Turgut GÜLER
Türk devlet geleneğinde könilik, tüzlük ve uzluk yanında dördüncü temel direk “kişilik”tir. Cinsiyet, ırk, din, renk ayırımı gözetmeksizin bütün insanlığı kucaklayan bu umde, Batı Âlemi’nin meşhûr “İnsan Hakları Beyannâmesi”nden binlerce yıl önce, Türk’ün gönül ve vicdânında taht kurmuştur. Kısaca, insana âit bütün hakları içine alan “kişilik”, Türk dilinde telâffuz edilen en hakikî ve en geniş “hümanizma” düstûrudur.
İnsan olarak yaratılmayı rütbe ve pâyelerin zirvesi kabûl eden Türk devlet anlayışı, bu güzellik üzre halkedilme hikmetinden başka asâlet unvânları çıkarıp da, insanları birbirine kul ve efendi yapmamıştır. Bu yüzden, bizde Hristiyan medeniyetinin lord, baron, kont gibi, insan haysiyetini zedeleyici üstün sınıf sıfatları ihdâs edilmemiştir. Türk’ün gözünde, insanlığın tamâmı asîldir.
Cemiyet hâlinde yaşamak, birtakım kaaidelere uymayı, yasaklara riâyet etmeyi gerektirir. İşte, bu noktada Türk töresi devreye girerek, Dünyâ’nın kıdem derecesi en yukarıda nizâmını tesise muvaffak olmuştur. Bu yaşayış tarzının esâsını, Türk âilesi teşkîl eder. Ataerkil olmakla berâber, Türk âilesinde kadının, örnek sayılacak muhterem mevkii vardır.
Dede Korkud Kitâbı dâhil, İslâm öncesi ve sonrası Türk destânları, istisnâsız bir şekilde insanı yücelten ve onu fevkalâde müsbet hasletlerle donatılmış bir “kişilik” tahtına oturtan pasajlarla doludur.
Türk Devleti’nin, milleti meydâna getiren fertleri tek tek muhâtab kabûl etmesi ve onların refâhına yönelik icraat yapması, “kişilik” başlığı altındaki idrâkin, aydınlık yüzüdür.
Devleti millet kurar. Milleti ise, ortak duyguları ve ülküleri paylaşmış, birlikte yaşama husûsunda aralarında belli prensipler teşekkül etmiş kişiler oluşturur. Dolayısıyla devlet; millet, yâni kişiler için tesis edilmiştir. Zâten, Türk nizâmında devletin mukaddes bilinmesinin en önde gelen sebebi, insânî endîşeler taşımasıdır.
Türk töresi, insanı kişilik sâhibi yetiştirmek gayretiyle, bâzı özendirici testler uygulamıştır. Oğuz Kağan Destânı ile Dede Korkud’daki Boğaç Hân Hikâyesi, Türk’ün “ad koyma” sırasında gözettiği ölçüleri pek güzel anlatır. Kaabiliyet ve mahâretleri parlatma, keskinleştirme faaliyeti denilebilecek bu ad koyma âdeti, sanıldığından da mühimdir. Çünkü kişi, adıyla yaşar ve öldükten sonra da adıyla anılır. Ehliyeti ve melekeleriyle hak edilmiş bir ad, her Türk’ün aynı zamanda omzuna kondurulmuş bir rütbe işâretidir.
İngiliz demokrasisinden söz açıldığında, yazılı bir anayasa olmadığı, tamâmen sözlü teâmüllere göre bir geniş çerçeve çizildiği anlatılır ve bunun, Dünyâ’da bir başka benzerinin bulunmadığı ifâde edilir. Hâlbuki Türk Töresi, anayasayı da içine alan şifâhî bir gelenek uygulamasıdır. Özellik bakımından, İngiliz sözlü an’anesinin fevkinde bir muhtevâya sâhip olan Türk töresi, târîhî açıdan da Britanya âdetine kıdem farkı atar. Mes’ele, kendimizi bilmek, tanımak ve ona göre konuşup yazmak noktasında düğümleniyor.
Türk âilesi, İslâm öncesinden getirdiği vasıflarını, İslâmî renklerle birleştirmeyi çok iyi bildi. Ortaya, diğer İslâm cemiyetlerinde görülmeyen güzel âile tipi çıktı. Dışarıdan yönelen bunca baskıya rağmen, hâlâ yıkılmamış bir Türk âilesi varsa, bu, onun ne kadar sağlam temeller üzerine binâ edildiğini gösterir. Ama yavaş yavaş eski günlerini aramaya başlayan, çatırdama emârelerini gizleyemeyen âile hakîkatimizi de unutmamak lâzım.
Kaanûnî Sultan Süleymân’ın, o meşhûr:
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmayâ devlet, Cihân’da bir nefes sıhhat gibi.”
Beyitinde kastettiği, sâdece fizyolojik beden sağlığı değildir. Kaanûnî gibi bir Cihân Hükümdârı’nın, devletten daha üstün gördüğü “sıhhat”, kişi saâdeti ve âfiyeti olsa gerektir.
Bilhassa vakıf merkezli medeniyetimiz göz önüne alındığında; paylaşma, bölüşme, ortak çıkma tarzında tecellî eden insânî yatırımlar, hep Kaanûnî beytindeki sıhhatin mânâ zenginliğini açıklar gibidir. İnsana âit eksiklikleri tamamladığına inanan ecdâdımız, mâsûm kuşlardan vahşî hayvanlara uzanan geniş yelpâzede, diğer canlılara şemsiye uzatmışlardır. Dünyâ’nın hiçbir yerinde yaralı leylekleri tedâvi etmek maksadıyla hastane açılmamıştır. Bursa’daki Gurebâhâne-i Lâklâkan, bu husûsda yektâ olma özelliğini şerefle taşıyor. Yine, aç kurtlara yiyecek götüren cemiyet, Türk milletinin bağrından çıkmıştır.
Devletin kişilik etiketi altında yapacakları, nakdî ve aynî iâneyi dağıtırken televizyon ekranlarına akseden beceriksizliklerle aynı çizgide aslâ buluşamaz. Türk örfünde, sağ elin verdiğini sol elin görmemesi, tasvîb ve tavsiye edilen yardım şeklidir. Zîrâ kişilik, çok hassas bir sırça vazodur, sallanırsa kırılır…