Siyaset Düşüncesinin Eleştirisi[i]
Prof.Dr. Ayhan BIÇAK[ii]
Özet
Siyaset düşüncesi, siyasetin ilkelerini, amaçlarını, kavramlarını ve yöntemini genel bir çerçevede değerlendirerek teorik bir çerçeve çizme denemelerinden oluşur. Genellikle toplumların bunalım dönemlerinde dönemin düşünürleri toplumsal sorunları siyaset sorunları üzerinden değerlendirir ve kendi görüşlerini oluşturmaktadırlar. Eleştiri, belli bir konuda ileri sürülen düşünceleri sorgulayarak, ondaki çelişkileri, tutarsızlıkları, yanlışlıkları tespit etmek ve eleştirilen konuya ilişkin düşünceler üretmektir. Bu çalışmada, bilgelik ve felsefe olmak üzere iki bölüme ayrılan siyaset düşüncelerinde öne çıkan, adalet, eşitlik, siyasetçi, düzen, hükümdar, yönetim tarzı gibi konular, farklı düşünürlerin görüşleri üzerinden değerlendirilmektedirler. Bir konuyla ilgili görüş kısaca verildikten sonra, çeşitli sorularla verilen görüşteki sorunlara kısaca işaret edilmektedir. Eleştiri de amaç, geçmiş düşünürleri yermek ya da göklere çıkarmak değildir. Amaç, şimdiki sorunları çözecek siyaset modelleri oluşturmak için malzeme derlemektir. Her dönemin insanları kendi sorunlarını çözebilecek düşünceler üretmekle yükümlüdürler. Eski düşünceler, yeni düşünceler üretilirken malzeme olarak kullanılırlar.
Bilgelik
En eski çağlardan bu yana süren, ahlaklılık, gelenek, inanç temeline dayanan bütün insanlık tarafında kullanılan bilgelik, hakikatin verildiğini kabul ederek, hakikatin ilk atalarda, kutsal metinlerde, eski bilgelerin eserlerinde olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bilgelik anlayışına göre insanlar, hakikati bildiren metinleri yeterince iyi anlarlarsa ve onlara göre yaşarlarsa, bu dünyada huzura ve ölüm sonrasında da kurtuluşa kavuşabileceklerdir. Ahlak ve inanç bilgeliğin genel çerçevesini biçimlendirmektedir. Bilgeliğin yöntemi de oldukça basittir: Bilgelerin sözlerini aktarmak, nasihat etmek ve konuya ilişkin bir hikaye anlatmaktır.
Bilgelik Temelli Siyaset Düşüncesi, düzen, adalet, savaş, dindarlık, ahlak gibi değerler üzerine temellendirilir. Söz konusu değerler devletle örtüştürülen hükümdarın niteliklerinin başında sayılır. Bilgelikte, devletin kurumları geri planda bırakılmakta ve hükümdar öne çıkarılmaktadır. Hükümdarın meşruluğu, nitelikleri ve görevleri üzerinden siyaset anlayışı geliştirilmektedir. Meşruluk, genellikle, tanrısal kökene bağlanarak hükümdarın ilk atasının olağanüstü niteliklerle doğduğu anlatılmaktadır. İlk atanın soyu da üstün niteliklere sahip olduğundan o soya mensup olanların hükümdar olabilmektedir. Öne çıkan bir başka meşrulaştırma tavrı ise hükümdara verilen niteliklerde görülmektedir. Yedi iklime hükmeden, Tanrı’nın Kılıcı, Tanrı’nın Gölgesi, Krallar Kral, Sultanlar Sultanı gibi nitelemelerle hükümdar yüceltilmektedir. Hükümdar olmanın tarihsel şartları da, askeri güç, siyasi gelenek, hanedanlık gibi, verilmektedir. Meşrulaştırıcı unsurlar sonradan yöneticiye eklenmektedirler. Bilgelik, savaşçılık, yardımseverlik, cömertlik, adalet, hayır severlik gibi bütün olumlu özellikler hükümdarın nitelikleri olarak sıralanmaktadırlar. Güvenlik, adalet, dine hizmet, dinin yayılması, büyük ordular kurmak ve yayılmak, köprüler ve yollar yapmak, su yolları inşa etmek, hayır işleriyle meşgul olmak, hâzineyi dolu tutmak, halkın iyi yaşamasını sağlamak, hükümdarın önde gelen görevleridirler.
Bilgelik temelli siyaset düşüncesinin ortaya koyduğu verilerden, bilge ve adil bir hükümdarın yönettiği, halkın bütün sorunlarının çözüldüğü, halkla yönetim arasında hiç sorunun olmadığı ideal bir resim yapmak mümkündür. Gerçekte ise resimde çok önemli sorunlar vardır. Bazı örneklerle bilgelik temelli siyaset düşüncesinin özellikleri aşağıda tartışılmaktadır.
Yusuf Has Hacip’e göre hükümdarın karakteri güneşe benzemektedir. Güneş, üstünlüğünü daima muhafaza eder, küçülmez; parlaklığı hep aynıdır. Güneşin doğumu dünyayı aydınlanır; aydınlığı herkese ve kirli temiz her şeye ulaşır ve kendinden bir şey eksilmez. Güneşin burcu sabittir ve temeli sağlamdır; yerinden kımıldamadığından evi bozulamaz. Hükümdarın karakteri de doğrulukla doludur ve doğruluktan hiç taviz verilmez. Hükümdarın hükmü de güneş gibidir; ortadan kaybolmaz; sürekli halkı aydınlatır. Hükümdarın kanunları memlekete düzen getirir. Herkes hükümdardan nasibini alır. Güneş gibi sabit ve sağlam duran hükümdar halkın güvencesidir (Kutadgu Bilig 1974, 824-835). Güneş benzetmesi, adaletli yönetimin bir başka tarzda anlatımıdır ve hükümdara yüklenilen bu nitelikler iyi bir yönetimin nesnel şartları arasındadır. Olabilecek en doğru açıklama tarzlarından biri denebilir. Güneş ışığının güç kaynağı gibi kesintisiz bir güç devlet ve hükümdar için var mıdır? Hükümdar, elindeki gücü toplumla hakkaniyetle paylaşması için gerekli ahlaki, dini ve hukuki donanıma sahip midir? Hükümdar bunu yapmak istese bile saray ve yönetim kadroları razı olurlar mı? Güneş ışıklarının ulaşamadığı gölgede kalanlar için ne türden tedbirler alınmıştır? türünden daha onlarca soru sorulabilir. Ancak bu soruların cevapları Yusuf Has Hacip’te yoktur. Yusuf Has Hacip’ten beklediğim şey, hükümdarın güneş gibi davranabilmesinin şartlarını açıklamasıdır.
Devlet Düzeni (toplumsal düzen), bilgelik temelli siyaset düşüncesinin önde gelen konuları arasındadır. Şu düşünce Konfüçyüscü devlet anlayışında önemli bir yere sahiptir: “Eskiler, erdemin ışığıyla ortalığın aydınlanması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı; devlet işlerini yoluna koyabilmek için önce ev işlerini yoluna koyarlardı; ev işlerini yoluna koyabilmek için önce kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi; kendi kendilerine çeki düzen verebilmek için önce kendi içlerindeki düzeni yoluna koyarlardı; kendi işlerindeki düzeni yoluna koyabilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı; düşüncelerini yoluna koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi” (akt. Störig 1994, 138). Bu anlayış, devletin erdemler üzerinden çalışmasını ve erdemlerin de bireylerde gerçekleştiğini öngörmektedir. Erdemin ve eylemin dayandırıldığı bilgi, hakikat olarak verilmiş bilgidir.
Bu anlatı doğruysa, “eskiler” böyle yapıyorlarsa kurdukları toplumsal düzen ve devlet devam ediyor olmalıdır. Eskilerle şimdi karşılaştırılmakta ve eskilerin işi ne kadar iyi bildikleri anlatılmaktadır. Bu kadar iyi bir düzen neden yıkıldı ve yerini bir sürü sorunları olan düzenlere bıraktı? Eski insanların bu tarz düşünmelerini ve eylemde bulunmalarını sağlayan nitelikler nelerdir? İnançları mı, ahlakları mı, eğitimleri mi, bilinçleri mi, tanrılar tarafından yönetilmeleri mi? Erdemden ne anlaşılmaktadır? Devletin nitelikleri nelerdir? Çeki düzen ne demektir? İçteki düzen nedir? Bilgiyle ne kast edilmektedir? türünden soruların cevaplandırılması bilgelik açısından cevaplandırmak zordur.
“Daire-i adliye” anlayışı, devleti de içeren toplumsal düzenin nasıl işlediğini ortaya koymaktadır. Buna göre, dünyanın adalet temeli üzerinde duracağı, bunu devletin sağlayacağı, devletin ise bir hükümdara ihtiyaç duyacağı, hükümdarın ordu olmadan iş göremeyeceği, orduyu ise ancak servetin toplayabileceği, serveti reayanın sağlayacağı, reayanın da ancak adil hükümdar sayesinde refaha ereceği belirtilir (Kınalızade 2, 283). İçerilen ve birbirlerine içten içe bağlı olan bu unsurlar devletin yapısını oluşturan unsurları vermekte ve toplumsal düzenin gerçekçi bir resmini sunmaktadır.
Bütün devletler, adalet dairesi denilen mekanizmayla oluşmaktadırlar. Asıl sorun bu mekanizmayı oluşturan unsurların kurumsal yapılarının nasıl kurulduğudur. Kabileci zihniyet ve eşitsizlik ilkeleri doğrultusunda kurulan mekanizmalar ne kadar iyi çalışırlarsa çalışsınlar adalet temelli bir yapı ortaya çıkaramazlar. Öne çıkarılan sistem adaletin değil devletin işleyişini anlatmaktadır. Reayanın refaha ulaşıldığı görülmediğine göre adil bir hükümdarın hiç gelmediği buradan çıkarılabilir.
Bir Hint efsanesine göre, çok eskiden adil yargısıyla ün salmış kral Vikramaditya ve onun mahkemede kullandığı bir tahtı varmış. Söz konusu taht yıllar sonra bir toprak yığınının altında dönemin kralı tarafından çıkartılmış. Taht, uçmaya hazır biçimde yüzlerini göğe çevirmiş yirmi beş taştan oyma meleğin elleri ve kanatları üstünde duran kara bir mermer parçasıymış. Bu tahtı kullanmak isteyen kral, halkıyla birlikte üç gün oruç tutup ibadet etmiş. Yeni tahtını kullanmak için gerekli törenleri yapıp üstüne oturacağı zaman tahtı tutan yirmi beş taş melek heykelinden biri dile gelip kederli bir yüzle şöyle demiş: Sen kendini Vikramaditya’nın Yargı Tahtı’na oturmaya layık mı görürsün? Başkalarının krallıklarında hüküm sürmeyi arzulayan sen değil misin? Bu söz üzerine kral içindeki zorbalığı hissetmiş ve kendisinin bu tahta layık olmadığına karar vermiş. Melek, “üç gün boyunca oruç tut ve ibadet et. Nefsini temizleyip tahta oturmaya hak kazanabilirsin” demiş ve uçup gitmiş. Üç gün oruç tutup ibadet eden kral dördüncü gün yeniden tahta oturmak için teşebbüste bulunmuştur. Bir başka melek şu soruyu sormuş: Sen hiç kimsenin mal varlığına hiç göz dikmedin mi? sorusuyla karşılaşmış. Her teşebbüs benzer bir soruyla engellenmiştir. 24 melek uçup gitmiş son melek de şu soruyu sormuştur: Ey kral, kalbin bütünüyle arı mıdır? Eğer bir çocuğunki kadar safsa bu tahta oturmaya hak kazandın. Kral düşünmüş saf olmadığını itiraf etmiştir. Kralın itirafı üzerine son melek tahtı alıp göğe yükselmiştir. O günden sonra da tahtı yeryüzünde gören olmamıştır (Noble 2002, 243-251). Efsane, yetersizlikleri nedeniyle yöneticilerin yeryüzünde adaleti sağlamalarının imkansızlığına işaret etmektedir.
Meleklerin sorduğu sorularda, hükümdarların başka ülkelere ile özel mülklere sahip olma arzusu sorgulanmakta ve yöneticinin kalbinin temizliği aranmaktadır. Ancak bir yöneticinin kalbinin nasıl temiz olacağını anlatmamaktadır. Genellikle inanç ve ahlak iyi yönetimin ile adaletin sağlayabilmenin zemini olarak gösterilmektedir. Anlatılara konu olanlar, düşmanlık yapanlar hariç, genellikle, dindar ve ahlaklı olarak tanımlanırlar. Hükümdarların başta gelen özellikleri savaşçılıktır. Savaş, yayılma ve başka mülkleri yönetimine almak anlamına gelmektedir. Savaşçı hükümdar, başkalarının mallarına sahip olma isteği ve çabasıyla adaletli bir yönetim gerçekleştirebilir mi? Başka bir deyişle, savaş ile adalet arasındaki ahlaki uzlaşmazlıklar çok büyüktür.
Adalet, genellikle, halk arasındaki sorunları çözerek toplumsal düzendeki güvenliği sağlamak şeklinde yorumlanmaktadır. Her türlü yönetim sorununda olduğu gibi adalet de hükümdar üzerinden çözülmektedir. Hükümdarın hayatındaki her şeyin adil olması beklenmektedir. İnsan olarak hayatını tümüyle iyi ya da kötü olması mümkün değilken, bir yönetici bütün eylemlerini ve karalarını adaletli yapması imkansızdır. Nesnellikten koparılarak yüceltilen adalet duygusu, dünyada adaletin olamayacağını söylemektedir. Ayrıca adaletin ne olduğu da anlatılmamaktadır.
Yusuf Has Hacip çok iyi bir sorunu ortaya koymaktadır: Beyler işlerinde yanılırsa onların beyliği hastalanmış demektir; tedavi edilmelidir. Beylik hastalığının ilacı ve tedavisi, akıl ile bilgidir. Dolayısıyla, bey bilgili, akıllı ve zeki olmalıdır ki hastalığa çare bulabilsin (1969-1973). Halkın uygunsuzluklarını beyler düzeltir; bey uygunsuzluk ederse, onu kim düzeltir? İnsan temiz olmayan şeyleri su ile yıkayıp temizler; eğer su kirlenirse, su ne ile ve nasıl temizlenir? (2107-2108) Halk bozulursa onu beyler düzeltir; beyler bozulursa onu kim düzeltir? (5203). Bu sorunun cevabı, akıl ve bilgi sahibi beyin hasta olmayacağı kabulünde yatmaktadır. Beylerin (hükümdarların) hastalığını tedavi etmenin en iyi yolu onu görevden alacak mekanizmaları kurup işletmek olmalıdır. Yöneticinin bozulması ya da hastalanması sorunu, yönetimi bozduğundan dolayı toplumun yaşama şartlarını giderek kötüleştirmektedir. Yusuf Has Hacip’in kaygısını sadece iyi bir hükümdarın hastalanmasıyla ilgili okumamak gerekir.
Yönetimin denetlenmesi ve adaletin sağlanması açısından hükümdarın yargılanması düşüncesi çok önemlidir. Hükümdarın yargılanmasına ilişkin zayıf birkaç efsane bulunmaktadır. Bunlardan birini Nizamü’l Mülk anlatmaktadır.
Nizamü’l Mülk, adaletin iyi işlediğini göstermek için hükümdarın da yargılanması gerektiğini bir hikayeyle anlatmaktadır: Mihrican ve Nevruz gibi günlerde, hükümdar halk için toplantı yapar halkan gelen istekler karşılanır ve şikayetler karara bağlanırdı. Önceden dilekçeler toplanır ve yargı zamanı bildirilirdi. Şikayete engel olanların şiddetle cezalandırılacağı da beyan edilirdi. Dilekçelerin hepsini daha önce okuyan hükümdar yargı gününde tahtından inip Baş Kadı’nın (Kadı’ul Kuzat – Mübed-i mubedanı Mecusilikte baş rahip) önünde diz çökerdi. Hükümdar şöyle konuşurdu: Tanrı katında hükümdarların işledikleri günahtan daha büyük bir günah yoktur. Çünkü Tanrı, hükümdarlara bahşettiği nimeti hiçbir kula nasip etmemiştir. Halka hükmetme hakkını hükümdara vermiştir. Hükümdar adalet üzerinde olmalı, halka zulmedenleri engellemelidir. Eğer hükümdar zulmederse cümle asker reayaya karşı zalim olur.
Tanrı’ya nankörlük eder halkı ezerler. Sonra da Hak Teala’nın gazabı, onları, rahmetinden mahrum bırakır ve çok geçmeden de cihan harap olur. Hükümdarların zulmü ve uğursuzlukları nedeniyle ömürleri kısalır ve saltanatları başkalarının eline geçer. Ey mubed, beni kayırmadan şikayetlere bak. Allah’ın hesap günü benden soracaklarını senden bilirim. Mubed davalara bakar, hükümdar hakkında yapılan şikayetlerde haklı olanların haklarını verirdi. Davacı haksız çıkarsa cezalandırılırdı. Mubed şöyle derdi: “Bu mülk ve memlekette eksik gedik arayan küstahların layık olduğu cezadır”. Mahkeme sona erdiğinde hükümdar kalkar tacını giyer ve tahtına oturarak şöyle derdi: “Zalimin hevesi kursağında kalsın diye evvel emirde kendimizle ilgili davaları neticeye bağladık. Eylediğiniz zulüm var ise şimdi bir davacınız var demektir; tek tek gidip rızalarını alınız” (Nizamü’l Mülk 1999 ve 2010, 6.Fasıl 1. Hikaye). Hükümdarla ilgili şikayetlerin kadı tarafından değerlendirilmesi ve uygun kararlar vermesi gerektiği düşüncesi çok önemli bir aşamadır. Ancak, hükümdar kendi isteğiyle mahkeme önüne çıkmaktadır. Olması gereken, hukuk kaidesi gereği, hükümdardan şikayet olduğunda mahkeme kurulmalı ve hükümdar sıradan bir vatandaş gibi yargılanmalıdır.
Hükümdar bir fiil yaptığı eylemlerden mi sorumlu yoksa memurların yaptığı kötü eylemlerden mi? Hükümdarın halktan kişilerle çok az ilişkide olması ve bu ilişki de suç teşkil edecek bir eylemin bulunması çok zordur. Dolayısıyla halkın hükümdardan şikayeti kişisel ilişkilerle ilgili değildir. Memurların yaptıklarından hükümdar sorumlu tutulursa başka problemler ortaya çıkmaktadır. Devletin genel olarak uyguladığı hukuk, iktisat ve siyaset anlayışlarından mağdur olanlar hükümdardan şikayet ediyor olmalılar. Diğer taraftan hükümdara ilişkin şikayetlerde, şikayetin içeriği iyi düzenlenmemişse ve kadı şikayeti beğenmezse şikayetçi cezalandırılmaktadır. Yönetim tarafından mağdur edilen bir kişi cezayla gelecek yeni mağduriyeti göze alabilir mi?
***
Bilgelik, ahlak, inanç, gelenek temelli yaklaşım sergileyen bir düşünce tarzı olarak yönetimi iyimser bir şekilde yorumlamaktadır. Tanrı’dan ya da kutsal bir kaynaktan gelen hakikatin herkes tarafından bilinmesi ve bu hakikate göre yaşanması gerektiği ilkelerini öne çıkarmaktadır. Bu bilgi türüne bağlı olarak geliştirilmiş değerlere göre yaşadıkları varsayılan yöneticilerin adaletli yönetim kurmaları kolay gözükmektedir. Bu beklenti gerçekleşmemekte ancak umut edilmektedir. Ayrıca, halk, hükümdarı bu beklentileri gerçekleştirmeye götürecek yeterince etkili baskı unsurlarına da sahip değildir.
Yönetim sorununu sadece hükümdar üzerinden değerlendirmek düşünce tarzında önemli eksikliklerin olduğunu ve bilgi birikiminin yetersizliğini göstermektedir. Yönetilen kesim olarak halkın özellikleri ve halkı meydana getiren kişilerin yani kişi olarak insanın sahip oldukları nitelikler yeterince değerlendirilememektedir. Ayrıca yönetimin dolayısıyla devletin dayandığı iktisat, hukuk, ordu ve din gibi kurumlardan oluştuğu bunların her birinin iyi bir şekilde çalışması durumunda hükümdarın, devletin ve halkın iyi olabileceği düşüncesi öncelikli konular arasına alınmamıştır. Siyasetin kavramları tanımlanmamış ve birbirleriyle ilişkileri yeterince sorgulanmamıştır. Hükümdar, padişah, sultan, han, imam, halife, şeriat, fıkıh gibi kavramların kendi başına anlamları ve birbirleriyle ilişkileri belirtilmemiştir. Bu unvanların hangi tür bir yönetime karşılık geldiği belli değildir. Her yönetici istediği her unvanı sahiplenip taşımakta ve düşünürler de söz konusu unvanları tanımlamadan rast gele kullanmaktadırlar.
Felsefe Temelli Siyaset Düşüncesi
Felsefe, şüpheyle başladığından verili bilgilerin tümünün eksik, hatalı ya da yanlış olduğu kabulünden hareket eder. Hakikatin verilmediğini, evrende içkin olduğunu, aklı doğru kullanarak hakikatin keşfedilebileceğini varsayar. Aklın doğru kullanımı, şüphe, eleştiri, sınıflama, tanımlama, kavramlaştırma, tutarlılık, karşılaştırma, ilkeleştirme ve sistemleştirme gibi unsurlardan oluşan felsefe yöntemini kullanmakla mümkün olmaktadır. Sıralanan yöntem unsurları kullanılarak ortaya çıkan temellendirme bir felsefe metni olurken aynı unsurlar felsefe tartışmalarının belkemiğini meydana getirmektedir.
