Muharrem DAYANÇ
Anı, deneme, şiir, öykü ve romanlarında babalarına yer/rol veren edebiyatçılar elbette çoktur, fakat bu insanların edebî metinlerinden hareketle gençlik ve çocukluklarına inilince “anne” figürü bir hayli öne çıkar. Bunda, yazarların önemli bir kısmının, “daha hayatlarını şafaklandıran çağa girmeden” annelerini kaybetmelerinin -veya bu annelerin genç denilebilecek yaşta hayata gözlerini yummalarının- etkisi büyüktür. Özellikle şairler bu bağlamda sanatın öksüzleri olarak nitelenseler yeridir. Bu öksüzler içinde iki şairin yeri ayrıdır. Bunlar, modern Türk şiirinin biri Avrupa (Üsküp) diğeri Asya (Bağdat) kanadı olarak görülebilecek kurucuları Yahya Kemal ile Ahmet Haşim’dir. On dokuzuncu asrın ortalarından sonra ciddi bir krize/açmaza giren Türk şiiri biraz da bu sanatçılar sayesinde yeniliklere kanat çırpmış özgün ses, anlam ve imgelere doğru yol almış, hâsılı bunların “beyaz” ve “kızıl” lisanlarıyla kabuk değiştirmiştir. Ahmet Haşim’in hayal iklimi Dicle Nehri kıyılarına, annesinin müşfik ve sıcak eline, yani çocukluğuna kadar uzanır. Yahya Kemal’in hayatının hemen her evresinde arketipsel ilk mekân Üsküp, ilk insan annedir. Yahya Kemal’in hayatında anne doğru yolu gösteren/bulduran manevi bir pusula gibidir de.
Dolayısıyla anne sevgi ve özlemi bu şairleri içten besleyen bir ruh gibidir.
…
Bu giriş, Yahya Kemal’in annesi Nakiye Hanım’dan hareketle anlattığı ufuk açıcı bir hatırayı sizlerle paylaşmak için yapıldı. Çok sesli okumaya müsait bu hatıradan hareketle sosyolojik, psikolojik, kültürel, tarihsel çözümleme ve güncellemeler yapmak mümkün.
Anı şöyle:
“Annem bana: Oğlum, dünyada iki insanı sev… Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!… derdi.
Bu Murad adında, Balkanların büyük fatihlerinden Birinci Murad’la İkinci Murad’ın hizmetleri ve hatıraları birleşiyordu. Türkleri Balkanlara yerleştiren, Sırpları, umumiyetle İslâvları mağlup eden; Üsküp’te ulu câmîler yücelten Türk hükümdarları, Balkan Türklerinin hafızasında tek bir Murad adıyla yaşıyordu. Hâsılı, annemin söylediği Murad, her iki Murad’dan birleşmiş bir semboldü. Annem, Türkleri Rumeli’ye onların yerleştirdiklerini bilirdi. Esâsen Birinci Kosova zaferi ile İkinci Kosova muzafferiyetini kazanan iki Murad, Üsküb’ün erkek ve kadınları tarafından tefrik edilmezdi. Şehrin orta yerindeki tepede bir câmii bulunan İkinci Murad’ı ora halkı daima Murad Hudâvendigâr’la karıştırır, ikisini bir adam zannederdi.
…
Bir gün evimizde kadın misafirler bulunduğu bir sırada annem bu kadınların yanında beni öperken “İnşallah şehîd olur.” demiş ve ağlamıştı. Yanındaki kadınlar: “Aman, ne söylüyorsun?!” demişlerdi.
Fakat annemin gözyaşları samimiydi. Hiç şüphesiz, gözünün önüne gelen manzaraya dayanamamakla beraber, bir şehîd annesi olmanın faziletini de idrâk etmekte idi.” (Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1997, s. 25-26.)
Yahya Kemal’in anlattıklarında “sevgi” ve “şehadet” kavramları metnin ana eksenini oluşturur. Geleneğe ve dinî değerlere bağlı bir kadın olan Nakiye Hanım’ın oğluyla ilgili bu hislenmesinde millî ve dinî yön dikkati çeker. Hayattaki en kıymetli varlığı olan çocuğunu vatanın geleceği için feda etmeyi arzulaması bu annenin millî, bu göze alışı “şehitlik” kavramıyla birlikte düşünmesi de dinî yönünü gösterir. Dinî ve millî değerlerin birbirinden çok da ayrı düşünülmediği bu zamanda (1900’lü yıllar) böyle bir bakış açısının ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.
Bu çift yönlü yaklaşım, Nakiye Hanım’ın oğluna sevmesini öğütlediği isimlerde de kendini hissettirir. Kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmamakla birlikte I. ve II. Murat bu görüşlerdeki millî, Peygamber Efendimiz dinî yönü temsil eder.
Nakiye Hanım’ın oğluyla ilgili duygularını dile getirdiği bu sohbet ortamındaki bir gerçeği daha ıskalamamak gerekir: Nakiye Hanım’ın gözleri yaşararak söylediklerinin evde bulunan diğer kadınları etkilememesi, hatta şaşırtması! Bu şaşkınlık “şehadet” kavramı etrafında ortaya çıkar. Bu durum, bazı temel kavramlarda Tanzimat’tan beri varlığı hissedilen ikiliğin devam ettiğini göstermesi bakımından zihin açıcıdır. İbrahim Şinasi Efendi ve Cenap Şahabettin gibi şehit çocuklarını bir kenara bırakırsak, Namık Kemal’de daha çok bir motivasyon ve övünç kaynağı olarak görülen “şehadet” kavramı zaman içinde -verilen çok sayıda şehitten hareketle Mehmet Akif’te- “şehit oğlu şehide” kadar evrilir.
Çıkarılacak bir kavram haritasının anahtar ifadelerinden biri hiç kuşkusuz “şehadet” olacaktır. Başlangıçta dinî bir zemine oturan daha sonra millî görüş ve tecrübelerle beslenen bu kavram, modernleşmenin de etkisiyle ana yörüngesinden sapmış özüyle pek de ilgisi olmayan durumlar için kullanılır hale gelmiştir. Demokrasi şehidi, eğitim şehidi, bilim şehidi, trafik şehidi, spor şehidi gibi kullanımlar bu durumu örnekler.
Yahya Kemal’den yapılan yukarıdaki alıntı Türk düşünce/kavram tarihinde ortaya çıkan iki ana damarın -veya kırılmanın- bir şair dilinden ortaya konmuş ilk örneklerindendir. Şairin annesi Nakiye Hanım dinî-millî, sohbete iştirak eden diğer kadınlar geleneksel değerlere karşı daha kayıtsız anlamında yenilikçi damara örnek gösterilebilirler, fakat ikinci damar ilk damar kadar sarîh değildir.
…
Toplumların yaşadıkları -siyasal, sosyal, kültürel vb.- değişimler kavramlar üzerinden okunup takip edilebilir. Mesela, birey ve toplum hayatına giren yeni kavramlar köklü bir değişimin içeriği ve derinliği hakkında bilgi verirler. Bunun yanı sıra, mevcut (kadim) kavramların şekil ve içerik değiştirmeleri veya özlerinin dışına savrulmaları, değişim kadar bir “dönüşümü” (alt üst oluşu) gösterir ki burada “dönüşüm” düşünsel anlamda zihin bulanıklığı ve kafa karışıklığı demektir.
Kavramlar, bir medeniyetin kopyalandığı düşünce hücreleridir. Bu hücreleri var edip geleceğe taşıyanlar, Yahya Kemal’in annesi gibi dönemin yakıcılığından etkilenmeyip özünü korumayı başarabilenler olmuştur.