————————————-

[i] ÇELEBİ, Nilgün; Bilge, 39. Sayı, Kış – 2004, Sf. 3 – 11

[ii] Muğla Üniversitesi Sosyoloji Bölümü E. Öğr. Üyesi

Yazar
Nilgün CELEBİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen