İslâm’da İlim ve Medeniyet: Kaynağı ve Te’sîri

İslâm’da İlim ve Medeniyet: Kaynağı ve Te’sîri[i]

islam ilim medeniyet

 

Prof. Dr. Hulûsi YAVUZ

 

1- İSLÂM MEDENİYETİ NİN KAYNAKLARI:         

A) KUR’ÂN-I KERÎM VE RASÛLULLÂH (s.a.v.)’İN SÜNNETİ:

İslâm bir ilim dîni, onun vücûda getirdiği medeniyet de bir ilim mede­niyetidir. Hiçbir inanç sisteminde, İslâm’da olduğu kadar, din ile ilim bir­birine kaynaşmış değildir[1]. Zira İslâmiyet, akla ve akim eseri olan ilim ve fenne büyük bir ehemmiyet vermiştir. Bunun delili, hem Kitab ve Sünnet’deki emir ve tavsiyeler, hem de bizatihi milâdî VIII. asırdan XIV. asra kadar dünyâyı rakîbsiz idâre eden İslâm medeniyetidir.

Asırlara hükmeden bu büyük medeniyetin birinci kaynağı Kur’an-ı Kerîmdir. Zîra o, ilk âyetinden son âyetine kadar bütün satırlarında ilme ve âlime, akla ve tefekküre, dünyadaki her şeyden daha fazla değer ver­diğini belirten Kur’an-ı Kerîm, doğrudan veya dolaylı olarak birçok ilmi ihtivâ etmektedir. Bunların başlıcalan şunlardır: 1- Tefsîr, 2- Hadîs, 3- Tevhîd (Kelam ilmi), 4- Fıkıh, 5- Usûl-i Fıkıh, 6- Hikmetü’t-Teşrf, 7- Hitâbet ve Mev’iza, 8- Ahlâk, 9- Havâs, 10- Rüya, 11- Belâgat, 12- Ta­savvuf, 13- Mantık, 14- Riyâziyye (Hesap, Cebir, Hendese), 15- Hey’et (Astronomi), 16- Tabfiyyât (Fizik, Kimya, Jeoloji), 17- Hikmetü’t-Tekvîn, 18- Siyer ve İslâm Tarihi, 19- İçtim â’iyyat Sosyoloji[2].

Muhakkak ki Kur’an-ı Kerîm’in işâret ettiği ilimler bunlardan ibâret değildir. O, Akla hitâbeder; aklı ilim yapmaya sevk eder. Bidâyetten beri onu tedkîk eden ulemâ ve ele aldıkları mevzular itibariyle bilhassa aşağıdakileri zikredebiliriz.

Kurrâ; onun kırâatiyle, kelime ve harekelerinin telâffuzu ile;

Gramerciler; (Naviyyûn) i’râbiyle, kelimelerinin iştikâkıyle;

Edebiyatçılar; (Üdebâ) fesâhat ve belâgatiyle;

Müfessirler; (Müfessirûn) lâfız ve mânaları ile;

Kelâmcılar; (Mütekellimûn) aklî delilleriyle, tevhîd esasını beyanla;

Usûl-i fıkıhcılar; (Fukahâ) helal ve haramını ve diğer ahkâmını izahla;

Târihciler; (Müverrihûn) hikâye ve kıssalarıyle;

Vaizler; emsâl, ibret ve temsilleriyle;

Ahlâkçılar; (Ahlâkıyyün) fazilet ve kemâliyle;

Fen bilginleri; Onun, tabfat sırlarına ve kâinat nizâmındaki hik­metlere dâir olan işâretleriyle meşgul olagelmişler ve bu hususlarda sayısız eserler te’lif etmişlerdir2a

Kur’an-ı Kerîmle yalnız Müslümanlar değil, Müslüman olmayanlar da meşgul olmuş ve olmaktadırlar. O, dünyânın en çok okunan kita­plarından biridir. Onun gibi, başından sonuna kadar her asırda milyon­larca kişi tarafından ezberlenen bir başka kitab daha gösterilemez. Bir Hadîs-i şerifte belirtildiği üzere o, anlatıla anlatıla bitirilemez. Ona doy­um olmaz:

“Muhakkak ki ileride karanlık geceler gibi fitneler olacaktır. Yâ Rasûlallâh, denildi: ondan kurtuluş nedir? Buyuruldu ki: Allah taâlânın Kitâbı’dır; onda sizden evvelkilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve kendinizin hükmü vardır. O, hezl değil fasıldır (son söz ve hükümdür). Onu kibirlenerek terk edenin Allah belini kırar. Doğru yolu onun gayri­sinde arayanı, Allah dalâlate düşürür. O, Allah’ın sağlam bir ipi, hûr-ı mübîni, zikr-i hakîm ve sırât-u müstakimidir. Keyiflerin sapıtmasına, re’ylerin dağılmamasına yegâne sebeb odur. Ulemâ ona doymaz. Etkıyâ ondan usanmaz. Onun ilmini bilen ileri gider. Onunla amel eden me’cur olur. Onunla hükmeden adâlet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidâyeti bulur”2b.

Hulâsa, İslâm’ın mukaddes Kitabı olan ve hem lâfzı, hem mânâsı, başından sonuna kadar tamâmen Allâh kelâmı olan Kur’an-ı Kerîm, Müslümanlığın iki mühim ve temel kaynağından birincisidir.

İslâm’ın İmân Esasları, ibâdeti, ilmi, hukûku, dünyâ görüşü, siyâsî ve İktisâdi hayâtının kaynağı evvelâ Kur’ân-ı Kerîm’dir. Sonra Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in Sünneti gelir.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in söz, fiil ve davranışlarından ibâret olan sünnet, Kur’an-ı Kerîm’i hem açıklar, hemde sükût ettiği mes’elelere ce­vap verir.

Allah Teâlâ’nm, Peygamberi Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’e vahyettiği âyetlerin ilki, “okul” mânasına gelen “İkra” kelimesidir.[3] Cenâb-ı Hak bu ilk Kelâm’mda, nenin nasıl öğrenileceğini belirtmeden umûmî mânâsıyle okumayı emretmiştir. Okumak, hem yazılı bir metni kıraat etmek demek olabileceği gibi; hem de ilim tahsil etmek, cehâleti ortadan kaldırmak ve kâinâtm sırlarını çözen ilimlere vâkıf olmaya çalışmak mânâlarına da olabilir. Onun için İslâm’da ilme ne kadar büyük bir kıymet verildiğini gösteren emirlerin başında bu âyet-i kerîme gelir. Binâenaleyh, beşeriyetin saâdet ve selâmeti bakımından zarûrî olan her türlü ilim ve fenni öğretmek için bundan daha mükemmel bir teşvik unsuru olamaz.

Cenâb-ı Hak, daha sonra kendi zâtından, insanların yaradılışından, “kalem”den, “yazı yazmak”dan, “öğretmek” ve “bilmek”den bahsetmişti.[4] Bu mefhûmlar da yine, ilim tahsil ve ilmin ehemmiyeti ile alâkalı kelime­lerdir. Allah Teâlâ’nm bunlarla Hak’ka dâvet ve ilme teşvik ettiği gâyet açıktır. Zâten İslâm’da ilmin gâyesi, insanı Allah’a götürmektir. Kur’an-ı Kerim’de “Biliniz” emri ile tenbih edilen, umûmiyetle Allah’ın zâtı ve sıfatlarının tefekkür ve tezekkür edilmesidir.

İslâm’ın ilme ve âlimlere ne kadar üstün bir değer verdiğini ortaya koyan âyet-i kerîmeler arasında şunlar vardır:

“De ki: (Hiç) bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak tensiz akıl sâhibleridir ki, (bunları) hakkıyle düşünürler”[5]

“Allah, içinizden îmân etmiş olanlarla kendilerine ilim veril­miş bulunanların derecelerini artırır.”[6]

“Câhillerden yüz çevir.”[7]                                                            

“Allah’dan, kulları içinde ancak âlim olanlar korkar.”[8] , ‘Her ilim sâhibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”[9] “Rabbim, benim ilmimi artır’ de.”[10]

 “(Hazret-i Mûsâ:) Ben câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.”[11]

“Sakın câhillerden olma.”[12]

Bu ve aynı mâhiyetteki diğer âyet-i kerîmeler hangi sebeblerle inzâl edilmiş ve ne gibi şartlar içinde vârid olmuş bulunurlarsa bulunsunlar, il­min ve âlimin bu derece el üstünde tutulduğu ve cehâletin bu kadar takbih edildiği her halde başka hiçbir dîn ve disiplin yoktur.

“İlim” ve “âlim” kelimeleri, Arabcada “bilmek” mânâsına gelen, (‘a, 1, m) harflerinden müteşekkil bir kelimeden türemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kelimenin bütün bu mânâlarına şâmil en az binikiyüz âyet-i kerime vardır.[13]

İslâmiyet, bu sûretle ilmi teşvîk ve âlimleri takdîr ve tebcîl ederken cehâleti ve câhilleri de tenkîd etmiştir. Bu arada ilmin temel taşı olan akla da büyük bir kıymet vermiştir. Kur’ân-ı Mübîn’de, akıl ile alâkalı ve aklın en üstün nimetlerden olduğunu gösteren takriben 65 âyet-i kerîme vardır[14]. Bu âyet-i kerîmelerde hulâsa olarak: İnsanlar düşünmeye ve te­fekküre sevk edilmekte; akıl sâhiblerinin akıllılık edip kendilerine verilen nimetlere şükrederek bu nimetleri veren Allâh’a nankörlük etmemeleri,

O’na inanmaları, Onun rızâsını kazanmaları, Onun kudret ve vahdâniyetini tanıyarak O’na şirk koşmamaları; insanların kendilerine ve kâinâta bakıp niçin ye nasıl vâr olduklarını düşünüp imtihân için yaratıldıklarını anlamaları; geçici dünyâ hayâtından sonra ebedî âhıret hayâtı geleceği için, orada Cehennem’de Allâh’m azâbına mâruz kalmaktan kurtulup Cenneti’ne ve ebedî saâdete nâil olmak maksadıyle her akıl sâhibinin Allâh’m son ve ekmel dîni olan İslâm’ın ahkâmına tâbi olmaları emir ve tavsiye edilmektedir[15]. Meselâ:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıt (ıp ‘ taşıy)an o gemilerde, Allâh’m yukarıdan indirip onunla yer yüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve bulutları evirip çevirmesinde aklı ile düşünen bir kavim için nice âyetler (Allâh’m varlığına, birliğine ve kemâl-i kudretine delâlet eden birçok alâmetler) vardır”[16].

âyet-i kerîmesi bunlardan biridir. Burada, modern ilimlerin temelini teşkil eden tabî’at kanûnlarma ve birçok fennî ilmin mevzuuna temas edilmektedir: Göklerin ve yerin yaradılışını tedkîk için jeoloji ilmine ihtiyaç vardır. Gece ile gündüzün teşekkülü, astronomi ilminin mevzuudur. Gemilerin denizlerde yüzdürülmesi, meteoroloji ve oşinografi ile gemi mühendisliğinin işidir, yani fizik ve matematik ilimlerinin bilinmesini gerektirir. Gökten inen yağmurun nasıl indiğini bilmek için ise, tabiat ilmine ihtiyaç vardır. Suyun terkibinin ve hususiyetlerinin de ancak kimyâ ilminin mevzuu olduğu malumdur[17].

Diğer bir âyet-i kerîmede yine doğru akıl sâhiblerine hitâb edilirken mevzular da değişmekte ve çoğalmaktadır:

“De ki: Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri harâm ettiğini ben okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Kötülüklerin açığına dâ, gizlisine de yaklaşmayın. (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça Allâh’m harâm ettiği cana kıyinayın. İşte (Allah) size, aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti”[18].

Cenâb-ı Hak’kın burada temas ettiği mevzular, dünyânın her yerinde, her zaman ve her asırda dîiıî, hukûkî, ictimâî ve İktisâdi ilimlerin esâsım teşkil etmiştir ve etmektedirler. Burada tekrâr te’yîd edilen husus, bu emirlerin isâbetliliğini ve doğruluğunu idrâk, ancak akıl sâhiblerinin işi olduğudur. İslâm’a göre şer’î ve tabi’i bütün ilimler, doğrudan veya dolaylı olarak insanları Allah’ı ve Ali âh’m emir ve nehiylerini öğrenmeye sevk ederler. Eğer ilim, insanı Allah’a götüremiyor ve kendi isteyerek gelmediği ve isteyerek de gitmediği bu dünyâda ona yarınından emîn olacak şekilde bir hayat yaşatamıyorsa, o zaman imin nükleer silâh yapımından ve dünyayı kana bulamakdan başka neye faydası vardır? Yaradan’m öğüdü şudur:

“İşte bu (Kur’ân) -onunla tehlikelerden haberdâr edilsinler, O’nun (Allah’ın) ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler, akl-ı selim sahihleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye- (bütün) bunlara bir teb­liğdir”[19];

Tehlike, Cehennem azâbıdır. Sebebi, Allah’a şirk koşmak ve O’nun emirlerini, sayısız nimetlerine rağmen dinlememek ve nefsin heveslerine uymak; aklı kullanamamaktır. Kur’ân-ı Kerim’de akla hitâb eden birçok âyet-i kerîmenin sonu şöyle bitmektedir:

“Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız”[20].

“İşte Allah akıllarınız ersin diye size âyetlerini böyle açık­lar”[21].

“Sâlim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünmez”[22].

“Size âyetlerimizi kat’î surette açıkladık, eğer düşünürseniz”[23].

“İşte misâller! Biz onları insanlar için irad ediyoruz. Âlim olanlardan başkası onları anlamaz”[24].                                              ,

‘İşte biz âyetleri, aklını kullanacak bir kavim için böyle açık­larız”[25].

Hayâtın, kâinâtm, tabiat hâdiselerinin ve bizzat insanın kendisinin tedkîkini emreden ve böylece Allâhın varlığına ve birliğine inanmaya ve ahkâmını tatbike götüren bu nev’i âyet-i kerîmeler, Orta Çağ’ı İslâm dünyâsı için en parlak devir yapan muazzam İslâm medeniyetinin doğmasına sebeb olmuşlardır. Bu medeniyeti vücûda getiren İslâm âlimleri teşvik ve ilhamlarını Allah Kelâmından ve Nebiyy-iÂhır zamân ‘aleyhi salavâtü’r-Rahmân Efendimiz’in Sözleri’nden alıyorlardı. Kur’ân’ın ilk ve en salâhiyetti müfessiri olan Habîb-i Rabb-i Ekber ve Sey- yidü’l-Beşer Sallallâhü ‘aleyhi ve sellem (s.a.v.) de, ilme ve akla verdiği değeri muhtelif vesilelerle beyân etmiştir. Aşağıya, bunlardan sadece birkaçım alıyoruz:    ,

‘İlmi, yazı ile muhâfaza ediniz”[26].

“Hadîsi yazdığınız zaman senedi ile berâber yazınız”[27].

“Allâhım! Ona (ilmi) Kitâb’ı öğret!”[28]                               

“ilmin yok olması, cehâletin kökleşmesi, şarabın içilmesi ve zinânm çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir”[29].

“İki haslet sâhibinden başkasına gibta edilmez. Bunlardan birincisi, Allah tarafından kendisine mal verilip de Hak yolunda onu sarfa muvaffak olan kimse; diğeri ise, kendisine ilim ve hikmet ihsân olunup da, onunla hükmeden ve onu öğreten kimse­dir”[30].

“İlim Çin’de de olsa gidip öğrenin. Zîrâ ilim öğrenmek her Müslümana farzdır”[31].

İslâmiyetin ehemmiyet verdiği ve teşvik ettiği ilim, sadece dinî ilimler değildir. Bunun, bütün ilimlere şâmil olduğu, bu son Hadîs-i şerif ile daha iyi anlaşılır. Şu Hadîslerin de buraya dâhil edilmesinde fayda vardır:

“İlâhî! Faydasız ilimden, hâlis olmayan amelden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım”[32].

“Büyüklerle oturun, âlimlere sorun ve hikmet sahibi hukemâ ile ülfet edin”[33]. .

“İlim tahsili için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yo­lundadır”[34].

“İlim tahsil edenin, geçmiş günahları af olunur”[35].

‘İnsanın dinî aklıdır; aklı olmayanın dini de yoktur”[36].

“Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”[37].                      

“Hikmet ve hakikat mü’minin kaybolmuş malıdır, onu nerede bulursa alır”[38].

“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir”[39].

‘İlim İslâm’ın hayâtı, imânın direğidir”[40].

‘İlim mü’minin dostu, akıl rehberi, amel de muhafızıdır**[41].

Netice olarak İslâm’da ilme çok büyük bir değer verilmiştir. Sâdece değer verilmekle kalınmamış, ilim teşvik edilmiş, hattâ kadm-erkek bütün Müslümanlara farz kılınmıştır. Onun için İslâm’da ilim-din çatışması yoktur. Yukarıdaki emir ve tavsiyeler karşısında, olması da mümkün değildir. Milâdın VIII. asrından XTV. asrına kadar Şark’da ve Garb’da altın devrini yaşayan İslâm medeniyeti, İslâm’ın, ilmin ve aklı ne kadar dostu ve hâmisi olduğunun isbâ’tı olmuştur. Bu sâyede birçok İslâmî ilimler tekâmül etmiş ve sayısız İslâm âlimi yetişmiştir.

 

B) İSLÂMÎ İLİMLER:

Hulefâ-yı Râşidîn devri (11/632-40/660) ile Emevî Devleti zamânı (40/660-133/750)’ndan başlayarak Abbâsî Devleti (133/750-656/1258) sonuna kadar büyük bir inkişâf gösteren İslâm ilimleri, başlıca kırâat, tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm ve akâid, felsefe ve tasavvuf, siyer ve kısas gibi İslâm’ın esas kaynaklarına istinâden gelişenlerle; tarih, coğrafya, matematik, tıb, astronomi ve mekanik gibi menşeini yabancı kültür ve medeniyetlerden alan “ulûm-ı dahîle” (sonradan giren ilimler)den ibârettir[42]. Fakat İslâm ulemâsı, ilimleri, aklî ilimler ve naklî ilimler şeklinde iki kısımda mütâlaa ederler[43].

Aklî ilimler, fikir ve düşünce sâhibi insanlar için bilinmesi tabiî olan ilimlerdir. Bunlar bir kavme mahsus değillerdir; bütün milletler arasında müşterektirler. Her millet bu ilimlerle meşgul olmuştur. İnsanlar bunları kendi akıl ve fikirleri sâyesinde öğrenir; mevzularını, mes’elelerini, delillerini, öğretim ve öğrenim yollarını kavrar; yanlışını, doğrusunu birbirinden fark ve temyiz eder. Bu ilimler mantık, aritmetik, geometri, mûsikî, astronomi, tabiîyyât, tıb, ilâhiyât ve bunların şûbelerinden ibârettir[44].

Naklî ilimler’e gelince, insanlar bu ilimleri ancak, onları vaz’ edenden nakil ve rivâyet etmek sûretiyle öğrenebilirler. Bu ilimlerden her biri, şerî’ati vaz’ edenden nakil ve rivâyete dayanır. Her birinin temeli ve esâsı, Kur’ân’m âyetleri ile Allah Resûlü’nün hadîs ve sünnetlerinden ibâret olan şer’î delillerdir. Bu şer’î delillerden her biri, şerî’ati vaz’ edenden nakil ve rivâyet edilir. Bütün şer’î deliller, Allah ve O’nun Peygamberi Mefhar-ı Kevneyn Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz tarafın­dan bize tebliğ edilmiştir. Allâh’m kitâbı Kur’ân’ı ve Resûlü’nün hadîslerini anlamak ve açıklamak üzere vaz edilen Arap dili ile alâkalı ilimler de naklî (şer’î) ilimlerden sayılırlar. Binâenaleyh naklî ilimleri; tefsir, kırâat, hadîs, fıkıh, ferâiz, usûl-i fıkıh, cedel ve hılâfiyyât, kelâm, tasavvuf ve bunların şubelerinden müteşekkildir[45].

Naklî olan bu şerî’at ilimleri, son derecede gelişmiştir. Bu sâhada çalışan ulemâ ve mütehassıslar, şerî’at ilimlerini ayrı ayrı ilimler hâline getirip bunları kendi zamanlarına göre en mütekâmil seviyeye çıkarmış, güzellik ve mükemmelliğin en üst derecesine ulaştırmışlar; her birinin mükemmel sûrette tâbir ve ıstılahlarını vaz’etmişlerdir. Şerî’at ilimlerinin her dalında, fikirlerine müracaat edilen büyük üstadlar yetişmiş; öğretimde istifâde edilen usûl ve kanûnlar vaz’edilmiş; bu ilimler ve öğretim usûlleri Doğu da ve Batı’dâ herkesçe malûm olan mümtaz yerlerini almışlardır[46]. Asırlar içinde bu ilimlerin her biri hakkında cildlerle eserler de vücûda getirilmiştir[47].

 

1. Lisânî ilimler, İslâm mûsikîsi, hatt san’atı ve kırâat ilmi:

İslâmî ilimler, Allah’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberi’nin hadîslerini anlamak ve açıklamak için vaz’ edilmişlerdir. Ana kaynakları doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’dir ve Kur’ân-ı Kerîm ile başlamışlardır.

Kur’ân’ı dikkatle okumak ve anlamak ihtiyâcı, diğer birçok ilimlerle berâber sarfı, lisânı, târihî, hattâ aklî ilimlerin de bilinmesini icab ettirdi. Bunlar sonradan müstakil birer ilim hâline geldiler.

Kur’ânin bir usûl ve makâm ile okunuşu, İslâm mûsikîsini vücûda getirdi.

Kur’ân-ı Kerîm’in muhâfazası, yalnız vuzuh bakımından değil, güzelik bakımından da Arab yazısının gelişmesine, hat san’atınm doğuşuna sebeb oldu[48]. Sahâbeler, Rasûl-i Mükerrem (s.a.v.)’in ağzından Kur’ân’m bazı kelime ve harflerinin okunuşunu (kırâ’atini) türlü şekil ve keyfiyette nakil ve rivâyet etmişlerdi. Bilâhare, rivâyet edilen bu kırâ’at şekillerinden on tanesi meşhur oldu. Neticede, Kur’ân’a mahsus bir kırâ’at ilmi doğdu[49]. Bunun faydası; Kur’ânTn kelimelerini telâffuz husûsunda dili hatâdan korumak, tahrif ve tağyirden muhâfaza etmek, kırâ’at imamlarından her birinin kırâ’atını bilmek ve okuyuşlarını birbirinden ayırmaktır.[50] Bu imamlara kurrâ (tekil: el-kâri’) denir[51].

 

2. Tefsir ilmi:

Kur’ânin tedkîki ile ortaya çıkan bir diğer ilim de tefsirdir. İslâmî bir ilim ve ıstılâh olan tefsir, Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerin mânâsını insan tâkati nisbetinde ve Arab dili kâidelerine göre açıklamak, sûre ve âyetler hakkında bilgiler vermek, âyetlerin hangi sebeble indiklerini belirtmek; sûre ve âyetlerle ilgili vak’a ve hükümleri bildirmek; Kur’ân-ı Kerîm’i kelime kelime tahlil ve îzah etmek ilmidir. Bu ilmin âlimine müfessir denir. Tefsirin gâyesi, Kur anın hakikatine varmak; sûre, âyet hattâ kelime olarak onun yanlış anlaşılmasına mâni olmaktır. Bu mevzuda İslâmiyet haklı bir hassasiyet göstermiş ve çok sayıda tefsir yazarak Kur’ânın anlaşılmasını aziz bir vazife bilmiştir[52].

Seyyidu s-Sakaleyn ve Mefhar-ı kevneyn Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz hayatta iken Kur’ânı anlamakta zorluk çeken bir kimse kendisine gelip sorar, âyetlerin en doğru mânâsını anlardı. Fakat Server-i Enbiyâ ‘aleyhi ekmelut-tahâyâ efendimizin vefâtından ve İslâm’ın kıt’alara yayılmasından sonra bu kolaylık kalmadı. Mukadder suallere cevap olarak, İslâm ulemâsı tarafından Kur’ânın tefsirini yazmak lüzumu hâsıl oldu, ilk halîfe ve sahabelerin şifâhî tefsirlerinden sonra ilk defa yazılı bir tefsir meydana getiren zâtın Mücâhid b. Cübeyr (veya Cebr) (21/642-103/721) olduğu bilinir. Mücâhid, tefsir bilgisini Cenâb-ı Risâletme’âb Efendimiz’in amcazâdesi, Kur’ân ve hadîs âlimi Abdullah ibni Âbbas’dan öğrenmiş ve yazıya geçirmiştir[53]. Bundan sonra tefsir ilmi büyük bir gelişme gösterdi. Şu müfessirler ve tefsirler en meşhurları arasındadır: Ibnü Cerîr et-Taberî (224/839-310/922), el-CâmiVl-Beyân fi TefsîriT-Kur’â[54], Mahmud b. Ömer Zemahşerî (467/1074-538/1143), el-Keşşâf ‘an Hakâ’ikı’t-Tenzîl[55]; Fahruddîn er-Râzî (543/1148- 606/1209), Mefâtîhu’l-Gayb (veya Tefsîru’l-Kebîr),[56] Kaadî Beyzâvî (ö.691/1292), Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl[57], Ibn Kesîr (774/1372), Tefsîrul-Kur’âni’l-‘Azîm[58].

Kur’ân-ı Kerîm’in sûre sûre, âyet âyet, kelime kelime hem mânâsını hem târihini; hem maddî mâ’nevî, türlü vicdan ve hayat problemlerine cevap veren dehâsını, hem de beyan güzelliğini bütün incelikleriyle açıklayan tefsirler, umûmiyetle 8-10 cildin üstünde, büyük çapta eserler hâlinde yazılmıştır. Bunlardan el-Keşşâf gibi bazı tefsirlerin birçok başka müfessirler tarafından hülâsaları yazılmış; Beyzâvî tefsiri gibi bazı eserlere de yine birçok tefsir ulemâsı tarafından hâşiyeler kaleme alınmıştır. İslâm âlimlerince dînî bir vazîfe, nâfile bir ibâdet telâkki edilen tefsir yazma hareketi, ihtiyaçlar sebebiyle zamânımıza kadar devam etmiştir. Türk müfessirleri tarafından umûmiyetle Arap diliyle yazılan tefsirlere, son asırda yeni, Türkçe tefsirler de ilâve edilmiştir. Ye­ni, Türkçe tefsirler arasında Elmalılı M. Hamdi Yazır (İ295/1878- 1358/1942)Tn, Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsiri[59] ile Konyalı Vehbi Efendi (1280/1863-1949)’nin Hulâsatü’l-Bey ân fi Tefsîrî’l-Kur’ân’ı[60] ve Ömer Nasuhî Bilmen (1300/1884-1971)’in Kur’ân- ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Alîsi ve Tefsiri[61] vardır. Bunlardan bilhassa Elmalının tefsiri, ilmi üstünlüğü sebebiyle haklı bir şöhrete sâhiptir.

 

3) Hadîs İlmi:          

Hadîs ilmi, İslâm Peygamberi Risâlet-meâbEfendimiz Hz. Muham- med (s.a.v.)’in “sözlerini ve fiillerini” bildiren bir ilimdir. Sözlerden mak- sad, Resûlullâh (s.a.v.)’in, Kur’ân-ı Kerîm yani vahy-i metlüv olmayarak buyurdukları sözlerdir[62]. Fiiller ise, O’ndan sâdır olmuş bulunan işlerdir ki, bunlara, İslam’ın Kur’an-ı Kerîm’den sonra ikinci kaynağı olarak, Müslümanlar uymak mecburiyetindedir. Tabiî olarak, yâhud peygamber­lik îcâbı olmak üzere kendilerinden sâdır olmuş bulunup Müslümanlar’ın ittibâ’ ile memur olmadıkları işler de “Peygamber’in fiileri” cümlesindendir[63].

İlm-i rivâyet, ilm-i ahbâr, ilm-i âsâr gibi isimler de verilen Hadîs ilmi başlıca iki kısma ayrılıp bunlardan birincisine Rivâyetü’l-Hadîs İl­mi denir[64].

Rivâyetü’l-Hadîs İlmi, en muteber görüşe göre; Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, sahâbeye ve tâbi’îne nisbet edilen söz, fiil, takrîr ve sıfatlardan ibâret olan yazılı naklin hassas ve dikkatli bir şekilde nakl edildiği bir ilimdir[65]. Buna, Fürû’-i Hadîs İlmi de denir[66], ki, Hadîş’in nakil ve rivâyetine müteallik bir ilimdir; bu ilim sâyesinde Mefhar-ı Kâinat (s.a.v.)’in filân şeyi söylediği veya işlediği veya takrîr ettiği bilinerek nakl olunur.[67] Habîb-i Zîşân Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve fiillerini muttasıl semâ* ile rivâyet, zabt ve tahrîr eden kitaplar hep bu ilme dâhildir.[68]

Hadîs ilminin ikinci kısmına Dirâyetü’l-Hadîs İlmi denir. Arap dili kâidelerine ve şerî’at hükümlerine göre Hadîs lâfızlarının mânâ ve mef­humlarından bahs eder[69]. Burada rivâyetin şartlan, nev’îleri ve hükümle­rinden; râvîlerin halleri ile şartlanndan; merviyyâtm (rivâyet edilen ha­berler) çeşitlerinden ve bunlardan mânâ çıkarmak keyfiyetlerinden; ge­rek senede ve gerek metne göre Hadîs’in sahih, hasen, za’îf, merfû’, mevkûf, maktû*, ‘âlî, nâzil ilh.. olduğundan ve senedlerde isimleri ge­çen ricâlin sıfatlarını bildiren kanûnlardan; kısaca sened ile metnin ahvâlinden bahs olunur.[70] Dirâyetü’l-Hadîs İllnine, Usûl-i Hadîs İlmi de denir[71].

Hadîs ilminin mevzuu, bazı İslâm ulemâsına göre, Cenâb-ı Peygam­ber (s.a.v.)’in zât-ı şerifidir; bazılarına göre ise Hadîs’in sened ve metnidir[72].

Bu ilmin gâyesi, Hadîslerdeki rivâyetin sahih olanını sahih olmayan­dan ayırmaktır. Böylece, Hadîs ile râvînin makbul ve merdud olanını öğ­renip, makbul olam ile amel etmek ve merdud olanını terk etmektedir[73].

Hulâsa, ilk Müslümanların dîne, ilme, hukûka, içtimâi hayâta ve dünyâya âit birçok meseleleri, Yüce Peygamber (s.a.v.) Efendimiz sâyesinde Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleriyle hallediliyordu. Birçok problemler, Allah’ın vahyini beklemeğe lüzum bile görmeden bizzat Hâtemü’l,Enbiyâ ‘aleyhi Efdalü’t-tahâyâ Efendimiz tarafından söylenen sözler, verilen hü­kümler, hattâ yapılan hareketlerle aydınlatılıyordu. Bu suretle Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.)’in dinî, İlmî, hukûkî, içtimâi vb. birçok mes’eleler hak­kında söylediği sözlere, bu mevzuda yaptığı hareketlere, hattâ bazı hâdiseler karşısında hiçbir şey söylemeyip susmayı tercih edişine İslâm’da Hadîs denir. Hadîs, iki kısımdan meydana gelir: İsnad ve me­tin. îsnâd’a, râvîler zinciri de denir. Bu zincir sâyesinde, Hadîsleri Ne­biyy-i Kerîm ‘aleyhi salavâtü’r-Rabbi’r-Rahîm Efendimiz (s.a.v.)’den rivâyet edenlerin rivâyetlerinin Resûlullâh (s.a.v.)’e ulaşması ve bu Hadîsleri rivâyet edenlerin ahlâk ve adâlet gibi halleri incelenir, ancak bu incelemeler neticesindedir ki, haberlerinin doğru olduğu isbât edildik­ten sonra bunlar tarafından rivâyet edilen Hadîslerle amel etmek vâcib olur. Bu ilim Hadîs ilmidir[74].

Müslümanlar dünyânın her yerinde, husûsî ve umûmî bütün hayatla­rında, Rasûlullâh (s.a.v.)’in Hadîsleri’ne çok bağlıdırlar. Bu sebepdendir ki, O’nun söylediklerini ve yaptıklarını titizlikle muhâfaza etmişlerdir; İslâm’a mahsus bir Hadîs ilmi vaz etmiş ve Kütüb-i Sitte’yi meydana ge­tirmişlerdir.

Bidâyette, Hadîslerin yazılmasına Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashabından bazısının husûsî teşebbüsleri ile başlandı. Hadîsleri, Hz. Pey­gamber (s.a.y.) Efendimiz ‘den ilk rivâyet edenlerden toplamak işi, O’nun vefâtmdan sonra da devâm etti. Kur’ânın tedvininde olduğu gibi, bu rivâyetlerin toplanmasında da mevsûkıyet arandı. Mâlumdur ki, Nûh, Mûsâ ve Isâ gibi peygamberler’e veya eski zamanların Budda ve benzeri meşhur adamlarına âid bilgiler birkaç sahîfede nakledilebilirler. Halbuki Hz. Muhammed ‘aleyhi efdalü’s-salât ve’s-selâm Efendimiz (s.a.v.)’in hayâtına dâir bilinen tafsilât binlerce sahîfeyi doldurmaktadır. Mevsûk ve sahîh mâlûmâtı gelecek nesillere intikâl ettirmek için tasavvurların fevkinde gayret sarf edilmiştir. Bu hizmeti yapan, Hadîs ilmi ve âlimleri olmuştur[75].

 

4. Fıkıh ilmi:

Kur’ân ve Hadîs esaslarına dayanarak meydana gelen İslâmî bir ilim de Fıkıh’dır. Fıkıh, İslâm şerî’ati, daha yaygın bir isimle, İslâm hukûku’dur. İslâm’da hukuk ilminin adıdır. Kelime olarak, fehmetmek ve anlamak demektir, ki İslâm’ın başlangıcında ilim mânâsında kullanı­lırdı. Fakat zamanla, “hem İlâhî hem de beşerî işlerin ilmi” oldu, ibâdete, inamşa; âile, miras, akid’ler, sosyal hayâtın ortaya koyduğu türlü prob­lemler; suçlar ve cezâlar; muhâkeme usulleri, devlet idâresi, hattâ harb hukukuna âit meseleleri ve çözüm yollarını bağrında toplayan büyük il­me ad oldu. Alimlerine, Fakîh denildi. İslâm dünyasında hakkında ençok eser yazılan, Fıkıh ilmi sâhası oldu. İslam kütüphâneleri, Fıkıh eserleri ile doldu.

