Esat ARSLAN
Bütün enerjimizi Ortadoğu ve de özellikle ABD’nin başta Kudüs olmak üzere bizleri doğrudan ilgilendiren dünyaya meydan okuyan “ben yaptım oldu” açılımlarına odaklanmışken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)‘nin sinsi, desise ve hile dolu açılımlarını acaba göz ardı mı ediyoruz? Sanırım, bu gündem sıkışıklığı arasında Kıbrıs’taki gelişmeleri göz ucuyla da olsa izleme olanağı buluyorsunuzdur. Unutmayalım, bundan tam 54 yıl önce 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs’ta “Kanlı Noel Olayları ve hemen sonrasında Kıbrıs Türkü’nün Ateşle İmtihanı” gerçekleşmiştir. Tek suçları Ata yadigârı Kıbrıs’ta yaşamak olan savunmasız çoluk, çocuk, kadın, ihtiyar demeden Türkler üzerine açılan yaylım kurşunlarla cezalandırılmışlardır. Kıbrıs Türk Alayı Tabibi Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve çocuklarına adeta bir vahşet uygulanmıştır. Rumlar tarafından vahşice öldürülen İlhan’ın eşi Mürüvvet Hanım ve bir banyo küvetinin içerisine doldurulup acımasızca öldürülen çocukları Murat, Hakan ve Kutsi’nin beyinlerimize kazınmış olan siluetlerini belleklerinizden atabilir misiniz? Rum saldırılarının ardından 18.667 Kıbrıslı Türk, 103 köyü boşaltmak zorunda kalmışlardır. Barış Gücü ve mücahitlerin nezaretinde bulundukları bölümleri boşaltan Türklerin BM kayıtlarına göre Lefkoşa’da 39, Girne’de 7, Baf’da 49, Larnaka’da 21 ve Magosa’da 21 olmak üzere 137 köyü zarar görmüştür. 1963 tarihinde başlayarak 1964 yılında sonlanan Rum saldırılarında toplam 364 Kıbrıslı Türk hayatını kaybetmiştir. Hadi şimdi bunları gelin de hafızanızdan sökün atın?
Evet, sevgili okurlar, unutmamamız lazım, ne kadar unutturmaya çalışırlarsa çalışsınlar, bu kıyımları nesilden nesile anlatmak zorundayız. Bunun bilincinde olmalıyız. Bilmiyorum ama, yine de Türk Dünyası olarak, bu son derece hile, düzen, komplo, desise, entrika kokan çalışmaların biraz uzağında kalıyormuşuz gibime geliyor, isterseniz ben yanılmış olayım, bir şekilde Ankara tüm olayları yakından takip ediyordur, temennisinde bulunmak istiyorum. Anımsamak açısından nerde kalmıştık diye sorarsanız? Toplumlararası müzakereler, GKRY’nin biraz da Avrupa Birliği üyesi olmanın vermiş olduğu rahatlıkla çözümsüzlükle özdeşleştiğini artık hepimiz iyiden iyiye öğrendiğimizi açık yüreklilikle söylememiz gerekmektedir. Ama bu arada Türk tarafının fazlasıyla üzerine düşeni yaptığını gönül rahatlığıyla söyleyelim. Çözüm odaklı toplantılarda neler yapılmadı ki, -biraz da adına batıl inanç mı dersiniz, totem mi dersiniz adını siz koyun – toplantılarda her iki taraf oturdukları sandalyeleri, koltukları bile aralarında değiş tokuş ettiler, bir sonuca ulaşabilmek için. Ama GKRY müzakerelerde sonuçsuzluğu, bir sonuca ulaşmamayı hedeflemişse, siz Türk tarafı olarak ne yaparsanız, yapın, ilerleme kaydedilmesi olanaksızdır. Bu durum BM’nin resmi raporuna da girmiştir. Kıbrıs Konferansı’nın sonucunun hayal kırıklığı yaratan bir başarısızlık olduğu BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’ta konuşlu BM Barış Gücü Misyonu’na (UNFICYP) ilişkin olarak 10 Temmuz 2017 tarihinde yayımlanan dönemsel raporunda da yer almıştır. AB üyesi GKRY bir anlaşma zemini oluşturması mümkün görülmemektedir. Ben size bir şey söyleyeyim mi, yasal zeminde başarılan ve eldeki tek somut olgu, Kıbrıs Barış Harekâtından sonra GKRY’ in arkasından yelkenlerini pupa yelken şişiren AB olduğu müddetçe buradan bir adım öteye gidilemez. AB olmadan masaya oturulduğunda sonuç alınmış mıdır? Evet alınmıştır. İsterseniz, anımsayalım. 31 Temmuz-2 Ağustos 1975 tarihleri arasında Denktaş ve Klerides tarafından sürdürülen Viyana görüşmelerinde, üzerinde mutabakata varılan anlaşma maddeleri içeriğince “Nüfus Mübadelesi” nin gerçekleşmesidir. Bunun sonucunda Kıbrıs’ın güneyinde bölük pörçük mahsur kalan ve tutsak tutulan Kıbrıslı Türklerin topluca kuzeye geçerek kendi devletlerini, KKTC’yi oluşturmuşlardır. Türkler zaten hem tutsak hem de devletsiz yaşayamazlar. KKTC bu somut olgunun tek göstergesidir.
Yunanistan ve GKRY ‘nin sinsi, desise ve hile dolu açılımlarına yönelişindeki en büyük etmen, sadece ve sadece AB üyesi olmasından kaynaklanmaktadır. Hiç kuşkusuz, gerek Yunanistan’ın gerek GKRY’nin Türkiye ve KKTC ile iletişimdeki olumsuz tutum ve davranışlarının bir anlamda şımarıklığının kaynağı doğrudan AB üyesi olmasıdır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, onlara bu yolu da açan Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Anımsayalım, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen sonra 20 Ekim 1980 günü Kenan Evren başkanlığındaki Mili Güvenlik Konseyi(MGK), Yunanistan’ın NATO’ya dönme talebine TC’nin uyguladığı çekincesini (rezerv, şerh) kaldırmış ve tüm kararların oybirliğiyle alınmasını gerektiren NATO müktesebatına göre, Yunanistan, ancak bu şekilde NATO’nun askeri kanadına dönebilmişti. Hemen arkasından seksen gün sonra da, apar topar hiçbir hazırlık dönemi yaşamadan 1 Ocak 1981 tarihinde AB’ye girmişti. Hukuk, ekonomi ve sosyal bakımından son derece geri durumundaki Yunanistan’a AB üyeliği bir altın tepsi içinde sunulmuştu. Yunanistan için NATO’ya geri dönüş son derece önemliydi, çünkü AB’nin yolunu açan gizemli bir anahtardı. Yazılı olmasa da MGK Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e birlikte AB’ye giriş sözü verilmişti. Peki, bu söz tutuldu mu? Ne gezer, bir de üstüne üstlük Yunanistan bize bunu her zaman bir silah olarak kullandı. MGK Başkanı NATO Başkomutanı Orgeneral Rogers’ın sözüne asker sözü olarak inanmıştı. Kenan Evren’in 12 Eylül Darbesi’ne yönelik soruşturma kapsamında verdiği ifade tutanaklarında yapılan bu hatalı durum aşağıdaki tümcelerle ifade edilmektedir:
“NATO Başkomutanı Rogers, “Yunanistan’ın dönüşüne izin verin. Şartlarınızı kabul ettireceğim. Söz aldık” dedi. Kendisine güvendim ve dönüşe onay verdim. Ancak Yunanistan’da hükümete Papandreu geldi. Şartlarımız kabul etmedi. Yazılı bir güvence almadan Yunanistan’ın NATO dönüşüne izin vermemiz bir hatadır.”
Evet, yapılan açıkça hatadır, bu kadar askeri deneyimi olan bir kişinin yapacağı hiç değildir. Ama bu hesabı kim ödemiştir? Söyleyelim, bunu Türk halkı ve devlet ödemiştir. Oysaki 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası NATO’nun askeri kanadından çıkan Yunanistan’ın NATO’ya geri dönmesine gerek Ecevit, gerek Demirel başbakanlıkları döneminde izin vermemişlerdir. Ve bu durumu TC’nin AB’ne girmesinin bir ön koşulu olarak benimsemişlerdir. Yiğidi öldür, hakkını ver. Son derece tutarlı ve doğru bir politika. MGK Başkanı Evren’in hatasını kabul etmesi bir yana, TC’nin bugüne kadar AB’ye girememesi nedeniyle yitirdiklerini anlayabiliyor musunuz, anlayabiliyor muyuz? Ya da duyumsana biliniyor mu? Dış politikada işinizi kişiler olmaksızın aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymadan, amiyane bir deyimle ipini sağlam kazığa bağlamadan hareket etmek tek kelimeyle başarısızlıktır. 99’unu iyi yapsanız bile.
