Murat Emre TİRYAKİOĞLU
Et fiyatlarına ithalatın dahi engel olamadığı, buğday, saman, mercimek gibi temel ürünlerde dışa bağımlılığın iyice artması sonucunda son günlerde insanlar neler olduğuna dikkat etmeye, ülkede herkes her zamanki gibi bıçak kemiğe dayanınca ne olduğunu sorgulamaya başladı. Tarıma ne oluyordu, problem neydi? Fakat bazı şeyler için gerçekten geç kalındı. Dünya genelinde yaşanan köyden kente göçün gerçekten ilginç bir örneğini de ülkemiz yaşadı. Şehirler hızlı dolmaya başladığı için yetersiz altyapı, sosyal ve asayiş koşulları geleneksel şehri de, şehrin ayırıcı özelliği şehir kültürüne de darbe vurdu. Şehirler artık sosyal olanaklardan ziyade asayiş problemleriyle yaşayadursun, köylerin payına da metrukluk ve insansızlık düştü.
Gelişen teknolojiler, yapay zeka, dijital dünya, endüstri 2,0 derken tarımda da pek çok gelişme yaşanıyor. Bugün topraksız tarımdan, mikroklimal seralara kadar pek çok üretim olanağı kullanılmakta ve ülkeler tarımsal üretimin üzerine düşmektedir. Tarımsal teknolojide bizlerin dünyayı yakaladığımız tek yer ise traktörler maalesef an itibariyle. İleri teknoloji tarım uygulamaları ülkemizde mevcut olsa da parmakla sayılacak kadar azdır günümüz itibariyle. Ülke tarımı hâlâ emeğe ve özellikle iklime sıkı sıkıya bağlı durumda. Zira çiftçinin sermaye gücü kısıtlı, maliyetleri yüksek.
Peki, köyden göçün sebebi teknolojik ilerlemeler miydi sadece? Kırsal yerleşimi bütün ülkede traktör alan ağanın marabalara yol vermesi mi değiştirdi? Asıl soru kanımca bu olmalı ve sorunların kökünü de burada aramalı. Köyler neden boşalıyor? Arazilerin küçülmesi yüzünden mi? Sulama yetersizliği mi? Tarım aletlerinin insan gücünü azaltması yüzünden mi? Köyün gerilik(!) olmasından mı? Saydıklarımızın hepsinin köylerin boşalmasında payı var. Fakat benim değineceğim nokta köy hayatının ilkellik olarak algılanması üzerine olacak.
Köyler; traktör ve zirai aletlerin kullanımıyla ilk olarak göç vermeye başlarken takip eden yıllarda önce Avrupa’ya işçi gönderilmesi, ardından zirai aletlerin çok hızlı bir şekilde çoğalmasıyla artık arazi için gereken insan gücünün azalmasıyla göçler hızlandı. Göçlerden ilk olarak nasibi tarım arazileri dar olan dağlık bölgeler almıştı. Ardından iklimi tarım için uygun olmayan yerler takip etti. Şehirlerde fabrikalar, atölyeler çoğalıp iş ve işçi aranırken köylerde nüfus artmış ve miras bölüşümü bir önceki nesilden kalan toprakları geçimi zorlaştıracak seviyeye çekmeye başlamıştı. Ayrıyeten eğitim, sağlık gibi alanlar köyün kanayan yarasıydı. Salgın hastalıklar, yetersiz beslenme, doktor görememe ve köy enstitülerinden kalan tek sınıflı metruk ilkokullar karşısında şehre taşınmış akrabaların düğünde bayramda caka satarak arzı endam etmeleri insanları yavaş yavaş köye karşı doldurmaya başlıyordu.