Fakîhler, Kur’ân ve Hadîs’e dayanarak ictihâdda bulunduklarından aralarında köklü değişiklikler olmadı. Ictihâd farkları yüzünden Fıkhî mezhebler meydana geldi. Bunların dördü, bütün Sünnî Müslümanların sâlik oldukları mezheblerdir ki, Hanefî, Mâliki, Şâfi’î ve Hanbelî isimleri­ni almaktadırlar[76].

Fıkıh ilminin sahası içine, başlangıçta, ftikâdî ve ahlâkî mes’eleler de giriyordu. Sonradan fıkhî mes’eleler çoğalınca, fıkıh ilmi, “ibâdâta, muâmelât ve ukubâta müteallik şer’î mesâilin hey’et-i mecmuası” diye ta’- rif edildi.

Şer’î, şerî’at tabirinin mürâdifidir ve “dînî hükümler”in adı olmuştur. Din lisânında şeriat, “Cenâb-ı Hakkın kullan için vaz’ etmiş olduğu dinî ve dünyevî ahkâmın hey’et-i mecmuasıdır.” Bu itibarla şerî’at; din ile müterâdif olup hem “ahkâm-ı asliyye” denilen itikâdiyyatı, hem de “ahkâm-ı fer’iyye-i ‘ameliyye” denilen ibâdet, ahlâk ve muâmelâtı ihtivâ eder, Umumî olarak şerî’at, “bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun” demektir. Bu kanunu vaz£ eden Cenâb-ı Hakk’a, “Şâri’-i mübîn”; onu insanlara tebliğ edeiı peygambere de “Şâri'” ünvânı verilir, ahkâm-ı şer’iyye denilince bundan İlâhî kanun hükümleri anlaşılır ve bu­nunla asıl Kur’ân’a, Hadîs’e ve Icmâ’a serâhaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur.

İslâm müctehidlerinin kıyas ve ictihâd yolu ile istinbat ettikleri hü­kümler ise, “ahkâm-ı fıkhiyye”, “mesâil-i fer’iyye-i ameliyye” nâmı ile yâd olunur[77].

 

5) Kelâm ilmi:                     

Hukuka âit münâkaşalar nasıl fıkıh ilminin gelişmesine te’sîr ettiyse, inamş’a ve ilâhiyâta âit tartışmalar da Kelâm, Akâid ve Tasavvuf gibi ilimlerin doğmasına sebeb oldu.

Allah’ın zât’t-ve sıfatları; yaradılışın başlangıcı ve sonu; varlığın, yok­luğun ve varlıklara âit hakikatlerin araştırılması gibi, felsefenin mevzu’u olan mes’eleler ve meçhuller üzerinde İslâm’ın esaslarına sâdık kalarak yapılan araştırmalar, gösterilen deliller, bu ilmin mevzuunu teşkil etti ve etmektedir[78].

Müslümanlarin hem gayr-i Müslimlerle hem de bizzat kendi arala­rında yaptıkları kalem münâkaşaları yüzünden tasavvufa ve İslâm felse­fesine, Yunan ile Hind ve diğer milletlerin felsefelerinden birçok unsurlar girdi. Bilâhare bu sâhalarda Müslümanlarin el-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi kendi orijinal ve derin bilgileriyle şöhret bulmuş filozofları yetişti. Mes’ud bir tesâdüf eseri olarak, Arapça’ya tercüme edilmiş ve asıl- ları kayb olmuş olan yüzlerce Yunan ve Sanskıritçe eser Arab dili sâyesinde, gelecek nesillere intikâl etme imkânına sâhib oldu[79]. :

İslâm dîni, bizzat Kur’ân’mda, kendisinden önceki dinlerden ibretle bahseder. İslâm san’at ve medeniyeti kadîm medeniyetlerden seçilmiş mirasları benimserken, İslâm ilimleri de eski medeniyetlere âit ilimler­den faydalanmıştır. Hicretin ikinci asrından başlayarak Müslüman âlimlerin, meselâ eski Yunan ilim ve tefekküründen çok iyi bir şekilde istifâde ettikleri bilinir. Kadîm medeniyetlerin ilim ve fikir eserlerini İslâm’ın süzgecinden geçirerek onların İslâm prensiplerine uygun değer­lerini seçmek, bu hususda Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gösterdiği müsamahadan faydalanmak ve böylelikle İslâm dün­yasında yeni bir İlmî disiplin kurmak yolunda İslâm âlimleri, büyük us­talık ve anlayış göstermişlerdir. İslâm’ın eski kültürlerden faydalanması, herşeyden evvel, insanlık târihine temel atmış olanlara hakkını vermek ve yükselen yeni İslam medeniyetinde böyle temellerden faydalanmak şeklindeki medenî bir terbiyenin ifadesiydi[80].

İslâm ilimlerinin mektebi, evvelâ mescidlerle câmiler, sonra kütüphânelerle medreseler olmuştur. İslâm’ın ilk büyük hocası, Hz. Mu­hammed (s.a.v.)’di. Peygamber, câmide oturur, yâhut ayakta durur, mes- cid direklerinden bir hurma sütûnuna yaslanır; etrâfmı halka hâlinde sa­ran sahâbelerine vaaz eder; iman bilgileri, hikmet ve hayat bilgilerini ve­rirdi. Dinleyenlerin, Hz. Peygamber ‘aleyhi ekmelü’t-tahiyyât ve’t- teslîmât Efendimizin Hadîslerini üç defa tekrar ederek, ezberledikleri bi­linirdi. Habîb-i Hudâ ‘aleyhi efdalü’t-tahâyâ Efendimiz ve halîfeleri, Müs­lümanların ilmin büyük kıymetini ve ilim yolunda yapılacak her çalışma­nın ehemmiyetini, insanlığın ve Müslümanlığın en çok ilim yolu ile yükse­leceğini ısrarla öğretip telkîn ediyorlardı, ilim, uğrunda katlanılan güç­lükler ölçüsünde sevab sayılıyordu, Hocalara, rabbâniyyûn gibi mukad­des isimler veriliyor; talebe, ilim ehli ünvânıyle yüceltiliyordu. Câmilerin birer mektep vazifesi görmesi, daha ilk anlardan başlayarak bütün İslâm âlemine yayıldı. âlimlere câmilerde yatacak yerler ayrıldı. Daha sonrala­rı câmi çevrelerindeâlimler için yaptırılan husûsî evler, câmilerde te’sîs edilen kitaplıklar ve benzeri çalışmalarla İslâmda önce câmiler birer aka­demik çevre çehresi aldı. Daha sonra daha başka akademik müesseseler kuruldu. Bağdad’da hicretin II. asrın sonlarında Halîfe Me’mûn (170- 218/786-833) tarafından kurulan Beytü’l-Hikme bunlar arasındaydı. Halîfe Mansûr (136-158/754/775), burada hendese, astronomi, tıb ve kimyâ ilimlerinin, mantık ve felsefenin gelişmesi için gayret sarfediyordu. Halîfe Mu’tezid (242-289/857-902), Bağdad’da yeni bir saray inşâ ettiği zaman, saray çevresine âlimler için evler, dershâneler ve kütüphâneler yaptırmıştı. Bunu, diğer İslâm büyüklerinin ta’kib ettiği ve belli başlı İslâm şehirlerinde böyle dershâneler ve hikmet hazîneleri adı verilen kütüphâneler kurulduğu görüldü. İslâm medeniyeti Mısır’a yayıldığı za­man, bilhassa Şiî-Fâtımîler’in inanışına âit düşünceleri, eski Yunan il­mi ile daha çok anlaştığından burada eski Yunan kültüründen de fay­dalanan daha büyük kütüphâneler, dârü’l-ilm yâhut dârü’l-hikme adı verilen kültür müesseseleri kuruldu. Ancak bunların şi’î propagandasına âlet edilmeleri, hattâ Kâhire’de bazı sünnî âlimlerin öldürülmesi gibi hâdiseler, İslâm’ın sünnî ve hanefılerle meskûn ülkelerinde, bu sefer medrese adlı ilim müesseselerinin kurulmasını gerektirdi. Daha önce kurulmuş bâzı medreseler bulunmakla berâber, İslâm kültürünün üniver­siteleri mâhiyetindeki geniş teşkilâtlı büyük medreselerin ilk kurucusu, tanınmış Selçuklu veziri Nizâmü’l-Mülk (408/1018-485/1092)’dür. Onun medresede yaptığı veya geliştirdiği inkılâp, bu medreselere, kendilerine maddî yardım yapılan çok sayıda talebe almasıdır. Selçuklu vezirinin bir kültür ve hayır müessesesi olarak kurduğu böyle medreseler kısa zaman­da bilhassa Türk-lslâm dünyâsında dînin, ilmin, medeniyetin ve hüküm­ranlığın vazgeçilmez müesseseleri hâlinde çoğalmış ve gelişmiştir. Nizâmü’l-Mülk, Nişâbur’da ve daha sonra Belh’de, Musul’da, Merv’de ve Herat’da, adlarına Nizâmiyye denilen medreseler kurmakla berâber, onun bu mevzudaki en büyük eseri, Bağdad’da 60.000 dînar sarfederek kurduğu meşhur Medrese-i Nizamiye’dir. Selçuklu Türkleri ve onları ta’kîp eden Atabekler (el-Cezîre, Sûriye, Musul, Haleb ve Erbil’de hü­küm süren Selçuklu askerî ümerâsı, nâm-ı diğer, Zengîler, H. 494- 630/M. 1104-1233), Eyyûfeîler (H.564-930/M.1169-1524) ve Memlûkler (H.648-922/M. 1250-1517) zamâmnda medrese inşaatına ısrarla devâm edildi. Bilhassa Anadolu Selçukluları (H.470-707/M. 1077-1307) devrinde medrese inşaatı sadece kültüre ve îmana hizmet etmekle kalmı­yor, aynı zamanda mimârî san’atın birer şâheseri hâlinde kuruluyordu. Nitekim Konya’da yaptırdıkları Sırçalı Medrese (Konya, H.640/M.1242), Karatay Medresesi (Antalya, H.648/M.1250), İnce Minâreîi Medrese, (Konya, H.650/M.1258), Anadolu Selçuklularının böyle âbideleriydi. Si­vas’daki Gök Medrese, Erzurum’daki Çifte Minâreîi, bir başka deyişle Hâtûnîyye Medresesi (551/1156) gibi iki katlı medreseler ve diğer Sel­çuk şehirlerindeki benzerleri, hep böyle eserlerdi. Tanınmış İslâm seyyahı İfon Batûta (72/1303-780/1378), Selçukluların son ve Osmanlılar’m ilk zamanlarında Anadolu’da yalmz büyük şehirlerde değil, küçük kasabalar­da bile medreseler bulunduğunu seyâhatnâmesinde ehemmiyetle belirt­miştir. Osmanlı Devleti de medrese inşaatına büyük ehemmiyet vermiş, Bursa’da, Edirne’de, bilhassa İstanbul’da muazzam medreseler yaptırmış­tır. Devletin Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında hükümdarlar, vezirler ve diğer devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler, yalnız sayı ba­kımından değil, yapılışlarındaki mîmârî bakımından da devirlerinin en üstün kültür ve s an’at âbideleri arasındaydı. İslâm medeniyeti çağlarında ve yine ilk asırlardan başlayarak İslâm coğrafyasının her yerinde kurulan Hânkâh (dergâh), Zâviye ve Tekke adlı müesseseler de İslâm irfânının; medreseye nisbetle daha serbest tefekkürün, bilhassa tasavvuf kültür ve inanışının gelişmesine hizmet etmiş; bilgisi, düşüncesi; meşki ve mûsikîsi; tekke mîmârîsi, âdâb, erkân, kıyâfet ve dekorasyonlarıyla geniş ölçüde fikir, irfân ve medeniyet merkezliği yapmış; birer halk mektebi vazifesi görmüştür[ii].

 

II- İSLÂM MEDENÎYETİNÎN GELİŞTİRDİĞİ VE GARBA TE’SİR EDEN ÎLİMLER, ÂLİMLER VE ESERLERİ:

Bunlar Müslümanların, gelişmelerine veya ortaya çıkmalarına hiz­met ettikleri ilimlerdir ki aralarında Târih ve Sosyoloji, Coğrafya ve To­pografya, Astronomi, Tabii ilimler, Tıb, Optik, Mineroloji ve Mekanik, Zo­oloji, Matematik, Fizik ve Kimya vardır.

1) Tarih ve Sosyoloji:

Müslümanların bu iki ilim dalma yaptıkları hizmetler iki bakımdan mühimdir. Birincisi mevşûkıyet; İkincisi de, en çeşitli teferruâtm toplan­ması ve muhâfazasıdır. Târihin ışığında doğan İslâm Dîni’nin, dedikodu­lara ve efsânelere ihtiyacı olmamıştır. Fakat, İslâm’ın bugünkü târihi, kendi hakkındaki bu kat’iyyet ve mevsûkıyeti asırlar boyunca muhâfaza edebilmek için itimâda tam lâyık tedbirler alınmasına lüzum göstermiş­tir. Şâhidler, eskiden sâdece hukuk mahkemelerinde aranırdı. Müslümanlar bunu târihe de tatbîk ettiler: Her nakledilen rivâyet için delîl iste­diler. Hâdiseyi gören birinci nesilde, hâdisenin güvenilir bir şahidine sâhib olmak kâfi sayıldı ise de, ikinci nesilde, birbirine bağlı iki me’hazın zikredilmesi şart koşuldu[iii]. Şöyle ki: “Şu tafsilâtı (A)’dan işittim, o da bu­nu, hâdisenin vukûu zamânmda yaşamış olan (B)’den işittiğini söyledi” tarzındaki bir rivâyet tarzı usûl ittihaz edildi. Böylece üçüncü nesilde üç, dördüncü nesilde dört ilh. şâhidlere lüzûm hâsıl oldu. Haltercemesi kitablarında hem kendi şahsiyetleri hem de üstadları hakkında geniş tafsilât bulunan bu şâhid ve deliller, rivâyet zincirinin mevsûkıyetini te’min etmişlerdir[81].

İslâm dünyâsında târihcilik, Mefhar-i Enbiyâ ‘aleyhi efdalü’s-salavâti , ve’t-tahiyyât Efendimiz’in 63 senelik hayâtından bahseden “Siyer-i Nebi,” veya, “Siyretü’n-Nebevî” kısaca “Siyer” kitapları ile, yine O’nun askerî se­fer ve faaliyetlerine dâir olan “Magâzî” isimli eserlerin yazılmasıyle başla­dı. Bu sâhadaki ilk faâliyetlerin tohumları Emevîler zamânmda atıldı. Gerçekten kudsî bir mâhiyeti olan Risâlet-meaâb (s.a.v.) devrine ait vukû’ât ve menkıbeler, mukaddes hâtıralar hâlinde daha o zamanlar- muhafaza ve rivâyet ediliyor ve bu sûretle zabtedilmiş oluyorladı. Kur’ân- ı Kerîm âyetlerini tefsir etmek ihtiyâcı bunların nüzûl sebeblerinin bilin­mesini; Hadîsleri şerhetmek ihtiyâcı da, bunların vürûd sebeblerinin bi­linmesini zarûrî kıldığından, Nebiyy-i Kerîm ‘aleyhi Salavâtü’r-Rabbi’r- Rahîm devrine âit olarak rivâyet edilen menkıbelerle vukûâtm pek erken bir zamanda cem’ ve zabtedilmesi mecbûriyeti hâsıl oldu. Böylece ilk defa olmak üzere Mefhar-ı Kevneyn (s.a.v.) Efendimiz’in hayâtından bahseden Siyer ve Magâzî kitapları meydana geldi[82].

Kur’ân-ı Mübîn’de önceki peygamberlerin ibretli vak’alarma temas eden âyet-i kerîmelerin bulunması, tabî’î olarak peygamberler târihi hak­kında tetebbu’ât yapılmasını icâb ettirdi. Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh ilimleri inkişâf ederken, Asr-ı Sa’âdet (Hz. Peygamber Devri) gibi Hulefâ-yı Râşidîn devirlerinin de bilinmesine lüzum hâsıl oldu. Bilhassa fıkhî ve hukûkî ictihâdlar başladıktan sonra; Halîfeler’in idârî, askerî, siyâsî, ictimâ’î ve dînî hayatlarının tedkîkî bir zarûret hâline geldi. Bu sûretle, münhasıran İslâm devrine ve peygamberler târihine âid tarihçilik başla­mış oldu. Bu mesâilere, Tabakât faâliyetleri de inzimâm etti. Halterce­mesi denilen Tabakât hakkmdaki faâliyetler, daha çok Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hadîs-i şeriflerinin senedleri’ni tedkîk mecbûriyetiyle başladı. Nakledilen bir Hadîs’in sıhhat ve kıymeti hakkında kanâat hâsıl edebil­mek için râvîlerin haltercemelerini ve diğer hususlarını inceden inceye tahkîk ve tehkîk etmek îcab etti. Bu sûretle hidâyette Tabakâtü’l-

Muhaddisîn denilen eserler vücûda geldi. Daha sonra Tefsir, Fıkıh, Kelam, Edebiyât, Lisân ilh. âlimlerinin haltercemelerini ihtivâ eden TâbakâtüT-Müfessirîn, Tabakâtü’l-Fukahâ, Tabakâtü’l-Mütekelli- mîn, Tabakâtü’ş-Şu’arâ, Tabakâtü’l-Luğaviyyûn.. isimleriyle bir ta­kım eserler yazıldı.

Siyretü’n-Nebevî’ye dâir ilk eser yazanın, ‘Urve b. ez-Zübeyr (8.93/711) olduğu bilinir. Fakat bu devrin Siyer ve Magâzî itibariyle en mühim şahsiyeti Ebû Abdillâh Muhammed b. İshak (ö. 151/768)’dir. îbn İshâk’m eserini Muhammed b. Hişâm (Ö.218/838), es-Siyretü’n-Nebe- viyye başlıklı eserine dere etmiştir[83]. En eski Siyer ve Magâzî kitablann- dan çoğu zâyi olmuş bulunmasına rağmen Asr-ı Saâdet târihi için eli­mizde pek kıymetli kaynaklar ve vesikalar vardır. Bunların en mühimmi, Furkân-ı Mübîn; ve sahîh Hadîsleri ihtivâ eden Kütiib-i Sitte’dir. En eski tefsirlerle Sahîh-i Bubârî, Sahîh-i Müslim ve şerhleri, Cenâb- Risâle-penâh Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayâtı için en feyizli birer menba teşkil ederler. Bunlardan sonra îbn Hişâm’m mezkûr eseri ile Vâkıdî (130/737-207/823)’xıin KitâbuT Magâzî si ve Îbn Sa’d (ö. 230/844)’m et-Tabakâtu’l-Kubrâsı gelir[84].

İslâm târihi ile Türkler’in İslâm’dan sonraki devirlerine âid eserler çok ve çeşitlidir. Bu eserleri mevzuları itibariyle başlıca dört sınıfa ayır­mak mümkündür: 1) Umûmî târihler, 2) husûsî târihler, 3) tabakât ve haltereemeleri, 4) mesleklere dâir eserler. Umûmî târihler, Hz. Adem’den itibaren müverrihin kendi zamanına kadar olan hâdise ve vakalardan, muayyen milletlerden fakat en çok İslâm milletleri ve hükümetlerinden bahseden eserlerdir. İslâm öncesi milletler millî tarih yazdıkları halde İslâm müverrihleri bu şekilde umûmî târihler vücûda getirmişlerdir. Mu- hammed b. Cerîr et-Taberî (224/838-310/932) nin Târîhu’l-Ümem ve’l- Mulûk’ü, lbnü’1-Esîr (555/1160-630/1232)’in Târîhu’l-Kâmilı ve el- Mes udî (ö. 346/957)’nin Mürûcu’z-Zeheb ve Ma’âdinu’l-Cevher’i bu mâhiyette olan eserlerdir.[85] Husûsî târihler de, bir devrin veya bir hükümdârm veyâhut bir sülâlenin, bir memleketin veya bir beldenin târihinden bahseden kitablardır. Bunlara misâl, Vâkıdînin Fütûhu’ş- Şâm’ı ile Balâzurî (ö. 279/892)’nin Fütûhu’l Büldân’ıdır[86]. Memleketler târihine dâir eserler arasında îbn Asâkir (499/1105-571/1174) tarafından seksen cild hâlinde yazılan Târîh-i Dımaşk ile Hatîbü’l-Bağdâdî (392/1001-463/1070)’nin Târîtıı Bağdâd’mı zikretmek icabeder[87]. Biyog­rafi denilen Tabakât ve Haltercemesi kitablanna gelince, bu sâhada yazı­lan eserlein en eskisi, îbn Sa’d’m yukarıda zikredilen Tabakâtü’l- Kübrât’sı ile îbn Kuteybe (ö. 236/850)’nin Tabakâtu’ş-Şu’arâ1 sidir. Bu kısımdaki eserlere îbn Hallikân (608/1211-68l/1282)’m Vefiyâtu’l-A’yân isimli 8 cildlik eseri (Beyrut 1968) ile îbn Nedîm (hicrî IV/mîlâdî X. asır)’m Fihrst’i[88]; îbn Kıftî (563/1167-646/1248)’nin Terâcimu’l- Hukemâ’sı[89]; îbn Ebî Useybi’a (600/1203-668/1269)’nın Uyûnu’l-Enbâ fi Tabakâti’l-Etibbâ sı[90]; Abdullâh el-Enbârî (513/119-577/1181)^^ Tabakâtu’l-Üdebâ sı[91]; Sâ’id el-Endülüsi (420/1029-462/1069)’nin Tabakâtu’MJmem’i[92] gibi pek mühim me’hazlar dâhildir[93].

Mesleklere âid kitablar arasında da, hicrî IV. asır başlarında (m. X) yazılmış Ebû Zeyd Belhî’nin Suvaru’l-Ekâlîm’i[94] ile Ebû îshak el- Istahârrî (340/95l’de yaşıyordu)’nin Mesâliku’l-Memâlik[95] [96] ünvanlı eser­leri vardır. Bunların hâricinde dinler ve mezheblere, siyâset ve idâri işle­re, edebî ve ictimâ’î hayâta dâir târîhî tetebbular için kaynak olabilecek birçok eser yazılmıştır. Dinler ve mezhebler hakkında olanlardan Ibn Hazm ez-Zâhirî (384/994-456/1064)’nin Kitâbu’l-Milel ve’n-Nihal isimli eserini[97] zikretmek kâfidir. Siyâset, idâre, edebî ve ictimâî hayat için olan tedkîklere dâir de imâm Ebû Yûsuf (113/731-182/798)ün Kitâbu’l-Ha- rac’ı[98] İmâm Ebû’l-Hasan el-Mâverdî (364/974-450/1058)’nin el-Ahkâmu’s-Sultâniyyesi[99], Nizâmu’l-Mülk (H.408-485/M.1018-1092)’ün Siyâsetnâme’si[100], târih felsefesi ve sosyoloji ilminin kurucularından sa­yılan Ibn Haldun (732/1332-808/1406)’un Mukaddime’si[101] en meşhûr kaynaklar arasında bulunmaktadır.[102]

Târih ilmine hizmet, en büyük İslâm devletlerinden birini kurmuş olan Osmanlı Türkleri devrinde de devâm etti ve zengin târihî eserler meydana getirildi[103]. Ibn Haldun’un te’sîrinde kalan Ahmed Cevdet Paşa (H. 1238-1312/M. 1822-1895)’mn Târîh-i Cevdet’i bu eserlerin en mükem­mellerinden biridir[104].

 

2) Coğrafya ve Topografya:

İslâmiyet Arabistan Yarımadası’nın çöl, vâha ve step sâhalarından

Asya, Afrika ve Avrupa’ya çıkarak az zamanda her üç kıt’aya yayılmış ve bu suretle fizikî ve beşerî bakımdan çok değişik coğrafyalarla karşı karşı­ya gelmişti. Ticâret gibi Hacc ibâdeti de, geniş İslâm Devletinde haberleş­meye ihtiyaç göstermişti. Her vakit her tarafa posta çalışıyordu. Türkis­tan’dan Mısır’a hemen hergün posta vardı. Bilindiği üzere, İslâm’ın do­ğum yeri olan Mekke-i Mükerreme, İslâm’ın beş esâsından biri olan Hacc ibâdetinin îfâ edildiği mukaddes bir yerdir. Bu ibâdeti îfa etmek için her sene dünyânın dört bir yanından kalkıp gelen Müslümanlar burada topla­nırlar. Burada, namazı kendisine doğru kıldıkları Kâbe-i Mu’azzama var­dır. İşte mescid ve câmilerde kıblenin tesbîti; oruç ve namaz için vaktin tâyîni ve hacc etmek için İslâm âleminin her tarafından gelen muhtelif renk, cins ve dildeki Müslümanların Mekke’yi ziyaretleri gibi hususlara müteallik dînî emirler, İslâm medeniyetinde coğrafyanın inkişâfında bü­yük rol oynamışlardır.

İslâm’da coğrâfî eserler, takriben milâdi 800 târihlerinden itibaren ortaya çıkmağa başlamış; fütûhât devrinde geniş İslâm topraklarına dâir olan müşahhas bilgilerle zenginleşmiş; bilhassa ilk İslâm kültürü mer­kezlerinden biri olan Bağdad şehri etrâfında, İslâm medeniyetinin artık şeklini almış olduğu devirde bir taraftan Îran-Hind, diğer taraftan eski Yunan kaynaklarına el atıldığı zamanlarda büyük inkişâfa mazhar ola­rak IV(X) ve V(XI). asırlarda en yüksek mertebeye ulaşmıştır.

Coğrafya ilminin İslâm’da klâsik bir şekil alması mîlâdî VIII ve IX. asırlarda Abbâsî halîfelerinin yabancı kaynaklardan hey’et ve coğrafyaya âid eserler tercüme edilmesini teşvik etmeleri ile başladı. Maddî âleme dâir olan mütenevvi’ mâ’lûmât, bu asırlarda Bağdad mektebinde müsbet eserler şekline girdi. Başlangıçta hemen hemen yabancı eserleri çevir­mekle iktifâ eden İslâm astronomi ve coğrafyacıları, sonraları, şahsî tedkîkleri ile, coğrafya ilmini de hayli inkişâf ettirdiler.

Müslümanlar, Batlamyos’un eserlerini evvelâ Süryânî ve İbrânice tercümelerinden öğrendiler. Daha sonra bunları asıllarındân Arabca’ya tercüme ettiler. Bu Yunan âliminin ana eseri, Almagest’tir. ikinci büyük kitabı ise coğrafyasıdır. Batlamyos’un coğrafyaya ait bu eserinin Arab­ca’ya çeşidli tercümeleri yapılmıştır. Bunlardan bugün elde mevcud olanı, 816/817-826/827 mîlâdî seneleri arasında ve Halîfe Me’mûn zamânmda yazılmış olan, Muhammed b. Mûsâ el-Harezmî’nin Kitâbu Sûreti’I-Arz (nşr. H. von M“zik, Bibi. arab. hist. geogr., III. 1926)’ıdır. Bu eserde, Batlamyos’un büsbütün başka bir şekli vardır, ki Harizmî, Batlamyos’un kitabım burada kısmen tashîh ve ikmâl etmiş, kısmen de değiştirmiştir.

Eski Yunan hey’et-coğrafyası’mn Müslümanlar’a intikâlinde, birçok âlimi, hey’et rasadları ile vazifelendirmiş olan Halîfe Me’mun (198/813- 218/833) devrindeki ilmi faâliyetlerin mühim rolü oldu. Bu ilmi faâliyetlerin neticelerinden biri, ez-Zîcü’l-Me’mûnî el-Mumtehan isimli astronomik cedvellerin tercemesi idi. İkincisi de bir cihân haritasının vücûda getirilmiş olmasıydı. Daha sonraki devirlerde, Horasan’da Sâmânîler ile Sicilya’da Norman kralları gibi kudretli hükümdarların teşviki sâyesinde, kartografya sahasında büyük gelişmeler görüldü. Ri­yaziyeci ye astronom Harazmî, el-Kindî (7-246/860), Sâbit b. Kurra (211/826-288/901) ve el-Battânî (7-317/929) gibi müelliflerden sonra yazı­lan ve Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-Memâlik adı ile anılan eserlerde, tabii ve riyâzî mâlûmâtdan ziyâde, beşerî ve İktisâdi mâlûmâta yer verilmiştir.

IV/X. asrın en orijinal coğrafya müellifi Mes’ûdî (ö. 346/957)’dir. Yaz­dığı Mürûcü’z-Zeheb ve Ma’âdiım’bCevher[105] ve et-Tenbıh ve’l- tşrâk’da[106] dolaştığı memleketleri tasvir etmektedir. Müellif, eserlerine, aynı zamanda târihî hâşiyeler de ilâve etmiş ve daha evvelki devrin coğ­rafyacılarında rastladığı bütün coğrâfî mes’eleleri münâkaşa etmiştir. Di­ğer seyyahlardan biri de Ibn Fadlan’dır. Bu zât, 309/310 (921/922) târihinde Halîfe Muktedir bi’l-lâh (908-932 m.) tarafından Volga (Idil) Bulgarları nezdine elçi olarak gönderilmişti.

Şeyâhatnâmeler, bir vak’anüvislik vasfi taşıyan mevzii coğrafya eser­lerinden farksızdır. Bunların başında, Hıtat ismi altında, Mısır bibliyog­rafyasının ilk eserleri gelir. Bunlar, Ibn Abdi’l-Hakem (ö. 257/871)’in Fütûhu Mısır’ında olduğu gibi topografik tasvirleri ihtivâ ederler. Mağ- rib’in coğrâfî tasvirleri Muhammed b. Yûsuf el-Varrâk (ö. 529/1134)’m Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik isimli eserinde görülmektedir. Arabis­tan Yandamadası, Ebû Muhammed el-Hamadânî (280/893-334/945)’nin Sıfatu Cezîrati’l-Arab[107] isimli eserlerinde pek muhteşem bir şekilde tasvir edilmiştir.

Bir tek şehre inhisâr eden ve mevzii tasvirlerden pek ayrılmayan tarihî-topoğrafik bir hayli eser de vücuda getirilmiştir. Târih ve biyograf- ya mâlûmâtı, şehirlerin tasvirlerinde büyük bir yer işgâl etmiştir. Bu se- bebden şehir tasvirleri târih ünvâmm almış ve Târîh-i Mekke, Târîh-i Bağdâd, Târîh-i Dımaşk, Târîh-i Buhârâ gibi şarkın ve garbın birçok şehirleri hakkında târihî ve topoğrafik cildler dolusu eserler yazılmıştır.

V/XI. asrın mühim coğrafya eseri, Endülüslü Ebû ‘Ubeydi’l-Bekrî’nin milâdî 1067 târihinde yazdığı Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik’dir. Bu asra âit seyâhatnâmeler arasında Nâsır-ı Hüsrev’in 1045’de yazdığı Fars­ça meşhur Sefemâme’si ile Fransa ve Almanya’da seyâhat eden Ibrâhîm Tartûşî (ö. H.478/M.1085)’nin verdiği mâTûmât dikkat çeker. En mühim hâdise, tavsifi coğrafya ile astronomik coğrafyanın birbirine yaklaşması oldu. Bunların bir misâlini, Idrîsî (1101-1154)’nin Nüzhetü’l-Müştâk fî İhtirâkı’l-Afâk isimli eseri teşkil eder. Bu eser, 70 haritası ile şöhret ka­zanmıştır. Her harita, 7 iklim (bölge)’den birinin onda birini gösterir ki bu, İslâm kârtografyasmda yeni bir keyfiyettir. VI/XII. asrın ortalarına ‘âid bir eser, Endülüslü bir müellf ez-Zührînin Kitâbu’l-Coğrafya’sidir. Yâkût’un meşhur eseri Mu’cemu’l-Büldân, (623/1228)’de, Abbâsî hilâfeti zamâmnda, İslâm’ın siyâsî vahdeti kemâlini bulduktan sonra tamamlan­dı. Alfâbetik sıraya göre tertib edilmiş olan bu muazzam eser, daha evvel­ki nesillerin tasvirî coğrafya, astronomi, filoloji ve seyâhatlere dâir topla­mış oldukları malzemeleri tam bir surette içine almıştır.

XV. asırda Avrupa âlimleri, denizci milletlerin keşifleri ile hız kaza­nan coğrâfî tedkîklerde kendilerini Garb’daki Orta Çağ coğrafya telâkkilerinden sür’atle kurtarmağa başladılar. Bu telâkkilerden sıyrıl­makta ve uzaklaşmakta, XII. asırdan itibaren İslâm astronomi ve coğraf­ya eserlerinden yapılan tercümelerin çok büyük rolü oldu[108].

İslâm âlimleri, dünyâmn yuvarlak olduğuna hidâyetten beri inanı­yorlardı. İmâm A’zam Ebû Hanîfe (ö. 150/767)’nin, kendisine, dünyâmn merkezi neresidir diye soran birine, “tam oturduğum yerdir” diye cevap vermesi, soru sorana dünyânın yuvarlaklığını anlatan ne kadar güzel bir İzahtır! Müslümanların hazırladıkları dünyâ haritaları bile arzı dâirevî bir şekilde gösterir. Meselâ Ibn Havkal (ö. takriben H.365/M.975)’in haritası, Ak Deniz ve Yakın Şark memleketlerini bulmakta hiçbir zorluk arzetmez. Sicilya kralı Roger için Îdrisî’nin hazırladığı harita, doğruluğu ve dakikliği ile bizleri hayretlere düşürür. Hatırlanmalıdır ki, İslâm haritaları kuzeyi aşağıda, güneyi de yukarıda gösterirler. Deniz seyâhatleri, enlem ve boylam dâireleri ile cedvellerin, usturlâb ve diğer seyir âletlerinin kullanılmasını îcab ettirdi. Binlerce İslâmî sikkenin İs­kandinavya, Finlandiya, Rusya, Kazan ilh. kazılarında ortaya çıkarılma­sı, Orta Çağ boyunca Müslüman kervanlarının yaptıkları ticârî faâhyetlerin kat’î birer delilidir. Vasco de Gama’ya Hindistan’a kadar kı­lavuzluk etmiş olan îbn Mâcid, pusuladan, daha o zamanlar işidilmiş bir şey gibi bahseder. Müslüman gemiciler, Basra’dan Çin’e kadar ustaca ve cüretle yaptıkları seyahatlerle inşam hayretler içinde bırakırlar. Arabça aslından” Batı dillerine geçen admiral, cable, mansoon, douane, tariff, average, shallop (sloop), barque kelimeleri, modern Garb kültürüne olan te’sîrinin mühim birer delilidir[109].