Peki, hatırlayabiliyor musunuz? Yunanistan neden ve nasıl çıkmıştı? NATO’nun askeri kanadından, anımsamakta yarar var, sanırım.
21 Nisan 1967 tarihinde darbe sonrası iktidara gelen Albaylar Cuntası, iktidarının 6. yılına girerken, 17 Kasım 1973 tarihinde Atina Teknik Üniversitesi’nde öğrencilerin başlattığı ve ardından küçük bir halk kalkışması halini alan direniş ile karşı karşıya kalmıştı. Bir anlamda pencere açıldığında sokaktan, meydanlardan duyulan mazlum halkın sesi tankın sesini bastırmıştı. Mazlum halkın gücü, cunta yönetimini yıkamamıştı ama, cunta liderinin değişmesini sağlamıştı. Yorgos Papadopulos’un yerine Dimitrios İoannides’in gelmesi, askeri yönetimin ömrünü birkaç ay daha uzatmaktan ileri gidememişti. Cunta sallanmıştı, cuntalar bir kere sallandı mı, gider. Cuntadaki bu lider değişikliği cunta yönetiminin sonunun da başlangıcı olmuştur. Ardından, Kıbrıs’ta, önce Nikos Sampson darbesi ile Makarios’u devirip ENOSİS’i gerçekleştirme hayali, arkasından TC’nin tüm diplomatik girişimleri denendikten sonra, garantör olarak adaya müdahale cuntanın sonunu getirdi. Yani? Yanisi şu: Cunta, sadece bir halk hareketi ile yıkılmadı, hem kendi kendinin ipini çekti, hem de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’ta Barış harekâtı gerçekleştirmesiyle güvenirliğini yitirdi. Yani kısacası Yunan Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs müdahalesindeki tavrı nedeniyle halkın gözü önünde itibarını sıfırladı. Anadolulu Karaman göçmeni Konstantin Karamanlis, Yeni Demokrasi Partisi’ni de kurarak seçimlere gitmesi ve tek başına iktidara gelişiyle, ortaya çıkan bu krizi fırsata çevirmesini ve Yunanlıların acı cunta deneyiminden doğrusu yararlanmasını bilmiştir. Halkı “ya ben, ya tanklar” seçeneği ile karşı karşıya bırakarak, gerçekte halkın desteğini dolaylı olarak arkasına almıştır. Tank paletlerinin çıkardığı ses, bir kez daha meydanlardaki mazlum halkın sesi karşısında bir kez daha yenilmiş, tank paletlerinin çıkardığı ses yankılanamamıştır, bile. Yunan mitolojisine göre, Tanrının öfkesini simgeleyen mazlum halkın sesini işbaşına gelen yeni yönetim, içinde bulundukları ittifak NATO’yla bütünleştirmek istemiştir. Ancak, Karamanlis yönetimi NATO’nun, onlara göre Kıbrıs’taki Türk müdahalesini engellemediği, hatta dolaylı destek verdiği gerekçesiyle Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çekildiğini açıklamak zorunda kalmıştır. İlginçtir, hemen akabinde 1975 yılında da NATO’ya girmek için başvuruda bulunmuşlar ve müzakereler başlamıştır. Ama TC’nin vetosunu tam anlamıyla değerlendirememişlerdi. Türkiye’ye duyulan öfke bir kez daha depreşmiştir. Ayrıca, öfkeyle kalkanın, zararla oturacağını, keskin sirkenin dibine zarar verebileceğini hesaplayamamışlardı.