Ben özellikle yurtdışına çalışmaya gidip gelen o ilk havalı Almancı kimdir, çok merak ederim. Kısa bir sürede kültür haline getirdikleri ve bugün hala çıkamadıkları medeniyet görmüş, büyük adam olduğunu gösterir havaları bir vakitler memleketlerinde gerçekten tuttu. Hele bindikleri arabalar. Köylü arabayı sadece arada sırada uğrar ise devlet erkânında veya jandarmada görüyor (hatta görmüyor), daha düne kadar beraber orak sallayıp bel vurdukları komşuları ise Alaman arabasıyla köyün tozunu attırıyordu. Yine aynı şekilde İstanbul’a gidip yerleşen akrabaların başarı hikâyeleri duyuluyor, köye bu şehirliler geldiği vakit köylünün görmediği bir dünyada yaşıyor sanılıyorlardı. Çocukları her sınıfın ayrı öğretmeni olduğu okullara gidiyor, köydeki kuzenlerinin hiç ağızlarına almadıkları şekerleri normal hayatlarında yiyorlardı.
Ülkemizdeki çocuğunu memur yapma sevdası aşikâr. Hatta her okuyan çocuk için adam olma kıstası devletin hizmetine girmekten geçiyor. İşte dönem köylüsünde bu önerme çok tutarlı hale gelmekte. Bazı cesur girişimciler ilkokulu bitiren çocuklarını kazadaki ortaokula, daha ileri görüşlüleri liseye göndermeye başlıyordu. “Adam sayısına girsin, İnsan içine karışsın, Kravatlı adam olsun, devletin kulpundan tutsun” ideallerin deyimleşmiş hali o zamanlardan olmaya başlamıştı. Çünkü köylü durağan ve imkân yetersizliği, iklimin sürprizleri ile yaşadığı ara sıra kıtlığın haricinde tepesinde aznavur gibi memurları da görüyordu. Ahir ömrünce birkaç kez işinin düştüğü devlet dairesinde kocaman masalarda kravatlı, beyaz gömlekli tertemiz sandalyelerine oturmuş kamu taifesi hem her şeyi biliyor, hem her ay sabit maaşlarını alıyor, üstelik bir yaştan sonra çalışmayıp devlet onlara bakıyor, hem de köylü şehirli fark etmeden kafası bozulduğu anda güzel bir kalay çekebiliyordu. Köylü memurun odasına kapı çalmadan giremezdi, şapkasını çıkarmadan giremezdi, her istediğini memura anlatamazdı ve memura asla itiraz edemezdi. Koca devletti memur. Hatta köye gelen uzman çavuş dahi… Köylü askerlik harici köyünden çıkmadığı ve koca dünya hakkında anlatacağı, yakınlarının tek bilmediği anısı askerlikte yaşadıkları için sanırdı ki komutanların hükmü hâlâ geçmeye devam etmektedir. Onbaşından nüfus dairesinin hademesine kadar herkesin kendisinden üstün olduğunu düşünürdü ve devlet onun gözünde erişilmez, güç yetilmez bir varlık olarak sürer idi.
Bu eksikliği atmak için ise memur olmak gerekirdi. Kendisinden geçtiğine göre çocukları bu yola yönlendirmeliydi. Önce dersleri iyi olanlara ortaokul şansı tanındı. Dersleri daha kötü olan ve okulu pek sevmeyenler ise köyde mallara bakması için görevlendirildi. Okuyan oğlu adam olduğu zaman kendisi de devlet dairesinde çalımla yürüyebilecek, şehirli akrabalarından geri kalmayacak ve belki de uzman çavuşla ahbap olacaktı. Bu motivasyonla itilen ilk çocuklar kravatla köye dönünce köylünün şehir seçenekleri de çoğalmaya başladı. Şimdi köylü ya yavaştan malı mülkü satıp çoluğu çocuğu toplayarak büyükşehrin yolunu tutuyor, ya da okuyanlar için ev tedarik etmeye çalışıyordu. Çocuklarının hayatı için koşturan bu insanlar için sabah erkenden hamur yoğurmak yerine sokağın başındaki fırından ekmek almak büyük lükstü. Janjanlı çarşı pazarlar, otomobiller, toza toprağa bulanmadan giyim kuşamlarıyla gezmeler, sinemalar, çocuklar için parklar, büyük camiler, otobüsler kısacası her şey farklıydı. Farklı, daha doğrusu ele geçmeyen şeylerden oluşmaktaydı. Bu imkânlara köydeki dar sosyal çevrenin oluşturduğu zorunlu baskı da eklenince köydeki sosyalleşmeye muhtaç herkes için şehir bir ideaya dönüştü.