Siyaset ya da devlet felsefesi, yönetim sorunlarını temellendirme çabalarından oluşmaktadır. Devletin, kökeni, amacı, yönetim şartları, kimin yönetmesi gerektiği, yöneticilerin nitelikleri, yönetim tarzları, haklar, adalet, yönetimin değerleri ile kurumları, halkın yaşama şartları, halk ile yönetim arasındaki ilişkiler, hukuk sorunları gibi sorunlara verilen felsefi cevaplara felsefe temelli siyaset düşüncesi denmektedir. Aşağıda, sözleşme, eşitsizlik, adalet, siyasetçi, yönetim tarzı ve özgürlük gibi sorunları bazı filozofların görüşleri bağlamında tartışılmaktadır.
Sözleşme, kökleri eski olmakla birlikte modern siyaset düşüncesinin devletin kökeni açıklamak için kullandığı kavramlardan biridir. Tarihin başlangıcında, insanlar tek başlarına yaşarken çeşitli gerekçelerle bir araya gelerek ihtiyaç duyulan yöneticiyi aralarında yaptıkları akitle seçmelerine toplum sözleşmesi denmektedir. Devletin kişilerin aralarında yaptığı bir sözleşmeyle kurulduğu görüşü, öncelikle devletin dolayısıyla da halkın, bir hanedanın malı olmadığı, toplum ile devletin bir sözleşmeyle kurulduğundan herkesin devlette payının olduğu ve herkesin devlet yönetimine katılması gerektiği düşüncelerini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca, Kilisenin açıklamalarının da dışına çıkarak devleti bağımsızlaştırmaktadır. Kişisel özgürlükleri hukuk açısından güvenceye almanın da dayanakları arasındadır. Modern dönem hukuk ve yönetim temellendirmelerde toplum sözleşmesi çoğunlukla ilke olarak kullanılmaktadır.
Devletin kökeni, devletin yapısını ve amacını da içerdiğinden felsefi açıdan büyük önem taşımaktadır. Tarih araştırmaları ve antropolojik gözlemler, devletin kuruluşunun iktisadi temeller üzerine geliştiği, çoğunlukla da askeri güç kullanarak yöneticilerin kendilerini kabul ettirmeleri sonucu devletin ortaya çıktığını sergilemektedirler. Tarihsel veriler devletin kökenini sözleşmelerle açıklamıyorsa felsefi temellendirmede sözleşmenin anlamı kalır mı? Günümüz siyaset felsefelerinde devletin kökeni nasıl açıklanmalıdır? Devletin kuruluşu güç kullanımıyla gerçekleşiyorsa, gücün kötü kullanımını engellemek için ne türden kurumlara ve değerlere ihtiyaç vardır? Gücün adaletle ilişkisi felsefi olarak nasıl temellendirilmelidir? Benzer sorular çoğaltılabilir. Çok büyük sorunları içeren devleti yeniden temellendirmek için kökene konması gereken değerler çok iyi tartışılmalıdır.
Yerleşik hayata geçişten bu yana, yaklaşık on bin yıldır, kabile ve toplum içinde çeşitli nedenlerle ayrımcılık yapılmıştır. Savaş esirleri, gayri meşru çocuk, evlilik ilkelerine uymamak, farklı bir aile mensubiyeti, dil ve inanç farklılıkları, meslekler, mülkiyet durumları, farklı renkteki bedenler, köleler, siyasi imtiyazlar, insanlar arasındaki eşitsizliğin temellerini oluşturmuştur. Çevremizde, toplumda, dünyada fakirliğin olağan kabul edilmesi eşitsizliğin ne kadar meşru olduğunun göstergesidir. Sınıf farkları, etnik ve inanç ayrılıkları toplumsal eşitsizliğin temelini oluşturmaktadırlar. İktisadi eşitsizlik temel bir unsurdur ve günümüzde doruk noktaya ulaşmıştır. 2014 yılı itibariyle dünyadaki en zengin 80 kişi, dünya nüfusunun yarısına (%50) denk gelen fakir kesimin mal varlığından daha fazlasına sahiptir. Eşitsizliğin bu kadar yoğun olduğu bir düzende, eşitsizlik Sosyalistler dışında tartışılmamaktadır. Eşitsizliğin yarattığı sorunlar dünyayı boğarken felsefede eşitsizliğin tartışılmaması ciddi bir sorundur. Yapılan tartışmalar, kapitalizm, liberalizm, demokrasi, modernlik bağlamlarında yapılmaktadır.
Eşitsizliğin en önemli nedenlerinden biri olan mülkiyettir. Locke’a göre, yeryüzü, Tanrı’nın insanlara ortaklaşa yararlansınlar diye sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan, Tanrı’nın kendisine sunduğu bu nimeti, kendi emeğiyle işler onu yeniden üreterek onu doğadan söküp alır ve kendi malı yapar. Mal edinmede, çalışma dışında herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez. Mülkiyetin gerçek kaynağı insanoğlunun çabasıdır (Locke 2004, 25-26). Toplumun ya da devletin ana gayesi mülkiyetin korunmasıdır. Hırsızlık suçlarının ölümle cezalandırılmasının yanında, yönetim, sahibinin rızası olmadan kişinin malından bir parça bile almamalıdır. Hırsızın idamı da yönetime engel de mülkiyetin korunması ilkesine dayandırılmıştır (Locke 2004, 104, 3).
Emeğe göre pay alma neden bozulmuştur ve emek harcayanların mülkleri yokken baronların şehirleri vardır? sorusu hakkında Locke yeterli bir açıklama getirmemektedir. Locke döneminde (17.yüzyıl) Çitleme Yasası gereği baronlar çiftliklerindeki yarıcıları dışarı atıp işçi olarak çalıştırılmalarına, kamu arazilerini çitleyerek topraklarını büyütmelerine ilişkin bir eleştiri de yoktur. Çitleme yasasının başladığı 1630’larla 1740 arasında Çitleme Yasasına bağlı olarak İngiltere’de kamu arazilerinin yüzde kırkı (%40) baronların eline geçmiştir (Mooers 1997, 201). İngiltere’nin zenginliği, iç ve dış olmak üzere sömürgeciliğe dayanmıştır. Çitleme yasası iç sömürünün önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. Sömürgecilik, sömürgelerden gelen mal talepleri, sermaye birikimi sanayi devrimini ortaya çıkarmıştır. Modern dönemin düşünürleri mülkiyeti ve ona bağlı zenginlikleri yücelterek, faydacılık ilkesini ahlakı kuşatacak şekilde yorumlamışlardır. Pozitif hukuk anlayışıyla getirilen hukuki eşitlik anlayışı iktisadi eşitsizliğe değinmemektedir. Modernlik, ilerleme, aydınlanma, liberalizm, açık pazar, demokrasi, gibi günümüzde genellikle olumlu hisler uyandıran değerlerin tümü iktisadi eşitsizlik üzerine oturmaktadır. Bu yapıyı tümden değiştirmeyi isteyen sadece Marx merkezli sosyalist gelenek olmuştur.