Evet, sevgili okurlar, şimdi de biraz uzak kaldığımız Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Yunanistan güdümündeki GKRY’nin bilinçli olarak kapalı kapılar arkasında hem Türkiye Cumhuriyeti hem de KKTC Hükümeti ve halkına karşı yürütmüş olduğu olumsuz tutum ve davranışları irdeleyelim. Vatan toprağı Kıbrıs’ın ellerimizin arasından kayarak tamamen Yunan Adası haline gelmemesi için, uyanık olmanın yanında, aktif eylemsel politik açılımlar için bizlere büyük görev düşmektedir:
Bunlardan birincisi, “sıfır asker, sıfır garantörlük” sloganıyla betimlenen Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan uzaklaştırılması ve TC’nin garantörlük statüsünün sona erdirilmesidir. Evet, bu konudaki gizemli sözcükler ise şunlardır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK European Security and Defense Identity) ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Mimarisi (AGSM European Security and Defense Architecture)’dir. Avrupa Birliği’nde bu durum günümüzde “Üniter Savunma Birliği” kurulması hedefine yönelmiştir. Bu konudaki ilk adım da, Daimi Yapısal İşbirliği(PESCO)’ne katılıma dair “Ortak Beyan”ın imzalanmasıyla 13 Kasım 2017 tarihinde Brüksel’de atılmıştır. Bu işbirliğine katılım belgesi “Ortak Beyan”ı AB’nin 23 ülkesi ile beraber Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan anında imzalamışlardır. Gerekçeleri de, güya “Üniter Savunma Birliği” yürürlüğe girdiği vakit, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararı ile Kıbrıs’ta GKRY’nin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası 4.Maddesi ve EK I’e göre Garantörlerin müdahale hakları ile ve Anayasadaki Garantiler ve İttifak Anlaşmasına gerek kalmayacağı öngörüsüdür. Hinliğe bakar mısınız? GKRY ve Yunanistan’ın savlarına göre adadaki meşru devletin bundan böyle garantörü Avrupa Birliği olduğundan ve adanın güvenliği de “Avrupa Birleşik Kuvvetleri” tarafından sağlanacağından, artık Türkiye’nin garantörlüğüne ve adadaki Türk askerine gerek kalmayacağı iddiasıdır. GKRY Başkanı Nikos Anastasiadis’in “PESCO”’ya katılımın, “Güvenlik ve Garantiler” konusunda Ankara’ya karşı eline koz vererek Güney Kıbrıs’ı güçlendirdiği” şeklinde yorumu bunun en açık belirtisidir. Ne diyelim, buyur buradan yak. Sorunu çözmeye çalışırken, sorunun çözümü başka mecrada aranmaya kalkınca, kısaca AB de devreye girerse söylenebilecek çözümsüzlük ve kargaşadan sonra ne olacaktır ki.
İkincisi, adadan gönderilmesi yolunda hedef tahtasına konulan ancak dolaylı yollardan Türk Silahlı Kuvvetlerini karalama, ona leke sürme kampanyasıdır. Bu bir tür örtülü kara çalma operasyonudur. Kıbrıs’ta Rumların, 1 Nisan 1955 tarihinde İngiliz Koloni İdaresine karşı başlattıkları başkaldırının askeri temsilcisi olan EOKA’nın, silahlı saldırılarından sonra Koloni İdaresi tarafından çeşitli yıllarda tutuklanan EOKA’cılardan 33’ü erkek, 2’si kadın olmak üzere 35’i “İşkence gördükleri” gerekçesi ile İngiltere’ye dava açmışlar ve tazminat talebinde bulunmuşlardır.
Bu 35 kişinin avukatlarının ortaya koyduğu örnek, o dönemde bir İngiliz sömürgesi olan Kenya’da, 1950’li yıllarda Mao Mao tarafından çıkarılan ayaklanma sırasında toplama kamplarında tutulan 5 bin 228 Kenyalının İngiltere’de verdiği hukuk mücadelesinin ardından İngiliz Hükümeti’nin 2013 yılında, uzlaşı usulüyle davacılara 19,9 milyon sterlin tazminat ödemesidir. Tazminat talep eden EOKA’cılardan biri o dönemde 16 yaşında bir EOKA mensubu olduğunu ve “İngiliz ordusundan subayların kendisine korulukta tecavüz ettiğini ardından da EOKA’daki rolü nedeniyle barbarca sorgulandığı” iddiasında bulunmuştur. Bu savını da İngiliz “Guardian” gazetesinde yer alan bir habere dayandırmıştır. Tecavüz savını Türk Silahlı Kuvvetleri için de kullanacaklarını daha önceki yıllarda açıklamışlar ancak bugüne değin bu iddialarını gerçekleştirebilecek ve dava açabilecek bir ortam bulamamışlardı. Şimdi bunu yaratmaya çalıştıklarını açık yüreklilikle ifade etmekte yarar bulunmaktadır. Bu şekilde TSK’yi suçlayabilecekleri bir yolun açılacağı iddiasındadırlar.