Doksanlı yıllarla beraber şehre göç eden sayısının artmış olmasıyla dini bayramlar, yaz tatilleri köylerin kalabalığının artmaya başladığı zamanlar oluyordu. Köyde yaşayan fertlerin bazen daha fazlası baba evine bayramlaşmaya geliyordu. Bu gelişler artık çocuklarda bisiklet, büyüklerde arabalarla oluyor, kadınlar süslü, tırnaklar ojeli, bazen saçlar permalı, arabanın bagajında köydeki çocuklara verilmek üzere, oynamaktan sıkıldıkları veya bir tarafı kırılan oyuncaklarla oluyordu. Şehirde yaşayan köyüne geldiğinde hava atmak, caka yapmak gayesinde olsun olmasın artık köydeki kendini alt katmanda görmeye iyice alıştırmıştı. Köydeki kadın sabah erken kalkıp hayvanlara yem, ekmek hamurunu yoğurma gibi işlere koştururken şehirden gelenin köy yerinde kahvaltıya kadar yatması garipsenmiyordu. Çünkü herkes kendisine biçilen rolü oynamaya başlamıştı. Statüler ikisinin de gönüllü kabulüyle katılaşmıştı.
Sadece okuyanlar, şehri gidip görenler değil; kitle iletişim araçları da şehrin ideal dünya olduğu anlayışına katkıda bulundu. Özellikle televizyonun ülke insanımızın hayatına girmesi kırsal insanına bambaşka bir cennetin varlığından haber verdi. Televizyonun ise ülkemizde en çok etkilediği kesim olan kadınlarımız içten bir öykünme, bazen haset içerisinde buldu kendini. Suvelın’lardan bugüne şehir merkezli onlarca film ve dizi onların sabah ezanıyla başlayan, hayvanlara ayrı, çocuklara ayrı, herife ayrı bakan, tarlada çalışan, çuval taşıyan, bostan eken, pamuk toplayan geleneksel ödevlerini sorgulatmaya başlamıştı. “Usandım canımdan!” haykırışı artık sadece sinir anında söylenen kızgınlık cümlesi olmaktan arayışa yönelen cümle olmaya başlıyordu. Şehir kadınları kuaföre gidiyor, ekmek yapmıyor, çamaşırı hatta bulaşığı makine yıkıyor, gün yapıyor, çarşıya pazara gidiyordu. Çocuklara üst baş ve kendi rahatı da cabası. Zaten bir fikri muteber kılan da kadınlar nezdindeki kabulüdür. Kadınlar şehir hayatının cennet olduğuna kanaat getirince de göçler hızlanmaya başlıyordu.
İki binli yıllara geldiğimizde artık şehir tek seçenek olup çıkmıştı. Zira artık maliyetler artmıştı ve ürün para etmiyordu. Vefat eden büyüklerden kalan araziler de iki binli yıllar itibariyle iyice küçülmüş, ortaklık, imece gibi kavramlar da yok olmaya başlamıştı. Azalan arazi ve arkada bekleyen çocuklar şehre yerleşmeye adeta teşvik ediyordu. “Köyde ne var sanki?” sorusu gayet kanıksanmıştı. Adeta hakikatin kutsal bir sözü gibiydi. Göç, göçe teşvik etti. Kendisi köyde kalanlar dahi sağdan soldan kısarak şehirde ev açmaya, çocukları okutmaya, okumayanları da bir işte değerlendirmeye başladılar. Köydeki orta ve üst yaşta insan sayısı sabit kalmıştı. Çocuk kısmen olsa da genç sayısı artık iki binli yılların sonuna doğru neredeyse sıfıra inmişti.