Adalet felsefede önemli sorunlardan biridir. Hobbes’a göre genel bir gücün olmadığı yerde yasa, yasanın olmadığı yerde de adaletsizlik olmaz (Hobbes 1993, 95- 96). Doğa yasası olan adalet sözleşmeyle ortaya çıkmaktadır. İnsanlar yaptıkları sözleşmelere uymalıdırlar; uymadıklarında sözleşmeler anlamsızlaşmakta ve herkesin her şey üstündeki hakkı devam etmektedir (Hobbes 1993, 106). Adaletin kaynağı ve başlangıcı, sözleşmedir. Daha önce bir sözleşme olmadığından hiçbir hak devredilmemiştir ve herkesin her şey üstündeki hakkı devam etmiştir. Yapılan bir sözleşmenin ihlali adaletsizliktir. Adaletsiz olmayan her şey adildir (Hobbes 1993, 106). Tarafların sözleşmeye uymadıklarında büyük bir cezaya çarptırılma korkusu onları sözleşmeye bağlı kalmaya zorlamaktadır. Sözleşmeyle elde edilen mülkiyeti koruyacak zorlayıcı bir güç de gereklidir. Devletin kurulmasından önce böyle bir güç yoktur. Adalet, herkese kendisinin olanı sürekli olarak vermek iradesidir. Bu nedenle, kendisinin, yani mülkiyetin olmadığı yerde adaletsizlik de yoktur. Kurulmuş zorlayıcı bir gücün, yani devletin olmadığı yerde de mülkiyet yoktur. Herkes her şey üstünde hak sahibidir. Dolayısıyla devletin olmadığı bir yerde adalete aykırı hiçbir şey yoktur. Adaletin doğası, geçerli sözleşmelere uyulmasıdır. Fakat sözleşmelerin geçerliliği insanları onlara zorlayacak bir devlet gücünün kurulmasıyla başlar ve mülkiyet de devletle birlikte ortaya çıkar (Hobbes 1993, 10). Egemenin görevi, halkın güvenliğinin sağlanmasıdır. Egemen, bu görevi nedeniyle doğa yasasına bağlıdır ve bunun hesabını, sadece doğa yasasını yaratan Tanrı’ya vermekle yükümlüdür. Güvenlik, sadece koruma değil, aynı zamanda, her insanın meşru emeğiyle, devlete tehlike veya zarar gelmeksizin elde edeceği hayatın bütün konforlarını içermektedir (Hobbes 1993, 234). Toplum sözleşmesini insanlığın başlangıcına koyan Hobbes’un devletle adalet arasında kurduğu ilişki tutarlıdır. Sözleşme’de bütün hakların yönetime verilmesi halkın da itaat etmekle yükümlü olması adaletli olup olmadığı tartışılmamaktadır. Sözleşmenin çerçevesinde oluşan ve mülk kayıplarıyla gerçekleşen sınıflar da adalet konusu olmamaktadır. Emeğin korunması devletin görevleri arasında sayılmamakta ve onun sömürülmesi adalet sorunu olarak görülmemektedir.
20.yüzyıl düşünürlerinden Rawls adaletle ilgili şu soruyu sormaktadır: Makul dini, felsefi ve ahlaki doktrinlerin etkisiyle ciddi biçimde farklılaşmış özgür ve eşit vatandaşların oluşturduğu bir toplumun, adalet ve istikrar içerisinde uzun süre varlığını sürdürmesi nasıl mümkündür? (Rawls 2007, 50). Adalet sorunu, sistemi kurup geliştiren toplumlar da dahil gündemdeki yerini korumaktadır. Rawls’un adalet anlayışına şiddetle karşı çıkan Hayek (20.yy), Sosyal Adalet hakkında şunları söylemektedir: Biz insanlar yaşayabilir-olmayan ahlak sistemlerini hiç tanımayız ve uygulamada herhangi bir yerde görmeyiz; çünkü onları deneyen toplumlar hızla ortadan kaybolurlar. Yaygın olarak saygı gören azizler çok kere böyle ahlak sistemlerini öğütlemektedirler. Çöküş halinde olan toplumlar da genellikle, bu kabil ahlak reformcularının öğretilerini dinleye gelen ve toplumlarının yıkıcılarını hala iyi insanlar olarak yücelten toplumlardır. Sosyal Adaletin kutsal kitabı, çok kere, daha da sefil duygulara hitap etmektedir: Kendinden iyi durumda olanlardan hoşlanmamak ve açıkçası kıskançlıktır. Mill’in deyişiyle, “bütün tutkuların en anti-sosyal ve en zararlısıdır. Bir kısım insan zengin olurken başka insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamamasını bir rezalet olarak gösteren, adaletle hiç ilgisi olmayan bir şeyi adalet adıyla kamufle eden ve büyük zenginliğe yönelik olan bir düşmanlıktır (Hayek 2012, 338). Hayek, toplumsal sorunların çözümünde baskın olan liberal sistemin başarılı olduğunu düşünmekte haklıdır. Ancak insanlar arasındaki eşitsizliğin ve bu eşitsizliğin sistemi tehdit ettiğini göz ardı etmiş olabilir. Özgür insanlar eşitsizliğin yarattığı ve yaratacağı sorunları yine eşitsizlik üzerinden aşabileceklerini öngörmektedirler.
80 kişinin dünyanın yarısına sahip olması gibi bir eşitsizliğin hakim olduğu dünyada bu yönetim ve yaşama tarzının devam edeceğine ilişkin veriler nelerdir? İktisadi sistemi yeniden düzenleyen ve hakkaniyetli iktisadi-siyasi bir düzen teorik olarak kurulabilir mi? Gelecek elli yılda hakim olan iktisadi-siyasi düzen nasıl dönüşebilir? Adalet nedir? Bu tür soruları cevaplama denemeleri teorik ufukları genişleteceği gibi insanlığın tarihsel seyrini de dönüştürebilir.
Siyaset düşüncesinin en önemli konularından biri olan siyasetçi hakkında, Sofistler, Platon, Aristoteles, Machiavelli, Rousseau, Hegel gibi çok sayıda düşünür görüş bildirmiştir. Burada Hobbes ve Kant’tan alınan örneklerle konu değerlendirilmektedir.
Hobbes’a göre toplum sözleşmesiyle hükümdar şu hakları kazanmaktadır: Uyruklar hükümet şeklini değiştiremezler; yönetim sahip olduğu güçten vazgeçemez; hiç kimse, çoğunluk tarafından belirlenen devletin kuruluşuna, adaletsizlik etmeden karşı çıkamaz ve adaletsizlik cezalandırılır. Yönetimin eylemleri, uyruk tarafından eleştirilemez. Egemen olanların yaptığı hiçbir şey uyruk tarafından cezalandırılamaz. Uyrukların barış içinde yaşamaları, onların savunulması için neyin gerekli olduğuna ve uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine yönetim karar verir. Yönetim uyrukların neye sahip olabilecekleri, adaletsizlik etmeden ondan alınamayacak hakların neler olduğunu belirten kuralları yapar. Yargılama ve anlaşmazlıkları çözme hakkı da ona aittir. Uygun görüldüğü şekilde savaş ve barış yapma hakkı, bütün barış ve savaş danışmanlarını ve bakanlarını seçmek hakkı da ona aittir. Ödül ve ceza vermeyi) dilediği gibi yapmak, şeref ve pay dağıtmak haklarına da sahiptir (Hobbes 1993, 131-136). Devletin temel yapısını oluşturan bu haklar, devlet gücünün dağılmasına neden olacağından, bölünemez ve devredilemezler. Güçler ayrılığı devletin çökmesine neden olur. Feragat edilmediği sürece haklar asla yok olmazlar. Ancak uyrukların gücü ve şerefi, egemen güç karşısında hiçbir öneme sahip değildir; her an geri alınabilirler (Hobbes 1993, 13638). Hobbes’un ortaya koyduğu resim diktatörlüktür. Hobbes’un bunları yazdığı dönemde İngiltere iç savaştadır ve Hobbes’un taraftar olduğu ve sergilenen resme uygun davranmaya çalışan kral savaş kaybetmektedir. Devletin ve toplumsal düzenin sürekliliği için bütün hakların bir kişiye verilmesi korkulan şeyi ortaya çıkarmaktadır. Tarihi süreçte diktatörlüklerin uzun ömürlü olmayışlarının nedeni halka karşı besledikleri güvensizlik nedeniyle hakların gaspıdır.