Coğrâfî eserler, IX/XV. asırdan itibaren îranlılar ve Hindliler tarafın­dan umûmiyetle Farsça; Osmanlılar tarafından da Türkçe, Farsça, bazan da Arapça olarak yazılmaya başlandı. Devrin en mühim ve orijinal coğrâfî eserleri Osmanlı müelliflerine âittir. Bunlar, Zekeriyyâ el-Kazvinî’nin ‘AcâibûT-Mahlûkât’ı gibi eserleri örnek almakla berâber, Anadolu ve Balkanlar hakkında daha evvelki Müslüman kaynaklarda bulunmayan yeni malzemeyi de eserlerine dâhil ettiler. Coğrafya ilmine en büyük yar­dım, Piri Muhyiddîn Reis (ö. 961/1554)’in X/XVL asırda çizdiği haritalarla oldu. Afrika ve Amerika’ya âid çizimleri de ihtivâ eden bu haritalar, mo­dern âlimleri hâlâ şaşırtmaya devam etmektedir. Şeydi Alî Reis (ö. 970/1562) ise, el-Muhîd isimli eseriyle deniz coğrafyacılığına değerli yar­dımlarda bulundu. Bu muahhar devir Osmanlı coğrafya geleneği, Kâtib Çelebi (H.1017-lÖ81/M.11608-1670)’nin Cihân-nümâ’sı ile XI/XVII. asır­da zirveye ulaştı. Aynı eser, Orta Çağ coğrafyasından modern coğrafyaya geçişi en bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır, ki 1648’de telifine başlan­mış ve 1732’de İstanbul’da neşredilmiştir[110].

 

3) Astronomi:

Bu ilme Müslümanlar, “Îlmü’l-Hey’et” (kâinâtm manzarası ilmi), “îl- mü’n-Nücûm” (yıldızlar ilmi) ve “Îlmü’l-Eflâk” (felekler ilmi) gibi isimler vermişlerdin Astronomi ilmi Müslümanlar için mühimdir. Bunun pratik faydalan şöyle hülâsa edilebilir: Kıble ve namaz vakitlerinin tâfyîni; kara ve denizde gidilecek istikâmetin belirlenmesi; elverişli zaman aeçimi;

zirâat işlerinin zamanlanması; Ramazan ayının tesbîti, Hilâl’in ne zaman doğup battığının bilinmesi ve oruç vakitlerinin dakik ve doğru bir şekilde tâ£yîni; Hac ibâdeti için zamanın öğrenilmesi; siyâsî işlerde zamanlama­nın yapılması.

İslâm dîninin Orta Çağlar boyunca zuhûrunda ve inkişâfında rol oy­nadığı üniversite, hastahâne ve halk kütüphânesi gibi müesseseler ara­sında rasadhâneler de vardır.[111] Müslümanların, muhtelif yıldızların tedkîkinde unutulmaz ve kıymetli yardımlarda bulunmuş oldukları, bu­gün Batı ilim dünyâsında da kabul edilmiştir. İslâm astronomi ve astrolo­jisinin Avrupa’nın ayni ilim dallarına olan yardım ve te’sîri zannedildiği- nen daha fazla olmuştur. Bugün modern Garb astronomi ilminde kullanı­lan birçok yıldız hâlâ Arabça isimleriyle bilinmektedir ki; bunlar arasında şunlar vardır: Algol, Altair, Aldebaraîı, Rigel, Vega, Betelgeuse, Mercury, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn. Kezâ muhtelif astronomi âlet isimleri Arapça olduğu gibi; Müslümanların yazdıkları eserlerin büyük bir ekseriyeti, X. asırdan itibaren XI, XII, XIII, XIV ve hatta XV ve XVI. asırlardada Lâtince, Yunanca, İspanyolca ve Fransızcaya tercüme edil­mişlerdir. Tercüme edilen eserlerin çoğu birçok defalar basılmıştır. Bu ba­kımdan Galile ve Kopernik’den Kepler’e kadar birçok Garb’lı astronomi bilgininde İslâm medeniyetinin te£sîrini müşâhede etmek gâyet tabfîdir.111

Güneş’in sathındaki lekeleri ilk müşâhede eden Ibn Rüşd (H.520- 595/M.1126-1198)’dür. Ömer Hayyâm (ö. 517/1123-526/1137 arası)’m takvîm reformu Gregoryen takvimini fersah fersah geçer. İslâm’dan ev­velki Arablar çöllerde sâdece geceleyin seyâhat için değil, meteoroloji, yağmur ilh. için de pek dakîk astronomik rasadlar geliştirmişlerdi. Kitâbu’l-Enva* denilen birçok kitab bize Müslümanların bu ilimdeki vüs’ati hakkında fikir verir.[112] Daha sonra Sanskrit, Yunanca ve diğer dil­lerden Arabcaya tercümeler yapıldı. Birbirine aykırı tefemTâtm karşılaş­tırılması, hem yeni tecrübelere, hem de sabırla tâ£kîb edilen rasadlarm yapılmasına vesîle oldu. Abbâsî halîfelerinden Me’mûn (169-218/786- 833)’un hilâfeti zamâmnda (813-33), İslâm astronomisinin en parlak devri başladı. Bağdad’da el-Şammâsiyye mahallesindeki rasadhânede, halîfenin astronomları, Yahyâ b. Ebî Mansûr riyâsetinde semâvî hareket­leri muntazam bir şekilde rasad ettiler. Astronomide ilk mühim isim,

Lâtin âlimlerince kendisine Algorismus veya Alghoarismus denen el- Harizmî (ö. 231/846’dan sonra) idi. Me’mûn’un hilâfeti zamânmda Bey- tü’l-Hikme’de çalışan Harizmî, Me’mûn için Sindhind (Senskiritçesi Sindhanta) olarak bilinen Hindçe astronomik cedvellerin muhtasar bir tablosunu meydana getirdi. Bu cedveller daha evvel halîfe el-Mansûr (754-75) için Arabcaya tercüme edilmişlerdi. Harizmî, Batlamyos’un coğ­rafyasına istinâden dünyânın meskûn bölgelerinin bir de tasvirini yap­mıştı. Fakat onun eserleri arasında en te’sîrli olanları matematiğe dâir olanlarıydı. Bu devirde yine Sâsânîler’in Zîc-i Şâhî (555 senesinde yazıl- mı)’si ile eski Yunanlılardan Batlamyos’un Almagest (Arabcası el- Macistî) ve Tebrabibles isimli eserleri de Arabcaya tercüme edildi. Kısa zamanda pek çok astronomi âlimi yetişti. Bir hayli eser yazılıp birçok ke­şifler yapıldı. Arzın çevresi ölçüldü, ki neticelerinin doğruluğu şâyân-ı hayrettir. Med ve cezir ile şafak, gün ağarması, gök kuşağı, Güneş ve Ay hakkındaki eserler çoğaldı.

İlk devir astronomi âlimleri arasında en çok meşhur olanlar İbn en- Nevbaht ve Mâşallâh (III/DL asrin başı) idi. Bağdad şehrinin kuruluşun­daki astronomik hesablan onlar yaptılar. Abbâsî devletinin ilk resmî ast­ronomi âlimi Îbrâhîm b. Habîb Muhammed el-Fezârî (ö. 160/777)’dir. Ast­ronomi ile alâkalı birçok eseri bulunan bü âlim aynı zamanda Ustur- lab m da ilk mürididir. Devrin diğer âlimleri arasında kendi oğlu ve Yâ’kub îbn Tarîk (0.161/ 778) vardır. Lâtinlerin Alfraganus dedikleri ve eserlerinin birçoğu Lâtinceye çevrilen el-Fergânî IX. asrın meşhur astro- nomlanndandı. Eseri olan Kitâbu fil-Harekâti’s-Semâviyye İslâm ast­ronomi klâsikleri arasındadır. XI. asır, İslâm astronomisinin en yüksek devri sayılır. Zîra XIX ve XX. asırlarda yeni zannedilen keşiflerin birçoğu, hakikatte bu asırlarda Müslümanlarca ortaya konmuştu[113].

Müslümanlar, zaman geçtikçe Batlamyos’un sisteminin zayıflığını an­ladılar ve onu tenkîd etmeye başladılar. Bu tenkidi ilk yapan ez-Zerkâlî (420/1029-480/1087) oldu ve birçok eski görüşler terk edildi. Böylece Kopernik ve Kepler’in görüşlerinin temeli atıldı. Dünyânın Güneş etrâfmda döndüğünü söyleyen el-Bîrûnî (363/973-443/1051), Galile’nin öncüsü oldu. Hind, İran ve Yunan’dan gelen astronomik levhalar arasında tezadlar vardı. Bu hal, Müslümanları daha dakik müşâhedeler yapmaya şevketti. Levhaların en doğruları, takriben 900 m. senesinde el-Battânî (244/858- 314/946) tarafından meydana getirildi. Onun Güneş ve Ay tutulmalarına dâir yaptığı sağlam rasadlar, 1749 senesi gibi çok yakın bir târihte bile hâlâ kullanılıyordu[114].

İslâm dünyâsında astronominin ilmi tedkîkî, Uluğ Bey (795/1393- 853/1449) ile nihâyet bulmakla berâber, büyük İslâm astronomları kâfilesinin sonu olan bir astronomi âlimi daha gelmiştir ki, o da Takı- yü’d-Dîn Muhammed b. el-Emîr en-Nâsıru’d-Dîn Mengübertî’dir.[115]

 

4) Tabî’i İlimler:

Bunlardan bilhassa jeoloji, mineroloji, botanik ve zoolojiden kısaca bahsetmekte fayda vatdır.

Jeoloji: İslâm’da jeoloji tamâmen müstakil bir ilim dalı olarak değil, fakat meteoroloji, coğrafya ve kozmoloji gibi ilimlere bağlı olarak ve onla­rın içinde inkişâf etmiştir. İlmî jeolojik araştırmalar, hakîkaten ilk defa Müslüman âlimler tarafından başlatılmıştır. Yerin ve mâ’denlerin teşek­külü hakkında düşünen, İlmî ve felsefî görüşler ortaya atan, muhtelif jeo­lojik keşif ve müşâhedelerde bulunanlar onlardır. Asrımızdaki muhtelif jeolojik nazariyelerle bazı mâ’denlerin teşekkülü hakkında vârid olan mütâlâaları, onların yüzlerce sene evvel bilmiş olmaları çok dikkate şâyândır. Müslümanların, ekseriyâ Tabiat Târîhi ve Mineroloji ile alâkalı eserlerde yer alan bu nevi müşâhede ve mütâlâaları, jeolojik değişmenin tedricî husûsiyetlerinden; arzın şeklini değiştiren tabiat hâdiselerinden ve yeryüzünün coğrâfî târihînin mühim vesikaları olan kayaların ehem­miyetinden pek açık bir sûrette bahsederler. Fosillerin, şimdi kara parça­sı hâline gelmiş olan denizlerde, çok eski çağlarda yaşayan hayvanların kalıntılarından teşekkül etmiş olduğunu yazarlar[116].

Jeoloji hakkında milâdî IX. asrın başlarında ilk ilmi görüşleri ortaya atan el-Câhız (150/767-255/869)’dır. 7 cildlikKitâbu’I-Hayavân’m[117] mü­ellifi olan el-Câhız, dağlar, taşlar, nehirler ve denizlerin teşekkülü hak­kında birçok suâle cevap aramıştır. Taşların ve diğer maddî varlıkların hidâyette su hâlinde bulunduğunu ve bunların asırlar içinde katılaştığını; yeryüzünde en son dağların teşekkül ettiğini; karadan sürülüp gelen top­rak ve Sert maddelerle ilk denizlerin dolup kayb olduğunu; bazı nebât ve hayvanlam evvelâ deniz varlıkları oldukları halde sonradan değişerek ka­rada yaşamaya başladıklarını; toprak ve denizlerin acı, tatlı ve tuzlu ol­mak gibi bazı hassalar taşıdıklarını yazmıştır.[118] Onu mîlâdî X. asırda el- Bîrûnî ve Mes’ûdi tâ’kîb etti. Mürûcü’z-Zeheb ve Ma’âdinü’l-Cevher[119] isimli eserinde Mes’ûdî, zelzelelerden, yeraltı sularından, delta ve yanar­dağlardan bahseder. Ibn Sînâ (370/980-428/1037) ise, De Conglutinatio- ne Lapidum adı ile Lâtince’ye tercüme edilen Kitâbü’ş-Şifâ isimli ese­rinde taşlarla hayvan ve mâdenlerin teşekkülünü, taşlaşma ve merkezî sıcaklık nazariyesiyle açıklamaktadır. Ona göre, Güneş ısısı ve onda bulu­nan bir kuvvet, dünyâdaki çeşitli varlıkları meydana getirmiştir.[120] Müs­lüman âlimler mîlâdî.XI ve XII. asırlarda da jeoloji sahasında eserler vücûda getirmişlerdir. Bunlardan biri İbn Asâkir el-Dımaşkî (8.572/1176)’dır, ki eseri Kitâbü’z-Zelâzil adını taşır. XIII. aırda bu âlimlerin başında Zekeriyyâ el-Kazvinî (600/1203-682/1283) geliyordu[121]. Onun bir ilimler ansiklopedisi mâhiyetinde olan ‘Acâi’bü’l-Mahlûkât ve Garâi’büT-Mevcûdât’ı[122] sâdece astronomi değil, mitoloji, fizik, metafi­zik, kimya, botanik, .psikoloji ve jeoloji gibi ilimleri de ihtivâ eder, iki kı­sımdan meydana gelen eserin birinci kısmında uzay anlatılmakta; uzunca bir mukaddimeden sonra Ay, Güneş ve Yıldızlardan başka diğer gök ci- şimleride izah edilmekte; gök sâkinleri olarak meleklerden bahsedilmekte ve takvimle alâkaİı bilgiler bulunmaktadır, ikinci kısım yeryüzü’ne tahsis edilmiştir. Burada da, arz’da cereyân eden hâdiselerden; dünyânın küre şeklinde olşundan; umûmî olarak unsurlardan, bilhassa ateş küresinden, hava, su, hayvan, bitki, mâ’den ve insanlardan; dağlar, adalar, deniz, ne­hir ve kuyulardan bahsedilmektedir. ‘Acâi’bü’l-Mahlûkât’m Rükneddîn

Ahmed tarafından Türkçe’ye yapılan tercümesi sultan I. Çelebi Mehmed (saltanatı: 816-824/1413-1421)’e takdim edilmiştir. Surûrî-i Kadîm (ö. 968/1561)’in yaptığı ikinci tercüme de Kanûnî Sultan Süleyman (saltana­tı: 926-973/1520-1566)’a takdim edilmiştir[123]. Osmanlı jeolojisi hakkında, bu isimdeki eserlerden biri de Yazıcızâde Ahmed Bican (ö. 870/1466’dan sonra)’mdır. Kazvinî’ninkinin değişikliklere uğramış ve çok kısaltılmış Türkçe bir hulâsasıdır[124]. Bu devirde Seydî Ali Reis (ö. 970/1562)’in Kitâbü’l-Muhît ‘i ile Ali Sipâhîzâde (ö. 997/1588)’nin Evzâhu’l-Mesâlik isimli eserleri jeoloji ilmine hizmet eden çalışmalar arasındadır[125].

Mineroloji: İslâm ilim târihinde minerolojinin husûsî bir yeri vardır. İslâm ilminin bu yüzünün bâriz husûsiyeti, tecrübeye verilen ehemiyet ve te’sîr altında kalmadan yapılan müşâhedelerdir. Müslüman âlimler, İslâm’ın süzgecinden geçirmek suretiyle önceki medeniyetlerden tevârüs ettikleri bilgilerden istifâde etmişlerdir[126]. Mineroloji mevzuunda ilk eser yeren İslâm âlimi el-Kindî (ö. 246/860)’dir. Onun, minerolojiye dâir yazdı­ğı Risâle fî envâi’l-cevâhiri’l-şemîne ve gayrihâ ve Risâle fî envâi’l- hicâre ve’l-cevâhir başlıklı iki risâlesi meşhurdur[127]. Daha sonra el- Câhız’m birçok eserinde mâ’denlere yer verilmiştir. Bunları, Ebû Sa’îd Nasr b. Ya’kûb ed-Dîneverî, kimyâger Câbir b. Mayyân (103/721-190/805 m), filozof ve hekim Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (H.250/M.864- 913/925 m), ve Ibn Sina’nın eserleri ile el-Bîrûnî’nin meşhur Kitâbü’l- Cemâhir fî Ma’rifetiT-Cevâhir’i tâ’kîb etmiştir. Kadîm mâ’denler ilmi, yerini XXX. asırda modern nazariyelere terk edinceye kadar, Osmanlı dev­rinde, XV. asrın sonunda Yahya b. Muhammed el-Gaffârî’nin yazdığı Kitâbu’l-Ya’kûti’l-Mahâzin fî CevheriT-Ma’âdfin isimli eser meşhur olmuştu. XVI. asırda Iznikli Ali Bey’in Dürerü’l-Envâr fî EsrâriT- Ahcâr başlıklı eseri de mâ’denlerle alâkalı malûmatı ihtivâ eden çalış­malar arasında bulunuyordu[128]. .

Botanik: İslâmâlimleri, minerolojide olduğu gibi, bu ilim dalında da, eski medeniyetlerden tevârüs ettikleri bilgileri kendi araştırmalarına te­mel yaptılar ve onu geliştirdiler. Müslümanlar bitkilere, zirâ’î ve tıbbî sebblerden dolayı büyük alâka gösteriyorlardı. Botanik hakkındaki İslâmî eserler, II/VIII. asırda Câbir b. Hayyân’ın botanik ve zirâat hakkındaki risâleleriyle başladı. III/IX. asırda en mühim botanik kitabı, Ebû Hanîfe ed-Dîneverî (ö. 282/895 veya 290/902)’nin Kitâbü’n-Nebât’ı oldu. VI- II/XIV. asırdan itibaren bu mevzuda ansiklopedik eserler verilmeye baş­landı. Müslümanların botanik üzerindeki araştırmaları daha ziyâde bitki­lerin türleri, fizyolojileri, teşekkülleri, büyüme tarzları ve kısımları; coğ­rafya ve iklim şartları ile münâsebetleri, tıbbî ve gizli husûsiyetleri gibi hususlara dâirdi. İslâm âlimleri, bitkiler âleminden mâ’nevî ve ahlâkî dersler çıkarmkta ve bitkilerin şekilleri hakkında tefekkür etmekte ısrar­lı idiler[129].

Zooloji: Müslümanların zooloji araştırmaları umumiyetle fıkıhtan edebiyâta ve san’atdan tıbba kadar İslâm medeniyetinin hemen bütün şû’beleri ile alâkalı olmuştur. Hicrî II. ve milâdî VIII. asırdan itibaren İslâm âlimleri zooloji ilminde eserler vermeye başladılar, ilk müellifler arasında bilhassa en-Nadr b. Şumeyl (ö. 204/820), el-Asma’î (122/740- 216/831), Îbnü’l-A’râbî el-Kûfî (ö. 231/846), Ebû Hâtim Sehl b. Muham- med es-Sicistânî (ö. 248/862)[130] gibi zevâtım adını belirtmek lâzımdır. An­cak; zooloji, İlmî olarak el-Câhızln meşhur Kitâbu’l-Hayavân isimli eseri ile başladı.[131] Sonra yapılan bütün tedkîklere kaynak olan bu eser, sadece hayvanların fizikî ve biyolojik yapılarını değil, aym zamanda hayran sos­yolojisi ve psikolojisini de ele alan ilk kitaptır. îbn Kuteybe (ö. 276/889), ‘Uyûnn’l-AhJbâr isimli eserinde[132], zoolojiye ayrıca yer verir. îbn Sina (370/980-428/1037), Şifâ’smd[133], îbn Bâcce (ö. 533/1139; Latincesi Awempace), el-Bîrûnî ve îbn Rüşd (520/1126-595/1198) muhtelif eserle­rinde hayvanlar hakkında izâhâta yer vermişlerdir.[134] Botanik’de olduğu gibi zoolojide de VII/XIII. asrın sonlan ile VIII/XIV. asrın başlanndan itibaren hayvanlara dâir mâlûmât veren ansiklopedik eserler yazılmaya başlandı. Bunlar arasında Zekeriyyâ el-Kazvinî’nin yukarıda mezkûr ese­rinden başka Şemsu’d-Dîn ed-Dımaşkî (654/1256-727/1326)’nin Nuhbe- tu’d-Dehr fi ‘Acâi’bi’l-Berri ve’l-Bahr’i[135]; en-Nuveyrî el-Kindî (677/1268-733/1332)nin Nihâyetü’l-Erib fî Fünûni’l-‘Arabı[136]; el- Celdekî (762/1360)’nin Kenzü’l-Itisâs ve Dürreti’l-Gavvâs fi Ma’rifeti Esrarı ‘İlmi’l-Havâs’ı[137]; Hamdullâh el-Mustavfî el-Kazvinî (680/1281- ?)’nin Nüzhetü’l-Kulûb u;[138] el-Kalkaşandî (ö. 821/1418)’nin Subhu’l- A’şâ fi Smâ’ati’l-İnşâ isimli eseri[139] ve diğerleri vardı. Ancak bu devrin en mühim eseri Kemâlü’d-Dîn ed-Demîrî (742/1341-808/1405)’nin Hayâtü’l-Hayavâni’l-Kübrâ’sı[140] idi. Osmanlı asırlarındaki zoolojik ça­lışmalar, ‘umumiyetle bu ve benzeri eserlerin tercümesi şeklinde olmuştur[141].   

 

5) Tıbbî İlimler:

Bu ilimlere temizlik, hıfzıssıhha, anatomi, fizyoloji, optik, biyoloji, hastahâne, tabâbet-i rûhiyye gibi bahisler de dâhildir. Bütün bunlarda İslâm’ın ve Müslümanlar’m insanlığa büyük hizmetleri olmuştur. Kur’ân- ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler’in, bu ve benzeri ilimlere insanları nasıl teşvîk ettikleri gâyet açık ve malûmdur. Cenâ-ı Hak Kur’ân-ı Kerîminde bilhas­sa insanın yaradılış ve neşvü-nemâsmdan[142] gebelik ve kısırlıktan[143]; ha­yız ye nifas hâlinde iken kadına yaklaşılmamasmdan[144]; çocukların emzirilmesinden[145]; tıbbî mahzurları sebebiyle süt-kardeş ve süt-anneler- le evlenilmemesihden[146]; ihtiyarlıkta gebe kalınamayacağından[147]; anatomiden[148] fizyolojiden[149]; hiçbir kimsenin kendi nefsini tehlikeye at­maması lâzım geldiğinden[150] bahsetmekte ve hastalıkların sebepleri hak­kında kısa bilgiler vermektedir[151]. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca birçok hıfzıs- sıhha kâide ve kanûnları da vaz’ edilmekte; temizlik üzerinde ısrarla durulmakta[152]; anne ve çocuğun sıhhati sağlam esaslara bağlanmış bu­lunmaktadır. Bebeğin himâyesi, emzirilmesi, sütten kesilmesi, süt-anne- lik ve maddî refah gibi hususlara ehemmiyet verilmiş; fakir ve yetimlerin hakları gözedilmiştir. Herkes kendine bakmakla mes’ûl tutulmuştur. Vücûdun yüz, saç, kol, ayak, burun, göz ve kulak uzuvlanmn günde en az beş defa yıkanması emredilmiştir. Küçük ve büyük abdestden sonra tahâret alınması, ya’ni bu iki mahallin yıkanıp temizlenmesi namazın şartı olmuştur. Her gün beş vakit kılman namaz, ımTayyen hareketleri ihtivâ ettiği gibi ibâdet esnâsmda okunan âyet-i kerîme ve duâlar da mâ’nevî birçok büyük te’sîri hâiz bulunmuştur. Her sene bütün bir Rama­zan ayında tutulan orucun sıhhî ve içtimâi birçok faydalan olduğu artık bütün dünyânın ma’lûmu olmuştur. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in emri olan Hacc’da hacıların gusül abdesti almaları, elbiselerini değiştirmeleri, saç ve tırnak kesmeleri ve yaptıkları diğer ameliyelerin bulaşıcı hastalıkları önlemekte ne kadar müessir oldukları gâyet açıktır[153]. Hülâsa Kur’ân-ı Kerîm, hastalığın nasıl tedavi, olunacağından ziyâde hastalığa yakalan­mama yollannı göstermiştir. Bundan fazlası onun mevzuunun dışındadır.

İslâm Peygamberi (s.a.v.)’in Hadîs-i Şerîfleri’nde ie tıbbî ilimlerle alâkalı daha fazla malûmat ve tavsiyeler vardır. Muhaddisler, bu mevzu- daki Hadîsleri, Hadîs Kitapları’nda “Kitâbu’t-Tıb” başlığı altında bir araya getirmişlerdir[154]. Diğer birçok İslâm ‘ulemâsı da aynı Hadîsleri mevzu’ edinerek “Tıbbu’n-Nebevî” başlığı altında müstakil eserler yazmış­lardır.[155]

Tıb, bir ilimdir ki insan vücûdunun sıhhatini muhafaza etmek için bedenin sıhhî ve marazî hallerinden bahseder. Bu, tıbbın nazarî kısmıdır. Tıbbın bir de ‘amelî ve tatbîkî kısım vardır ki hekimlikten; insanı gerek cismen ve gerek rûhen tedâvî etmekten ibârettir. Hastalık demek olan maraz, vücûdun tabiî mecrâsından çıkmasıdır. Tedâvî de, vücûdu mecrâsına iâdedir. Hıfzısıhha, vübûdun tabiî mecrasında bekâsmdan ibârettir. Tıbbın nazarî ve ‘amelî kısımları müşâhede ve tecrübe ile terakki ettiğinden, Rasûlullâh (s.a.v.)’in tıbbı ile, tıbbın zamanımızdaki tekâmül etmiş şeklinin kasdolunmadığı malûmdur. Tıbb-ı Nebevi ile kas- dolunan tedâvî üç kısımda hülâsa olunabilir: l)Vahiy yolu ile bilinen, 2) Arap göreneğinden alman, 3) Kur’ân-ı Kerîm ile şifâ olunma gibi teberrük murâd olunan kısımlarıdır[156].

Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi Hadîs-i Şerîfler’de de koruyucu hekim­liğe daha fazla ehemmiyet verilmiştir. “İnsanların çoğu iki nimetin kıy­metini bilmekte aldanmışlar dır. Bunlar, sıhhat ve vakittir.” “Acıkmadan yemeğe oturmayınız; doymadan da kalkınız.” “Yemekten evvel ve sonra ellerinizi yıkayınız” meâlindeki Hadîs-i Şerifler bunlar arasındadır.

Bu 1’tibarla tıp ve tıbbî ilimler, İslâm’da en çok rağbet gören ve tekâmül eden ilimlerdendir. Müslüman âlimlerin çoğu, aynı zamanda bi­rer tabibdi. İslâm tıbbının zenginliği Batı’da hayranlıklar uyandırdı ve te’sîri XVIII. asrın sonuna kadar devâm etti. Bu mevzuda yakın bir za­man evvel İngilizce olarak intişâreden bir eserin kapak gömleğindeki ya­zıda şöyle denilmektedir: “İslam tıbbının bizim İlmî ve fikrî mirasımızdaki yeri, umûmiyetle kabul edilenden daha büyüktür. Takriben milâdî 1200’den 1600 senesine kadar, Avrupa tıp talebelerinin ders kitablannı, Müslüman müelliflerin Arapça eserlerinden tercümeler teşkil ediyordu[157]“.

İslâm tıb târihinde o kadar çok âlim yetişmiş ve o kadar çok eser ve­rilmiştir ki, bunların hepsini burada zikretmek şöyle dursun, ehemmiyet­lilerini bile saymak âdetâ imkânsızdır[158]. Biz sadece birkaç İslâm hekim ve eserine işâret etmekle iktifâ edeceğiz.

İlk İslâm hekimleri arasında Ali b. Rabban et-Taberî (153/770- 235/850) vardır. Eseri, Firdevsu’l-Hikme’dir. Bilhassa anatomi hakkın­da verdiği ihâtalı bilgilerle tanınmaktadır[159]. Ondan sonra gelen Ebu Be­kir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (250/864-320/932), ekseriyetin kana­ atine göre, tıbbın bilhassa klinik ve tecrübî taraflarıyle alâkalı olarak, Müslüman hekimlerin en büyüğü idi. Rey şehrinde doğan Râzî, Batı’da Rhazea adı ile biliiimëktedir. Eserleri arasında en mühimi, Lâtin dünyâsında Continens adı ile meşhur olan el-Hâvî f! Smâ’ati’t-Tıb isimli mu’azzam tıp ansiklopedisidir. Kendi yaptığı günlük tıbbî müşâhedelere dayamr. Batı’da en çok tanınan eseri, XII/XVIII. asırda Li­ber de pestilentia adı ile Latinceye tercüme edilen, çiçek ve kızamık hakkındaki Kitâbu’l-Cederî ve’l-Hasbe başlığını taşımakta olanıdır[160]. Râzî’yi müteâkib en dikkate değer tabîb Iranlı Ali b. Abbas el-Mecûsî (o. 384/991)’dir. Eseri, Kâmilu’s-Smâ’a’dır; Kitâbu’I-Mâlikî adiyle meşhur­dur ve Lâtincede Liber regius şeklinde şöhret bulmuştur. Batı’da Haly Abbas diye bilinen müellif, Bağdad Adududdevle Hastahânesi baş hekim­liğini de yaptığından eserine şahsî müşâhede ve tecrübelerini de kaydetmiştir[161]. Aynı asırda batıda Endülüs’de de en büyük tabîb olarak Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî (ö. 400/1009’dan sonra) yetişti. Lâtinceleşmiş şek­li Albucasis’dir. Zehrâvî, Müslüman cerrahların en büyüğüdür. Eserinin adı, Kitâbu’t-Tasrîfdir. Cerrahlar için yüzyıllar boyu kaynak kitabı vazifesi görmüş bir tıb ansiklopedisidir[162].

Göz tababetinde Ali b. ‘Isâ (ö. 400/1009’dan sonra), Tezkiretü’l- Kehhâlîn isimli eseriyle büyük bir şöhret kazandı.[163] Batı’da Alhazen şeklindeki Lâtinceleşmiş ismiyle meşhur olan Îbnü’l-Heysem el-Basrî (ö. 430/1038), optik ilmini yeni temeller üzerine oturttu. Oklid ile Kepler devirleri arasında kendisine en mühim bir kâşif ve araştırmacı olma hüvi­yetini kazandıran birçok keşiflerde bulundu. Optik hakkında yazdığı Kitâbü’l-Menâzir, Orta Çağlarda te’lif edilmiş en mühim eserdi. Bu eser, Wilelo, Roger Bacon ve Peckham gibi erken devir müelliflerine; Kepler ve Newton gibi de daha yakın zamanlarda yetişenlere te’sîr etti. İlk defa 1572’de Basle’de basılan eser, gözün anatomi ve fizyolojisini ince­lemekle işe başlar. Beyinden çıkan optik sinirlerin; iris, kornea ve mercek gibi kısımlardan her birinin görme hâdisesindeki vazifelerini gâyet usta­lıklı bir şekilde resmeder[164].

Hicrî V/mîlâdî XI. asrın en canlı sîmâsı îbn Sina (ö. 428/1037)’dir. İs­lâm’ın en meşhur hekimi olan bu “tabibler sultânı”, Lâtin dünyâsında Avicenna ismiyle bilinmektedir. Tıbda, kendi kendini yetiştirmiştir. Eserleri, Doğu da ve Batı’da asırlarca en itimada şâyân kaynak olmuştur. Bunlardan, bir tıb ansiklopedisi olan el-Kânun fi’t-Tıb, onun adını ölümsüzleştirmiştir[165]. Sonra gelen ve kendisi gibi filozof ve kelâmcı olan Alâeddîn İbn Nefis (ö. 687/1288)’e “İkinci îbn Sîna” ünvânı verilmiştir, îbn Nefis (Ârapçası: Îbnü’n-Nefîs), kan dolaşımım keşfetmişti ve 1924 se­nesinde Mısırlı doktor et-Tantâvî, doktora teziyle ortaya çıkıncaya kadar bu şerefin tbnü’n-Nefîş’e değil, İngiliz Harvey ve İspanyol Michael Servet’e âit olduğu zannediliyordu[166]. Müslüman botanikçi ve eczâcı Ziyâüddîn Îbnü’l-Baytar (ö. 646/1248), Kitâbu’l-mugnî fi’l-Edviyeti’l- müfrede adlı eseri ile hayvan, bitki ve mâ’den ürünlerinden mâmul 1400 ilâcın listesini verdi. Devrinin bütün farmakoloji malzemesini ihâta eden eser 1758’de yeniden yayınlandı. 1830 senesi gibi yakın bir târihde bile Avrupa kodeksine hâlâ İslâm kaynaklan temel teşkil ediyordu[167].

Fârâbî, İbn Sînâ, el-Bîrûnî, Zehrâvî ve İbn Baytar gibi “imam” olarak kabul edilen İslâm ulemâsının yazdığı eserler, Osmanlı tabâbetinin de kaynağı ve mesnedi oldu[168]. Osmanlı Devleti’nde hastahâne inşâsı, Abbâsî ve Selçuklu nümûnelerini tâ’kib ederek devam etti. İlk Osmanlı hastahânesi, Bürsa’da VIII/XIV. asırda yapılan Dâruş.şifâ idi. Bunu, Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’da Fâtih Külliyesi’nin bir parçası ola­rak yaptırdığı Dârüşşifâ tâ£kib etti. Pâdişâh II. Bâyezid’in 12 Rebîulâhır 890/28 Nisan 1485 târihinde temelini attığı Edirne’deki câmii ve mûsikî ile tedâvî yapılan dâruşşifâ’sı, Batı’daki hastahânelere mîmârî bakımın­dan nümûne teşkil etti. İstanbul’da en büyük hastahâneler, X/XVI. asar­dan itibaren inşâ edilmeye başlandı. Bunlar, XIII/XIX. asrın modern hastahânelerine öncülük ederek Batı tıbbının tatbîkâtma büyük nisbette te’sîr ettiler.[169]

 

6) Fizik ve Kimyâ:

Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyet-i kerîme Müslümanları, kâinâtm nizâmı ve yaratılışı hakkında tefekkür ve arz ile semânın insanlara ne kadar faydalı olduklarına dâir araştırmalar yapmağa teşvik eder. Bu teşvik sâyesindedir ki İslâm’da, ilim ile din, akıl ile îmân arasında hiçbir zaman hiçbir şekilde çatışma olmamıştır. Aksine, diğer müsbet ilimlerde olduğu gibi, fizik ve kimyâ gibi tabî’î ilimlerde de büyük keşif ve inkişâflar meydana gelmiştir.

Fizikî ilimler, İslâm ilim târihinde, eski milletlerin târihinde olduğu gibi “Tabiat ilmi” adı altında gelişmiştir. Fizik kelimesinin bugünkü mânâda kullanılmaya başlanması yenidir. Sir Issac Newton (1642-1727) bile kendisini “bir tabiat filozofu” olarak kabul ediyordu. Fizik, onun zamânmdan itibaren “Tabfat ilmi” yerinde kullanılmaya başlanmıştır.

