Müberra BEKTAŞ
Makedonya… Balkanlar… Aslında küçüklüğümden beri merak ettiğim ve görmek istediğim yerdi Balkan diyarı. Çok önceden beri aşırı bir sevgi duyarım Balkan Coğrafyasına. Sanki orada doğup büyümüşüm gibi. Bu nedenle de sevgili hocam ve arkadaşlarımla Makedonya Üsküp’te katıldığımız “NUTRICON 2017 Food Quality and Safety, Health and Nutrition” kongresi beni fazlasıyla heyecanlandırdı. Bu kongre hem mesleğim açısından uluslararası ilk kongremdi hem de Makedonya’yı gezip görme fırsatım oldu. Komik olacak belki ama 5 Ekim 2017 Perşembe günü yola çıkacağımız gece uyku tutmadı beni. İstanbul’dan uçakla 1 saat uzaklıktaki Üsküp’ün çok uzak olmayışı da ayrı bir avantaj bence. Artık Üsküp’e varmak istiyordum. Çok ama çok heyecanlı ve mutluydum.
Bir Balkan diyarı olan Makedonya’da tarihten beri farklı kültürlerin yaşadığı birçok insan tarafından bilinmektedir. Her zaman ilgimi çekmiştir bu benim. Arkadaşlarımla beraber otele gitmek için Alexander The Great Havalimanı’ndan bir yabancı olarak bindiğimiz takside Boşnak olan şöförün Türkçe “Merhaba, hoşgeldiniz.” demesiyle yüzüm gülmeye başladı. Çok az da olsa Üsküp’te yaşayan Boşnakların var olduğunu anladım. Daha önce de şahit olduğumdan Boşnakların Türkleri bir kardeş gibi gördüklerini ve Türkiye’yi çok sevdiklerini biliyordum. Hiçbir şeye gerek yok, bu onları sevmem için fazlasıyla yeterdi.
Kaldığımız otel Alexandar Square Boutique Hotel. Üsküp’te kolaylıkla bulanabilecek bir yerde, temiz ve rahat bir otel. Üsküp ziyareti düşünenlere tavsiye edebilirim. Arkadaşlarımla otele yerleşip dinlendikten sonra sevgili hocam ve ailesiyle muhteşem bir Üsküp gezisi bizleri bekliyordu.
İlk gezi yerimiz Başkent Üsküp. Başkentte ilk göze çarpan şehrin tam orta yerinde tarihte Makedonya’da Krallık yapmış Alexander Büyük İskender’in 22 metre yüksekliğinde at üzerinde görkemli heykeliydi. Üsküp’te fazlasıyla atlı heykellerin ve insan heykellerinin olması havaalanından beri dikkatimi çekmişti. Sanırım tarihte ülkeye hizmet eden diğer kişilerin heykelleriydi bunlar. Biraz ilerde ise türkülere konu olan Vardar Ovası’nda yerini alan Vardar Nehri ve üzerinde tarihi Taş Köprü var. Bildiğim kadarıyla II.Murat zamanında Taş Köprünün yapımına başlanmış Fatih Sultan Mehmet zamanında tamamlanmış. Taş köprünün her iki yanına bir tanesinin yapımı tamamlanmış olan iki yeni köprü inşa ediliyor. Köprü’nün hemen yakınında Makedonya Arkeoloji Müzesi duruyor heybetli görüntüsüyle.Tarihi Taş Köprü başkenti ikiye bölmüş sanki. Bir tarafta çoğunlukla Makedon halkının yaşadığını düşündüğüm görkemli, yüksek, şatafatlı binalar, bir tarafta da Osmanlı’dan kalma küçük fakat çok sevimli mimariler. Üsküp’teki o görkemli, büyük binaları görünce nehrin karşı tarafında yaşayan halkın refahı için ne yapılmış ki dedim kendi kendime. Köprünün üzerinden baktığımda ise Üsküp yakınlarındaki Vodno Dağına 66 metre olarak inşa edilmiş Milenyum Haçı gözüme çarptı. Üsküp’ün hemen hemen her yerinden rahatlıkla görülebilen Milenyum Haçının olduğu yerde teleferik gezintisi yapılabildiğini ve muhteşem bir Üsküp manzarası olduğunu öğrendim sonradan.