Kant, ahlakçı siyasetçiler ve siyasetçi ahlakçılar olmak üzere iki siyasetçi tipi tasvir etmektedir. Ahlakçı-siyasetçiler, devlette veya devletler arası ilişkilerde sorunlar çıktığında, şahsi çıkarlarını feda ederek sorunları çözme çabasında olanlardır. Yöneticilerden istenecek tek şey, hukuk kaidelerine uygun en mükemmel teşkilata ulaşmak için çeşitli ıslahatları yapmalarıdır (Kant 1960, 40-41). Ahlak ilkelerine göre yönetmek, hata ve haksızlıkları kabul ederek düzeltmek çabasını içermektedir. Siyasetçi-ahlakçılar ise, ahlakı niyetlerine ve gayelerine uyduranlardır. Bunlar, hukuka aykırı ilkeleri meşru göstermek için, insan doğasının aklın emrettiği iyilik fikrini gerçekleştirmeğe yeterli olmadığı bahanesini öne sürmekte ve her türlü iyiye doğru gidişi ellerinden geldiği kadar zorlaştırmakta ve böylece hukuk ihlalini sürekli kılmaktadırlar (Kant 1960, 41). Bu tür siyasetçiler, yürürlükteki iktidar anlayışını kendi menfaatlerini kaybetmemek için sürekli övmektedirler. Çıkarları için, bütün milleti, hatta ellerinden gelse, bütün dünyayı feda edecek manevralar yapmaktadırlar (Kant 1960, 42). Siyasetçi-ahlakçıların siyaset ilkeleri şunlardır: 1- Önce Yap sonra özür dile. Kendi devletine ya da komşu bir devlete ait bir hakkı gasp etmek için elverişli fırsatlar kullanılmalı. Sonra da bunun meşruluğu savunulmalıdır. 2- Ne yaptıysan inkar et. İşlenen suçlar inkar edilir. Halk ümitsizliğe ve isyana sürüklenmişse bunlardan sorumlu olmadığı, aksine halkın kabahatli olduğu ileri sürülür. Eğer bir komşu ülke istila edilmişse, kabahatli insan doğasıdır; o yapmasaydı başkaları yapacaktı, ona ait olan şeyleri başkalarının almaması gerektiği kamuya bildirilir. 3- Ayır ve Buyur. Halkın içinde seni baş olarak seçmiş imtiyazlı bazı şefler varsa, onları birbirine düşür ve halkla aralarını boz. Daima halkın tarafını tutar görün ve halkı kendisine daha büyük bir hürriyet vaadi ile oyaladığında, kısa sürede her şey mutlak bir şekilde senin iradene tabii olacaktır. Yabancı devletlere mi göz diktin onların arasına anlaşmazlıklar sok; daima en zayıfı koruma bahanesiyle diğer devletleri hakimiyetin altına al (Kant 1960, 43). Kant’ın çizdiği siyasetçi ahlakçı anlayışı, hem insan duyguları hem de tarihsel verilerle beslenmekte ve desteklenmektedir. Gerçekçi bir resimdir. Ahlakçı – Siyasetçi tipi olması gerekendir. Fakat tarihsel verileri çok azdır. Kant ahlakçı-siyasetçi tipini dünya barışını temin etmek için tasarladığı Ebedi Barış adlı çalışmasında bir gereklilik olarak sunmaktadır. Ebedi Barış’ın mümkün olması ahlakçı-siyasetçilerin işbaşında olmalarına bağlıdır.
Siyaset düşüncesinin önemli sorunları arasında yer alan yönetim tarzları en tartışmalı konular arasındadır. Toplumun sorunlarının çözülmesi, genel olarak yaşama şartlarının iyileştirilmesi siyasal sistem değişiklikleriyle açıklanmıştır. Sınıflı toplumların yapısına uygun olarak geliştirilen yönetim tarzları kendisinden beklenilenleri vermemiştir.
Farabi, toplumları, erdemli (kamil) ve erdemsiz (eksik) olmak üzere ikiye ayırmış ve özelliklerini belirtmiştir (Siyasetü’l Medeniye 1980, 36; Medinetü’l Fazıla 2004, 89-90). Ona göre Erdemli (Fazıl) Şehir, insanların, birbirlerine yardım ederek en üstün iyilik, saadet ve mükemmelliğe ulaşılabildikleri yerdir. Mutluluğa ulaştıran şeyler için birbirine yardım eden millet erdemli ve mükemmeldir. Aynı şekilde erdemli ve mükemmel dünya devleti de ancak içinde bulundurduğu bütün milletlerin saadete erişmek için birbirlerine yardım ettikleri zaman ortaya çıkacaktır (Medinetü’l Fazıla 2004, 90). Erdemli şehirde bütün cüzler, derece ve mevkilerine göre ilk sebebin maksadını güdecek yolda yürümelidirler. İlk neden bütün diğer varoluşların nedeni olduğu gibi, erdemli şehrin hükümdarı da ilk nedene benzer bir etki yapmaktadır (Fârâbî 2004, 93). Yönetimin temel ilkesi hikmettir. Hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığında, diğer şartlar bulunsa da, fazıl şehir yönetimsiz kalmıştır. Şehri idare edecek reis ya da kral olmadığında şehir dağılmaktadır (Medinetü’l Fazıla 2001, 90). Erdemli şehrin halkı, varlıkların yüksek ilkelerini, onların mertebelerini, mutluluğu, erdemli şehrin birinci derecede yönetimini ve bu yönetimin mertebelerini bilmesi gerekir (Siyasetü’l Medeniye 1980, 50). Ayrıca, ilk nedeni ve sıfatlarını; maddeden bağımsız olan şeyleri, onların her birinin kendisine has olan sıfatlarını ve mertebelerini faal akla varıncaya kadar; göksel tözler ve onların her birinin özelliklerini; gök cisimlerinin altındaki doğal cisimleri, onların nasıl varlığa geldikleri ve yok olduklarını, düzen içinde varoluşlarını; insanın varlığa gelişini, ruhun kuvvetlerini nasıl meydana geldiğini, Faal Akıl’ın onlar üzerine ilk akılsallar, irade ve seçme yetisinin ortaya çıkacağı bir tarzda nasıl ışık gönderdiğini, aydınlattığını; ilk yönetici ve vahyin nasıl meydana geldiğini; ideal yöneticinin olmadığı durumlarda yerini alacakların niteliklerini; erdemli şehrin halkının ulaşacağı mutluluğu, erdemsiz şehirlerde yaşayan insanların ruhlarının ölümlerden sonra karşılaşacakları durumlarını; bilmelidirler (El Medinetü’l Fazıla 2004, 107-108). Bilinmesi gereken unsurlara bakıldığında, erdemli şehrin insanlarının tümünün filozof olması gerekmektedir. Ya da şehir filozoflardan oluşan bir azınlık tarafından oluşturulmalıdır. Erdemli şehir nasıl kurulacak? Filozoflar ya da hikmet sahibi kimselerin bir araya getirilmesi nasıl sağlanacak? Bunların eşleri ile çocukları hangi niteliklere sahip olacaklar ve nerede yaşayacaklardır? Hikmete sahip olmak için ne türden eğitimden geçirilmelidirler? Mükemmellik ve saadetin göstergeleri nelerdir? Erdemsiz şehirlerin halkı saadet içinde yaşadıklarını iddia ederlerse, iki şehir tipini birbirlerinden ayırmak için hangi ölçüler kullanılmalıdır? Erdemli şehrin iktisadı nasıl çalışır? Hukukunun özellikleri nelerdir? türünden soruların cevaplarını Farabi’de bulunmamaktadır. Bu sorular cevaplandırılmadığında da erdemli şehir fantastik bir kurguya dönüşmektedir.