İslâm’da fizik ilmi ile uğraşan âlimler iki kısma ayrılırlar: 1) el-Kindı (283/897-350/961), Ibn Sînâ (370/980-428/1087) ve Fârâbî (256/870- 339/950) gibi “Aristocu Fizik Cereyânı”na bağlı kalanlar. 2) Bazı Kelâm İlmi âlimleri ile Fen Ulemâsı. Kelâm âlimleri arasında Ebû Ishâk en- Nazzâm (vefatı: 220/835-230/845 arası), imâm Eş’arî (260/873-324/935) ve Fahru’d-Dîn Râzî (543/1149-606/1209) vardır. Fen ulemâsı olanlar arasın­da da: Ebû Reyhân el-Bîrûnî (ö. 442/1050), Ibnü’l-Heysem (354/965- 430/1039), Abdurrahmân el-Hâzinî (VT/XII asır), Bedî’u’z-zamân Ismâîl Ebul-Tzz el-Cezerî (VII/XIII. asır), Benû Mûsâ (Mûsâ b. Şâkir’in, hepsi riyâziyeci ve fen âlimi olan Muhammed Ahmed ve Haşan isimli oğullan), Ebû’l-Berekât el Bağdâdî ve Sâbit b. Kurra (ö. 289/901) başta gelir.

el-Kindî birçok eserinde nazarî ve ‘amelî fizik mevzularma temâs eder. Ibn Sînâ’mn mevzu ile alâkalı fikirleri daha ziyâde Şifâ ile İşârât ve Tenbîhât isimli eserlerinin tabfat ilimlerine ayrılmış olan bölümle­rinde bulunur. Optik hakkında en değerli eserler Ibnü’l-Heysem’in Kitâbü’l-Menâzir’i, Kemâleddin el-Fârisînin Tenkîhu’l-Menâziri ve Nasîru’d-Din Tûsınin NihâyetüT-îdrâkıdir. Mekânik sahasında ise, el- Cezerî’nin Kitâbu fî Ma’rifeti’l-Hıyeli’l-Hendesiyye’si, Sâbit b. Kur- ra’nm Kitâbu’l-Karagtinus’ı vce Benû Mûsâ Kardeşlerin 246/860’da ya­zılan Kitâbu’l-Hıyâl (Book of Artifices) isimli eserleri en mühim kaynak­lar arasındadır. Ölçü ve tartı âletleri hakkında yazılan eserler arasında da, el-Birûnî’nin Kitâbu’l-Cevâhîr’i ve el-Hazîzînî’nin 515/1121’de yazı­lan Kitâbu Mîzâni’l-Hikme’si meşhurdur. Saat teknolojisi hakkında en şöhretli eser, Fahru’d-Dîn Rıdvân b. Muhammed es-Sa’atî’nin 600/1203’de yazdığı risâledir.

Müslüman âlimler, yerçekimi hakkında da etrâflı araştırmalar yap­mışlar ve Aristo fiziğinden birçok bakımlardan ayrılmışlardı. îbn Firnas (ö. 278/888) îcad ettiği bir cihazla uçmayı tecrübe etmiş ve bir kazâda öl­düğünden, eserini inkişâf ettirecek birini yerine halef olarak bırakmamıştır[170].

Kimyâ’mn eski devirlerdeki adı “Simyâ” idi. Bugünkü modern Kimya İslâm ile başlamaktadır. Bütün dünyâ, Câbir b. Hayyân (II/VIII. asır) ile Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (ö. 320/932)’yi bu ilmin kuru­cusu olarak kabul etmektedir. Kimyâ ve simyânın gelmiş ve geçmiş en büyük temsilcisi olan Câbir, Kitâbu’s-Sebfin ve Kitâbü’l-Mîzân isimli eserlerin müellifidir. Eserlerinin çoğu, XI-XIII. asırlar arasında Lâtinceye tercüme edildi. Batı’da, Lâtince ismi olan Geber ile meşhur olmuştur. Yi­ne Batı’da Rhazes olarak bilinen Ebûbekir Râzî de, İslâm’da en büyük klinik doktoru olduğu kadar kimyâgerliği ile de mâruftur. Kimyâ’ya dâir eseri, Kitâbul-Esrâr’dır. Bu iki âlimin ve diğerlerinin teknolojik mâlûmât ile dolu olan eserleri, sonraki Müslüman ve Avrupalı nesillere tesir etmiş ve modern kimyâ sanâyii ile kimyâ mühendisliği kendilerine çok şey borçlu olmuştur[171].

 

7) Matematik:

Bu ilme, aritmetik, geometri, cebir ve trigonometri dâhildir. Matema­tik, Müslümanların en çok hizmet ettikleri ilimlerden biridir. Sıfır Müs­lüman matematikçilerin icâdıdır. Sıfırı kullanan ilk Müslüman matema­tik kitabmırı 873 m. senesinde yazıldığı bilinmektedir. Avrupalılar, bu Müslüman îcâdmı ancak 250 sene sonra alabildiler.[172] Müslümanlar, tri­gonometri ve cebir’in de kurucusu oldular. Bugün İngilizcede kullanı­lan algebra (cebir), zero (sıfır), cipher gibi kelimeler Arapça aslından alınmışlardır. el-Hârizmî, Ömer Hayyam, el-Bîrûnî ye diğerlerinin isimle­ri, Euclid (Öklid) ve Hindli müellif Siddhanta kadar meşhur olmuştur[173].

Kıblenin tâ’yîni, namaz vakitlerinin tesbîti ve mîrâsm taksimi gibi matematiği lüzumlu kılan dînî mecbûriyetler sebebiyle Müslümanlar evvelâ ve en fazla matematikle meşgul olmuşlardır. Aynı ilmin muhtelif şubelerinde yepyeni teoremler, hipotezler ve sistemler geliştirmişlerdir. Bu arada eski Yunan ve Hind matematik târihini de öğrenip mühim bul­dukları eserleri ve bilhassa Hindliler’in matematik ve astronomi kitabı Siddhâtas’mı, eski Yunanlılardan Öklid’in “Geometrinin Elemanları” ile Apollonius’un “Konikler” isimli kitabım, zamânm ilim dili olan Arapçaya tercüme ettiler[174].

İslâm matematikçilerinin araştırmaları Emevî Devleti zamânmda (41/661-132/750) başladıysa da Abbâsîler devrinde (132/750-656/1258) da­ha büyük bir sür’at kazandı. Karışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler: Logical Necessities in Mixed Equations isimli eserin[175] müellifi Abdülhamîd îbn Türk (IX. m. asır) ile onun mu’âsırı el-Harizmî, milletlerarası bir şöhrete kavuştular. Cebir ilminin kurucusu olan bu bü­yük astronomi ve matematik âlimi Muhammed îbn Mûsâ el-Harizmî (163/780-231/846 m)’nin Kitâbu’l-Muhtasar fî Hisâbi’l-Cebr ve’l-Mukâbele’si[176]. pek meşhurdur. Müte’addid defalar, Liber Algoriami başlığı altında muhtelif zevât tarafından Lâtinceye tercüme edilmiştir[177]. Binâenaleyh, cebir demek, el-Harizmî demek olmuştur.

Cebir, Müslüman fen ulemâsının metamatikte ortaya koyduğu en ori­jinal keşiflerinden biridir. Batı, bu ilmi, el-Harizmî’nin adı geçen eserini Lâtinceye tercüme ederek tamâmen Müslümanlar’dan aldı: XII. asırda bu eser, evvelâ Cremona’lı Gerard tarafından De Jobra et Almiıcabala Arabça adı ile; daha sonra ikinci olarak da, Chester’li Robert tarafından Liber Restauratoinis et oppositonis Numerî adı ile Lâtinceye çevril­di. Batı üniversite ve ilim çevrelerinde XVII. asra kadar okunmaya devâm etti[178].

IX. milâdî asrın diğer matematikçileri arasında meşhur filozof el- Kindî (c. 801-866 m) vardı. el-Kindî’nin hesab, hendese, hey’et, nücûm, mantık, tıb, felsefe; mûsikî ve diğer ilimlere dâir yazdığı kitab ve risalelerin sayısı 231 ‘i buluyordu. Bunlardan matematik ve astronomiyi alâkadar edenler 82 kadardı. Bilhassa matematikle ilgili olanlar arasında şunlar vardı: Kitâbu risâletihi fî’l-medhali ila’l-arîtmatik hamse makâlât; Kitâbu risâletihi fî isti’mâli’l-hisâbi’l-Hiudî erba’a makâlât[179].

X. asırda yetişen meşhurlardan sadece şu âlimleri zikretmek kâfidir: Ebû Abdillâh Muhammed b. Câbir el-Battânî el-Harrânî (235/850- 317/929). Büyük matematik ve astronomi âlimidir. Battânî’den muharref olarak, ecnebiler arasında Albataguius veya Albategni ismiyle mâruftur. Meşhur eseri, Zîcu’s-Sâbîdir. Plato-Tubertinus tarafından Lâtinceye tercüme edilip Mohametis Albatenii de Scientia Stellarum liber başlığı altında 1537’de Nuremburg’de basılmış, fakat tercüme hata­ları sebebiyle Regiomontanus tarafından, Vatikan’daki Arapça bir nüsha ile karşılaştırılarak ıslâh edildikten sonra kendi şerhleri ile berâber 1645- 46’da Polonya’da ikinci defa neşredilmiştir[180]. Sâbit Ibn Kurra b. Mervân eLHarrânî (211/821-288/901) de, tıb, felsefe, astronomi ve matematiğe dâir 150’den fazla eserin sahibidir. Bilhassa son ikisi bir kütüphâne teşkil edecek kadar çoktur. Matematik ile alâkalı olanlardan birkaçı şunlardır:

Kitâbu fî istihrâci’l-Mesâ’ili’l-Hendesiyye, Makâletün fî’l-Hende- siyye, Makâletün fî tashihi mesâi’li’l-cebri bi’l-Berâhîni’l-hendesiyye181 Ebû’l-Vefâ el-Hâsib el-Bozcânî (328/840-388/998) ise, Orta Çağda Şark’da yetişen en büyük matematik ve astronomi âlimlerinden biri idi. Matematiğe dâir olan eserleri arasında Kitâbu’l-Menâzil fi’l- Hisâb, Kitâbu Tefsîril-Harizmî fi’-Cebri ve’l-Miıkâbeİe vardı[181].

XIV. asır’başma kadar daha başka bir çok matematikçi yetişti. Bun­lara misâl olarak şu zevâtı zikretmek kâfidir:                                                 

Ömer Hayyâm; el-Kâfî fi’l-Hisâb’m müellifi el-Kerhî el-Bağdâdî (ö. 411/1020)[182]; onsekiz kitabdan müteşekkil bir külliyâtı ile Kitâbu Zafer fîT-Cebri. ve’l-Mukâbele ve Tecrîdu fi’l-Hendese isimli eserleri bulu­nan Nasîru’ddîn Tûsî (597/1201-672/1274)[183]; Ebû Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Biyrûnî (362/973-440/1048), ki, Hindce’den tercüme ettikleri hâriç, 113 kitab, risâle veya makâle yazıp bunlardan matematik, astrono­mi, takvim ve coğrafyaya âid olanları 83’ü bulmuştur[184]; İbnü’l-Heysem; İhvân-ı Safâ; Ebû Sehl el-Kûhî (ö. 375/985’den sonra)[185]; Telhîsu A’mâlil-Hisâb’ı yazan VII/XIII. asır Endülüs ulemâsından Îbnü’l- Bennâ[186] ve diğerleri o devrin fen âlimlerindendi. Sonraki devirlerde yeti­şenler arasında şu meşhûr fen ulemâsı vardı: Uluğ Bey (796/1393- 853/1449)[187]; Kâdî-zâde Rûmî (755-765/1354-64-830-840/1427-37)[188]; Ali Kuşçu (ö. 879/16 Aralık 1474)[189]; Molla Lütfi (ö. 900/1490);[190] îsmâil b. Muhammed Gelenbevî (1143/1730-1205/1790)[191].

Netice olarak sıfırı, cebir ve trigonometri’yi îcad eden İslâm mate­matikçileri, insanlığa, ilme ve medeniyete tahmin edilenden daha fazla hizmet ettiler[192]. Batılı şarkiyatçıların, 4 cild halinde 1913-1936 seneleri arasında Almanca, Fransızca ve İngilizce olarak hazırladıkları Encyclo­paedia of İslam (kısaca: El; 11 cild olacağı tahmin edilen ilâveli ikinci neşri, kısaca El, İngilizce ve Fransızca lisanlarında yayımlanmaya devam etmekte olup, hâlen 7. cildin iki fasikülü çıkmış bulunmaktadır) ve bunun Fransızca nüshasından ikmal, ta’dil, tashih ve yeniden yazılmak sûretiyle, Maârif Vekâleti himâyesinde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocaları nezâretinde takriben 50 senede 15 cild halinde İslâm Ansiklopedisi (İA) adiyle yapılan Türkçe tercümesi; C. Brockelmann’ın Geschiethe der Arabischen Litteratur u ile Fuad Sezgin’in Geschich­te des Arabischen Schrifttums (14 cild)’u gibi İslâm ilimleri, kültür ve medeniyetine dâir olan muâsır ve ‘âbidevî kaynaklar, hem İslâm medeni­yetinin mufassal izahının yapıldığı, hem de Batı’ya te’sirinin gösterildiği, ilim dünyasının usulleri ile yazılmış ve aynı zamanda Şark ve Garb âlimlerinin ellerinden düşürmedikleri en i’timâda şâyân eserlerdir[193].

III- İSLÂM SAN’ATLARI VE Mİ’MÂRÎSÎ:

İslâm Dîni, gelişmesine hizmet ettiği aklî ve tecrübî ilimlerle rivâyet ve dirâyete dayanan kendi aslî ilimleri sâyesinde mıTazzam bir medeniyet meydana getirdi. Edebiyat, mfmârî, hat, tezyînât ve mûsikî gibi İslâm san’atları bu medeniyetde mühim bir yer işgal ederler. Indus Nehri’nden Atlantik Denizi’ne, Viyana önlerinden Hind Okyanusu’na, Mâverâünnehir’den Nil Nehri vâdîlerine kadar uzanan geniş İslâm coğ­rafyasına yayılmış bulunan İslâm san’at eserleri hangi bölgede ve hangi devirde yetişmiş ve hangi millete mensub san’atkârlar tarafından vücûda getirilmiş olursa olsun, aynı âilenin fertleri ve aynı dilin lehçeleri gibi bir­birlerine benzerler. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen bu eserlere birliğini veren her şeyden evvel İslâm Dîni’nin vaz’ettiği kâideler olmuş­tur. İslâm Dîni, bu eserlerin meydana getirilmelerinde ve yeni yeni ter- kiblerin yapılmasında çok mühim bir ‘âmil olmuştur. San’at eserlerine mevzu ve programlar vermiştir. İslâm san’atlarmm büyük bir kısmını mîmârî teşkil etmiştir. Bu bakımdan İslâm mfmârîsi dînî bir san’attır ve İslâm memleketlerdeki devlet yapılarının büyük bir ekseriyetini dînî ya­pılar meydana getirmiştir. Dînî yapıların çoğu da câmilerden ibarettir.

Câmi’, hangi İslâm memleketinde olursa olsun, plâmnı toplu olarak kılman namazın îcablanndan, ya’ni dînî kâidelerden almıştır. Cemaatle namaz, saflar halinde kılınır. İlk safta namz kılmak, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yakın olmak demektir. Bunun da sevâbı büyüktür. Onun içindir ki birinci saf mümkün olduğu kadar sık ve geniş tutulmş, diğer saflarda da birinciye uyulmuştur. İslâm Peygamberi sallallâhü ‘aleyhi ve sellem Efendimiz’in birinci safa verdiği ehemmiyeti bildiren birçok Hadîs-i şerif vardır[194]. Böylece Medîne-i Münevvere’deki ilk câmi’ olan Mescid-i Nebî’nin plânı kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

İlk câmi’ mîmârları, Müslümanların dîni düşüncelerini taşla ifâde ederken, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in birinci safa verdiği ehemmiyeti göz önünde bulundurmuşlar ve O’nun emrine uymuşlardır, câmiler’in derin olmaktan çok geniş olmasının sebebi budur.                                      .

Namaz kılınan yerin mühim bir organı mihrab’dır. Mihrâb, sâdece kıble tarafını göstermek ihtiyâcından değil, aynı zamanda câmi’ içine bir saf daha almak ihtiyâcından doğmuştur. Câmi’ kapısı önünde yer alan avlu, son cemâat yeri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Son cemâat yeri de, na­maza geç kalıp câmi’ içinde yer bulamayan Müslümanlar için yapılmıştır.

Câmi’in, maksûre ve minber gibi diğer unsurlarına gelince: Maksure, Halîfeler’e mahsus olup parmaklık veya kafesle ayrılmış bir yerdir. Sâdece hükümet merkezi olan şehirlerin bazı câmi’lerinde bulu­nur. Bilâhare, Osmanlı câmi’lerinde bu yer, yukarı katlarda yapılmış; şimdiki Hünkâr Mahfali ismini ve şeklini almıştır. Minber, hutbe.için­dir. Yalnız, Cuma namazı kılman câmilerde bulunur.

Bir câmi’deki bu esas unsurlara; zemini kaplayan halıları veya hasır­lan, duvarlan süsleyen yazıları veya çinileri, kubbeden sarkan kandilleri ve avizeleri, Kur’ân-ı Kerîm okunan rahleleri ve va’az verilen kürsüleri de . ilâve edersek, câmi’lerin Müslüman s an’atçılara mevzu4 olan bütün kısım ve vasıflarını hülâsa etmiş oluruz. Hicret’in ilk yıllarından i’tibaren mi­marlarla süsleyicilerin göz önünde tuttukları program aşağı yukarı bu- dur. Sonradan medrese, zâviye ve hânekâh tipleri zuhûr etmiş; bunlara kuruculannm mezarı veya yüksek bir şahsiyetin türbesi de dâhil edilmiş­tir.

İslâm mi’mârî ve san’at eserleri arasında bir birlik ve benzerlik var­dır. Bunun sebeblerinden biri, doğudan batıya uzanan İslâm memleketle­rinin aşağı yukarı aynı iklim kuşağı üzerinde bulunmalarından dolayıdır. İslâm memleketleri, Avrupa’daki ülkelere kıyaslanırsa, ‘umûmiyetle daha sıcak, daha ışıklı ve daha kurudur. İslâm ülkelerindeki dînî ve sivil yapı­larda şadırvana ve havuza büyük ölçüde yer verilmesi, şehirlerin çeşmele­re boğulması ve suyun devamlı bir unsur olarak mîmâriye katılması; hem İslâm’ın hayır yapmaya teşvîk eden nasihatlerinin ve temizliği ibâdetin şartı hâline getirmesinin, hem de bu iklim sebebinin tabit bir neticesidir. Havanın sıcaklığı ve Güneş’in şiddeti yüzünden açık kısımlar İslâm yapı­larında büyük ölçüde yer almıştır. Anadolu’nun güney kısımlarında bu­gün de görülebilen avlu ve eyvanlı evler bu iklim şartlarının ifâdesinden başka birşey değildir. Malezya, Hindistan ve Pâkistan’da sıcak daha şid- detİe hüküm sürdüğü için câmi’lerin kapılan bile yotur; içeriye doğrudan doğruya açık kemerlerden girilir.

İslâm memleketlerindeki san’at eserleri arasında görülen ayrılıklar ve üslûb farkları ise, büyük İslâm Devleti çevresine giren Hindistan, Af­ganistan, İran, Mezopotamya, Sâriye, Filistin, Anadolu, Mısır, Tunus, Ce­zayir, Fas, İspanya, Sicilya, Balkanlar, Kırım ve Türkistan gibi bölgelerin değişik târihî geleneklere ve ayrı san’at unsurlarına sâhib oluşlarından ve buralarda oturan milletlerin millî geleneklerindeki başkalıktan ileri gelmiştir.

İslâm s an’atı, İslâm Dînini kabul eden her memleketin san’at unsur­larından, sanatçılarından ve işçilerinden faydalanarak gelişmiş ve karak­ter farkları böylece meydana gelmiştir. Iran ve Mezopotamya’da Sasânî ve Türk; Sâriye ve Mısır’da Kopt, Türk, Roma ve Bizans; Ispanya’da Vizi- got; Hindistan’da Çin, Hindu ve Türk te’sîrlerini görmek mümkündür. Iran, Anadolu, Hindistan, Balkanlar, Mısır ve Türkistan’da devlet kur­muş olan Türkler’in bu bölgelerdeki san’atları arasında görülen farklar, adı geçen bölgelerin bıraktığı miras başkalığından ileri gelmiştir. Bu te’sîrler, gerek yapıların plânında, gerek süslerinde, gerekse kullanılan malzemede kendini göstermektedir. Meselâ Mısır’da taştan bol birşey ol­madığı halde, Tolunoğlu Câmi’i’nin tuğladan yapılmış olması, ancak Samarra’daki Türk mi’mârisinin te’sîrîle açıklanabilir. İslâm san’atının tür­lü unsurlarım, çeşitli kemerlerini, dayanak kulelerini, sütunlarını ve sü­tun başlıklarını, tonozu, kubbeyi, trompu, pandantifi, beyaz ile siyah ve beyaz ile kırmızı taşların kemerlerde nöbetleşe kullanılışını, süslemeyi, arabeski, keramik kaplamayı, mozâyiki, yapıların plânım, kullanılan malzemeleri vb. incelersek bu te’sirleri birçok misalleri ile belirtmiş olu­ruz. Dünyâ san at târihinde, zaptedilen ve yerleşilen ülkelerin sanat un­surları ile kurulmuş tamamiyle yeni ve orijinal böyle başka bir san’at da­ha gösterilemez[195].

İslâm san’atı bir devlet sanatı olduğundan, her hükümdar veya hali­fe, kendi düşünce ve duyuşunu aksettiren bir san’atm gelişip serpilmesini sağlamıştır. İslâm san’atında kollar hep bir hanedân adını taşır. Bu se­bepten İslâm san’atını coğrâfî bölgelere göre değil, İslâm dünyâsının şu veya bu bölgesini muayyen asırlarda hâkimiyetleri altında bulunduran halîfe veya hükümdar soylarına bağlamak daha yerinde olmuştur.

Bu devletler sırasıyle şunlardır: Emevî Devleti (41/661-132/750), Afri­ka ve Ispanya’da 1492’ye kadar devâm eden muhtelif devletlerin kurul­masına vesile olmuştur; Abbâsî Devleti (veyâ Abbâsîler) (132/750- 656/1258); Fâtımîler (297/910-566/1171); Karahanlılar (225/840- 608/1212); Gazneliler (350/962-581/1186); Büyük Selçuklular (431/1040- 551/1157); Anadolu Selçukluları (463/1071-707/1308); îlhanlılar (653/1256-736/1336); Timurlular (771/1370-906/1501); Memlûklar (617/1250-923/1517); Safevîler (907/1502-1134/1722); Hindistan’da Delhi Sultanları (602/1206-814/1412); Babürlüler (932/1526-1118/1707); Anado­lu Beylikleri ve Osmanlılar (699/1300-1311/1923)[196] .

İslâm sakatlarının bütün nev’îleri bakımından İstanbul şehri âdetâ bir açık hava müzesidir. Burada Müslüman Türkler’in medeniyet eserleri olan Câmf, Medrese, Türbe, DârüttaTîm, Dârülhadîs, Kütüphâne, Darülhuffâz, Imâret, Hastahâne, Dârüssıhha, Tâbhâne, Hamam, Yol, Köprü, Kervansaray, Çeşme, Sebil, Kala, Su Yolu, Liman, Bedesten, Çar­şı gibi mi’mârî ‘âbidelerini; bu eserlerin kitâbelerini ve duvarlarını süsle­yen hüsn-i hat örneklerini; taş, ağaç ve metale işlenen oyma sakatlarını; tezhib ve tezyînâtm her çeşidini; çinicilik, halıcılık ve benzeri el sanatları­nı bir arada görmek mümkündür. Bu eserlerin, hat, yazma eserler, fer­manlar, hah, ibâdet, nkmâri, çini, seramik ve Mukaddes Emânetler ile alâkalı olanlarından bkzıları; Türkiye’nin muhtelif müzelerinden alınıp bir araya getirilerek, Hicretin XV. asrını tes’îd etmek maksadıyle istan­bul Topkapı Sarayı Müzesi’nde 20 Nisan-20 Eylül 1983 târihleri arasında açık kalan bir sergide teşhir edilmiş ve sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından altı kitapçık hâlinde Türkçe, İngilizce ve Arapça olarak neşredilmiştir[197]. Kezâ benzer eserlerden teşekkül eden bir sergi evvelâ 25 Ocak 1987’de Amerika Birleşik Devletlerinde, sonra Ingiltere, Japon­ya ve şimdi de (15 Şubat 1990) Fransa’da “Muhteşem Süleyman Sergisi” adı altında açılmış, mkazzam bir alâka görmüş ve dünyânın takdirini ka­zanmıştır. Kısaca, İslam san’atları ve mi’mârîsi şemsiyesi altında sâhip olduğumuz değerler, İslâm medeniyetinin altın devrini bugünlere bağla­yan ve inceledikçe ilim dünyâsını ve san’at erbâbını, ihtişâmı ve zarâfetiyle hayran bırakan ve şeref ve iftihâr kaynağımız olan eserlerdir.

İslâm san’atları hakkındaki araştırma ve incelemeler, bu asrın başla­rına doğru, yerli ve yabancı ilim adamlarının ve daha ziyâde Alman san’at târhçilerinin gayretleriyle başladı[198]. 1950 senesinden itibaren, Ankara İlahiyat Fakültesinin yaptığı neşriyât sâyesinde İslâm san’atlarının tedkîkî hususunda büyük gelişmeler sağlandı[199]. Sonra bunu, Vakıf­lar Umum (Genel) Müdürlüğünün yaptığı neşriyât çok geride bıraktı. Vakıflar Dergisi ile diğer tedkîk mahsûlü eserler, İslâm san’atmın bilinme­sine ve öğrenilmesine büyük hizmet etti[200]. İstanbul Üniversitesi Edebi­yat Fakültesinde Türk ve İslâm Sanatları Bölümü’nün çıkardığı Yıllık da çok büyük bir boşluğu doldurdu[201]. Akbank, İş Bankası ve Yapı ve Kre­di Bankası’mn ayrı ayrı yaptıkları lüks baskılı İlmî neşriyâtı da İslâm sanatlarına alâkayı artırd[202]. Doktora ve benzeri İlmî araştırmaları, Kül­tür ve Milli Eğitim Bakanlıklarının neşretmesiyle, Devlet bu san’ata sahîb çıktığını gösterdi[203].

Türkiye’de İslâm s an’atlarının ihyâsı için “Türk Sanatı” adı altında da olsa büyük gayret sarfedip eser veren birçok san’atkâr ve ilim adamı vardır. Bunlardan sâdece birkaçının işâret etmekle iktifâ ediyoruz: Îbnülemîn Mahmud Kemal İnal (1870-1957)[204]; Celâl Esad Arseven

(İ875-1971)[205] Ibrâhîm Hakkı Konyalı (1896-1984)[206]; A. Süheyl Ünver (1898-1986);[207] Suud Kemal Yatkin (1903-1980);[208] Ekrem Hakkı Ayverdi (1900-1984);[209] Oktay Aslanapa (1914- )[210]; Abdullah Kuran (1927- )[211] Metin Sözen (1936- ….)[212]; Esin Atıl (? -….)[213]; Remzi Oğuz Arık (1899-1954)[214].

İslâm san’atlan ve mkmârisi hakkmdaki tedkîk ve araştırmalara dâir olan neşriyât, hem içte ve hem dışta, bir kütübhâne teşkil edecek kadar artmıştır. Her geçen gün de çoğalmaktadır[215].

Bu çoğalış, İslâm medeniyetine karşı olan alâkayı artırmaktadır. Zira İslâm san’at ve mfmârî eserleri, İslâm medeniyeti’nin bugün ayakta du­ran canlı vesikalarıdır. Bu sahadaki araştırmalar yeni olduğu için, İslâm sanatı üzerinde yapılan yorumlar da farklı ve değişiktir. Batı’lı san’at târihçileri, bidâyette, İslâm san’atım Arap, Acem ve Türk kollarına ayır- maksızm tedkîk ediyorlardı. Sonra ayırmaya ve bilhassa İslâm san’âtı üzerinde Bizans ve Ermeni te’sîri bulunduğu husûsunda ısrar etmeye başladılar[216]. Hattâ Prof. Dr. E. Diez, Bâyezid (906-912/1501-7), Şehzâde (949-955/1543-8), Süleymâniye (957-964/1550-7), Sultan Ahmed (1026/1617), Yeni Câmi’ (1614-63) ve Fâtih, (yeniden yapılışı 1180- 85/1767-71) ile Edirne Selimiye câmilerinin, Ayasofya’mn birer çocuğu ol­duğunu ileri sürmüş ve onun tahrik edici örneği olmasaydı bunlar hiçbir zaman ona şuurlu olarak rekâbet edecek ölçüde yapılamayacaklardı diye iddia etmiştir[217]. Profesör Celâl Esad Arseven, bu iddiaya, bir asra yakın ömrünün mahsûlü olan ‘âbidevi eserinde lâzım gelen cevâbı “Süleymâniye Çâmfsi ile Ayasofya arasında bir mukâyese” başlığı altında vermiştir[218]. Üstâd C.E. Arseven söze şöyle başlıyor:

“Biri Bizans diğeri Türk mimarisinin şâheserleri sayılan ve dünya mi£marî târihlerinde mühim yerleri olan Ayasofya ile Süleymâniye Câmfsi hakkında yabancı müellifler tarafından yapılan mukayeseler hep tarafgirânedir. Bunlar, Bizans mimarisinin tek bir eseri olan ve buna mümasil bir diğer eser yaratmayan BizanslIların Osmanlı devri klâsik mimarisine esas olduğu ve büyük camilerimizi Ayasofya’mn doğurduğu fikrindedirler[219]“.     ,

Profesör C.E. Arseven, sonra Prof. Dr. Diez’in iddialarım kaydedip di­yor ki: Sinan Ayasofya’dan hiçbir fikir almamış değildir. Nitekim diğer birçok memleketlerde gördüğü eserlerden de ilhâm almıştır. Fakat hiçbir zaman Ayasofya’yı taklîd etmek cihetine gitmemiş; onda gördüğü hatâ ve noksanlan tashih ve ıslâh etmek sûretiyle ötedenberi devâm eden Türk mîmârîsini daha olgunlaştırarak tekâmül devrine ulaştırmıştır. Sinan’ın, Ayasofya’mn kubbesi kadar yüksek kubbe yapmaması onun aczin değil bilgisinin kudretini gösterir. Zira o, İstanbul ve Edirne’nin bir zelzele mıntıkası olduğunu düşünerek, yaptığı binalarda ona göre tedbirler almış ve tehlikeli gösterişlerden kaçınmıştır. Nitekim İstanbul’da 1766 ve 1894’deki büyük zelzelelerde Sultan Selim, Şehzâde ve Süleymâniye câmileri hayli hasâra uğramış olmakla berâber, bu câmilerin temin ettiği mukâvemet sâyesinde bu sarsıntılara karşı durulabilmiştir. Hiç şüphesiz Sinan, kendisinin en yüksek şaheseri ‘addettiği Selimiye Câmi’i’nde, ge­rek mîmârî, gerek inşâ tekniği bakımından Ayasofya’yı geçmiştir[220].

Diğer taraftan, başta Profesör C.E. Arseven olmak üzere, Türk müel­liflerinden ba’zıları, milliyetçilik hareketlerinin te’sîri ile olacak ki, Türk san’atının, İslâm san’atının bir parçası olmadığını iddiâ etmişlerdir. Bil­hassa Prof. Arseven, yukarıda işaret edildiği üzere (n.206). “Türk san’atı­na… İslâm san’atımn bir okulu gözü ile bakılması çok üzülecek bir şeydir” demektedir[221]. Halbuki Türkler’in, san’at ve kültür varlıklarının hemen tamâmı, X. asırda Müslüman olmalarından sonra vücud bulmuştur. Arse­ven ve diğerlerinin eserlerine mevzu’ olan da, Türkler’in yaptığı İslâm san’atlanndan başka birşey değildir. İslâm olmasaydı o eserlerin meyda­na gelmesi mümkün olmazdı.

Hakikatte bu nev’i yorumlar bir teferruattır. İslâm Sanatı câmi’den neş’et etmiştir. Câmi’nin sebeb-i vücûdu ise namaz’dır. Taş ve tuğlanın, kim tarafından, nasıl ve hangi üslûbla konduğu mühim değildir. Mühim olan niçin konduğudur. O da namazdır; Allâh’a ibâdettir. Onun için, İs­lam’da cevâz verilmeyen resim ve heykelcilik bu san’atda i’tibar görme­miştir. Bütün İslam sanatları ve mimarisinin ilham kaynağı bu ibadettir. İslâm imânı, emel, zevk ve heyecândır. Yoksa İslâmdan evvelki kültür ve imânı değildir.

IV- İSLÂM MEDENİYETİNİN VASIFLARI:                        

İslâm’ın ilim ve ma’ârifeti ile kültür ve san!atı sâyesinde, VII. asırdan itibaren beş asır müddetle, zaman zaman da XVIII. asra kadar, dünyâda söz sahibi olan İslâm medeniyeti idi. İslâm medeniyetine sâhib olduğu içindir ki, İslâm dünyâsı, asırlarca devâm eden Orta Çağ karanlığım gör­medi. Orta Çağ, İslâm âlemi için göz kamaştırıcı bir aydınlık, refah ve saâdet, hak ve ‘adâlet çağı oldu. Bugün bu târihî hakikatler, İslâm dünyâsında değil, Batı’da neşredilen eserlerle gözler önüne serilmiş bu­lunmaktadır. Yukarıda 47 numaralı dipnotda zikr edilen GAL, GAS, El’dan başka, “İslâm Medeniyeti” adı altında nâmütenâhî kitab ve makâle neşredilmiştir.

Türkiye’de İslâm kültür ve medeniyetini en veciz bir şekilde dile geti­renlerden biri değerli edîb ve edebiyat târihçisi Nihâd Sâmi Banarlı (1907-1974)’dır. Aşağıdaki satırlarda, evvelâ Hristiyanlık, Mûsevîlik ve İslâmiyet arasında medeniyet bakımından bir mukâyese yapmakta, sonra da, sâdece İslâm dîninin bir medeniyeti bulunduğunu şöyle tasvir etmek­tedir:           .