Gelinen noktada; köydeki varlığı iyi olsun veya almasın; herkes için şehir zorunlu bir kabul durumuna gelmiş bulunmakta. Televizyonun fethettiği nesle bir de sosyal medyanın son yıllardaki atağı da eklendi ki; artık şehirsiz, kırsal yaşam cehennem, medeniyetten uzaklık, dünyadan bihaber olmak mesabesine vardı. Asgari ücretle, günün on dört saati ayakta geçirilen mesai saatlerinin tek tesellisi olan pazar günleri AVM’den sosyal medya hesaplarına fotoğraf atmak, köy hayatına tercih edilir olmuştu. Hangi mahallede oturduğunun, hangi işi yaptığının hiç önemi yoktu. Şehrin en kötü yeri köyden iyiydi. Çünkü köyde hayat yoktu. Ve bunu söyleyen nefessiz şekilde haftada altı gün asgari ücretle çalışanlardı. Çocuklar okuyordu, köyde okul yoktu. Hadi kendisi köyde kalsındı, çocuklar köyde sürünsün müydü? Sürünmekten kasıt şehir ve şehrin sunduğu mekânlardan ayrı kalmaktı. Bugün; bütün ticari girişimciliğini kullanarak, babadan kalma arazide tarım yapıp kendi ürününü de pazarlamak isteyen ama yaşam alanını köyde kurmak isteyen genç büyük bir sorunla karşı karşıya kalacaktır. Zira varlığı ne kadar olursa olsun kendisine evlenecek bir eş adayı bulamayacaktır. Çünkü kız çocuklarından köyde oturmak isteyen artık kalmamıştır. Çünkü genç kızlar da yukarıda saydığımız nedenler çerçevesinde köyde kalmayı hor düşmek, ezilmek olarak görmektedir. Yaşıtları kocayı işe yolladıktan sonra ev temizliği sonrasında güne girebilecek, çarşıya pazara karışabilecekken kendisi köyde dünyadan uzak kalmış olacaktır. Halbuki şehre en uzak insanın arabayla bir saatte vardığı ortamda, ki bir büyükşehirde kenar semtten çarşıya varmanın da aynı sürede olduğunu düşünürsek, mesafenin pek bir önemi kalmamıştır. Yılın belli zamanları çalışıp kalanını dinlenerek geçirebilecek bir hayat formunun yılın tüm zamanları çalışan ve sağlıksız, temiz havaya muhtaç bir yaşam formu karşısında tercih edilmeyişi bir anlayışın yanlışlığını bize göstermektedir. Bu anlayış söylediğimiz gibi şehrin zorunluluk olarak düşünülmesidir.
Şehrin neden zorunluluk olduğu konusu ise başka bir yazıya kalsın diyelim. Aynı şekilde köylerin boşalmasının sonuçları da… Toparlayacak olursak; köylerin boşalmasının nedenleri konusunda iyi düşünülmeli, Aile ve Tarım bakanlığı müşterek bir çalışmaya girişmelidir. Zira en temel yiyecek olan ekmeğin hammaddesi buğdayın dahi ithalatla karşılanması, işi artık basit bir sosyolojik vakadan bir Milli Güvenlik sorunu mesabesine çekmiştir. Mevcut durumda şehirlerin yapılan bütün altyapı ve ulaşım yatırımlarını hiç yapılmamış gibi kısa sürede yutması ve asayiş, sağlık, eğitim gibi durumlarda içinden çıkılmaz bir hâl alması sürdürebilirliklerini tartışmaya açmıştır. Ve bu sorunlar bir sarmalla gittikçe karışık vaziyete gelmektedir.