Nehrin hemen yanında Makedonya Mücadele Müzesi var. NUTRICON 2017 kongresi bu müzede yapıldığından müzeyi kongreden sonra gezme fırsatı bulduk. Kongreye katılarak yurt dışında Türkiye’yi temsil etmek bizi gururlandırmıştı. Müzeyi gezerken müzede bulunan resimlerden, heykellerden ve müzede görevli tercümanın sözlerinden, birçok Avrupa devleti gibi burada da Osmanlıyı, Türkleri kötüleyerek ve yeni nesilleri yanlış bilgilendirerek, varlıklarını geleceğe taşımak istedikleri gayet açık bir şekilde ortadaydı. Türklerinde yaşadığı bir ülkede bunlara şahit olmak çok üzücüydü.
Dikkatimi çeken en önemli şeylerden bir diğeri de Üsküp’ün tam merkezinde Makedonya Mücadele Müzesi’nin hemen karşısında İsrail devletine ait çok büyük bir müzenin varlığı. İsrail’in oraya gelip, neden müze açmış olması da tarşılacak bir konu bence.
Vardar Nehri’nin kenarında oturup nehri seyretmek de güzeldi. Bolca fotoğraf çekilip bir sürü anı bırakmak istiyordum sevdiğim bu yerlerden ve insanlardan kendime. Değerli hocam, ailesi ve arkadaşlarımla eğlenceli bir zaman geçiriyorduk. Vardar Nehri üzerindeki Taş Köprü’den karşıya
geçtiğimizde ise çok farklı bir hayat karşılıyordu bizleri. Evler, iş yerleri, insanlar… Her bakımdan farlılık ortadaydı. Tarihi Üsküp Kalesi de ihtişamlı görüntüsüyle ilgi çekiyordu. Çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Türk Çarşısı(Osmanlı Çarşısı) denilen yerdeki Osmanlı’dan kalma ev mimarileri, küçük ve dar sokakları çok beğendim. Birazda Türkiye’yi andırıyordu sanki. Açıkçası burada hiç yabancılık çekmedik. Çocukluğumdan beri görmek istediğim bu
topraklarda yürümek huzur veriyordu bana.
Üsküp’e çeşitli ülkelerden iş veya gezi amaçlı gelen sayısı da çok bu arada. Makedonlar, Arnavutlar ve Türkler hep beraber yaşıyorlar Üsküp’te.
O sevimli Türkçeleriyle konuşan sıcacık yüzler var bu sokaklarda. İnsanları seyre dalıyordum arada. Bizim Türk olduğumuzu anlayan bu insanlar gülümsüyorlar, “ Buyrun çay var.” diyorlardı. Ve ağızlarından dökülen güzel bir söz daha : Allah Türkleri korusun. Birçoğunun büyükleri Çanakkale Savaşı’nda ecdadımız için kan dökmüş. Hediyelik eşya almak için girdiğimiz dükkanda çalışan
Arnavut kökenli orta yaşlı bir büyüğümüzün dedesinin Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğünü öğrendik. Allah razı olsun Balkanlardan ülkemiz için can veren herkesten. Balkanlara olan sevgim bu anılarla kat kat artıyordu. Dükkandaki tatlı amcanın arkadaşlarıma ve bana verdiği yöresel hediyeler bizim için pahabiçilmezdi.
Osmanlı çarşısını çok sevdiğimden anlatmakla bitiremem. Akşamları iş yerleri, yemek yerleri erken kapanıyor. Gün erken bitiyor burada. Şehrin diğer tarafındaki meydanda ise akşamları coşkulu, gürültülü bir yaşam devam ediyordu geç vakitlere kadar. Bir de tepeden kuşbakışı Üsküp’ü seyrettiğim bir akşam, göründüğünden çok daha büyük olduğunu fark ettim Başkent’in. Muhteşem görüntüsüyle seyredaldım Üsküp’ü düşüncelerle.
Türk çarşısının mimarisi geçmişten beri çok değişmemiş sanırım. Çarşıda küçük oteller, yemek yerleri, kafetaryalar, yöresel eşyaların satıldığı küçük işyerleri, birkaç küçük giyim dükkanı var. Genel olarak beklediğimden de pahalı bulduğum Üsküp’te yemek konusunda aynı düşünceye sahip değilim. Yemeklerini doğal ve çok lezzetli bulduğum Üsküp’e yolu düşen herkesin Türk çarşısındaki köfteden ve yöreye ait etli börekten tatmalarını öneririm.
Hoşuma giden bir durum da bir tarafta cami bulunan bu yerlerde hemen biraz ötede de klisenin var olması. Herkes kendi inancını yaşıyor. Tam bir Osmanlı. Balkanlardaki Türklüğü ve müslümanlığı devam ettirme çabaları, Makedonya’da Türkçemizin hala konuşuluyor olması ve dinimizin hala korunmaya çalışılması çok ama çok mutlu edici bir durum.