Rousseau, Demokrasi, Aristokrasi, Monarşi ve Cumhuriyet olmak üzere dört tür yönetim tarzı üzerinde durmaktadır. Demokrasi, egemen varlık yönetim görevini bütün halka, ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakmasıdır. Öyle ki yönetici yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını aşmaktadır (Rousseau 1974, 86). Demokrasi o kadar iyi bir yönetim ki ancak tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesine olgun bir yönetim insanların harcı değildir (Rousseau 1974, 91). Bu nedenle, kelimenin tam anlamıyla, gerçek demokrasi hiçbir zaman varolmamıştır ve olamayacaktır (Rousseau 1974, 89). Öte yandan hiçbir yönetim, demokrasi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir (Rousseau 1974, 90). Aristokrasi, egemen varlığın yönetim işini bir azınlığın eline bırakmasıyla gerçekleşmektedir. Öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olduğunda bu tür yönetim aristokrasidir (Rousseau 1974, 86-87). Monarşi, egemen varlığın, yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakması ve bütün diğer görevliler yetkilerini ondan almalarıdır. Yaygın olan bu yönetim biçimine monarşi ya da krallık denmektedir (Rousseau 1974, 87). Cumhuriyet, halkın yararına ve halk iradesiyle yapılan yasa anlayışıyla yönetilen devlet yönetimine denmektedir (Rousseau 1999, 49). Yasayla yönetilen her devlet Cumhuriyettir. Çünkü o zaman yalnız işleri yöneten halkın yararıdır ve halk da önemli bir varlıktır. Her meşru hükümet cumhuriyetçidir (Rousseau 1974, 54) Cumhuriyet yönetiminde halkoyu hemen her zaman yalnız aydın ve yetenekli kişileri yüksek görevlere getirirler ve bunlar görevlerini şerefle yaparlar (Rousseau 1974, 97). Rousseau’nun açıkladığı yönetim tarzları Batılı toplumların tarihlerinde yer alan örneklerdir. Batılı sınıflı toplumların şehir devletleri bağlamında geliştirdikleri yönetim tarzlarının sınırlarını çizip içeriklerini belirlemek oldukça zordur. Aristokrasi ile monarşi, demokrasi ile cumhuriyet arasındaki farklar ile ortaklıklar üzerinde durulmamaktadır. Yönetim tarzı ne olursa olsun iktisadi eşitsizlik temelde bulunmaktadır. Buna karşı çıkan sadece sosyalizm olmuştur. Siyasal sistem olmadan bir toplumun nasıl yönetilebileceği üzerinde durulmamaktadır.
Modern siyaset düşüncesinde öne çıkarılan özgürlük (serbestlik) vurgusu eşitsizliği gölgede bırakarak sömürgeciliği amaçlaştırmaktadır. Öyle ki, özgürlükler arttıkça gelir dağılımı uçurumu da derinleşmektedir. İnsanın temel niteliklerinden biri olan özgürlük, iktisadi ve siyasi imkanları bu imkanlara sahip olmayanları ezecek şekilde kullanılması olarak algılanmış ve uygulanmıştır.
***
Siyaset felsefesi bağlamında ortaya çıkan siyasi düşünceler modern dönemin siyaset anlayışında etkili olmuşlardır. Felsefenin çıkış değeri olan şüphe yeterince kullanılmamıştır. Düşünürler, üzerinde durdukları konularda, bilgi eksikliklerini hesaba katmadan genellemeler yapmışlardır. Genellemeler belli bir tutarlılık içermekle birlikte şüphe ve eleştiri felsefi gereklilikler ölçüsünde olduğu söylenemez. Toplumsal sorunların başta gelen kaynaklarından biri olan iktisadi eşitsizlik konusunda, Sosyalist gelenek dışında, genel bir sessizlik vardır. İktisadi eşitsizlikle, hukuki eşitlik (kanun önünde eşitlik) arasındaki ilişkiler iktisat tarafından yönlendirilmesine felsefi karşı çıkış zayıf kalmaktadır. Siyasetçi modeli geliştirilememiş genellikle tarihsel olanla ilgili çeşitlemeler yapılmıştır. Yöneticileri yargılayacak düşünceler ve yargı modelleri üretilememiştir. İdeolojileştirilen siyasal sistemler beklenilen kurtuluşu insanlara veremedikleri gibi, insanlığa, insanlık tarihinin en kötü yüzyıllarından birini yaşatmışlardır. Aynı yüzyıl, bazı insanlar için, her türlü isteğin en kolay karşılandığı, en rahat yaşandığı bir dönemdir. Modern dönemin Batılı düşünürleri kendi toplumsal yapılarındaki olumlu değişikliklerle yetinmiş ve ilerleme anlayışının yarattığı etkiyle güler yüzlü bir dünya tasavvurunu paylaşmışlardır. Batı dışı olan dünyanın üzerinde fazlaca bir kafa yormamışlardır.
***
Bilgelik ve felsefede önceki dönemlerde ortaya çıkmış siyaset düşüncelerinin günümüz sorunlarını anlamak için yardımcı olurlar; ancak sorunların çözümüne katkıları çok sınırlıdırlar. Siyaset düşüncesinde sorun tipleri aynı olmakla birlikte sorunların içerikleri çok değişmiş ve karmaşıklaşmıştır. Söz konusu sorunların çözümlerinin teorik temellendirilmeleri yine bilgelik ve felsefe tarzlarında yapılacaklardır. Bilgelik yöntem olarak felsefeyi kullanarak sorunları tartışmalı, felsefe de bilgelikte içkin olan ahlaklılığı siyasetin temel amacı olarak benimsemelidir. Kant’ın belirttiği gibi, siyaset ahlakın önünde saygıyla eğilmelidir (Kant 1960, 49).