“İslâm medeniyeti, Milâdın yedinci asrında Arabistan’ın Hicaz bölge­sinde kuruldu. Bu medeniyetin kaynağı, Müslümanlığın mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerîm dir, yani Müslümanlık tır. Bu nokta, İslâm medeniyetinin ilk mühim hâdisesidir. Çünkü meselâ Avrupa medeniyeti’nin kaynağı, İncil veya Hristiyanlık değildir. Avrupalılar, Hristiyan olmakla herhangi bir medenî hamle yapmamış, bunun aksine olarak yalnız Hristiyan oldukları bütün Ortaçağları derin bir taassup ve gerilik içinde yaşamışlardır. Avru­pa’nın medeniyete uyanışı ve kısaca Avrupa medeniyeti, Renaissance asır­larında, eski Yunan-Roma medeniyetine uyanmakla ya’ni eski Yunan-Roma devrinin zengin fikir, san’at ve kültür hareketlerini tanımak hattâ be­nimsemekle başlar. Aynı karşılaştırma Tevrat için de böyledir. Mûsevîlik yeryüzüne yeni bir din getirmiş, fakat bir Mûsevî medeniyeti kurup yükselt­memiştir. Çünkü Mûsevîlik’den önce gerek Mısır’da gerek Sûriye ve Filis­tin’de bir Mısır ve Ibrâni medeniyeti vardı.

Müslümanlık böyle değildir.

İslâm medeniyeti’nin başlangıcı tamâmiyle onun mukaddes kitabına dayanır; bu kitabın Hicaz’da çöl evlâtlarına getirdği, rahmân ve rahîm olan tek Allâh inancıyle; onun şahlandırdığı büyük mâneviyâtla; onun ileri sür­düğü insanlık, güzellik, iyilik, temizlik, hak ve ‘adâlet anlayışıyle başlar. Müslümanlık, yeni bir din olarak Arap yarımadasının Hicaz topraklarında doğdu. Ancak ne Hicaz bölgesi, ne de bütün Arap yarımadası, aslında büyük medeniyet kurmaya elverişli bir yerdir. Bu sebepledir ki İslâmiyet’in doğdu­ğu asra kadar, bu bölgelerde ne bir derin îman yaşamış ne de herhangi üs­tün bir kanun; sanat ve kültürünü başka kıt’alara yayacak medenî bir hamle yapılmıştır”[222]“.                             

İslâm medeniyeti’nin kurulduğu, yayıldığı ve korunduğu asırlarda kılıçlar çok konuşmuş; çeşitli iç ve dış düşmanlara karşı çok vazife gör­müştür. Fakat İslâm medeniyeti, hiçbir zaman kan ve kılıç medeniyeti ol­mamıştır. İslâm gâzîleri kılıcı mecbur oldukları zamanlarda çok iyi kul­lanmışlar; onu kınına koyduktan sonra hemen, açılan yaraları sarmaya başlayarak, dinlerinin insan sevgisini; iyilik, güzellik, hak ve ‘adâlet sev­gisini ortaya koymuşlardır[223].

İslâm medeniyetinin bâriz vasıfları, onun Allâh, insan, ilim, fikir, iyilik, güzellik, temizlik, çalışma ve ‘adâlet anlayışında üstün ifâdesini bulmuştur. Şöyle ki:

1) Allah İnancı:                

İslâm’ın ta’rîf ettiği Allâh, Hâlık’dır; yaratıcıdır ve Rabbü’l- ‘Alemîn’dir; bütün âlemlerin sâhibi ve efendisidir. Böylece bu îmânın ruhunu ve hangi değerlerin temelleri üzerine kurulduğunu; Kur’ân-ı Kerîmin tanıttığı Allah’ın esmâ’ullâh veya esmâ-i hüsnâ denilen isim­lerinde, bu isimlerin mefhum ve mânâlarında toplanmış bulmak müm­kündür. Meselâ Allâh’m bir adı ‘Alîm’dir. Bu, büyük yaratıcının İlâhî bir ilimle herşeyi bilici olduğunu gösterir ve İslâmiyet’in daha Allah’ın varlı­ğında ilme verdiği yüce kıymeti bildirir. Allah’ın bir başka adı Hakîm’dir. Hakîm, hikmet sâhibi demektir. İslâm’da hikmet, “varlıkların en iyisini, bilgilerin en iyisi ile bilmek” demektir. Varlıkların en iyisi Allâh’dır. Allâhın mâhiyetini de yine ve ancak Allah’ın ezelî bilgisi bilir. Allâh bu ezelî bilgi ile, yarattığı her varlığı, her hadiseyi, her düşünceyi ve düşün­dürücü herşeyi ilâhı bir hikmetle yerli yerinde yaratmıştır. Allâhın sâdece bu iki ismi, yani Hakîm ve ‘Alîm adlan, İslâmiyet’in bilgiye ve te­fekküre ne derece ehemmiyet ve kıymet verdiğini gösterir. Zîra Kur’ân’ı Kerîm’den aldığı ilhamla İslâm o kanâate varmıştır ki, insamn ilimde, te­fekkürde, fikirde, iyilikte, güzellikte hattâ kendi ölçüsünde yapıcı ve ibdâ edici oluşunda tek ve yüce örneği Allâh’dır. İnsan Allah’ın vasıflanyle va-‘ sıflanmak yolunda ilerledikçe insandır. Allâhın vasıflarım belirten güzel isimlerinde ise gelmiş, geçmiş, yapmış ve yetiştirmiş bütün üstün medeni­yetlerin hayallerindeki bütün ideal yücelikler toplanmıştır. Allâh’da her vasfın en mükemmeli vardır. Bu sebebledir ki İslâm dünyâsı, asırlarca, doğan çocuklarına, Allah’ın vasıflarım belirten isimler vermiş; çocukları­nın ‘Alîm, Hakîm, Kerîm, Rahmân, Vehhâb, Kâdir ilh. olan Allâh’m bu vasıflarıyle faziletli kullan olmasını özlemiştir. Müslümanlar arasın­da, Allâh’m kulu mâ’nâsma olmak üzere Abdülhakîm, Abdüİkerîm, Abdürrâhmân, Abdülvehhâb, Abdülkâdir gibi isimlerin çokça kullanılma­sı bundandır. Yine Allâh’m mutlak güzelliğini ve İslâm’ın güzellik anlayı­şını ifâde eden cemâl, hüsün kelimeleriyle süslenen isimler ve Allah’ın mutlak iyiliğini ifâde eden hayr mefhûmu ile ilgili Hayrî ve Hayreddin gibi isimler; kısaca İslâm’ın bütün bu en güzel, en iyi ve en medenî kav­ramlar uğrundaki gayretleri, tamâmiyle Kur’ân-ı Kerîm’in tanıttığı, tek ve büyük yaratıcı’nm varlığında toplanmış; İslâm’ın, îmân, ilim, tefekkür ve medeniyetine ondan yayılmış olan faziletlerdir[224].

2) İnsan Telâkkisi:

İslâm’ın diğer büyük bir medenî vasfı da insan kavramında görülür. İslâm dîni, bir veya birkaç kavme değil, insan a ve tabî’î olarak bütün in­sanlığa ftibar sağlamıştır. İnsan’ı yaratılmışların en şereflisi ve en güzeli göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tîn sûresi, 5) buyurur; insana bilmediği şeyleri öğrettiğini bildirir (Alâk sûresi, 5); insana türlü misâller gösterip açıkladığını beyân eder (Kehf sûresi, 54). insanları, başka insanlara tapmaktan, onlara boyun eğmek­ten uzak tutar: “Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, hiç şüpheniz olmasın ki, husrâna uğrarsınız (Mü’minûn sûresi, 34) bu­yurur. Kendilerine hikmet yerilmiş insanlardan bahseder. Adem Pey­gamber’in derin bilgiyle yaratıldığı; kendisine meleklerden üstün bir bil­gi verildiği; Adem’in, dolayısıyle insan’m, yeryüzüne Allâh’m halîfesi ola­rak gönderildiği Kur’ân-ı Kerîm’de ehemmiyetle anlatılır (Bakara sûresi, 30-34). Bütün bunlar insanda İlâhî vasıflar bulunduğu müjdesini, Rasûl-i Mükerrem Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şu Hadîs’i bütünler: “Allâh, insan’ı kendi Rahmân suretinde yarattı.” Bir karşılaştırma gerekirse, Incil’de Allâh’m, defalarca “İsrail’in Allah’ı” diye tanıtıldığı görülür. “İsrâil’in Allâh’ı Rab mübârek olsun” cümlesi tekrarlanır; Hz. Isa’nın “Ben, İsrail evinin kaybolmuş koyunundan başkasına gönderilmedim” cümlesi zikre­dilir. Allah’ı, ya insanların yüksek zümrelerinin yâhutda yalnız bir kav­inin Allâhı bilen başka dinler de vardır. Halbuki İslâmiyet’in Allâh’ı, bü­tün âlemlerin Rabb’ıdır. Nebiyy-i Âhir Zamân Hz. Muhammed (s.a.v.) işe tek bir kavme değil, bütün insanlığa gönderilen elçidir. İslâmm insanlar ve ırklar arasında fark gözetmediği de bizzat Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in: “Ey insanlar! Hepiniz Adem’densiniz. Adem ise topraktandır. Hiçbir Arab’ın Arab olmayana ve hiçbir beyaz’m siyah olanlara üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük ancak Allâh’a ibâdetle olur.” Hadîs’i, zamanımızdan 1400 sene evvel söylenmiş bir . peygamber sözüdür[225].

3) Güzellik Anlayışı:

Seyyidüs-sakaleyn ve Mefhar-ı Kevneyn Hz. Peygamber (s.a;V.)’in bir Hadîs’i daha, İslâm medeniyetinin bâriz vasıflarından birini hülâsa eder. Bu hadîs, “Gerçekten Allâh güzel’dir ve güzelliği sever” ifâdesidir. Bu cümlenin bir peygamber tarafından söylenmesi onun dînindeki estetik çizgileri belirtir. Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm, maddî, mânevî her varlık, her iyi davranış ve her iyi hâdise için güzel sıfatını sâdece takdîr için de­ğil, âdetâ bir hedef gibi kullanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm önce, Allâh’ı ‘Yara­tanların en güzeli” diye vasıflandırır; bu, Mü’minûn sûresinin 14. âyetinde ‘Yaratanların en güzeli Allâh, ne yücedir” meâlinde beyân edilir. Hacc sûresinin son âyeti de şöyledir; “Allâh’a sarılın. O sizin Mevlânızdır. Ne güzel Mevlâ ve ne güzel Yardımcı’dır” Ve bu beyânlar çoktur. Böylelikle İslâm’ın estetik anlayışı Allâh’m güzelliğiyle başlar. Sonra insanların, Rabb’leri tarafuıan bilhassa güzel biçimde yara- tıldıklarnda ısrar eder. “Size şekil vermiş ve şeklinizi çok güzel yap­mıştır” (Tegâbun sûresi, 3) âyeti bu beyanlardan biridir. Yerin ve göğün itinâ ile süslenip güzelleştirilmesi de İlâhî san’atm, beyânına lüzum görü­len eserlerindendir. “Gökte burçlar yarattık. Onları temâşâ edenler için süsledik” (Hicr sûresi, 16); ‘Yeryüzünde olan herşeyi yeryüzüne süs yaptık. Bu* insanları denemek, aralarında mükemmele yükse­lecekleri bilmek içindir” (Kehf sûresi, 7) âyetleri bunu belirtir. İnsan­lara İlâhî örnekler verildiği ve bu örneklerin bilhassa güzel oldukları, böy- lece açıkça söylenir. Kelâm-ı Kadîm, Kelime nin bile güzel olmasını işârete lüzum görmüştür: “Allâh’m nasıl misâl verdiğini görmüyor musun? Güzel bir kelime, sağlam, köklü ve dalları semâya yüksel­miş bir ağaç kadar güzeldir” (İbrâhîm sûresi, 24) buyurur. Hattâ Yûsuf sûresinin hikâye edilişindeki güzellik âdetâ, bir s an’at eserinin takdimi gibi, belirtilmesi zarûrî olan bir üslûb hârikası hâlinde söylenir: “Ey MuhammecM Biz, bu Kur’ân’ı vahy ederek kıssaları sana en gü­zel şekilde anlatıyoruz” (Yûsuf sûresi, 3). Zümer sûresinde ise, “Allah (Kur’ân’ı) sözlerin en güzeli olarak indirmiştir” âyeti vardır (âyet, 23). Kur’ân-ı Kerîm’de ülkelerin güzel, döşemelerin güzel, ağaçların güzel, atların güzel, sözlerin ve her türlü davranışların güzel oluşları ve güzel sıfatıyle vasıflandınlışlan başlı başına bir hâdisedir. Okuyana ve Kur’ân-ı Kerîm’den doğan medeniyetin çeşitli vatanlardaki işlenmiş güzellik­lerine dikkat edenlere, bir îman kitabımn güzel üzerinde bu kadar ısrar­la duruşundaki hikmeti düşündürür; medeniyetin büyüklüğünü hazırla­yan sırlardan birini açıklar. Aynı dînin peygamberi de tabfatıyle aynı an­layıştadır: Bir mezar ziyâreinde kazılmakta olan çukurun içinde intizamsizlik gören Cenâb-ı Peygamberin, bunun düzeltilmesini emrettiği bilinir. Mezar içindeki pürüzlerin ölüye ne gibi zararı olacağını soran bir şahabı ye, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin cevâbı şöyle olur: “Ger­çekten bu pürüzlerin ölüye ne zararı ne de faydası vardır. Ancak bu, yaşayanın gözlerini rahatsız etmemek içindir[226]

4) Temizlik:

İslâm medeniyetinin diğer bir esâsı, dînin emrettiği temizlik’tir. İslâmiyet, temizliği îmânın şartlarından sayan yegâne dindir. Bu temizlik hem vücud hem ruh temizliğidir. Esâsen günde beş defâ, vücûdun, el, ayali, yüz, boyun gibi her türlü kirlere açık uzuvlarını temizlemeği emre­den bir dînin hazırladığı bu temizlik ve temizlik alışkanlığının, ona îman edenlerde bir rûh ve vicdan temizliği uyandırmaması mümkün değildir. Kaldı ki her Müslüman, Allah’ın huzûruna çıkıp namaz kılacağı yeri her türlü kirlerden temizlemek vazîfesindedir ve Kur’ân-ı Kerîm, hemen her fırsatta, inanmışlara rûh ve vicdan temizliği, vücut ve çevre temizliği em­reden bir maddî medeniyet kaynağıdır. Bu temizlik rûhu, İslâm’ın daha ilk vahiylerinde Server-i Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a.v.)’e İlâhî bir emirle duyurulmştur: “Ey örtüsüne bürünen! Kalk, uyandır! Rabbını tekbîr et! Elbiseni temizle! Kötülüklerden sakın!” (Kur’ân-ı Kerîm, Müdessir, 1-5). Bu vahiy, asırların emri olmuş, İslâmiyet, gusül ve ab- dest adı verilen vücut temizliğini farz kılmış; ibâdetin hem gönül hem vü­cut temizliği içinde makbul olacağını Müslümanlara ikinci bir rûh gibi üf­lemiş ve bu temizlik alışkanlığı, Müslüman dünyâsının bir dünyâ medeni­yeti kurmasında büyük vazîfe görmüştür. Kur’ân-ı Kerîm, ‘Ey îmân edenler, namza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar elleri-, nizi, topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın! Eğer bütün vücûdu yıkamayı gerektiren halde iseniz, temizlenin!”; “Aİlâh sizi arıtıp üzerinize olan ni’metini tamamlamak ister”, (el-Mâide, 6) di­yordu; “…kendi aranızdan bir peygamber gönderdik ki, o, size âyetlerimizi okuyor, sizi (Allah’a eş tutmaktan, günahlardan, maddî ve mâ’nevî kötülüklerden kurtarıp) tertemiz yapıyor, size Kitâb (Kur’ânı) ve hikmeti (içinde bulunan hükümleri) öğretiyor, bilmediğiniz şeyle­ri size bildiriyor” (Bakara, 151) diyordu. İnsanlara rûh ve nefis temizli­ği emrediyor; “Kendini arıtan sa’âdete ermiştir” (Şems sûresi, 9) buyu­ruyordu. Temizliği o ölçüde şart koşuyordu ki, Kur’ân-ı Kerîm için “Bu Kitâb’a ancak arınmış olanlar el sürebilir” (el-Vâkı’a sûresi, 79) bu- yumyordü. Vâdettiği cennetinin bile içecek sularının aziz vasfı temizlikti: “Rableri onlara tertemiz içecekler içirir” (el-însân sûresi, 21), “Altla­rından akan ‘Adn cennetleri, temizlenen kimselerin mükâfatıdır” (Tâ Hâ sûresi, 75-76). İslâm Peygamberi, “Câmiye giderken en temiz ve güzel elbiselerinizi giyiniz. Güzel koku sürünüz, câmiye ve misâfirliğe giderken soğan, sarımsak gibi başkalarını rahatsız edecek koku neşreden şeyler yemeyiniz” diyordu. Dişlerin misvakla temizlenmesinde ısrar ediyor; tenizliğin insan ömrünü uzatacağını bildiri­yordu. Bütün bunlar ve burada sayılamayacak kadar çok benzerleri, İslâm, bilhassa İslâmî Türk medeniyetinin niçin türlü iç ve dış temizlik­lerle işlenmiş bir beyaz medeniyet oluşunun kesin çizgileridir.

İslâm milletleri içinde İslâm’ın temizlik esaslarına derin bir bağlılıkla uyan milletlerden biri Türkler’dir. Türkler, millî mizaç ve ‘âdetlerine uy­gun bu emri zevkle ve itâatle yerine getirmişlerdir. İslâm imânıyle fethe­dilen şehirlerde câmi’ sayısı kadar hamam yapılması, şehirlerin birçok konak ve evlerinde san’atla işlenmiş, mermer saltanatı içinde beyaz, kub­beli, odalı, kurnalı ferah hamamlar bulunması; değil yalmz şehir evlerin­de, köy evlerinde’bile mutlaka yıkanacak bölmeler bulunması hep bu dînî-millî temizliğin eserleridir. İslâmî Türk temizliği ve Türk hamamları, dünyâca meşhur olmuş, çok sayıda batılı ziyâretçi ve ressamlar bu mevzûda kitaplar dolduracak yazılar yazmış, resimler yapmışlardır. Bun­lardan biri XVI. asır Avusturya elçisi Busbeck’dir: “Türkler vücut kirlili­ğinden nefret ederler, bunu âdetâ suç sayarlar. Onların gözünde pislik rûh pisliğinden kötüdür. Bu sebeple sık sık yıkanırlar. Kadınların çoğu, umûmî kadın hamamlarına giderler. Hür ve halayık kadınlar bu hamam­larda toplanırlar[227]“.

5) Hak ve ‘Adâlet:

İslâm medeniyetine zafer sağlayan ‘amillerden biri de onun hak ve adâlet anlayışındadır. İslâm, insan haklarını ve bu hakların korunması­nı çok kere ibâdetin üstünde görür bir dindir. Seyyidü’-Beşer Hz. Peygam­ber (s.a.v.)’in “Bir mülkün temeli adâlettir” Hadîsi, yâhut “Bir ülke küfürle ayakta durabilir de, zulümle ayakta duramaz” diyecek ka­dar, adâlete, îmandan üstün değer verişi bunun delilidir. ‘Adâlet mevzu­unda İslâm o kadar hassasdır ki, yine Seyyidü’s-Sakaleyn ve Mefhar-ı Kevneyn Hz. Muhammed (s.a.v.), “Bir saatlik ‘adâlet altmış senelik (hâille) ibâdetten hayırlıdır” gibi çok medenî bir kelâm ile, ‘adâletin in­san cemiyetlerim idâresindeki ehemmiyetini belirtmiştir. Böylelikle İslâm dîni Allâh’ın bir’liği temelinden hemen sonra İlâhî ‘adâlet temeli üzerinde kurulmuş ve insanlara ‘adâletle muameleyi imânın hedefi kabul etmiştir, insanlara ‘adâletle mu’âmele, şüphesiz diğer dinlerin, bilhassa Hristiyanlığm da üzerinde hassâsiyetle durduğu bir hâdisedir. İslâm, bir bakıma kendinden önceki dinlerin hak ve ‘adâlet prensiplerini bütünler; ‘adâleti yalnız mülkün değil îmânın da temeli sayar. Kur’ân-ı Kerîm, “And olsun ki, resullerimizi açık delillerle gönderdik, insanların doğru olmaları için peygamberlere kitab ve terâzi verdik” (el- Hadîd, 25) âyeti ile ‘adâletin İlâhî kaynaktan indirildiğini bildirir. Bu biz­zat Allâh’ın böyle yaptığını “Allâh hiç şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz ve zerre kadar iyilik olsa onu defalarca artırır” (en-Nisâ, 40) âyetiyle haber verir; “Hiç şüphesiz Allah, size emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükm ettiğiniz zaman ‘adâletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ, 58) buyurur ve bu öğüdün güzelliğini hatırlatır. “Ey insanlar! Allâh için, ‘adâleti gözeten şâhidler olun! Bir millete olan öfkeniz sizi ‘adâletsizliğe sürükle­mesin. ‘Adil olun! Bu, takvâya daha yakındır.” âyeti de Kur’ân-ı Kerîm’dedir (el-Mâide, 8). İslâm medeniyeti, Kur’ânin bu emirlerini bir ibâdet olarak tatbik etmiş, birçok İslâm halîfe, emîr ve hâkimleri, insan haklarını korumayı vicdanlarının ve îmanlarının emri ve vazifesi bilmiş­lerdir. Bir misâl olarak, ikinci halîfe Hz. Ömer’in ‘adâlet anlayışı bütün insanlığa örnek olacak ölçüde ve en hassas bir ma’nevî terâzi değerinde­dir. Bu ‘adâlet, İslâm-Türk şâiri Mehmed Âkifin bir hikâyesinde:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!

mısrâlarının ‘adâlet ve mes’ûliyet duygusu içinde belirtilmiştir. Halîfe Ömer’in ağzından söylenen ve derin mes’ûliyet endîşesi ifâde eden bu söz­lerde, âdetâ İslâm’ın ‘adâlet’deki hassâsiyeti hulâsa edilmiştir[228].

V- İSLÂM MEDENİYETİ VE TÜRKLER:

Bu medeniyetin yayılma ve yaşamasına hizmet eden milletler ara­sında çok şerefli bir mevkî Türkler’indir. Türkler İslâmiyeti hiçbir baskı olmadan benimsemişlerdir. Sonra İslâm îmânı uğruna döğüşmek ve onu  korumak vazifesini âdetâ tek başlarına üzerlerine almışlardır. İslâm dünyâsına evvelâ askerî, sonra siyâsî sâhalarda hâkim olan Türkler, asır­larca en kudretli İslâm devletlerini kurmuş, XVI. asırdan XX. asır başla­rına kadar da bütün İslâm âleminin liderliğini ve halifeliğini yapmışlardır[229]. Bu asırlarda Türk demek Müslüman, Müslüman demek Türk demekti. Devlet’in toprakları “Memâlik-i İslâm”, hükümdâri “Pâdişâh-ı İslâm”, ordusu “Asâkir-i İslâm”, dînî reîsi “Şeyhu’l-İslâm”, Dev­let merkezi “Dâru’l-Hılâfe” ve halkı en koyu Müslümandı. Bugün İslâm medeniyeti hakkında en ‘İlmî ve mufassal, tedkîk İslâm Ansiklopedisi­dir. Dört ciltlik Fransızca aslından, Millî Eğitim Bakanlığı himâyesinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden müteşekkil bir heyet tarafından ikmâl, ta’dîl ve te’lif suretiyle tercüme edilip 1940­-1986 seneleri arasında toplam onbeş ciltte tamamlanan bu eser âdetâ bir Osmanlı ansiklopedisidir. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildir. Zira bu millet ve devlet İslâm ile iç içe olup kaynaşmış; son ve ekmel dîn olan İslâm’a hizmeti en büyük gâye ve hizmet bilmiştir.

Osmanlı Cihân Devletinin I. Dünyâ Harbi’nden sonra inkırâzım mü- te’âkib onun toprakları üzerinde bugün 25’den fazla devlet kurulmuştur. Fakat onun bıraktığı ne Balkanlar ve ne de Orta Doğu coğrafyasında sulh ve sükûn te’sis edilememiştir. Orta Doğu’daki harbler, o zamandan beri yüzbinlerce insanın hayâtına mâlolmuştur.

Müslüman Türkler’in İslâm medeniyetine hizmet ve yarımları, en az 500 sene hüküm sürdükleri Kırım, Kafkasya, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu gibi coğrafyalarda te’sîs ettilderi câmi’, medrese, köprü, kemer, çeşme, sebîl, çarşı, bedesten, hastahâne, dârüşşifâ, suyolu, hamam, kale, kışla, saray, kütüphâne, imâret ve aşhâne nev’inden binbir çeşid mi’mârî, ilim ve san’at eserleri ile ortaya konmuştur. Bizce dünyânın yedi hârikasından biri ve ilki olan Topkapı Sarayı Müzesi ile Konya, İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi pâyıtahtlık yapmış olan şe­hirlerde meydana getirilmiş medeniyet eserleri; dünyaca meşhur İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi ile birçok mahallî kütüphânelerdeki yüzbin­lerce yazma eser; nihâyet “Muhteşem Süleyman Sergisi” ve benzeri sergi­lerle Batı kütüphâne ve müzelerinde mevcud Îslâm-Türk kültür varlıkları bunların canlı misallerini teşkil ederler[230].

XVIII. asrın başında Türk-îslam medeniyeti olgunluk çağım yaşıyor­du. Büyük devlet, Osmanlı Devleti’ydi. Bütünlük, birlik ve en köklü dev­let teşkilâtı ondaydı. Milletçe yine ordu hâlindeydi. Donanması Akdeniz’e hâkimdi. Umûmî refah vardı; geniş, düzenli ve yeterli bir el sanâyi’ine sâhipti. Eğitim oldukça yaygındı. Man’evî hayat, içtimâ’î nizam, emniyet ve âsayiş yerindeydi. Güzel san’atlar kemâlindeydi. Süleymâniye’nin ve Selimiye’nin yanı sıra bir Sultan Ahmed ve bir Yeni Câmi’ yükseliyordu. “Mûsikîsinde bir taraftan dîn, bir taraftan bütün hayât akmış”tı. Lâkin, hemen her büyük medeniyetin olgunluk çağında görüldüğü gibi burada da bir durgunluk işâretleri vardı. Devlet’in dayandığı üç büyük müessese olan saray, Yeniçeri Ocağı ve Medrese kudretli devirlerindeki gibi değildi. Yerini dolduramayan pâdişâhlar yüzünden Saray ağırlığını kaybetmiş; v Yeniçeri Ocağı yozlaşmış; Medresenin önceki kemâli kalmamıştı. Hıristi­yan dünyasında ise umûmî hayat henüz Orta Çağ’ın devamından pek farklı bir şey değildi. Hakikatte feodal nizam devam ediyordu; engizisyon­lar durmamıştı. Ancak bugün târihin ışığında daha iyi görülmektedir ki, 200 seneden beri bu âlemde adım adım birçok yenilikler meydana gelmiş­ti. Bir Rönesans devri, bir Reformasyon devri yaşanmıştı. Amerika, Umid Burnu ve Uzak Doğu keşfedilmişti. Millî diller gelişmiş, matbaacılık iler­lemişti. Müsbet ilimler üniversitelerde yer almış, skolastik zihniyet sar­sılmıştı. Teşkilatlanma ilerliyordu. Batı’da artık bunların getirdiği yeni bir hayatilik vardı; bir moral kalkınma göze çarpıyordu. İslam Dünyası Avrupa’ya te’sîr eden muhteşem ‘ilim medeniyet çağlarını geride bırakıb bir durgunlaşma devrine girer ve inhitat basamağına ayak atarken Hıris­tiyan Dünyası târihî bir yükselişe hazırlanmış bulunuyordu[231].

Batı’da değişik bir medeniyetin gelişmekte olduğu fark edildiği za­man Türkiye’de evvelâ oranın modası taklîd edilmeye başlandı. Lâle Dev­ri (1130-1442/1718-1730)’nin kasırlarında rağbet gören Fransız sarayla­rının modası idi. Bunu matbaanın resmen açılışı tâ’kîb etti. Böylece Tür­kiye’ye, Batı’dan iki türlü yenilik gelmeye başlamış oldu: Moda ve mede­niyet. Bir taraftan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn isimli mekteb kurulup (1210 h./1795 m.) müsbet ilimlere ve teknolojiye yol açılıyor, di­ğer taraftan da üstün vasıflı İslâm mimarîsi terk edilerek barok ve ro­koko taklidçiliğine başlanıyordu. Bir yandan ordu modern silah ve eğitim­le yeniden teşkilatlandırılmaya çalışılırken, öbür yandan da kıyafet değiş­tirme ile Batıya benzeme gayreti içine giriliyordu. Bu iki yenilik arasında aydınlar bir fark göremiyor, fakat halk muhafazakârlığını devam ettiri­yordu. Halbuki Müslümanların, Batı Hıristiyan dünyası karşısında köklü bir kültürü vardı. Dîni, ahlâkı, örf ve âdeti, güzel s an’atları ve üstün insânî vasıfları vardı. Müslüman Türkler, ayrı bir kültür muhitinin bü­yük bir milletiydi. Elbette kültür istiklâlini korumalı ve yeryüzünde, şanlı tarihinden gelen şöhretini ve İslâmî şahsiyetini devâm ettirmeliydi. O va­kit idareciler bozulmuş, fakat halkta millî ve İslâmî bünye sağlam kal­mıştı. Cemiyetin geleneği îcabı o yine idâreci sınıfa gayret ve himmet sâhibi kişileri vermekten geri durmuyor ve böylece Devlet ayakta kalıyor­du.

İslâm medeniyetini terk ederek bu türlü başlayan Batılılaşma hare­keti, XIX. asırda çok geniş bir taklîdcilik şeklini aldı. Buna devlet idare­sinde Tanzîmât ve Islâhat, umûmî hayatta ise Alafranga adı verildi. Gerçi bu devirde müsbet ilimlerle teknoloji ve teşkilâtta ileri adımlar atı­larak zamânın gerisinde kalınmamaya çalışılıyordu. Osmanlı Devleti ar­tık, .Batının da baskısı altında mu’âsır bir memleket olma yolunda ilerli­yordu. Ancak bu, madalyonun bir yüzüydü. Diğer yüzünde, aydın sınıfta alafranga geniş bir kültür istilâsı şeklini alıyordu: Kıy âfet, mobilya, ‘âdetler ve ahlâk hepsi Avrupa’dandı. Mi’mârî, ampir; mûsikî, alafranga idi. Batı’dan alınacaklarla alınmayacaklar ayırd edilmiyordu; yahud, Cev­det Paşa (1238-1312/1822-1895) gibi ayırd edenler dinlenmiyordu.

Diyebiliriz ki, bu asır boyunca Türk milletinin gurur ve haysiyetini kıran, mâ’neviyâtım bozan ve giderek onu Batı karşısında bir aşağılık duygusuna düşüren iki şey varsa, biri bu devirde Batı Hıristiyan dünyâsının bütün ağırlığı ile Osmanlı Devleti üzerine yükselmesi ve yerli Hıristiyan unsurları ayaklandırmasıdır. Diğeri de, millî ve İslâmî değer­ler sistemini sarsan, kendi kültürümüz ve inancımızı çürüten alafrangadır[232]. Bu, aydının hayatına girdikçe Batı hayranlığı artırıyordu. Bu yabancılaşma, halk ile aydım birbirinden daha çok uzaklaştırıyordu. Hattâ halkta ve din âlimlerinde, tabî’î bir mukâvemet meydana geldi. Fa­kat bunlar her zaman, ve yerli yersiz, câhillik ve taassubla ithâm edilip küçümsendiler.

Batı firkiyâtını daha yakından tanıyanlar Hıristiyan olmadılar ve ola­madılar. Fakat Avrupa’da yaygınlaşan materyalizme ye dinsizliğe saplan­dılar. Fransız müsteşrik Joseph Ernest Renan (1823-92)’m “İslâmiyet terakkiye ve ma’ârife mânidir” sözü de aralarında yer buldu[233]. Şâir Ziya Paşa (1241-1297/1826-1880) bu sakîm düşünce sâhiblerini şöyle tenkîd eder:

İslâm imiş devlete pâbend-i terakki

Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı

Vatan şâiri Nâmık Kemal (1256-1305/1840-1888) ise, Renan’â bir red­diye yazdı[234].

1908’de başlayan Meşrûtiyet Devri’nde, Batıdan gelmiş iki zıd fikir çarpışıyordu: Materyalizm ve milliyetçilik. Hürriyet havasından istifâde eden şâir Tevfik Fikret (1283-1333/1867-1915) ve gazeteci Dr. Abdullah Cevdet (1285-1351/1869-1932) açıktan açığa dinsizliği, kozmopolitliği ve beynelmilelciliği yayıyorlardı[235]. Şâir-filozof Ziyâ Gökalp (1293- 1342/1876-1924) Türkçülük ve Milliyetçilik!, İstiklâl Marşı şâiri Mehmed Âkif Ersoy (1290-1355/1873-1936)da İslâm Birliği ve Medeniyetini müdâfaa ediyordu[236]. 1923’de Cumhuriyet devri başladığı zaman, birbirine zıd bu dünya görüşleri iyice taraftar bulmuş olarak devâm ediyordu. Neticede, Ziyâ Gökalp’in ve Garblılaşmayı isteyen diğer müelliflerin fikir­leri resmî ideoloji olarak kabul edilip tatbikat safhasına kondu. Devamlı fikir değiştiren Gökalp, sonunda, Müslüman Türk cemiyetinin kültür çev­resini kökten değiştirerek Avrupalı olmasını istiyordu. Bu mümkün değil­di. Sebebini, eski ma’ârif vekillerinden olan ve 1949’da dînî mekteblerin ve tedrisâtın yeniden canlanmasına emeği geçtiğini hâtırâtmda anlatan Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu (1904-89)[237]‘ndan öğreniyoruz. Banguoğlu, hocası GAL’m müellifi Prof. Dr. Cari Brockelmann (1868-1956) ile Prof. Dr. Paul Wittek’in Türkiye’deki garblılaşmamn mânasızlığma işaret edin­ce uyanmış olanlardır. Türkler’in büyük İslâm medeniyetini bırakıp Batı medeniyeti’ne geçişlerine hayret ettiklerini bu iki Garblı ilim adamı Ban- guoğlu’na bizzat ifâde etmişlerdir. Zîrâ İslâm toplumunu değiştirmek mümkün değildi:    

“Bu niçin mümkün değildi? Çünkü biz ırkça, dince ve kültürce o mil­letlerden büsbütün ayrı bir millettik. Irkımızdan, dînimizden ve kültürü­müzden de bir şikâyetimiz yoktu. Bizim şikâyetimiz Batı’dan gelen yeni maddî şartlara vaktinde ayak uyduramamış olmaktı ki bunun da târihî ve bize âit ahlâkî sebebleri vardı. Biz bu topraklan vatan edindiğimiz 900 yıldan beri de millî karakterimizden bir şey kaybetmemiş, Müslüman­lıksan aldığımız feyzi korumuş ve bu arada kültürümüzü işlemiş ve onu dörtbaşı mamur bir kültür hâline getirmiştik. Her hangi bir medeniyete kuyruk olacak bir iptidâi kavim değildik. Oysa şimdi tuttuğumuz yol ka­yıtsız şartsız taklit yoluydu. Halktan kopmuş aydınlar bir yana, millet buna gönüllü değildi.