Üçüncüsü, Mısır, İsrail, Yunanistan ve İtalya ile enerji ittifakı kurarak, Türkiye’nin II. Deniz Hukukundan doğan haklarını çiğnemeye ve tek taraflı ilan ettikleri Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ile Doğu Akdeniz’de KKTC ve TC’nin haklarını çiğnemeye çalışmalarıdır. 5 Aralık 2017 tarihinde Yunanistan, GKRY, İsrail Üçlü Zirvesinin İtalya ve Mısır Enerji Bakanlarının katılımıyla V. Zirve yapılmıştır. Yunanistan, GKRY, İsrail’den meydana gelen üçlü zirve toplantısının 2018 yılı başlarında Lefkoşa’da Ürdün Kralı ve Yunanistan Başbakanının katılımıyla yapılacağı da bu arada açıklanmıştır. Bu arada önemle belirtmek gerekir ki, TC, halkıyla ve yönetimiyle seçimle işbaşına gelen Mursi’nin darbeyle işbaşından uzaklaştırılmasına karşı kol kanat gererken, Mısır’ın 5. Toplantıya iştirak etmiş olması, İstanbul’da yapılan İslam Kalkınma Teşkilatının boy gösteren Ürdün Kralının Lefkoşa’da yapılacak VI. Toplantıya katılacağının açıklanması son derece manidardır. Zirveden sonra “Lefkoşa Beyannamesi”ne göre üçlü ittifakın İtalya ile genişlemesi kararı çıkarken, ana hedefin Kıbrıslı Rumların, yanına Yunanistan’ı ve Mısır’ı alarak Türkiye’ye kafa tutmak istemesi ilginç bir tezahürdür. Yayımlanan 12 maddelik beyannamenin özünü Türkiye’ye uyarı yapılması, ihtar verilmesi, Kıbrıs’ın egemenliğine saygı duyması ve müzakerelerde olumlu davranması oluşturmaktadır. Bu beyanname, bu içeriği ile enerji anlaşmasından çok Türkiye’ye karşı bir ittifak anlaşmasını tebarüz ettirmektedir. Buna karşı TC de Akdeniz’de sınırdaş olduğumuz kardeş ülke Libya’yı da yanına alarak ve KKTC ile birlikte bir enerji ittifakı içerisine girmesinin yararlarına inanılmaktadır. Libya’nın 2011 yılında vahşi bir şekilde öldürülen 42 yıllık efsanevi Lideri Kaddafi’nin yerine altı yıl hapis yatan 2017 Haziran’ında hapisten çıkan oğlu Seyfülislam’ın, 2018 yılında gerçekleşmesi planlanan başkanlık seçimlerine katılabileceği sinyalini vermesi yeni bir enerji ittifakı konusunda ümitvar olunacağının da en önemli belirtisidir.
Şimdi gelelim TC’nin gerek Yunanistan’ın gerekse GKRY’nin olumsuz tutum ve davranışlarına karşı Ankara merkezli üretilen politikaların emarelerine. Gelinen noktayı göstermesi açısından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin 34’üncü kuruluş kutlamaları kapsamında Kıbrıs’ta düzenlenen törende konuşma yapan Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ aşağıdaki hususları belirtmesinin Türkiye Cumhuriyeti açısından konunun bir başka mecraya girildiğini de göstermektedir.
“Crans Montana’daki görüşmelerin, Rum Yunan ikilisinin uzlaşmaz ve gerçeklerden uzak tutumu sebebiyle sonuçsuz kalmasının ardından, 2008 yılında başlayan müzakere süreci sona ermiştir. Bu durum Rum tarafının adadaki yönetimi, Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya niyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Rum tarafı arkasına aldığı Avrupa Birliği’nin yandaş tutumlarıyla şımarık bir çocuk gibi davranmayı artık bırakmalıdır”
Bütün bunlardan sonra demem o ki, çözümsüzlüğün çözüm gibi sunulabildiği bir ortamın parçası olmadan Türkiye’nin geleneksel Kıbrıs politikasını terkedilerek, adada KKTC’ni tek bağımsız bir devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkılması seçeneği 2018 yılının en birincil seçeneğidir. Türkiye ve KKTC’nin bütün iyi niyet ve özverili çabalarına rağmen Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın geleneksel uzlaşmaz tutumlarında ısrar etmeleri karşısında bu yeni açılımla başta İslam Kalkınma Teşkilatı, olmak üzere dış dünyadan yoğun bir destek sağlanabileceği düşünülmektedir. Benden söylemesi, Sevgili Okurlar.