Üsküplü birkaç kişiyle sohbet etme fırsatı bulduk. Herkes geçim derdinde. Birde hüzünlü tarafları var tabi ki. Kimisinin sevdikleri çok uzakta, gurbette olduğundan hasretlik çekiyor. Kimisi Üsküp’te canlarını bırakıp uzağa gitmek zorunda kalmış. Unutmayacağım bir şey var ki o da Türk olduğumuzu anlayınca gözlerinin içi gülen insanlar. Yüzleriniz hep gülsün inşallah.
Üsküp’te kısıtlı zamanımızdan dolayı her yeri gezme fırsatı bulamamıştık. Fakat kısa süre de olsa hayatımın en önemli anlarından biri olarak hatırlayacağım bir gezi olmuştu. Üsküp’te bize güler yüzlülüğü esirgemeyen ve yardım eden bütün herkese selam olsun. Varlığınız, birliğiniz daim olsun. Kısa süre içerisinde tekrar gidebilmek ümidiyle.
Makedonya’da Struga ve Ohrid İllerini de gezme fırsatımız oldu. Zamanımız kısıtlı olduğundan sabah
erkenden başlayan yolculuğumuz müzikler eşiliğinde devam ediyordu. Aslında Bitola (Manastır) İlini çok merak ediyordum. Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim gördüğü Manastır Askeri İdadisi Bitola’ daydı. Ve tarihte Balkanları anlatan birkaç Türk dizisi burada çekilmişti. Tekrar Makedonya’ya gittiğimde ilk görmek istediğim yerlerden biri olacak sanırım. Yolculuğumuz boyunca cama vuran yağmur tanelerini, renkli görüntüsüyle sonbaharı yaşayan o şirin Makedon, Arnavut ve Türk köylerini seyrede seyrede Struga’ya vardık.
Struga ve Ohrid birbirlerine yakın şehirler ve Üsküp’ten yaklaşık 3 saat uzaklıktalar. Struga şairler şehri olarak biliniyor. Her ilin birbirine benzerlikleri ve farklılıkları da var tabi ki. Ohrid’in biraz daha gelişmiş bir şehir olduğu fark ediliyordu. Fakat Ohrid’e ulaştığımızda yağmuru da beraberimizde götürdüğümüzden gezimizi kısa süre içerisinde ve hızlı hızlı gerçekleştirdik. Yine de hava şartları Ohrid’e hayran olmama engel değildi. Sanırım Osmanlı’dan gelen bu ev yapıları Makedonya’nın bir çok ilinde vardı. Çok sevdiğim Ohrid’te sanki yıllardır yaşıyor gibiydim. Nedendir anlamadım ilk defa böyle bir şey hissetmiştim.
Ohrid’in Türkiye’deki Van Gölü gibi büyük bir gölü var: Ohri Gölü. Görülmeye değer gerçekten. İçerisinden inci ve sedef taşları çıkarılıp işleniyor. Ohrid ve Struga’ya kıyıları olan bu gölün kenarlarında muhteşem manzarasıyla oturma ve dinlenme yerleri mevcut. Önceden güzel doğası ve maviliğiyle resimlerini gördüğüm Ohri Gölü’nün yağmur ve sisten dolayı tamamını görememiştim. Ohrid’e göl manzarası olan köyler varmış burada. Doğayı seven bir kişi olarak ne kadar şanslı diyorum orada yaşayan insanlar. Göl kenarındaki bir cafede kahvemizi duyumlarken bir Balkan türküsü geldi aklıma: Mavroma
Ohrid’te Osmanlı’dan kalma Türk eserlerinin bazıları TİKA tarafından korunma altın alınmış. Çoğunluk Türk olduğundan dükkan ve iş yerlerinde Türkçe şarkılar dinleniyor, Türkçe konuluşuyordu. Kendimi Türkiye’de gibi hissetmiştim. Çok sıcaklar, güleryüzlüler. İçimde var olan Balkan sevgisinden midir bilmiyorum Türkiye’ye döndüğümde sanki gurbette kardeşlerimiz yaşıyor da bırakıp gelmişiz gibi hissettim. Ohrid’de farklı bir huzur vardı gerçekten. Ziyaret için gittiğimiz camide de bunu derinden hissettim.
Kısa da olsa Makedonya gezisinden çok memnun kaldım. Beni her anlamda bilinçlendiren bu gezide yabancı dil öneminin de daha çok farkına vardım. Türk ve İslam birliğinin hala yaşatılmaya çalışılıyor olmasını bilmek, görmek çok ama çok gurur verici. “Siz iyiseniz biz de iyiyiz.” diyen bütün Balkan Coğrafyasındaki güzel yüreklerle birliğimizin hep daim olması duasıyla..