Öbür yandan katılmak istediğimiz ‘âilenin bize karşı davranışı hiç de „müsâit değildi. O kendi ırk sınırlarını, din sınırlarını çizmiş, kendi üstün­lük iddiâsı, gurur ve bencilliğinin köşesine kurulmuş, başka bütün insan­lığı itmiş, horlamış şımarık bir kapalı âlemdi. Husûsiyle bize karşı sön­mez bir târihî kin besliyordu. Ve insan olarak da Batılı bizden daha az in­sandı. Ona katıldığımızı ilân etmek hem kendi kendimizi aldatmak, hem de millî gurûru fedâ etmek olurdu. Çağdaş olmak ise ondan olmak demek değildi. Bana bizi tanıyan Batılı iki ilim adamı (Brockelmann, Wittek) şöyle demişlerdir:

Hem niçin Avrupalı olacaksınız, canım? Sizin ayrı [ve büyük bir me­deniyetiniz,] bir büyük târihiniz var, kültürünüz yar[238].

Prof. Dr. Banguoğlu devam ediyor:

“Bu defa ‘kayıtsız şartsız Batı medeniyeti’ parolası ile bir geleceğe yö­neliyorduk. Harp sâhasında büyük bir zafer kazanmış, ama kültür sâhasında Batıya teslim olmuş oluyorduk. “Din ferdî bir husustur” diye o, millî değerler sistemi dışında bırakılıyor, onun başta gelen sosyal vasfı inkâr ediliyordu. ‘Umûmî ve meslekî din eğitimi kaldırılmıştı. Bunun tabî’î sonucu olarak diînî hayat, ona bağlı olarak da umûmî ahlâk gerile­di. Bir yandan da millî hayâta renk veren gelenekler terk edildi, millî san’at kötülendi, onun yerine Batı’nın yeni zamanlarda soysuzlaşmış olan san’atı kopya edildi. Yaşayan dil ve millî tarih de bu tahribattan kurtulamadı[239]“.

Cumhûriyet devrinin inkılâp hareketlerini yakından tâ’kib etmiş, bunları yapanlarla teşrîk-i mesâide bulunmuş ve bizzat kendisi de kena­rından tutmuş olan Profesör Banguoğlu, sözü, Türkiye’nin son senelerde içine düştüğü buhrana getirerek yazısını şöyle tamamlamaktadır:

“Yeni zamanlardaki bu gidiş bize pahalıya mâl olmuştur. Kıymet hü­kümleri sarsılmış, millî kültür ihmâl edilmiştir. Materyalist bir eğitim ye­ni nesillerde, başta dînî hayat olmak üzere bütün mâ’nevî değerler siste­mini hırpalamıştır. Bu bizi toplulukça bir mânevî bunalıma sürüklemiş­tir. Son zamanlardaki kavram kargaşalığı, fikir perişanlığı, anarşi, terör bu mâ’nevî buhrâmn mahsûlüdür.

Ama bu felâketli durum sonunda, hattâ henüz resmen itiraf etmediği­miz bir uyanış da vardır. Türk milleti elbette cihan târihinde sâhip ol­duğu müstakil yeri koruyacak ve yine İslâm kültürü çevresinin baştâcı olacaktır[240]“.

Türkiye’nin, dolayısıyle İslâm dünyâsının son bir asırdır Batı medeni­yeti karşısındaki tavrı; meydana gelen fikrî ve içtimâ’î cereyanlar; Batı medeniyetinin te’sîri ve öne geçmesinin sebebleri; İslâm âleminin tekno­lojik bakımdan iki asırdır Batı’dan geri kalmasının sebepleri ve ilerleye­bilmesinin yolları hakkında çok konuşulmuş ve yazılmıştır[241]. Bunları tekrar ve tafsil etmek mevzuumuzun dışındadır. Ancak belirtmeliyiz ki, “dîn, terakkiye mâni’dir” sözü, yakın zamanlara kadar, dîne muhâlif olan- larca ileri sürülmeye devam etmiştir. Hem İslâm’ı ve medeniyetini, hem de Batı’yı bilmemekten kaynaklanan bu iddi’âya karşı, insaf ve irfan sahi­bi âlimler, zaman ve zemîn musâid oldukça gerekli cevabı vermekten geri kalmamışlardır. Mesela Anayasa Hukûku’nun başta gelen otoritelerinden ve vecîz Türkçesiyle en muğlak hukukî mes’eleleri vecize gibi anlatan, eserleri ve yazılarıyla İlmî üstünlüğünü isbat edip etrafında bir sevgi ve hürmet halesi meydana getiren Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil (1893- 1967)[242], böyle bir cevâbı, bir hukuk kitabının kısa bir dipnotunda bile vermek ihtiyâcını hissetmiştir. “Türkiyemizin asırlardan beri garb dünyâsının eşiğinde yaşamasına rağmen geri kalmasının başlıca sebebini, bazı çarpık görüşlüler dinde yani İslâmiyette görmekte ve bundan dolayı İslâmiyet’e karşı kin beslemektedirler. Bunun ne kadar sığ ve sathî bir görüş olduğunu düşündükçe üzülmemek kabil değildir” diye başlayan bu notta Profesör Başgil, İslâm’ın ilim ve ma’ârife verdiği değeri, Avrupa’yı hayran bırakan İslâm medeniyetini ve nihâyet onun çöküş sebeblerini en açık bir şekilde kısaca şöyle anlatmaktadır:

“İslâmiyet, mârûf dinler arasında, terakkiye en müsâit bir dindir. Çünkü İslâmiyet ilme ve ma’rifete en yüksek bir yer vermektedir. Târihen de ver­miş, milâdın sekizinci asrından ondördüncü asrına kadar bütün dünyaya ilim ve medeniyet nûru saçmıştır. Altıyüz seneye yakın bir zaman devam eden bir İslâm mu’cizesi vardır ki, bunun hayranları bizzat garblılardır. Garp dünyâsı Rönesânsı, hattâ Reform hareketlerinin bile doğuşunu İslâm ilmine ve îslâmm yüksek fikir adamlarından öğrendiklerine borçludur. Onuncu asır sonlarından i’tibaren Sicilya yolu ile İtalya’ya ve Pireneler’den Fransa’ya yayılan İslâm ilmi ve medeniyeti, cehâlet karanlığı içinde uyuyan Avrupa’yı uyandırmış ve garb dünyâsına İlmî çalışma metodlarım öğretmiş­tir. Eğer İslâmiyet, zannedildiği gibi, terakkiye mâni olsaydı, dünyaca bili­nen bu İslâm mu’eizesi doğmazdı. Ne yazıktır ki, bu güzel ve yüksek mede­niyet şarkta Cengiz ve Hulâgûiarın kan kusturan zulmü ve ateş saçan istibdâdı, garbte yani Endülüs’te de İspanyolların intikam devri altında çök­müş ve bir daha doğrulamamıştır.          

Hayır! Türkiyemizin ilerleyememesinin başlıca sebebi din değil, çökertici bir Devlet baskısı ve menfur bürokrasi istibdâdıdır. Bugün yirminci asrın or­tasında bile, bu baskı Türkün daha mektebden ve kışladan itibaren, omuzla­rına çökmeye başlamakta ve bu istibdat bugün bile Türk ferdine ömür boyunca rahat nefes aldırmamaktadır[243].                     

Tanzîmat’dan sonra başlayan Garblılaşma hareketleri sebebiyledir ki, İslâm medeniyeti’he karşı i’timad sarsılmış ve bu yüzden de Batı me­deniyetine yönelinmiştir. Türkiye’deki ıslâhat ve inkılâblarm sebebi bu- dur. Şimdi ilim dünyâsında İslâm medeniyeti hakkında tarafsız ve İlmî tedkîkler yapılmaktadır. Bunlan yapanların ekseriyeti Batılı ilim adam­larıdır. Bu çalışmalardan bacılarının, tarafîr bile olsa, İslâm medeniyeti­ne karşı sarsılan ftimâdm lâdesindeki hizmetleri büyüktür. Prof. Baş- gil’in sözleri bu nev’i araştırmalara müsteniddir. Biz de yukarıda Müslü- manlar’m ilme hizmetleri bahsinde İslâm medeniyetinin altın devrine ve Batı’ya hangi ilim adamları ve eserleri ile tesir ettiğine kısaca işâret et­miş bulunuyoruz. Müslüman Türk aydını bugün bu husûsu daha çok bil­mek ihtiyâcında ve arzusundadır. Bu arzu, Batı ile temasa gelindikçe da­ha da artmaktadır.

NETİCE:

İslâm Medeniyeti, milâdın sekizinci asrından onbeşinci as­rına kadar dünyayı rakipsiz olarak idâre etmiştir. Hiçbir din, Müslüman­lık kadar ilmi teşvik etmemiş ve âlimlere değer vermemiştir. İslâm Me­deniyeti’nin kaynağı, Müslümanlığın mukaddes kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullâh (s.a.v.)’in Sünnetidir, yâni, Müslümanlık’dır. Bu nokta, İslâm Medeniyeti’nin ilk mühim hâdisesidir. Çünki, meselâ, Avrupalılar Hıristiyân olmakla herhangi medenî bir hamle yapmamış, bunun aksine, Hıristiyan oldukları bütün Ortaçağlar boyunca derin bir taâssub ve geri­lik içinde yaşamışlardır. Aynı karşılaştırma Tevrât için de böyledir. Mûsevîlik yeryüzüne yeni bir din getirmiş, fakat bir Mûsevî medeniyeti kurup yükseltememiştir.

Müslümanlık ise böyle değildir. İslam Medeniyeti’nin başlangıcı ta­nı amiyle onun mukaddes kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’e ve Peygamberinin Sünneti’ne dayanır. İslâm dininin öğrettiği tek Allâh ve âhiret inancı; in­sanlık, güzellik, iyilik, temizlik, hak ‘adâlet ve dünyâ görüşü bu medeni­yetin temellerini oluşturur.

İslâm âlimleri, İslâm’ın kaynaklarını öğrenmek ve öğretmek, tedkîk ve tetebbu’ etmek maksadıyle Kırâ’at, Tefsir, Hadîs, Fıkıh, Kelâm gibi İslâmî ilimleri meydana getirdiler. Arzı ve semâyı incelemek, kâinât ve tabî’at hâdiselerini araştırmak için de Astronomi, Optik, Tıb, Fizik, Kimyâ, Matematik, Mantık ve Felsefe gibi aklî ve tabî’î ilimleri inkişâf et­tirdiler. İslâm’ın süzgecinden geçirerek, eski Yunan ilim ve felsefesinden istifâde ettiler. Onları Avrupa’ya tanıtarak Rönesans’ın öncüsü olmak şe­refini kazandılar. Avrupalılar Aristo’yu, îbn Rüşd ile îbn Sina’dan öğren­diler.

Nihâyet, altı asır dünyaya hakkâniyet, ‘adâlet, ilim ve irfânla hükme­den öyle yüksek bir İslâm medeniyeti, ilim ve san’atı meydana gelmiştir ki, çoklarımızca bilinmeyen ve “İslâm Mu’cizesi” denilen bu medeniyet, onuncu asırdan itibaren Endülüs yolu ile Fransa’ya, Sicilya’dan da İtal­ya’ya akmış ve Rönesans ile Reform hareketlerinin ortaya çıkmasında bi­le en büyük ‘âmil olmuştur. Tıbda, farmakolojide, kozmoğrafya ve astoro- lojide, hulâsa, müsbet denilen ilimlerin hemen bütün şu’belerinde Garb dünyasımn hocası İslâm âlimleri oldu; eski Yunan ilim ve felsefe eserleri Avrupa’ya el-Kindî, Fârâbî, Fahrurrâzî, el-Beyrûnî ve îbn Sînâ ile îbn Rüşd gibi büyük İslâm âlim ve filozofları tarafından tanıtıldı. Bu âlimlerin yüzlerce cild tutan eserleri Lâtince’ye ve daha sonra muhtelif Garb lisanlarına tercüme edilerek asırlarca üniversitelerde okutuldu. îbn Sînâ’nın meşhur Kitabu’ş-Şifâ’sı, Fransız Tıb Fakültesi’nde ondokuzun- cu asrın başlarına kadar aynen okutulmaya devam etti.

İslâm Medeniyeti, yeni bir uyanış içindedir. Onun hakkında Garb’da yapılan araştırmalar ve telif edilen eserler, bu uyanışı süratlendirmekte­dir. Garb Medeniyetinin hatâsı ve sevâbı, insanlığa ne verip ne veremedi­ği artık kendi mensupları tarafından da anlaşılmıştır. Bu hal, İslâm Me­deniyeti hakkındaki merâkı artırmıştır. El1 (The Encyclopaedia of İs­lam, 1. baskı, 4 cild, Leyden-Londra, 1913-1938), El2(The Encylopedia of İslam, Leyden-Londra, 1954 henüz 7. cildde ve N harfinde), GAL (C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litferatur, 3 cildi zeyl ol­mak üzere tamamı 5 cild, Leyden 1943-49), GAS (Fuad Sezgin, Gesc­hichte Des Arabischen Schrifttums, 14 cild, Leyden 1967-94) ve IN­DEX ISLAMICUS[244] gibi eserler, sadece emperyalist maksadlarla değil, biraz da bu merak ve İlmî tecessüslerle neşredilmiş mürâca’at kitablarıdır. Bunlar ve daha nice benzeri eserler; İslam ‘alemindeki kütubhâneler dolusu âsar; ayrıca göz kamaştıranı san’at ‘âbideleri, câmi’ ve medreseler, tabakat kitabları; dünyâ üniversitelerindeki İslâm kültür ve medeniyeti araştırma merkezleri, her şeyden evvel târihde “İslâm Mu’cizesi” diye meşhûr olan İslâm ilim ve medeniyetinin bugünki canlı şâhidleridir. İslâm’ın ilim ve medeniyeti ne kadar yücelttiği aklen, naklen ve târihen sâbittir. İslâm’ın terakkiye mâni’ olduğunu sadece iddi’â etmek değil, dü­şünmek bile cehâletin tâ kendisidir. İslâm “Oku!”makla başlar.

Dipnotlar

[1]     F. Rosenthal, Knojledge Triumphant, Leiden 1960, s. 334’den naklen: Mehmed Aydın, “İslâm’a Göre İlim”, Dokuz Eylül, İlâhiyat Fak. Der. III, (1986), 1.

[2]     Bu ilimlere dâir Kur’ân’da mevcud âyetler hakkında bk.: Ö.N. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi., I, s.46-95; Celâl Kırca, Kur’an-ı Kerîm ve Modern ilimler, İstanbul 1981, s.127-226; aynı müellif, Kur’an-ı Kerîm’de Fen Bilimleri, İstanbul 1984, s.43 vdd.

2a Osman Keskioğlu,-Kur’an Tarihi, s. İ2

Kur’anin modern ilimlerle alâkası, onlara destek ve ilham kaynağı oluşu hakkında çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Bilhassa bk. : Gaz! A. Muhtar Paşa, serâirü’l Kur’an fî Tekvini ve İfnâi ve İ’âdeti’l-Ekvân, Dârulhilâfe 1336; Celâl Kırca, Kur’an-ı Kerîm ve Modem ilimler, İstanbul 1982; aynı müellif, Kur’an-ı Kerîm’de Fen Bilimleri, İstanbul 1984; Maurici Bucaille, Kitâb-ı Mukaddes , Kur’an ve Bilim: “La Bible, le Coran, et la Science”, tere. Suat Yıldırım, İzmir 1981; O. Keskioğlu, Kur’an Tarihi, s. 286-292.                                                                           .

2b M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir, I, İstanbul 1935, s.30-31 (Mukaddime).

[3]     el-‘Alak, 1

[4]     Kur’ân-ı Kerîm, el-‘Alak sûresi, âyet: 1-5; el-Kalem sûresi, âyet: 1; el-Bakara, 31-32, 239, 251, 282; el-Kehf, 65; el-Enbiya, 80; Yâ Sîn, 69; Yûsuf, 37; en-Necm, 5; er-Rahman, 4. Bilmek ve öğretmekle alâkalı diğer âyet-i kerîmeler için bk. M. Fu’ad Abdülbâkî, el-Mu’cemü’l-Müfehres li-Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, İslâm Kitabevi, İstanbul 1984, s. 469-487.

[5]     ez-Zümer, (39. sûre), âyet: 9.

[6]     Mücadele, (58. sûre), âyet: 11.                                        .

[7]     el-A’râf (7. sûre), âyet: 199.       

[8]     Fâtır, (35. sûre), âyet 28.   

[9]     Yûsuf, (12. sûre), âyet: 76.

[10]    Tâ Hâ, (20. sûre), âyet: 114.                         

[11]    el-Bakarâ, (2. sûre), âyet: 67.                         

[12]    el-En’âm, (6. sûre), âyet: 35.

[13]    Krş.: M. Fuâd Abdülbâkî, el-Mu’cemu’l-Mufehres, li-elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, İstanbul 1984, s. 469-487, âyetleri sıralamış ve yerlerini göstermiştir.

[14]    Krş.: H.B. Çantay, Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, (3 cild, 13. baskı, İstanbul 1984), c. I, s. 390; M.F. Abdülbâkî, aynı eser, s. 468-69.

[15]    Krş: Kur’ân-ı Kerîm, el-Bakara, (2. sûre), âyet: 164, 170-71, 179, 197; el-En’âm, (6. sûre), âyet: 151; er-Ra’d (13. sûre), âyet: 19; tbrâhim(14. sûre), âyet: 52; en-Neml, (19), âyet: 67; el-Hac (22), âyet: 46; el-Mü’minûn, (23), 80; en-Nûr (24), 61; eş-Şu’arâ, (26, 28; el-‘Ankebût (29), 35, 63; er-Rûm, (30), 23, 24, 28; el-Mü’min (40), 67.

[16]    Kur’ân-ı Kerîm, el-Bakara, (2. sûre), âyet: 164.

[17]    Afif A. Tabbâra, İlmin Işığında İslâmiyet, tere., Mustafa Öz, İstanbul 1981, s. 203-204.

[18]    el-En’âm, âyet: 151.                                     .

[19]    Kur’ân-ı Kerîm, îbrâhim (.14. sûre), âyet: 52.

[20]    el-Bakara, (2. sûre), âyet: 44. Kezâ bk.: 75-76; el-Mâ’ide (5), 58; el-En’âm (6), 32; el-A’râf (7), 169; Yûnus, (10), 16, 42, 100; Hûd, (11), 51; Yûsuf (12), 109; el-Enbiyâ, (21), 10, 67; el- Mü’minûn (23), 80; el-Kasas (28), 60; Yâsîn (36), 62, 68; es-Sâffât (37), 138.

[21]    el-Bakara (2), 242.

[22]    el-Bakara (2), 269. Kezâ: er-Ra’d(13), âyet: 19; Sâd (38), 29, 43; ez-Zümer (39. sûre), âyet: 18.

[23]    Âl-i İmrân (3. sûre), âyet: 118.                                         .

[24]    el-Ankebût (29), 43; er-Rûm, 22.

[25]    er-Rûm, (30. sûre), âyet: 28.

[26]    Ahmed Na‘îm, (tere.), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Teerîd-i Sarih Tercemesi, I, Mukaddime, İstanbul, 1928, s. 44. Ö.N. Bilmen, 500 Hadîs-i Şerif, İstanbul 1974, s. 176-77.

[27]    A. Na‘îm, aynı eser, Mukaddime, s. 44                                                .

[28]    A. Na‘îm, aynı eser, s. 67, Hadîs No: 67.   .

[29]    A. Na‘im, Aynı eser, s.69, Hadîs: 71.                                              ,

[30]    A. Na‘im, Aynı eser, s. 66-7, Hadîs: 66.

[31]    Abdurra’ûf Münâvî, Feyzu’İ-Kadîr, I, Mısır 1356/1938, s. 443; Mehmed Arif, Binbir Hadîs,

[yeni baskı], İstanbul 1966, s. 58, Hadîs: 126.       ,

[32]    M. Arif, Binbir Hadis, s. 74, Hadîs: 173.

[33]    M. Ârif, Binbir Hadis, s. 150, Hadîs, 372. Hadîs-i şerifi, rahmetli Necip Fâzıl Kısakürek (1907-1983) manzum olarak şöyle Türkçeleştirmiştir: “Büyüklerle git otur, ‘âlimlerle gel konuş. Hakimlerle düşüp kalk,-budur en doğru oluş-“

(101 Hadîsjstanbul 1951, (Büyük Doğu İlâvesi, sonradan Bedir Yayınevi, s. 28).

[34]    Tirmiz’li Ebû îsâ, Sünenü’t-Tirmizî, tere. Osman Zeki Mollaahmedoğlu, IV, İstanbul [1981], s. 398, Hadîs: 2785.

[35]    Aynı eser, IV, s. 398, Hadîs: 2786.                                    ,

[36]    A. Akseki, İslâm: Fıtrî Tabîî ve Umûmî Bir Dindir, 2. baskı, İstanbul, 1966, s. 314.

[37]    Aynı eser, s. 332.

[38]    Tirmizî, IV, s. 425, Hadîs: 2827.

[39]    A. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, IV, s. 384, Hadîs: 5705.

[40]    Aynı eser, IV, s. 377, Hadîs: 5711.

[41]    Aynı eser, IV, s. 389, Hadîs: 5713.                        .

[42]    M. Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Târihi, (W. Barthold’dan tercüme), Ankara 1963, s. 162; kezâ bk.: Corci Zeydân, Medeniyet-i Islâmiyye Târihi, tere. Zeki Magâmiz, III, Dersaâdet, 1329, s. 69-72,107 vd.

[43]    Bk.: İbn Haldûn, Mukaddime, tere. Z.K. Ugan, II, İstanbul 1986, s. 455.

[44]    İbn Haldûn, Aynı eser, s. 455, 566-568.

[45]    Aynı eser, s. 455-59; tafsilât: 460-566.

[46]    Ibn Haldun, Mukaddime, tere. Z.K. Ugan, II, s. 459 (İngilizcesi: Pranz Rosenthal, The Muqaddimah; An Introduction To History, II, Londra 1967, s. 439).

[47]    İslâmî ilimler ve şûbeleri ile ıstılahları, bu sâhalarda temâyüz etmiş müellif ve eserleri hakkında ansiklopedik mâhiyette muhtelif eserler vücûda getirilmiştir. Meselâ: Ibnü’n-Nedîm (ö. 385/995), el-Fihrist, Beyrut 1978, muhtelif ilimlere, çeşitli telif ve müelliflere dâir malûmat veren ilk kitabdır; on makâleye, bunlar da kendi aralarında otuz üç bâba ayrılmıştır; Mushafın yazısının târihinden başlayarak ele aldığı ilimler arasında, Kur’ân’m kırâati, Arap dili, Kelâm ilmi, fıkıh, felsefe, tıb, kimyâ ile bunların ve diğerlerinin kitab ve müellifleri vardır. Taşköprü-zâde Ahmed (ö. 968/1626), Mevdû‘âtü’l-‘Ulûm, tere. Kemâleddin Mehmed, 2 cild, Dersaâdet 1317/1899, 500 kadar ilmi ve bu ilimlere dâir vücûda getirilen eserleri, bunları yazan müellifleri ve ilimler hakkında mufassal birer mukaddimeyi ihtivâ eder. Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zunûn ‘an Esâmi’l-Kiitübi ve’l-Fünûn, 2 cild İstanbul 1971 (Lâtincesi: G. Fluegel, 7 cild, Leipzig 1835-1858), 15.000 kadar kitabı alfabetik sıraya göre yazıp müelliflerinin vefat tarihleriyle eseflerin telif tarihlerini ve babları ile fasıllarını yazmış, 300’den ziyâde ilmin de mevzuunu bildirmiştir. Ali et-Tehânevî (ö. 1158/1745), Kitâbu Keşşâfi Istılâhâtı’l-Fünûn, 2 cild, Kalküta 1862, İstanbul 1317, 1984, İslâmî ilimlerde kullanılan ıstılah ve tabirleri izah eder. Ayrıca Harezmî (ö. 387/997) nin Mefâtîhu’l-‘Ulûm’u, 2. baskı, Beyrut 1409/1989; Fahr-i Râzî (ö. 606/1209)’nin Hadâiku’l-Envâr’ı, Devvânî (ö. 908/1502)’nin Enmûzecu’l-Ulûm’u gibi eserler de vardır (Ş. Yaltkaya, Keşfu’z-Zunûn mukaddimesi, s. 8-9). Islâm medeniyeti şemsiyesi altında doğmuş, gelişmiş veya himaye görmüş olan bu ilimler, ‘âlimler ve eserleri hakkında neşredilen en yeni mufassal ve değerli iki eser de Almancadır: Cari Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur, 2 cild, Leiden 1943-1949 (Kısaca: GAL); Supplementband, 3 cild, Leiden 1938-1942 (kısaca: S); Fuat Sezgin, Geschichle Des Arabischen Schrifttums, 14 cild-, Leiden 1967-(Kısaca: GAS), Arapçası: Târîhu’I-Tûrâsi’I- ‘Arabi, tere. Mahmud Fehmi Hicâzî, [Riyad, 1403/1983].

[48]    M. Hamidullah, Introduction to İslam, Paris, 1969, s. 159; keza bk. N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, İstanbul, 1983,1, 108.

[49]    îbn Haldun, Mukaddime, II (Ugan tere.), 457, 460-4; C. es-Suyûtî, el-ltkân fi Ulûmi’l- Kur’ân, I, tere. S. Yıldız-H.A. Çeik, İstanbul 1987, s. 179-195; K. Çelebi, K. Zunûn, II, 1317­23; Taşköprü-zâde, Mevdû’ât, I, 144 vd. Bu eserler kıraat uleması ve eserleri hakkında da geniş malûmat verirler. Bu sahada yeni bir tetkik de şudur: I. Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Nüzûlü ve Kırâati, İstanbul 1981, s. 243 vd.

[50]    I. Karaçam, a.g.e., s. 236.

[51]    Aynı eser, s. 241.                                                                          ,

[52]    îbn Haldun, II, 456, 464-70; Banarlı, I, 101; Taşköprü-zâde, I, 509; Ö.N. Bilmen, Büyük

Tefsir Târihi ve Tabakâtü’l-Müfessirin, 2 cild, İstanbul 1973, tefsir ilmi hakkında mufassal bir mukaddimeden sonra 465 müfessirin hayatı ve tefsirine dair tahlili ve tatminkâr bilgi vermektedir.                            .

[53]    Ö.N. Bilmen, Tefsir Târihi, I, s. 271-72; N. S. Banarlı, Türk Edebiyâtı, I, 110.

[54]    Bulak, 1322-1330 (Y.E. Serkin, Mu’cemu’l-Matbû’ât, II, 1231). Taberî, Tarihu’I-Ünem ve’l- Mulûk (13 cild, Leyden 1876-1901; Türkçe tercümeleri: 3 cild, 1327-28; Milletler ve Hükümdarlar Târihi, tere. Z.K. Ugan ve A. Temir, 4 cild, İstanbul 1954-58) isimli Târihi ile de meşhurdur. Tefsirdeki yeri, hayatı ve eserleri için hk.: Ö. N. Bilmen, Tefsir Târihi, 363­369; Fikret Işıltan, “Taberî” mad. İA, XI, s. 594-98.

[55]    Bulak 1281 (Y.E. Serkis, a.g.e., I, s. 975). Hayâtı ve eserleri için bk.: Ö.N. Bilmen, Tefsir Târihi, II, s. 464-71; Nuri Yüce, “Zemahşeri” mad. İA, XIII, 509-14.

[56]    8 cild, İstanbul 1307. Müellifin hayatı, eserleri ve tefsirdeki mevkii için bk.: Ö.N. Bilmen, Tefsir Târihi, II, s. 496-98; J.H. Kramers, “Râzî” mad. İA, IX, 645.

[57]    5 cild, Kâhire 1330. Hayâtı, eserleri ve tefsirdeki dirâyeti için bk.: Ö.N. Bilmen, Tefsir Târihi, II, s. 528-35; kezâ bk. C. Brokelmann, “Beyzâvî” mad. ÎA, II, s. 593-94.

[58]    7 cild, Beyrut 1385/1966 (Türkçesi: B. Karlığa-B. Çetiner, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 16 cild, İstanbul 1983-1988, Çağrı Yayınları), îbn Kesîr hakkında bk.: Bilmen, Tefsir Târihi, II, 570-71; C. Brockelmann, “Ibn Kesîr”, İA, V/2, 762.

[59]    9 cild, İstanbul 1935-1939. Son cildi fihristtir. Diyânet işleri bütçesinden verilen tahsisatla oniki senede yazılmış ve 10.000 adet bastırılmıştır. Bu eser, Türkçede bir benzeri olmayan -bir ilim hazînesidir. Mukaddimede, tercümelerin ehemmiyetini, tefsir ile te’vîlin farkını belirten müellif, Kur’ân’ın bedi’î ehemmiyetini, İlmî üstünlüğünü tam bir salâhiyetle ortaya koymuştur. Aklî ve naklî ilimlere hakkıyle vâkıf olan Hamdi Efendi, âyetleri tefsir ederken en kuvvetli görüşleri seçmiş, nüzûl sebeblerini yazmış, kırâ’at şekillerine işâret etmiş; İlmî, edebî, ictimâî, felsefî, astronomik, jeolojik ve kâinâtın yaradılışı ile alâkalı mevzulara temas eden

.. âyetleri mahâretle tefsir etmiştir’. Onu okuyup da tatmin olmamak mümkün değildir. Hayatı ve eserleri için bk.: Kendi tefsiri, 2. baskı, I, XV-XVI; Ö.N. bilmen, Tefsir Târihi, II, s. 785­793; Vehbi Vakkasoğlu, “OsmanlI’dan Cumhuriyete Islâm Âlimleri”, Tercüman gazetesi, 29 Nisan-2 Mayıs 1987; İsmail Kara, Türkiye’de Islâmcılık Düşüncesi, I, İstanbul 1986, s. 409 vdd.; I.A. Gövsa, Türk Meşhurlan Ansiklopedisi (kısaca: TMA), İstanbul [1946], s. 402-403; îbnülemin Mahmud Kemal inal, Son Hattatlar, İstanbul 1970, s. 108-113.

[60]    15 cild, İstanbul 1339/1341 (1923)-1341/1343 (1925). Akademik olmaktan ziyâde halk için telif edilmiş bir eserdir. Vehbi Efendi, 1899’da müderris, 1908’de mebus, 1922’de de Şer’iyye ve Evkaf Vekili olmuştur. Hayatı ve eserleri için bk.: Ö.N. Bilmen, Tefsir Târihi, II, 793-94; V. Vakkasoğlu, “OsmanlI’dan Cumhuriyete Islâm Âlimleri”, gös. yer.

[61]    8 cild, İstanbul 1963-1966. Bu da halk için hazırlanmıştır. Ö. Nasuhi Efendi, İstanbul müftülğü ve Diyânet işleri Başkanlığı yaptı. Büyük Islâm İlmihali ile Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu ve Tefsir Târihi, en çok güvenilen ve okunan eserleri arasındadır. Hayatı ve eserleri için bk.: Tefsir Târihi, II, s. 465-66’ya ilâve edilen tercüme-i hâli; V. Vakkasoğlu, “OsmanlI’dan Cumhuriyete Islâm Âlimleri”, Tercüman, 10-13 Mayıs 1987; Hulûsî Yavuz;, “Erzurumlu Ömer Nasûhi Bilmen’in ilim ve Kültür Tarihimizdeki Yeri ve Te’siri”, eser: H. Yavuz, Osmanlı Devleti ve İslâmiyet, İstanbul 1991, s. 207-222.

[62]    Vahy-i metlüv için bk. A. Hamdi Akseki, “Mukaddime: Hadîs ve Sünnet”, eser: K. Burslan ve H.H. Erdem, Riyâzü’s-Sâlihîn ve Tercemesi, 2. baskı, C. 1, Diyanet işleri Başk. Yayınları, Ankara, 964, s. !X; T. Koçyiğit, Hadis Istılahları, 2. baskı, Ankara 1985, s. 448-50.

[63]    A. Na’îm, Buhârî Tercemesi, Mukaddime, I, s. 7.

[64]    Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zûnûn, I, s. 635; A. Na’îm, Buhârî… Mukaddime, I, 7.

[65]    Subhi es-Sâlih, Hadîs ilimleri ve Hadîs Istılahları, tere., M.Y. Kandemir, Ankara 1971, s.84-

[66]    Mehmed Şükrü, Usûlü’l-Hadîs, Matba’a-i Osmâniyye 1326, s. 2; Mahmud Es’ad, Usûl-i Hadîs, İstanbul 1316, s. 15.

[67]    M. Es’ad, Usûl-i Hadîs, s. 15-16.

[68]    A.Na’îm, Buhârî… Mukaddime, I, s. 7, Semâ’, hadîs rivâyeti usûllerinin en üstünüdür. Dinleme, ezberleme, kitabdan okuma veya yazma suretiyle olur (age, 391).

[69]    Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, I, s. 635.

[70]    A. Na‘îm, Buhârî… Mukaddime, I, s. 7-8; ıstılahlar için bk.: metin kısmı, s. 130,185, 237 vd.

[71]    Kâtib Çelebi, Keş£.,1,109, 635; M. Es‘ad, Usûl-i Hadîs, 15; S. Sâlih, Hadîs İlimleri., s. 86.

[72]    A. Na‘im, Sahih-i Buhârî Muhtasarı… Tercemesi, Mukaddime, I, s. 8.

[73]    A. Na‘îm, S. Buhârî.. Mukaddime, I, s. 8; M. Es’ad, Usûl-i Hadîs, s. 14.

