A.Yılmaz SOYYER
Eskiden hikmet denilen, dinî, ahlakî ve ruhî şiirler söylenirdi. İlk bakışta alelade bir tutku zannedeceğiniz bir beyit, ikinci, üçüncü okuyuşla çok farklı derinlikler kazanırdı. Lahanalar gibi katman katmandır çoğu kez eski Türk şiiri, ya da ceviz gibi kırılması çetin bir kabukla örtülüdür.
Dünya şiiri 20. Yüzyılda hızla değişince bu başkalaşım rüzgarına Türk şiiri de kapılmıştır. Derin anlam katmanlarının olmadığı, sade, hatta basit bir söz kümesi dergilerin şiir bölümlerinde boy göstermeye başlamıştır. Kendilerine “eleştirmen” adı veren pek çok kişi artık bu tür devrik cümle yığınlarını yazıp okuyan şairleri “büyük üstad” olarak nitelendirmektedirler. İkinci Yeni ismiyle fırtınalara dönüşen bir akım bu tür şiirlerden ve bu çeşit şiirleri yazan şairlerden oluşmaktadır. Bunların okuyucusu ve seveni de vardır üstelik. Yani bu akımı sevmesek de takip etmek ve saygı duymak zorundayız.
Türk şiiri elbette ikinci yeniden ibaret değildir. Ahmet Muhip Dranas, Ziya Osman Saba, Kemalettin Kamu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif Nihat Asya, Dilaver Cebeci, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Yetik Ozan, Yağmur Tunalı gibi şairler şiiri anlam ve vezin bütünlüğü içerisinde söylemeğe özen göstermişler; son derece derinlikli ve mânâlı mısralar ortaya koymuşlardır.
Benim de yolum bu yukarıda isimlerini saydığım klasik şiirimizi yeniden ve milli bir veçheyle ortaya koyan ustaların yolu olmuştur. Onları okudum, sevdim ve onlar gibi şiir söylemeye özendim. Kitabım onların izinde oluştu.
Kırk yılı tamamladığım ve ilk kitabımı yayınlamanın ilk şiirimden kırk sene sonra nasip olduğu şiire aruzla başladım, sonra heceyi seçtim. Bunun sebebi elbette Türkçeye en uygun veznin bu oluşuydu ama biraz da kültür zeminimi oluşturan tasavvuf dünyasının nakil vasıtasının âşık tarzıyla yâni çoğunlukla bu vezinle olmasıdır. İlâhî ya da nefes olarak isimlendirilen vecd vasıtası eserlerin önemli kısmıbu tarzdadır. Ben tasavvufu bir aşk seli olarak algılamaktayım. Her şeye, kuşa, kurda, ağaca, dikene, yoncaya, taşa, toprağa ve özellikle toprakla sarmaş dolaş olan insana aşk bütün dünyamı sardı hep.
Şiir hayatımda Töre, Kubbealtı ve Türk Edebiyatı dergileri en mühim üçlü olarak birbirini kesen halkaları oluşturmuşlardır. Şu an bile şiirlerimi dikkatli okuyan biri bu üç atmosferin yoğun etkilerini gözlemler.
Usta olarak Yahya Kemal’in etkisini asla inkâr edemem; Arif Nihat da çok etkilendiğim bir şairimizdir; onun üslubunun izleri pek çok şiirimde görülecektir. Bu arada kırk senelik aziz dostum, ağabeyim Yağmur Tunalı’nın şiirleri -ki tarzı farklıdır- beni kavram kullanımı açısından en çok eğiten şiirlerdir. Asıl hecede ustam kabul ettiğim şahsiyet ise Yetik Ozan’dır. 1977- 1978 yıllarında Töre dergisinde çalışırken şahsen tanıma mutluluğuna da erdiğim bu büyük şairin Atmaca Uçurumu adlı şiir kitabındaki şiirleri hep ezberimde kalmıştır. Merhum, bir halk edebiyatı hocasıydı; bu sayede hece veznini yeniden yoğuruyordu. Hece şiirde onun yaptıklarını devam ettirmeye çalıştım.
Üniversite yıllarında Nazım’ın şiirlerini gördüm, okudum; sevdiğim güçlü şiirleri oldu. Daha sonra 50’li yaşlarda Hasan Hüseyin, Ahmed Arif gibi devrimci solun kurşun misali şairlerinin şiirleriyle tanıştım. O kadar bizdendiler ki bu tanıyış benim biz halkamı milletleşme sürecine soktu diyebilirim.
Bu okuyuşlarıma sosyoloji ve felsefenin farklı bilgi dünyasını da eklemek şarttır. Düşünceyi ve toplumu şiirime katmama mesleğim önemli bir yardım sağlamıştır. İlahiyat, sosyoloji ve felsefe şiirimin alt zemini teşkil etmiştir.
Tasavvuf, çok genç dönemlerimden beri beni etkilemenin ötesinde yapılandıran bir duygu vasatı olmuştur. Aşk denilen büyük terbiyecinin önünde diz çökememiş olsam da hep çevresinde bulunmuşumdur. Gelenek, “aklı bırakmazsan anlayamazsın” dese de mesleğim “akıl” diye diretmiştir hep. Şiirlerime yansıyanlar da o sırlı duygu mâverasında ben farkında olmadan ─belki aklî direnişimi de aşarak─ üzerime yapışanlardır.
İşte beni ben yapan bütün bunlardır.