Geçmiş hakkında konuşmak, eski düşünceleri eleştirmek kolaydır. Geçmiş düşünceleri özetlemek ve onları yorumlamak daha da kolaydır. Esas sorun gelecek hakkında tasavvurlar oluşturmak ve bu tasavvurlara uygun modeller geliştirmektir. Her nesil, kendi yaşadığı sorunların çözümü hakkında düşünceler üretmekle yükümlüdür. Düşünce üretimi, bir konu hakkında geçmişte ileri sürülen görüşleri özetlemek değildir. Düşünce üretimi, bir sorunu parçalara ayırarak, alanın ilkelerini, kavramlarını, amaçlarını bütünlüklü bir şekilde ortaya koymaktır. Konunun bütünlüklü bir şekilde anlatımı, konu hakkında ileri sürülen farklı görüşlerle hesaplaşmayı içerecek şekilde teorileştirmedir. Bu işi en iyi yapmanın yolu felsefi yöntemi kavramak ve kullanmaktır.
21.yüzyılda etkili siyasi düşünceler üretmek sorumluluğunu yüklendiğimizde önde gelen dünya sorunları hakkında temellendirme denemelerinde bulunmak ya da teoriler yapmak gerekir: Eşitsizlik, adalet, yönetim, yönetici tipi, baskılar, toplumsal gerilimler, gelir dağılımı dengesizliği, çevre kirliliği, işsizlik, fakirlik gibi sorunların çözümü nasıl mümkündür? Dünya, kapitalist modele göre yapılan paylaşımın yarattığı gelir dağılımı dengesizliğine ne kadar dayanabilecektir? 2050’de Türkiye ve diğer ülkeler nasıl yönetilecektir temel sorunları neler olabilir? Şimdi tartıştığımız konular 35 yıl sonra nasıl görüneceklerdir? İnsanlığın adaletli bir yönetime sahip olması için iktisadi yapı nasıl olmalıdır? Yeni insanlık için yeni hukuk hangi ilkelere göre kurulmalıdır? İklim değişikliklerine bağlı olarak ortaya çıkacak dünya çapındaki kıtlık nasıl aşılacaktır? Kitleler halinde göç edecek insanlar nerelerde ve nasıl beslenip barınacaklar? Sorunlarımız hakkında teorik modeller üretemezsek ve dünya sorunları hakkında çözüm önerilerinde bulunamazsak, kimliğimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmiş sayılır mıyız?
Sıralanan bu sorular hakkında düşünce üretmek ya da teoriler yapmak için, araştırmacı ya da öğretim üyesi, öncelikle, ait olduğu toplumda bu konuda ne tür düşünceler üretildiğini araştırmalıdır. Çünkü, düşünce üretiminin ilk aşaması, sorunları ortaya çıkaran nedenleri anlamak için sorunun tarihini bilinmesidir. Hem tarihimizde gerçekleşen devlet anlayışını kavramak hem de küreselliğin biçimlendirip geliştirdiği sorunlar hakkında teorik denemeler yapabilmek için ilk elden şu sorularla uğraşmak gerekir: Devletin yapısı ve görevleri nelerdir? Devleti oluşturan temel kurumlar hangileridir? Halkla devlet arasındaki ilişki hangi ilkeler üzerine oturtulmalıdır? Güçler ayrımı toplumdaki hangi sorunları çözmektedir? Kişi haklarıyla devletin görevleri arasında çatışmalar hangi gerekçelerle ortaya çıkar? Müslüman bir kişi hangi haklara sahiptir? İslam’da kişi özgürlüğünün ölçüsü nedir? Bir Müslüman dünyayı iyileştirme yükümlülüğüne sahip midir ve bu yükümlülüğü yerine nasıl getirmelidir? İnsan olma durumunu gerçekleştiren yetiler ve ilkeler nelerdir? Yeni bir medeniyet için iktisadi, hukuki ve siyasi modeller hangi ilkeler üzerine kurulmalıdır? Farklı kimliklere sahip halkların denklikleri neye göre belirlenmelidir? Küresellik bağlamında gerçekleşen yenilikler insanlığı nasıl değiştirecektir? Müslümanlar kendi iç sorunlarını neden çözememektedirler? Bu ve benzeri yüzlerce soruları cevaplandırma denemeleri en az üç önemli sonuç vermektedir: İlkin, bizi kendimizle yüzleştirecek ve kendilik bilincimizi geliştirecektir. Böylelikle sorunları çözmek için daha akıllıca davranılacaktır. İkincisi, olması istenilen, devlet, hukuk, iktisat ve insan tiplerinin teorik resimleri ortaya çıkacaktır. Kurum yöneticileri ve toplum nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini anlayacaklardır. Üçüncüsü, geliştirilen teoriler dünya sorunlarının çözümüne de katkı sağlayacaklardır. Geleceğin teorik temellendirilmesi geçmişi kavramımızı kolaylaştırmaktadır.
Kaynaklar
FARABİ; 1980 Siyaset Ul – Medeniye veya Mebadi’ul-Mevcudat. Çevirenler, Mehmet Aydın- Abdulkadir Şener- Rami Ayas. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
FARABİ; 2001 Medinetü’l Fazıla. Çeviren, Nafız Danışman. MEB Yayınları, Ankara. FARABİ; 2004 İdeal Devlet (El Medinetü’l- Fazıla). Çeviri ve Açıklamalar Ahmet Arslan. Vadi Yayınları, Ankara.
HAYEK, Friedrich A.; 2012 Hukuk, Yasama ve Özgürlük. Çevirenler: Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan, Mehmet Öz. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
HOBBES, Thomas; 1993 Leviathan. Çeviren, Semih Lim. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. KANT, I; 1960 Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme. Çevirenler, Yavuz Abadan ve Seha L. Meray. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara. KINALIZADE ALİ EFENDİ; Ahlak Ahlak-i Alai. Baskıya Hazırlayan Hüseyin Algül. Tercüman 1001 Temel Eser Kervan Kitapçılık, İstanbul.
LOCKE, John; 2004 Hükümet Üzerine İkinci İnceleme. Çeviren, Fahri Balcı. Babil Yayınları, Ankara.
MOOERS, Colin; 1997 Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu. Çeviren, Bahadır Sina Şener. Dost Kitabevi, Ankara.
NİZAMÜ’L- MÜLK:; 1999 Siyasetname. Tercüme: Mehmet Altay Köymen. TTK Yayınları, Ankara.
NİZAMÜ’L MÜLK; 2010 Siyasetname. Çeviren, Mehmet Taha Ayar. İş Bankası Yayınları, İstanbul.
NOBLE, Margaret E. (Rahibe Nivedita); 2002 “Vikramaditya’nın Yargı Tahtı” Hindu Söylenceleri. Çeviren, Günil Özlem Ayaydın. İmge yayınları, Ankara.
RAWLS, John; 2007 Siyasal Liberalizm. Çeviren, Mehmet Fevzi Bilgin. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
ROUSSEAU: 1974 Toplum Sözleşmesi. Çev.Vedat Günyol. Çan Ya. İstanbul STÖRİG; H.J.; 1994 İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan. Çeviren, Ömer Cemal Güngören.
Yol Yayınları, İstanbul.
YUSUF HAS HACİP; 1974 Kutadgu Bilig. Çeviren, Reşit Rahmeti Arat. TTK Yayınları, Ankara.
——————————————-
[i] Kaynak: 1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, 8-10 Ekim 2015, Aksaray, Sf. 13 – 26
[ii] İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi, [email protected]