[74]    Ibn Haldun, Mukaddime, II, (Z.K. Ugan tere.), s. 457 Hadîs-i Şeriflerin Îslâm-Türlt medeniyeti asırlarındaki yeri ve ehemmiyeti için bk. N. S. Banarlı, Türk Edebiyâtı Târihi, I, 108-109. Hadîs-i Şerifler mevzularıria göre tasnif edilmiştir. Hadîs ehli ıstılâhına göre ‘akâide âid Hadîsler’e “ilmü Tevhîd ve Sıfât”; ahkâm Hadîsleri’ne “Sünen”; ilm-i sülük ve zühde ‘âid olanlara “Rikâk”; yeme-içme, giyim-kuşam, oturup kalkma, ve sefer gibi âdâba ta’alluku olan Hadîsler’e “Îlmü’l-Adâb”; tefsir Hadislerine ’Tefsir”; târih ve siyer Hadîleri’ne bâzan”Ümü Bed’i’l-Halk”, bâzan “Sîre”; ‘asr-ı celîl-i Nebevi’den sonra vukua gelmiş ve gelecek fitnelere dâir olanlara “İbnü’l-Fiten”; menâkıba, şahıslara, kabileler, beldeler ve sâirenin medih ve zemmine dair olan haberlere “İlmü’l-Menâkıb” denir. Buhârî gibi, bu bâblarm sekizini de cem’ eden kitâblara “Câmi”‘ adı verilir. Tirmizî’nin kitabına hem câmi’ hem de sünen denilmiştir. Sahâbe isimleri husûsi bir tertibe sokulup herbirinden rivâyet edilmiş Hadîsler cem’ edilmiş bulunursa, kitaba, “Müsned”; müellifin şeyhleri hecâ harfleri sırasına konularak herbirinden müellife gelen rivâyeti cem’ eden kitaba da “Mu’cem” ismi verilir. Sünen ve sünnete müteallik haberleri fıkhî bâblara ayırarak ihtivâ eden kitablara da “Musannef’ ismi verilmiştir ki ”Câmi'” ma’nâsmadır. (Ahmed Na’îm, S. Buharı… Mukaddime, I, 38-39 n. 1. Bu Mukaddime, Hadîs ilmi, Târîhi, tedvînî, usûlü, ıstılahları, muhaddisler ve eserleri hakkında Türkçe yazılmış en mufassal ve i’timada şâyân kaynaklardan biridir).

[75]    Hadîs ilmi, mevzuu ve kaynakları ile ıstılahları ve ulemâsı hakkında daha fazla bilgi için bk,: îbn Haceri’l-‘Askalânî, Hadîs Istılahları Hakkında Nuhbetu’l-Fiker Şerhi, tere. T. Koçyiğit, Ankara 1971; îbn Haldun, Mukaddime, II, (tere. Z.K. Ugan), s. 470-83 (İngilizcesi; F. Rosenthal, The Muqâddimah, II, 447-63); Taşköprü-zâde, Mevzû’âtüT’Ulûm, I, 575 vd.; A.Na’îm, Buhârî Tercemesi, Mukaddime, I, s. 3-495; T. Okiç, Bazı Hadîs Mes’eleleri Üzerinde Tedkîkler, Ankara 1959; M. Z. Siddiqî, Hadith Literatüre: its origin, development, special festures and criticism, Calcutta 1961; T. Koçyiğit, Hadîs Târîhi, Ankara 1981; İ.L. Çakan, Hadîs Edebiyatı; Subhi es-Sâlih, Hadîs ilimleri ve Hadîs Istılahları, tere. M. Y. Kandemir, Ankara 1971.

[76]    Fıkıh imi hakkında daha fazla bilgi için bk.: îbn Haldûn, II, 457, 483-501 (İngilizcesi: F. Rosenthal, III, s. 3-23); Taşköprü-zâde, I, 642 vdd.; Kâtib Çelebi, Keşfi’z-zunûn, II, 1280 vdd.; et-Tehânevî, Keşşafı Istılahâtil-Fünûn; A Dictionary of the Tecnical Terms, II, Calcutta 1862, Istanbul İ984, s. 1157; Ö.N. Bilmen, Hukûk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmûsu, I, s. 8-9, 311 vd.; S. Mahmassani, Falsafat al-Tashrî fî al-Islam: The Philosophy of Jurisprudence in İslam, Ing. tere. F.J. Ziadeh, Leiden 1961, s. 8-17 (Arapçası: Beyrut 1371/1952, s. 13-58).

[77]    Ö.N. Bilmen, Hııkûk-ı îslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye, I, 7-8.

[78]    N.S. Banarlı, I, s. 112. Bu hususta daha fazla bilgi için bk.: tbn Haldun, Mukaddime, II, 515 vdd.; Taftazânî, Kelâm İlmi ve İslâm ‘Akâidi, tere. S. Uludağ, İstanbul 1982; İzmirli İsmail Hakkı, Yeni tlm-i Kelâm, (yeni baskı, hazırlayan: S. Hizmetli), Ankara 1981; Sırrı Girîdî, Nakdu’l-Kelâm fî ‘Akâ’idi’l-Islâm, İstanbul 1302; M. Zihni, Savbu’l-Kelâm fî Aka’idi’l- Islâm, Dersaâdet 1327; Ömer Nasühi, Muvazzah llm-i Kelâm Dersleri, İstanbul 1339-42.

[79]    M. Hamidullah, Introduetion to İslam, s. 160. Arapcaya yapılan bu tercümeler hakkında daha fazla bilgi için bk.: İbn Haldûn, Mukaddime, II, (Z.K. Ugan tercümesi), s. 568-572, kezâ s. 641-657, mütercimin ilâve ettiği notlarda, Eflâtun, Aristo, Hippokrates, Calinos’in tercüme edilen eserlerinin isimleri verilmektedir (s. 650-53), ayrıca Süryanice ve Yunanca’da bulunmayıp da Hindce (Sanskritçe)’den yapılan tıp, matematik, kozmoğrafya ve diğer ilimlere âit tercümeler hakkında da bilgi kaydedilmektedir; (İngilizce tercümesi: F. Rosenthal, The Muqaddimah: An Introduetion To History, III, Londra 1958 ve 1967, s. 113-117, 250); Franz Rosenthal, The Classical Heritage in İslam, Londra 1975, s. 6, 8, 10, 14; R. Seşen, “Islâm dünyâsındaki ilk tercüme faaliyetlerine umûmî bir bakış”, Islâm Tet. Enst. Der. VII, (1979), s. 3-29; Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Târihi, Ankara 1963,142-157.

[80] N.S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Târihi, I, s. 102-103.

[81]    M. Hamîdullah, Introduction to Islam, s. 162-163.

[82]    M. Şemseddin, tslâmda Târih ve Müverrihler, İstanbul 1342-1340, s. 10; M.G. Rasul, The Origin and Development of Muslim Historiography, Lahore 1968, s. 3, 6.

[83]    İbn Hişâm, îbn îshak’ın eserini gözden geçirip hulâsa etti. îbn îshak’m es-Sîretü’h- Nebevî’sini Türkçe’ye tercümeye ilk teşebbüs eden H. 790/M. 1388’de Erzurumlu Kadı Darîr oldu (N.S. Banarlı, “Büyük Nazireler: Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler”, İst. Yük. İslâm Enst. Dergisi, I: 1 (1963), s. 14-21). Tahkîkli yeni Arabca neşri: M. Hamîdullah, Sîratü İbn İşhâk, Rabat, 1976, Konya 1981 (Kitabın tanıtılması: M. Fayda, “Muhammed b. îshak b. Yesar, Sîretü İbn İslâk”, Ank. Üni. İlâhiyat Fak. Dergisi, XXIII, Ankara 1978, s. 237-42; Türkçe tercümesi: Sezai Özel, Siyer: İbn İshak, Akabe Yayınları, İstanbul 1988), îbn îshak ve eseri hakkında şarkda ve gârbda yapılan araştırmalar da gösterilmiştir. İngilizcesi: A. Guilaume, The Life of Muhammad: a translation of İbn Ishaq’s Sirat Rasûl Allah, Oxford 1955; tenkidi: Â.L. Tibawi, “îbn Ishäq’s, Sira, A critique of Guillaume’s English Translation (The Lie of Muhammed)”, The Islamic Quarterly, III: 3 (Ekim 1956), s. 196-214, tercümenin itimâda şâyân olmadığını söylüyor. îbn Hişâm’m es-Sîyratü’n-Nebevîyye’si 4 cild halinde Mustafâ es-Sakâ, İbrahim el-Ebyârî ve ‘Abdu’l-‘Azîz Sîblî’nin tahkikiyle H.1355/M.1936’da Kâhire’de basıldı. Wustenfeld neşri: Leipzig 1859-60. Almancası: G. Weil (1864). Türkçesi: H. Ege, 4 cild, Kahraman Yayınları, îşt. 1985; İ. Hasan ve N. Çağatay, 1. cild, Ankara İlahiyat Fa. Yay. 1971.

[84]    M. Şemseddin [Günaltay], îslâmda Târih ve Müverrihler, s. 14. îbn Sa’d’ın eseri, son cildi fihrist olmak üzere 9 cild hâlinde Beyrut’da 1968’de basılmıştır. Onun usûlü hakkında bk.: S. Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, tere. Y. Kandemir, s. 269. M. Şemseddin, aynı eser, s. 18-22, Vâkıdî ve eseri; 21, n l’de de îbn Sa’d ve eserleri hakkında tafsilât vermektedir; Keza bk.: F. Sezgin, GAS, 300-1.

[85]    M. Şemseddin, aynı eser, 16, müverrihlerin hayatları ve eserleri hakkında tafsilat vermektedir. Bunların Türkçeleri: Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Târihi, 7 cild, İstanbul 1954-58, tere. Ahmed Temir-Z. K. Ugan; Îbnü’l-Esîr, İslâm Târihi, 13 cild, İstanbul 1985-88, ter. M. Kaya, A. Ağırakça, A. Özaydrn, B. Eryarsoy, Y. Aydın ve Z. Tüccar.

[86]    Balâzurî’nin Türkçesi: Z.K. Ugan, 2 cild, İstanbul 1955-56; M. Fayda, Ankara, 1987; İngilizcesi: P.K. Hitti, The Origins of the Islamic State, I, New York 1968; II, F. Clark Murgotten, New York 1969.

[87]    M. Şemseddin, aynı eser, 16. Müverrihlerle eserleri için bk. Yûsuf Elyan Serkis, Mu’cemü’l- Matbû’âti’l-‘Arabiyyeti ve’l-Mu’arrahe, I, Kahire 1346/1928, s. 181-2, 827-8.

[88]    Yukarıya bk.: s. 8, n. 47.

[89]    Neşreden: Lippert, Leipzig 1904 (Serkis, Mu’cemu’l-Matbû’ât., II, s. 1518-19).

[90]    C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur (kısaca: GAL), Supplementband (kısaca: S), I, Leiden 1987, s. 360; E. Serkis, Mu’cemu’l-Matbû’ât., I, s. 27; Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu’l-Muellifîn, II, s. 47-48.

[91]    Kâhire, 1294/1877 (E. Serkis, aynı eser, I, s. 479-480).

[92]    Serkis, aynı eser, II, s. 1182.

^93 M. Şemseddin [Günaİtay], İslâmda Târih ve Müverrihler, İstanbul 1342, s. 17.

’94 E. Serkis, aynı eser, I, s. 453-454.         ,

[95]    Serkis, aynı eser, I, s. 453-54.

[96]    Serkis, aynı eser, I, s. 85-86.

[97]    Serkîs, aynı eser, 1,1153-54. Türkçesi: Nuh b. Mustafa, Mısır 1263/1847.

[98]    Türkçesi: Ali Özek, İstanbul 197Ö; Fransızcası: E. Fagnan, Paris 1921.

[99]    Türkçesi: Ali Şafak, İstanbul 1976; Fransızcası: E. Fagnan, Les status gnuvemementaux ou reegles de droit public, Alger 1915; Almancası: R. Enger, Constitutiones politicae, Bonn 1853 (C. Brockelmann, “Mâverdî”, mad. ÎA, VII, 409).

[100]  Türkçesi; M. Altay Köymen, Ankara 1982; Nûrettin Bayburtlugil, İstanbul, 1981. İngilizcesi: H. Darke, The Book of Goverment or Rules for Kings, Londra 1960.

[101]  Beyrut 1984; Türkçesi: Pîrî-zâde Mehmed Sâhib (1085/1674-1162/1749) ve Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), 3 cild, İstanbul 1275-1277; Zâkir Kâdirî Ugan, 3 cild, İstanbul 1954-57; S. uludağ, İstanbul 1982 (2 cild); İngilizcesi, Franz Rosenthal, 3 cild, Londra 1958.

[102]  Yukarıdaki bilgiler için bk.: M. Şemseddîn, İslâmda Târih ve Müverrihler, s. 17-18. Islâm müverrihleri ve eserleri hakkında çok kıymetli bilgiler veren bu kitap “TBMM Hükümeti Upıûr-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Tedkîkat ve Te’lifat-ı Islâmiyye Hey’eti” neşriyâtmın 10. Kitabıdır. Bugüne kadar henüz daha iyisi yazılmamıştır.

[103]  Krş. B. Lewis, “History-writing and National Revival in Turkey”, Middle Eastern Affairs,

(June-July 1953), s. 219.                                                      ,

[104]  12 cild, Istanbul 1271-1301. Diğerleri için bk.: Cemâleddîn, Osmanlı Târih ve Müverrihleri: Âyine-i Zürefâ, Dersa’âdet 1314; Burs alı Mehmed T âhir, Osmanlı Müellifleri, III, İstanbul İ342, s. 2-199; F. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, ter. C. Uçok, Ankara 1982; M. Orhan Bayrak, Osmanlı Târihi Yazarları, İstanbul 1982; J. H. Kramers, “Historiography among the Osmanlı Turks”, kendi eseri: Analecta Orientalia, I, Leiden 1954, s. 3-21; Enver Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası, 4 cild, Istanbul 1959­1987, ilk cild 1729-1955 seneleri içindir. Jean Sauvaget’s Introduction to the History of the Middie East: A Bibliographical Guide, İngilizce tere. Claude Cahen, University of California Press, Berkeley ve Los Angeles 1965, s. 191-215, yerli ve yabancı, yazma ve matbu, kitab ve makale halindeki Osmanlı Târihi kaynaklarının başlıcalarım zikrediyor; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Târihi, I. Ankara 1973, s. 380-396, Osmanlı tarihçileri ve tarihlerini anlatıyor; Mübahat S. Kütükoğlu, Tarih Araştırmalarında Usûl, İstanbul 1991, s. 131-145, Osmanlı Târihi araştırmalarmda baş vurulacak başlıca eserleri gösteriyor; M. Orhan Bayrak, Osmanlı Târihi Yazarları, İstanbul 1982.

[105]  Mısır 1303, Îbnü’l-Esîr’in Târîhu’l-Kâmil’i kenarında, C. I-X; Barber de Meynard ve Pavet de Courtelle, (neşredenler), Paris 1861-7 (Serkîs, Mu’cem., 1744).

[106]  Leyden 1893. Fransızcası: Cerra de Vaux (Serkîs, Mu’cemu’l-Matbû’ât., c.2, s. 1744.

[107]  Neşreden: Hamedu’l-Câsir, Riyad 1974 (Abdu’l-Mecîd ez-Zevîb, “el-Coğrâfiyyûne’l-‘Arab ve Devrihim fî’t-Ta’rîfi bi’l-Cezîrati’l-‘Arabiyye”, eser: Dirâsâtu Târîhi’l-Cezîrati’l-‘Arabiye, I, cüz 2: Studies in the History of Arabia, I, part 2, Riyad 1979, s. 279).

[108]  Yukarıdaki bilgiler için bk.: J. H. Kramers, “Geography and Commerce”, eser: T. Arnold ve A. Guillaume (eda), The Legacy of Islam, OXford 1968, s. 79-107; J.H. Kramers, “Coğrafya” mad. IA, III, s.. 202-220; S. Maqbul Ahmad, “Djugrâfıyâ” mad. EI2, II, s. 575-587; Fuad Sezgin, The Contribution of the Arabic-Islamic Geographers to the Formation of the World Map, Frankfurt 1987.

[109]  M. Hamidullah, Introduction to Islam, s. 164, paragraf 465; krş.: J.H. Kramers, “Geography and Commerce”, göst. yer.

[110]  Osmanlı devri coğrafyacıları muhtelif eserlerde izah edilmiştir. Şu eserler onlardandır: İbrahim Hakkı Akyol, “Coğrafya” mad. ÎA, III, 215-220; A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. baskı, İstanbul 1982, s. 71-125; Fuad Ezgü, “Pîrî Reis”, mad. İA, IX, s. 563-65; Fr. Taeschner, “Djugrâfiyâ” mad. El?, II, s. 587-590; Akmal Ayyubi, “Contributions ol Müslim Turks to Geography”, Belleten, LI: 199 (Nisan 1987), s. 67-74; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim: İslâm medeniyetinde aklî ilimlerin Târihi ve esasları, tere. Ilhan Kutluer, İstanbul 1989, s. 44-45; A. Afetinan, Pîrî Reis’in Hayâtı ve Eserleri: Amerikanın en Eski Haritaları, Ankara 1974; Şerafettin Turan, “Seydî Ali Reis” mad. İA, X, s. 530-31.

[111]  Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, Ankara 1988, s. 1; G. Anawati, “Science”, eser: P.M. Holt, Ann K. S. Lambtön ve Bernard Lewis, The Cambridge History of Islam, c. 2B, Cambridge 1982, s. 747.

[112]  Mehmet Bayrakdar, Islâm’da Bilim ve Teknoloji Târihi, Ankara 1985, s. 69, 72; M. Hamidullah, Introduction to Islam, 165, paragraf 466; G. Anawati, “Science”, s. 761.

[113]  İslâm’da astronomi, ‘âlimleri, eserleri ve bugünkü medeniyete yardımları hakkında tafsilât şu eserlerde mevcuttur: C. A. Nallino ve Fatin Gökmen, “Astronomi” mad. lA, I, s. 686-693; Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, 2nd edition, Ankara 1988; S.H. Nasr, İslâm ve İlim., s. 91-134; Ahmed Y. al-Hassan ve Donald R. Hill, Islamic Technology: An . Illustrated History, Cambridge 1986, indeks; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Târihi, s. 69-96; G. Anawati, “Science”, The Cambridge History of Islam, 2B, s. 757-765; W. Montgomery Watt, The Influence of Islam on Medieval Europe, Edinburgh 1972 (Türkçesi: Hulûsi Yavuz, İslâm Avrupa’da, ikinci baskı, İstanbul 1989, s. 64-70); W.W. Barthold, Uluğ Bey ve Zamanı, ter. Tahiroğlu Akdes Nimet, İstanbul 1930, s. 109-113; Aydın Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkand’deki İlim Faaliyeti Hakkında Gıyasüddin-i Kâşî’nin Mektubu, Ankara 1985; Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi Ankara 1969; Baron Carra de Vaux, “Astronomy and Mathematics”, eser: T. Arnold ve A. Guillaume, The Legacy of Islam, Oxford 1968, s. 376-397; Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, İstanbul 1984, indeks.

[114]  W.M. Watt, Islâm Avrupa’da, s. 68-69; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim, s. 70.

[115]  C.A. Nallino ve Fatin Gökmen, “Astronomi”, mad. İslâm Ansiklopedisi (Kısaca: ÍA), I, s. 689, ve not 1.

[116]  Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim: İslâm Medeniyetinde aklî ilimler ve esasları, Türkçesi: İlhan Kutluer, İstanbul 1989 (İngilizcesi: İslamic Science: An Illustrated Study, England 1976), s. 51-52; Mehmet Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Târîhi, Ankara 1985, s. 157.

[117]  Kahire 1323-1324 (Y.E.Serkis, Mu’cemu’l-Matbû‘âti’l-‘Arabiyye., II, 666-8; Ch. Pellat, “al- Djahız” mad., Encyclopaedia of Islam, New Edition (kısaca: El2), II, Leiden 1983, s. 386.

[118]  M. Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji., s. 157.

[119]  Yukarıda 105 numaralı nota bakınız.

[120]  İM. Bayraktar, İslâm’da Bilim., 160.

[121]  M. Bayraktar, aynı eser, s. 158; Şaban Döğen, Müslüman ilim Öncüleri Ansiklopedisi,

İstanbul 1984, s. 233; Y. E. Serkis, Mu’cemu’l-Matbû’ât., II, s. 1507-8; Ali Abdullah ed- Dâffâ’, Esbamu ‘Ulemâi’l-‘Arab ve’l-Müslimîn fi ‘Ilmi’l-Hayvan, Beyrut 1406/1986, s. 150-220, tafsilât vermektedir.                

[122]  Neşir: Wtistenfeld, Leipzig 1848 (Y.E. Serkis, Mu’cem., II, s. 1507-8).

[123]  Ş. Döğen, Müslüman İlim Öncüleri, 234; B. Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İl. baskı, İstanbul-1983, s. 409-10; M. Bayrktâr, İslâm’da Bilim ve., 158.

[124]  B. Necatigil, aynı eser, s. 410.

[125]  Ş. Döğen, Müslüman İlim., 287-89; M. Bayraktar, İslâm’da Bilim., 155.

[126]  İslâm’da mineroloji târihiyle alâkalı âlimâne ve tamâmen dokümanter bir tedkîk için bk.: M. Ullmann, Die Natur und Geheimwissenchaften im İslam, Leiden 1972, s. 144 vd. (S.H. Nasr, İslâm ve İlim, 53 nl5).

[127]  S.H. Nasr, 53; M. Bayraktar, 103; Y.E. Serkis, Mu’cem, II, 1573.  .

[128]  S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, s. 53-4; M. Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Târihi, s. 163; Şaban Döğen, Müslüman İlim., Ansiklopedisi, 65, 278: T. Fahd, “al- Dînawarî”, mad. El2, II, s. 300-1.

[129]  B. Lewin, “al-Dînawarî”, mad. El2, II, s. 300; S.H. Nasr, İslâm ve İlim, 54-59; M. Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji., 147-49; Ali Abdullah al-Daffa’, Eshâmu ‘Ulemâi’l-‘Arab ve’l-Muslimîn fi ‘llmi’l-Hayavân, Beyrut 1986, s. 388-89.

[130]  Ali A. al-Daffa’, Eshâmu’Ulemâ., s. 311, 384, 387„ 395.

[131]  el-Câhız’ın hayâtı ve eserleri hakkında yukarıda 117 numaralı nottan başka ayrıca bk.: el- Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, çeviren: Ramazan Şaşen, Ankara 1967, s. 11-21; A.A. al-Daffa’, Eshâmu ‘Ulemâi’l-‘Arab ve’l-Muslimîn fi ‘llmi’l-Hayavân, s. 51-99.

[132]  Neşir: Ahmed Zakî al-‘Adawî, Kahire 1343-8/1925-30 (G. Lecömte, “îbn Kutayba” mad., El2, III, s. 845).

[133]  Kâhire 1952-(A.M.Goichon, “îbn Sina” mad., El2, III, 1942). Bu eserin sekizinci bölümünde (S.M. Nasr, İslâm ve İlim., s. 63).

[134]  S.N. Nasr, İslâm ve İlim., 62-3; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilini ve Teknoloji Târihi, 153. Islâm’da zooloji Târihi ve kaynakları hakkında daha fazla ma’lûmât için bk.: Ch. Pellat, “Hayawan” mad., El2; F. Sezgin, GAS, III, s. 343 vd.; M. Ullmann, Die Natur un d Geheinvvissenscaften im İslam s. 5-60 (S.N. Nasr, İslâm., 62).

[135]  Neşir: C.M. Frahn ve M.A. Mehren, (Patrasbric ? 1866), (Y.E. Serkis, 1,881).

[136]  Y.E. Serkis, Mu’cem., II, 1884-5.

[137]  Y.E. Serkis, I, 703.

[138]  Ali Abdullah al-Daffa’, Eshâmu ‘lJlemâi’l-‘Arab ve’l-Muslimîn fî ‘İlmi’l-Hayavân, Beyrut 1406/1986, s. 392-93.

[139]  14 cild, Beyrut 1407/1987.                                                            .

[140]  Bulak 1275 Hicrî, İngilizcesi: C.A. S.G. Jyakar, Londra. 1906, 1908 (Serkis, I, sİ 887-88), S.M. Nasr, İslâm ve İlim, s. 60, ehemmiyetini belirtiyor.

[141]  M.Bayrakdar, mezkûr eser, s. 154.

[142]  el-Mü’minûn, 23, âyet: 12-13; ez-Zümer, 39, âyet: 6; es-Secde, 32, âyet: 8; et-Târık, 86, âyet: 6-7; el-însân, 76, âyet: 2.

[143]  Meryem, 19, a:8-9; et-Talâk, 65, a: 14.

[144]  el-Bakara, 2, a: 222.

[145]  el-Bakara, 233.

[146]  en-Nisâ, a: 22.

[147]  ez-Zâriyât, a: 29.

[148]  el-A’râf, a: 69; Fâtır, a: 1.

[149]  en-Nahl, a: 66.

[150]  el-Bakara, a: 195.

[151]  C. Kırca, Kur’ân-ı Kerîm ve Modern İlimler, İstanbul 1988, 171; aynı müel. Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, 1st. 1984,101. ’

[152]  el-Mâide, a: 6; et-Tevbe a: 108.

[153]  Hassan Kamal, Encyclopaedia of Islamic Medicine, Kahire 1975, s. 17.

[154]  Meselâ: Sahîhu’l-Buhârî, VII, s. 11, 86. Kitab; Ibn Mâce, Sünen, II, s. 1137, 31. Kitab; Sünen-i Ebî Dâvud, IV, s. 3.

[155]  Ebu’l-Hasan Ali el-Hamavî (ö. 720/1320), el-Alıkâmu’n-Nebeviyye fî San’atı’t-Tıbbiyye,

İstanbul Süleymaniye Kütüb., Fâtih 3524; Ahmed b. Ibrâhîm ed-Dâî, Tıbb-ı Nebevi Tercemesi, Süleymâniye, Kadı-zâde Mehmed 346; Muhammed Fahri, Tıbb-ı Nebevi, ? 1323; Milâslı Ismâil Hakkı, Tıbb-ı Nebevi, ?; İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbbu’n- Nebevi, Beyrut ?; Ziyâuddîn Ebû Abdillâh el-Makdisî (ö. 643/1245), et-Tıbbu’n-Nebevî, Sül. Kütb., Çorlulu Ali Paşa 446/6; en-Nisâbûrî (ö. 245/860), et-Tıbbu’n-Nebevî, Bursa Eski – Eserler Kütb., Câmi-i Kebîr 3505; Hüseyin Remzi 51839-1896), Tıbb-ı Nebevi, İstanbul 1324/1906; es-Süyûtî (ö. 911/1505), el-Menheeu’s-Sevî ve’l-Menhelur-revî fi’t-Tıbbı’n- Nebevî, Mevlânâ Müzesi 1814 (M. Denizkuşları, Peygamberimiz ve Tıp: Tıbb-i Nebevi, İstanbul 1981, s. 145-150), gibi kitablar bunlar arasındadır. Süyûtî’nin eserinin Fransızcası: A. Perron, La medicine duuprophete, Paris, Algiers 1860; İngilizcesi: C. Elgood, “Tıbbul- Nabb or Medicine of the Prophet, meaning of Two Works of the Same Name”, Osiris, XTV, 1962, s. 33-192 (S.H.Nasr, İslâm ve İlim, s. 174 n 33)’dir.

[156]  K. Miras, Sahîh-i Bulıâri.. Tecrîd.. Tercemesi, XII, s. 80.

* 157 Manfred Ullmann, Islamic Medicine, Edinburgh 1978.

[158]  Bu eserlerin büyük bir kısmı yazma hâlihdedir. Türkiye kütüphanelerinde olanlarının katalogu henüz neşredilmiştir: Ramazan Şesen, Cemil Akpmar ve Cevad îzgi (hazırlayanlar), Türkiye Kütüphâneleri İslâmî Tıb Yazmaları (Arabça, Türkçe, Farsça) Katalogu, (İslâm Konferansı Teşkilâtı, İslâm Tarih, San’at ve Kültür Araştırma Merkezi), İstanbul 1984.

[159]  S.H. Nasr, İslâm ve İlim, 176 ve n 41;. A. Abdullah al-Daffa’, Eshâmu ‘Ulemâi’l-‘Arab ve’l- Müslimîn fi’s-Saydale, Beyrut 1405/1985, s. 161-66.

[160]  S.H. Nasr, İslâm ve İlim, 176-7; Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu’l-Mü’ellifîn, X, s. 6-7; P. Kraus ve S. Pines, “Râzî” mad. ÎA, IX, s. 642-45; Sarkis, Mu’cem., I, 913-915; A.A. al-Daffa’, Esâmu ‘Ulemâ…fi’s-Saydala, 183-238.

[161]  S.H.Nasr, İslâm ve İlim, s. 177; A.A. al-Daffa’, Eshâmu..fı’s-Saydala, 239-67.

[162]  S.H. Nasr, ayni eser, 177-178, Batı dillerine yapılan tercümelerini de göstermektedir; Ö.R. Kehhâle, Mu’cem., IV, s. 105; H. Kamal, Encyclopaedia of Islamic Medicine, s. 19,493.

[163]  Lâtince tercümesi: K.A. Hill, Dresden 1845 (Serkis, Mu’cem., II, 1356); S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 178; S. Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, tere., Servet Sezgin, Bedir Yayınevi, İstanbul 1972, s. 234, 194.

[164]  Îbnü’l-Heysem’in optiği hakkında Avrupa dillerinde birçok araştırma yapılmıştır. Bunlar ve imkandaki bilgiler için bk.: S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 140 ve n 20; Serkis, Mu’cem, I, 280­1; S. Hunke, İslâm Güneşi, s. 197.

[165]  S.H. Nasr, aynı eser, 178-79, tafsilât vermektedir; S. Hunke, a.g.e., 196-7, 203.

[166]  S. Hunke, İslâm Güneşi, 178-185; S.H. Nasr, İslâm ve İlim, 180-81; G. Anawati, “Science”, eser: P.M. Holt, Ann K.S. Lâmbton ve B. Lewis, edrs., The Cambridge History of Islam, c. 2B: Islamic Society and Civilization, Cambridge 1970, reprinted 1982, s. 773. (Türkçe ter­cümesi: İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, 4 did, Hikmet Yayınevi, İstanbul 1988-89, C. TV, s. 346, Mısırlı doktorun ismi metinde Tatawi olduğu halde tercümede Tahavî olmuştur).

[167]  S. Hunke, İslâm Güneşi, s. 230-1, 243; S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 188.

[168]  Rıfkı Melül Meriç, “Osmanlı Tabâbeti Târihine Âid Vesikalar: Cerrahlar ve Kehhaller”, Târih Vesikaları, (yeni seri), I: 1 (16), (Ağustos 1955), s. 29.

[169]  Daha fazla bilgi için bk.: S. H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 155-56; Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Târihi, İstanbul 1341/1925, s. 92-4. Bu son eser, Osmanlı tabâbeti ve tatbîkâtı hakkında ‘umûmî ve tatminkâr mâlûmât da vermektedir. Ayrıca bk.: R.M. Meriç, “Osmanlı Tabâbeti Târihine Âid Vesikalar.,” Tarih Vesikaları, yeni seri, I: 16), (Ağustos 1955). s. 27-48; Afet İnan, “Kayseri’de Gevher Nesîbe Şifâhiyesi (H. 602/M. 1206)”, eser: Türk Tarih Kurumu, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 1-7; A. Süheyl Ünver, “Anadolu Sel- çuklularmda Sağlık Hizmetleri”, aynı eser, s. 9-31; Kâzım îsmâil Gürkan, “Selçuklu Hastahâneleri”, aynı eser, s. 33-47; Arslan Terzioğlu, “Selçuklu Hastahâneleri ve Avrupa Kültürüne Tesiri”, aynı eser, s. 49-66; Kâzım Îsmâîl Gürkan, “Süleymâniye Dûrüşşifâsı”, eser: T. Tarih Kurumu, Kanunî Armağanı, Ankara 1970, s. 259-67; Nil Akdeniz, OsmanlI­larda Hekim ve Hekimlik Ahlâkı, İstanbul 1977; aynı müellife, “OsmanlIlarda Tıbhânenin Kuruluşuna Kadar Tıp Eğitimi”, Türk.Dünyâsı Araştırmaları, 22, (Şubat 1983), s. 152­167; Nâşid Baylav, Fâtih Sultan Mehmed Devrinde (Te’lif, Terceme ve İstinsah edi­len) Tıb Eserleri ile İlâçlar, İstanbul 1953; aynı müel., Eczacılık Tarihi, İstanbul 1968; I. Uluslararası Türk-îslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, 14-18 Eylül 1981, Bildi­riler, cild H: Tıp-Diş Hekimliği-Eczacılık Tarihi, İstanbul 1981; Hakim Mohammed Sa­id, “Tıb in Turkey”, 3rd International Conference on Islamic Medicine at Istanbul­Turkey, 28th September -2nd October 1984, (ayrı basım), Karachi; Bedi N. Şehsuvaroğlu, “Edime II. Bayezid Darüşşifası”, eser: Edime: Edirne’nin 600. Fethi Yıldönümü Arma­ğan Kitabı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1965, s. 257-264.

[170]  Yukarıdaki bilgiler için bk. S.H. Nasr, İslâm ve İlim, s. 135-150; Ahmed Y. al-Hassan ve Do­nald R. Hill, Islamic Technology: An Illustrated History, Paris-Cambridge-New York 1986, s. 26-7, 55-59; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, 97-120; M. Hami- dullah, Introduction to Islam, s, 166-67, pragraf: 471-475; 6. Anawati, “Science”, eser: P.M. Holt, Ann K. S. Lambton ve Bernard Lewis, (editör), The Cambridge History of Islam, c. 2B, yeni baskı, Cabridge-London-New York-Sydney 1982, s. 756-57. Şemseddîn Sâmi, Kâmûsu’l-A’lam, VI, Istanbul 1316/1898, s. 680-81; Shorter Encyclopaedia of Islam, Ley- den-Londra 1961, s. 445-46; W. Montgomery Watt, İslâm Avrupa’da tere. Hulûsi Yavuz, 2. baskı, Istanbul 1989, s. 64-70 ve el-Harizmî ile Îbnü’l-Heysem hakkında mütercimin notları.

[171]  Ahmed Y. al-Hassan ve Donald R. Hill, Islamic Technology., s. 133-176, 27-8; S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, s. 193-208; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Târihi, 121­135; G. Anawati, “Science”, eser: The Cambridge History of Islam, s. 774-777; Fuad Sez­gin, Geschichte der arabischen Schrifttums (kısaca: GAS), c. IV, s. 120-299, Islâm kimyasının tarihî inkişâfı hakkında toplu bilgi vermektedir.       .

[172] 172  Mehmed Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 39.

[173] 173  M. Hamidullah, Introduction to Islam, 167, paragraf: 476. İslâm matematikçileri, eserleri ve kaynakları hakkında daha fazla bilgi için bk.: F. Sezgin, Geschichte der arabischen Schrifttums, V, Leiden 1975, s. 1 vdd.; Baron Car ra de Vaux, “Astronomy and Mathematics”, eser: T. Arnold ve A. Guillaume, eds., The Legacy of Islam, Oxford University Press, 1931, yeni baskı 1968, s. 376-397; Jaun Vemet, “Mathematics,. Astronomy, Optics”, eser: J. Schacht ve C.E. Bosworth, eds., The Legacy of Islam, second Edition, Oxford University Press, 1979, s. 461-488; S.H. Nasr, İslâm ve ilim, s. 75-88; Sâlih Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, 2 cild, İstanbul 1329, her cildin sonunda Müslüman matematik âlimlerinin hayâtı ve eserleri hakkında tafsilâtlı bilgi de vermektedir; Ali Abdullah Al-Daffa’, The Muslim Contribution to Mathematics, Londra 1977, yeni baskı 1978; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 31-67; G. Anawati, “Science”, eser: The Cambridge History of Islam, c. 2B, s. 750-57.

[174] 174  M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Târihi, s. 31

[175] 175  Neşreden: Aydm Sayılı, Ankara 1962, Türk Tarihi Kurumu.Yayınlarından. İngilizcesi: Fr. Rosen, The Algebra of Muhammed ben Moussa, Londra 1831 (Y.E. Serkis, Mu’cemu’l-Matbû’âti’l-‘Arabiyye., I, 841). Sâlih Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, II, s. 247-253, müellifin hayâtı, eserleri ve Batı dillerine tercümeleri hakkında tafsilât vermektedir.

[176] 176  M. Bayrakdar, aynı eser, s. 31, 43; Sâlih Zeki, II, 247 vd.

[177] 177  S. Gandz, “The sources of al-Khowârizmî’s Algebra”, Osiris, I (1936), s. 264 ve G. Sarton, Introduction to the History of Science, II/l, Baltimore 1936, s. 176’dan naklen M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji, s. 43; S. Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, II, s. 252-53; W. Montgomery Watt, İslâm Avrupa’da, s. 64-70.

[178] 178  Îbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, 358-59; Sâlih Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, II, 255-260; Al-Daffa’, The Muslim Contribution to Mathematics, s. 32.

[179] 179  S. Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, I, s. 161.        

[180] 180  Îbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, 380; S. Zeki, Âsâr, I, s. 157-159.

[181]  İbnü’n-Nedîm, 394-95; Sâlih Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye., I, s. 162-63.

[182]  Hayâtı ve eserleri hakkında tafsilât için bk.: Sâlih Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, II, s. 264-68; A.A.

al-Daffa’, The Müslim Contrihutions to Mathematica, 13….. „

[183]  Hayâtı ve eserleri için bk.: Ş. Sâmi, Kâmûsu’l-A’lâm, VI, s. 4582; S. Zeki,Âsâr-ı Bâkıyye, I, s. 178-183; R. Storthmann ve J. Ruaka, “Tûsî” mad. İÂ, XII/2,132-34.

[184]  Hayâtı ve eserleri için bk.: S. Zeki, 1,169-78; Ş.Sânıi, I, 718; D.J. Boilot, “Al-Bîrûnî” mad. El?, 1,1236-38; Z.V. Togan ve F. Gökmen,.”Bîrûnî” mad., İA, II, 635-47.

[185]  Ali A.A1-Daffa’, The Müslim Contrihutions., 13.

[186]  Hayâtı ve eserleri: Sâlih Zeki, II, 274-76; H. Nasr, İslâm ve İlim, 81.

[187]  Hayâtı ve eserleri: Barthold, Uluğ Bey ve Zamanı, tere. T. Akdes Nimet, İstanbul 1930; A Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkantdaki İlim Faaliyeti Hakkında Gıyâsüddîn-i Kâşî’nin Mektubu, Ankara 1985, S. Zeki, Asâr-ı Bâkıyye, I, s. 190-95; L. BouVat ve Orhan F. Köprü- İÜ, “Uluğ Bey” mad. İA, XIII, s. 27-29.

[188]  S. Zeki, I, s. 186-190; Taşköprülü-zâde, Eş-Şekâ’iku’n-Nümâniyye, 14-17.,

[189]  A.A. Adıvar, “‘Ali Kûshji” mad. El?, I, 393; aynı, müel., Osmanlı Türkleri., 48.

[190]  Hayatı ve eserleri için bk. O. Şaik Gökyay, Molla Lütfi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1987; M.Ş. Yaltkaya, îst. Ü. Tarih Semineri Dergisi, “Molla Lütfi”, II, İstanbul 1988, 55-58; I. Erünsal, “Fatih Devri Kütüphaneleri ve M. Lütfi.,” îst. Ü. Tarih Dergisi (TD), 33, m. 57-78; Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 58-60; N. Öztürk, “Osmanlı Düşünce Tarihi Çerçevesin­de Molla Lütfi (7-900/1494),” Türk Dünyası Araştırması Dergisi, 47 (Nisan 1987), s. 203­222. ^

[191]  S.Zeki, Âsâr-ı Bâkıyye, II, s. 294-301; M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim., 33.

[192] 193  M. Bayrakdar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, 31-67; ve A.Al-Dafîa, The Muslim Contribtion to Mathematics, 7-17, 23-26, 32-101 tafsilâtı hâvidir

[193] 194      İslâm medeniyetinin batı medenietine te’sîri hakkında daha fazla bilgi için bk: Jean Sauvaget, Introduction to the History of the Muslim East: A Bibliographical Guide, İngilterc. Claude Cahen, University of California Press, Berkeley ve Los Angeles, 1965, s. 228-231; İslâm kültürünün Avrupa’ya te’sîri hakkında Batı dillerinde münteşir kitab ve makâlelerin izahlı bibliyografyasını veriyor; Hamilton Gibb, “The Infleunce of Islamic Culture on Medieval Europe”, Bulletin of the John Hylands Library, XXXVIII (1955), s. 82-98; Steven Runciman, “Muslim Influences on the Development of European Civilization”, Şarki­yat Mecmuası (kısaca: ŞM), III (Istanbul 1959), s. 13-24 (Türkçesi: Nûşîn Asgarî, “Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler”, göst. yer. s. 1-12); Hilmi Ziya Ülken, “The Influence of Islamic Tought on Western Philosophy”, ŞM, IV (1961), s. 1-21; C. Haskins, Studies in the History of Medieval Science, (2nd ed., 1928); F. Carmody, Arabic Astro­nomical Sciences in Latin Translation (Berkeleley, Califv 1956); D. Campbell, Arabian Medicine and its Influence on the Middle Ages (1926); E. Mâle, “Les influences arabes dans l’art roman’, Revue des deux mondes, 18 (1923), s. 311-343; A. Fikry, L’art roman du Puy et les influences islamiques (Paris, 134); E. Lokotsch, Etymologisches Worter­buch der europäischen Wörter orientalischen Ursprungs (1927); A. Steiger, Origin and Spread of Oriental Words in European Languages (New York, 1963); H. Lammens, Remarques .sur les mots fronfêis dérivés de l’arabe (Beyrut 1890), Suut Kemal Yetkin, İslâm Mimârisi, Ankara 1959, s. 432-37; Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, terc. Servet Sezgin, İstanbul 1972; Manfred Ulmann, İslâmic Medicine, Edinburg 1978, W. Mentgomery Watt, The Influence of Islam on Medieval Europe, Edinburg 1972 (Türkçesi: H. Yavuz, İslâm Avrupa’da, 2. baskı, Istanbul 1989); J. Strzygowski—H. Glück ve Fuad Köprülü, Eski Türk Sanatı ve Avrupa Etkisi, terc. A. Cemal Köprülü, Ankara 1974; Ilhan Akbulut, “Mehterhane ve Mûsikîsi”, İlgi, 65 (ilkbahar 1991), s. 20-25; Hâmid Zü- beyir Koşay, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s. 94-95, Eski Türk harb tekniğinin ve mehter musikisinin Avrupa ordu mûsikîsine tesir ettiğini anlatıyor: Arslan Terzioğlu, “Or­taçağ İslâm-Türk Hastahaneleri ve Avrupa’ya Tesiri”, Belleten, XXXIV: 133 (Ocak İ970), s. 121-170; aynı müel., “Ibn Sinâ’nm Tabâbeti ve Avrupa’ya Tesirleri”, eser: Ibn Sina: Doğu­munun Birinci Yılı Armağanı, derleyen: Aydm Sayılı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1984, s. 41-66; Bekir Karlığa, “Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslâm Düşüncesinin Rolü (Arap­ça’dan Latince ve Ibrânice’ye Tercümeler)”, Bilim, Felsefe, Tarih, 1 (Mayıs 1991), s. 81-109; Aziz Ahmad, A History of Islamic Sicily, Edinburg 1975, s. 88-104; Thomas Arnold, “Isla­” mic Minor Arîs and Their Influence upon European Work”, The Legacy of Islam, yayına ha- zilayanlar: Thomas Arnold ve Alfred Guillaume, Oxford 1968, s. 108-154; Aydın Sayılı, The Observatory in Islam, 2nd. ed. Ankara 1988, s. 378-390.

[194]  M. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihm ve Tereemesi, II, tere. H. Hüsnü Erdemce Kıvâmuddîn Burs- lan, ikinci baskı, Ankara 1967, s. 398-407, bunlardan ba’zısım biraraya getirmiştir: Hadis No: 1086-1100.

[195]  Yukarıdaki izahlar için bk. Suut Kemal Yetkin, İslâm Mimârisi, 2. baskı, Ankara 1959, s. 8; aynı müel., İslâm Ülkelerinde Sanat, İstanbul 1984, s. 11. Celâl Esad Arseven (1875-1971), Türk Sanatı Tarihi, İstanbul 1955-1967, s. 5-11, “İslâmiyet her memlekette oranın sâde dînini değil, içtimâi ve İktisâdi şartlarını da değiştirmiştir” dedikten sonra; her memleketin zevkine, inşâ tekniğine ve san’at an’analeririe göre teşekkül eden İslâm san’atımn o memleke­tin daha evvelki san’atı ile alâkası olduğu hald’e tamâmen yeni bir çehre arzeden bir san’at ol­duğu kaydetmektedir (s. 5-6). Ancak bu san’atı Arab, İran ve Türk san’atı diye ayırmaktadır.

[196]  S.K. Yetkin, İslâm Ülkelerinde Sanat, s. 11.

[197]  Krş. Hicretin 15. Yüzyılında İslâm San’atları Sergisi: 20 Nisan-20 Eylül 1983 İstanbul

[198]  Oktay Aslanapa, “Türk Sanatı Araştırmalarının Gelişmesi”, eser: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, Ankara 1973, s. 120-27, bu çalışmaları eser ve müellifleriyle beraber etraflıca hulâsa etmiştir.

[199]  Bu neşriyât arasında şunları zikredebiliriz: S. K. Yetkin, İslâm Sanatı Tarihi, Ankara 1954; aynı müel., Islâm Mimarisi, Ankara 1959; Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kong­resi, Ankara 19-24 Ekim 1959: Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1962 (1961’de evvelâ İngilizce olarak neşredildi); Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, 1956, (Ankara 1957; II, 1957, (1958); III, 1981, (1981). Diğerleri için bk.: A. Koca, R. Çelik ve L. Koksal, Ankara Üni­versitesi îlâhiyat Fakültesi Yayınları Bibliyografyası, 1949-1975, Ankara 1978.

[200]  Eserlerden ba’zıları: Rölöve ve Restorasyon Dergisi, 1-5, Ankara 1974-83; İstanbul Yeni Camii ve Hünkar Kasrı; M., Yazır, Eski Yazıları Okuma Anahtarı, 4. baskı, Ankara 1983; C. Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mimarisi, İstanbul 1976: Y. Önge, İ. Ateş ve S. Bayram, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Ankara 1978. Vakıflar Dergisi,.(Kısaca: VD) “fihristi için bk.: İ. Miroğlu, “Kitâbiyat”, İstanbul Üniversitesi, Ed. Fak. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, I, (1972), s. 269-74; I. Kayaoğlu, “Vakıf­lar Bibliyografyası”, VD, XI, (1976), 365-76.

[201]  Sanat Tarihi Yıllığı, I-XII, İstanbul 1964-65-1982.

[202]  Meselâ Akbank’dan: M. Uğur Derman, Türk Sanatında Ebru, İstanbul 1977; Türkiyemiz

dergisi (1969- ). İş Bankası: M. Sözen ve diğerleri, Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstanbul 1975; M. Cezar, Typical Commercial Buildings of the Ottoman Classi­cal Period and the Ottoman Construction System, İstanbul 1983 (iki sene sonra Türkçe- si de neşredildi). Yapı ve.Kredi Bankası: Sanat Dünyamız dergisi (1973- ); İslâm Sanatın­da Türkler: The Turkish Contribution to Islamic Arts: el-Etrâk fi’l-Fenni’l-İslâmî, 2. baskı, İstanbul 1982 (müşterek eser); G. Öney, Türk Çini Sanatı: Türkish Tile Art, İstan­bul 1976.  ‘           *

[203]  Kültür Bakanlığı yayınlan arasında çıkanlar: Ara Altun, Anadolu’da Artuklu Devri Türk Mimarisi’nin Gelişmesi, İstanbul 1978; Ülker Erginsoy, İslâm Maden Sanatının geliş­mesi, İstanbul 1978; Y. Demiriz, Osmanlı Mimarisi’nde Süsleme, I: Erken Devir (1300­1453), İstanbul 1979; Selçuk Mülayim, Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süsleme­ler: Selçuklu Çağı, Ankara 1982; A. Karahan, Kırk Hadis (Alm. Fr. İng.), Ankara 1985; Abdüsselâm Uluçam, Irak’taki Türk Mimari Eserleri, Ankara 1989; A. Topaloğlu, K. Çelik ve M. Zeki Ören, Mimar Sinan ve Yapılarıyla İlgili Eserler Bibliyografyası, Ankara 1988; H. Gündoğdu, Dulkadir Beyliği Mimarisi, Ankara 1986, Kültür ve Sanat, 1-7 (1973-1982; son iki sayı sadece Sanat adını taşır). Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında da şunlar vardır: İslâm Ansiklopedisi, 15 cild, (İstanbul 1940-1986), İslâm medeniyetinin en mühim kaynaklarından olan bu eser, İslâm san’atları için de kıymetli maddeleri hâvidir. Meselâ “Mescid” (VIII, 1-118) bunlardan biridir. O. Aslanapa, Yüzyıllar Boyunca Türk San’atı, İstanbul 1977; C.E..Arseven, Türk Sanatı Târihi, İstanbul 1955-1967. TTK yayın­ları da Devlet’e âittir ve bunlar arasında İslâm san’atı ile alâkalı birçok ciddî, İlmî ve temiz baskılı eserler vardır. Meselâ: H. Balducci, Rodos’ta Türk Mimarîsi, Ankara 1945; Z. Çelik- kol, Rodos’taki Türk Eserleri ve Tarihçe, 1986; Ö. Bakırer, Onüç ve Ondördüncü yüz­yıllarda Anadolu Mihrablan, 1976; S. Ögel, Anadolu Selçuklulan’nın Taş Tezyinatı, 1966; Ö.L. Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı, 2 cild, 1972-79; J. Molnar, Ma­caristan’daki Türk Anıtları, 1973; R.M. Meriç, Mimar Sinan: Hayatı, Eseri, 1965; T. Öz, İstanbul Camileri, 2 cild, 1962-65; aynı müel., Topkapı Sarayında Fatih Sultan Meh- med H’ye ait Eserler, 1953; D. Günday, Arşiv Belgelerinde Siyakat Yazısı: Özellikleri ve Divan Rakamları, 1974­

[204] İslâm Eserleri Müzesi’nin kurucularındandır. Yakın târîhe ve hal tercümesine .dâir birçok

eserin müellifidir. Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar (Maârif Vekâleti yayınlarından, 14 fasikül, 1940-1953, 4. baskı 1969) bir benzeri kolay kolay yazılamayacak olan şaheserlerin­dendir. Bir diğeri de Son Hattatlar (Millî Eğitim Bakanlığı yayını, İstanbul 1955, 2. b. 1970)’dır. Hayâtı ve eserleri hakkında daha fazla bilgi için bk.: Türk Dili ve Edebiyâtı An­siklopedisi (kısaca: TDEA), (Dergâh Yayınlan), s. 382-384; Îbrâhîm Alaaddin, Türk Meş­hurlan Ansiklopedisi (kısaca TMA), 1987; Fahir İz, “îbnülemin Mahmud Kemal İnal”, mad..El2 III, 1199-1200.

[205]  Türk sanatının ihyâsı için hayâtı boyunca eser vermiştir. En mühim eserleri arasında Sanat Ansiklopedisi, (5 cild, MEB, İstanbul 1942-1975) ile Türk Sanatı Tarihi (İstanbul 1955­67) vardır (ölümünden sonra, muhtasar olarak Türk Sanatı adiyle 1984’de tekrar basıldı) ve ikisi de büyük bir emek mahsûlüdür. Türk sanatını İslâm sanatından ayrı olarak mütalaa etmektedir (krş. aynı eserler, s. 6-7; bilhassa İkincisinde: “Türk sanatına İslâm sanatının bir okulu gözü ile bakılması çok üzülecek bir şeydir” (s. 5) demektedir. Sadrıa’zam Ahmed Es‘ad Paşa (1244-1292/1828-75) nm oğlu olan mü’ellif, bu kanâ’ate, devrinin milliyetçilik ve ırkçılık cereyanları sebebiyle varmış olsa gerektir. Aşağıya da bk. s.59. Hayâtı ve eserleri için bk.: O. Nebioğlu, Kim Kimdir Ansiklopedisi (kısaca: KKA) s. 78.

[206]  Âbide ve kitabeleriyle birçok şehrin târihini tesbit etmiştir. Bunlar arasında İstanbul, Üskü­dar, Karaman, Aksaray, Erzurum, Ereğli, Kilis, Şereflikoçhisar, Konya ve Ortaköy vardır. Mimar Sinan ve eserleri hakkında ilk araştırma yapanlardan biri de odur. Hayâtı ve eserleri hakkında daha fazla bilgi için bk.: O. Nebioğlu, Kim Kimdir., 92; TDEA, V, s. 393-94.

[207]  Tıb târihine dâir birçok eseri bulunmakla berâber ömrünü Türk kültürüne ve sanatına vak­fetmiş müstesnâ şahsiyetlerden biridir. 1920’de Tıb Fakültesinden; 1922’de de, tezhib, min­yatür, cild gibi ananevi İslâm san’atlarının öğretildiği Medresetülhattâtîn’nden mezun olmuş­tur. 1936’dan itibaren 18 yıl minyatür hocalığıyle Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (bugün­kü Mimar Sinan Üniversitesi)’nde vazife yapmıştır. Bk.: M. Uğur Derman, “Hâtıralardaki Sü­heyl Ünver”, Lâle, 6 (Aralık 1988), s. 31-38. Türk Yazı Çeşitleri, İstanbul 1953;Hattat Ah­med Karahisârî, İstanbul 1948, gibi İslâm sanatlarına dâir birçok risâlesi vardır. Diğer eserleri ve hayâtı için bk.: TMA, 393; KKA, 661; A Kazancıgil ve V. Solok, Türk Bilim Tari­hi Bibliyografyası, 1850-1981,İstanbul 1981, 209-237.

[208]  İslâm Sanatı Tarihi, Ankara 1954; sonradan İslâm Mimarisi, (1959, 1965) İslâm Ülkele­rinde Sanat (İstanbul 1984) isimlerini alan eserin müellifidir! Hayâtı ve diğer eserleri hak-‘ kında daha fazla bilgi için bk.: N. Çağatay, “Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin”, Ankara Ü. llâhiyat Fakültesi, Yıllık Araştırmalar Dergisi, kısaca: YAD, III (1981), 5-7; S. Teoman,” ‘Büyük Tedirgin’ Suut Kemal İçin”, YAD, III, s. 9-12; A. Koca, R. Çelik ve L. Koksal, Ankara

‘ Üni. İlâhiyat Fakültesi Yayınlan Bibliyografyası, (1949-1975), Ankara 1978, kısaca: ÍFYB, indeks; Hacettepe Üniversitesi, Suut Kemal Yetkin’e Armağan, Ankara 1984 s. IX- XVII, 1-15.

[209]  Osmanlı mi’mârî tarihi hakkındaki şâheserlerin müellifidir. Bazıları: Fâtih Devri Mîmârîsi, 1953; Osmanlı Mimârîsi’nin İlk Devri, 1966; Osmanlı Mimârîsinde Fâtih Devri, IV, 1974; İlk 250 Senenin Osmanlı Mimârîsi, 1976 (Í.A. Yüksel ile); Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri, 4 cild, 1977-1982, hepsi de İstanbul’da neşredilmiştir. Hayatı ve eserleri için bk.: KKA, 105-6; Meydan Larus: ML, II, ve Ek, 1, 2.

[210]  Hayatı ve eserleri için bk. Günümüz Türkiyesinde Kim Kimdir: Who’s Who in Turkey, 2. bıskı, 1987-1988,kısaca: GTKK, s. 81-82.

[211]  GTKK, 411.

[212]  ML, Ek, 2, s. 790.                                               ‘

[213]  Turkish Art, Washington-New York 1980 başlıklı müşterek eseri yayma hazırladı. 25 Ocak 1987’de ABD’de “Muhteşem Süleyman Sergisi’ni açtı (Tercüman, 16/1/1987; 30/1/1987; Mil­liyet, 24/12/1987, K. Evren mükâfatlandırıyor). .

[214]  Eseri: Türk Sanatı, İstanbul 1975. Diğerleri ve hayâtı: ML, I, s. 647; EÍS, 50.

[215]  Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, başlıkl eserinin bibliyografyasında, esrin ba-. sildiği târihe kadarki yerli ve yabancı hemen hemen bütün neşriyatı bir arada göstermiştir. J.D. Pearson, índex Islámicos, 1906-1955,1. Londra 1958, s. 192-268; 1956-60,11,(1962), s.

60-81; 1961-65,111,(1967), s. 58-78; 1966-70, IV, (1972). ş. 78-105; 1971-72, V.(1973), s. 16­20; 1976-80, I: Articles, II: Monograpb.es, (1983), s. İ13-147, 54-74, Islâm san’atlan ve mi’mârisi hakkında Batı dillerinde yazılmış 6 binden fazla İlmî makaleyi, son cildde de kitab- larıihtivâ etmektedir.           ‘

[216]  Krş. Ernst Diez, Türk Sanatı: Başlangıcından günümüze kadar, çeviren, Oktay Aslana- pa, İstanbul 1946, s. I-II, 5-7; Godfrey Goodwin, A History of Ottoman Architecture, Londra 1971, s. 6.

[217]  Türk Sanatı, s. 170.

[218]  Türk Sanatı Tarihi, s. 335-347.

[219]  Aynı eser, s. 335.

[220]  C. E. Arseven, Türk Sanatı Tarihi, s. 335-341.

[221]  Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 5; keza bk. aynı müellif, Sanat Ansiklopedisi, I, 5. baskı, îs- tanbul 1983, s. 78.

[222]  Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, İstanbul 1983, s. 94.

[223] N.S. Ban arlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, s. 98.

[224]  N. Sami Banarİı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, s. 98.

[225]  N.S. Banarİı, aynı eser, s. 98-99.

[226]  N.S. Banarİı, aynı eser, I, s. 99; M. Hamidullah, Introduction to İslam, 168-9.

[227]  Türk Mektupları, İstanbul 1939, s. 50 (N. S. Banarlı, aynı eser, 100-101, n. 42).

[228]  Islâm medeniyeti ve kültürü başlığı altındaki bu bilgiler, Nihad Sâmi Banarlı’nın mezkûreserinin “Islâm Medeniyeti” bahsinden pek az değişiklik yapılarak aynen hülâsa edil­miştir: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, s. 94-102.

[229]  Banarlı, I, 97-98. Ayrıca bk.: Tahsin Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, İstanbul 1984, s. 21.

[230]  Mi’mârî, medeni, ilmi, ictimâî eserler hakkında umûmî mâlûmat için krş.: E. Hakkı Ayverdi ve 1. Aydın Yüksel, İlk 250 Senenin Osmanlı Mi’mârisi, İstanbul 1976; aynı müellifler ve diğerleri, Avrupa’da Osmanlı Mi’mârî Eserleri: Romanya, Macaristan, I, 1. ve 2. kitab, İstanbul 1977; II. cild, 3. kitab: Yugoslavya, İstanbul 1981; III. cild, 3. kitab; Yugoslavya, İstanbul 1981; Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, IV, 4., 5., 6. kitab, İstanbul 1982; T. Aydın Yüksel, Osmanlı Mi’mârîsinde II. Bâyezid, Yavuz Selim Devri, 886-926/1481-1520,V. İstanbul 1983; E.H. Ayverdi, Osmanlı Mi’mârîsinde Fâtih Devri, 855-886/1451-1481,c. IV, İstanbul 1974; Ok­tay Aslanapa, Osmanlı Devri Mi’mârîsi, İstanbul 1986; aynı müel., Kırım ve Kuzey Azerbaycan’da Türk Eserleri, İstanbul 1979; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986; Fanny Davis, The Palace of Topkapi in İstanbul, New York 1970; S.H. Eldem ve F. Akozan, Topkapi Sarayı, Istanbul 1982; kezâ bk.: Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ankara 1965. Yukarıdaki 200-209. numaralı notlarda zikredilen eserlere de bakınız. Ayrıca bk.: Tayyib Gökbilgin, Osmanlı Müesseseleri Teşkilâtı ve Me­deniyeti Tarihine Genel Bakış, İstanbul 1977; I.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Sa­ray Teşkilâtı, Ankara 1984 (kezâ diğer eserleri: Osmanlı Tarihi, 6 cild; Merkez ve Bahri­ye Teşkilâtı; İlmiye Teşkilatı).

  • Yukarıdaki mütâlâalar için bk.: Tahsin Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, İstanbul 1984, s. 64-5.

[232]  T. Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, s. 138.

[233]  Aynı eser, s. 123, 138.                           

[234]  Külliyââ-ı Kemâl: Birinci Tertîb, I: Ronân Müdâfaanâmesi; “Fransa Akademisi a’zâsından müteveffa Ernest Ronân tarafından İslâmiyet’in gûyâ mâni’-i terakkîyât ve mâni’- i ma’arif olduğuna dâir irâd edilmiş olan bir hıtâbeye karşı berâhîn-i kâtı’ayı câmi’ reddiyedir ki şân-ı celîl-i İslâmiyet’i delâil-i münevvere-i Şer’iyye ve mantıkıyye ile bi-hakkın i’lâ eder”, İstanbul, tarihsiz. Burada Renan’m: “İslâmiyet’indin olmak itibariyle güzel cihetleri vardır. Her ne vakit bir câmi’ye girsem şiddetli bir heyecân-ı vicdânîden -onu da söyliyeyim mi- Müs­lüman olmadığım için bir nevi teessüfden berî olduğum yoktur. Fakat İslâmiyet fikr-i beşer için muzır olmuştur” (s. 47) gibi birbirine zıd ifâdeleri de vardır. Hattâ 29 Mart 1883’de Sar- honne’da verdiği, muhtemelen aynı konferansta, İslâm tefekkürünün asırlarca devam eden üstünlüğünü ve Orta Çağ Avrupası’ndaki sürekli tesirini ortaya koymuştur (S.K. Yetkin, İslâm Mimârîsi, 3, Renan’nm bu husustaki sözlerini iktibas eder. “İslâmlık ve Bilim” adını taşıyan Renan’m bu hitâbesi, Ziya İsharı tarafından tercüme edilerek şu eserde neşredilmiş­tir: Mektublar ve Konferanslar, Ankara 1946, s. 183-205).

[235]  T. Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, s. 139. Tafsilât için krş.: N.S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, II, s. 1026-27, 1033; Mehmet Akgün, Materyalizmin Türkiye’ye Girişi ve îlk Etkileri, Ankara 1988, s. 122-25, 406-411; Eşref Edib, Tevfik Fikreti Beş Cephe­den Kırk Muharririn Tenkitleri, İstanbul 1943, s. 42-59; Tevfik Fikret, Dil ve Edebiyat Yazıları, hazırlayan; İsmail Parlatır, Ankara 1987, s. 219-20, Fikret’in koyu Müslümanlığı zamanındaki Tevhîd üzerine yazısı ve şiiri; Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1981, s. 12-5, 129-58, 325-56, materyalizm ve İslâm dîni, cemiyetin ilerlemesi ve din, bu meselelerin Meşrûtiyet devrindeki durumu an­latılıyor; H. Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, I. İstanbul 1966, 387-405.

[236]  Gökalp, fikirleri Cumhûriyet ¿evrimlerine tesir edenlerden biridir. Tafsilât için bk.: Ercü- mend Kuran, Atatürkçülük Üzerine Denemeler, Ankara 1981, s. 63-8; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, hazırlayan: Mehmet Kaplan, İstanbul 1972, Principles of Turkis- me (1968). Eserleri, 100. doğum yılında 1976’da bastırıldı. Âkif e gelince; M. Akif in Arapça- dan tercümeleri, Sebilürreşad’daki makale ve şiirleri, şiirlerini topladığı Safahât’ı (kendi zamânmdaki 3. baskı, İstanbul 1346/1928; damadı Ömer Rıza Doğrulun açıklamalı baskısı 1944, beşincisi 1956; Ertuğrul Düzdağ tarafından Çapılan yeni, tashihli, ilâveli baskı: 1987) meşhurdur. Safahat’da Asr-ı Saâdet’den İslâm ile bugünkü Müslümanlar ve mes’elelerini, İslâm ve Batı medeniyetleri hakkmdaki düşüncelerini çok veciz mısralarla anlatmıştır. Ayrı­ca bk.: Mehmed Âkif, “Müslümanlıkla Medeniyet”, Sırâtımüstakîm, V: 127 (9 Safer/27 Kanûnnusânî 1326), 372-76, 388-90, 404-5, 425-6; VI: 131 (8 Rebîulewel/24 Şubat 1326), s. 6­7, 23, 54-5, 69-70, 86-8, 103-4, 117-8, 181-2, 201, 214, 242-3, 291-2, 305-6.

[237]  Hayatı ve eserleri için bk.: Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, I, 309-310; Nebioğlu, Kim Kimdir, s. 114                                                    . .      •

[238]  T. Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, s. 111; 43-4.

[239]  T. Banguoğlu, Kendimize Geleceğiz, s. 139-40.

[240]  Aynı eser, s. 111-12.

[241]  Meselâ bk.: Said Halim Paşa (1863-1921), Buhranlarımız, baskıya hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, tarihsiz, Tercüman 1001 Temel Eser (ilâveli yeni baskısı, îz Yayınları, Is­tanbul 1991), Osmanlı Devleti I. Dünyâ Harbi’ne girdiği zaman sadrıâzâm olan müellifin şu risâlelerinden meydana gelmiştir: Meşrûtiyet, Mukallitliklerimiz, Fikrî Buhrânımız, İçtimâi Buhranımız, Taassup, İslâm Aleminin Gerilik Sebebleri Üzerine Deneme, İslâmlaşmak; yeni baskısına, “İslâm Devlet Yapısı” isimli risâlesi ile müellifin diğer bir kıs­mı hâtırâtı da dâhil edilmiştir. Z. Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, An­kara 1976; T.Z. Tunaya, İslâmcıhk Cereyanı, İstanbul 1962; Î.H. Danişmend, Garb Men- balarına Göre Garp Medeniyetinin Menba olan İslâm Medeniyeti, 6. baskı, İstanbul 1979; Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ankara 1981; aynı müel., Doğu-Batı Sen­tezi, İstanbul 1963; O. Turan, Türkiyede Manevî Buhran: Din ve Laiklik, Ankara 1964; Erol Güngör, îslâmm Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1981.

[242]  Eserleri arasında, Din ve Lâiklik, (4. baskı, İstanbul 1979, sahasmda yazılan kıymetli ve ilk eser); 27 Mayıs İhtilâli ve Sebebleri (Fransızca yazdı; çevirenler: Ali Sebük ve 1. Hakkı Akın, İstanbul 1966); Demokrasi Yolunda (İstanbul 1961); İlmin Işığında Günün Mese­leleri (İstanbul 1960) vardır. Hayatı ve eserleri hakkında daha fazla bilgi için bk.: TDEA, I. s. 242-43; Meydan Larousse, I, s. 195; KKA, s. Î22.

[243]  Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, Birinci Cild: Türkiye Siyasi Rejim ve Anayasa Prensipleri, fasikül: II, İstanbul 1960, s. 457 n. 1.        .

[244] J.D. Pearson ve yardımcıları tarafından derlenen bu eser, 1906 senesinden beri İslâm ‘âlemi, kültür ve medeniyeti hakkında Batı dillerinde neşredilmiş makaleler bibliyografyasıdır. 8 cild, Londra 1958-1983, devam ediyor. *

 —————————————-

[i] Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 7-8-9-10, 1989-1990-1991-1992, İstanbul-1995

[ii] 80-aNihad Sami Banarlı Resimli Türk Edebiyatı Târihi, I, s. 10-105.

[iii] İslâm Ansiklopedisindeki “Mescid” maddesi, câmi, mescid, kütüphâne ve medreseler hakkında umûmî.ve târihî bilgi verir (c. VIII, s. 1-118). Burada John Pedersen, câmi ve mescidin târihî tekâmülünü, devlet müessesesi hâline gelmesini, mahkeme yeri, ta’lm ve terbiye mahalli olarak kullanılmasını, medresenin meydana gelişi ve yayılmasını, medreselere benzer müesseselerin (hânkâh, tekke, hastahâne, sıbyan mektebi ve kütübhânelerin) tekâmülünü, okutulan dersler ve tedris usûllerini, müderris ve talebeleri (s. 1-71, 77-86); M. C. [avid] B. [aysun], Osmanlı devri medreselerini (71-77); Emst Diez, Mi’mârî târihi (8-101); Semâvî Eyice, Rumeli’deki Türk mescid ve câmilerini yazmıştır (101-18). Son yirmi senedir medreseler üzerine İlmî ve mi’mâri bakımlardan yapılan modem tedkîkler arasmda şunları zikretmeliyiz: Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, I, Ankara 1979; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, 2 cild, İstanbul 1970-72; Şebabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. yılında İstanbul Üniversitesi, 1973, s. 1-54; Câhid Baltacı, XV-XVI. Asırlar Osmanlı Medreseleri, Teşkilât, Târih: İstanbul 1976; Mustafa Bilge, ilk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984; İsmail Erümal, Türk Kütübhaneleri Târihi, II, Ankara 1988.

Yazar
Hulûsi YAVUZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen