Kendi Çağının ve Sonrasının Hazmedemediği Bir Entelektüel: Nurettin TOPÇU[i]
Prof.Dr. Kurtuluş KAYALI
Nereden başlayayım bilmiyorum ama otuz sene evvel ölmüş olanlar mucize olsa dirilse, burada yapılan konuşmayı seyretse, yöneticinin elindeki aleti, cep telefonunu görse ne olduğunu düşünür ve bir de hakikaten bu aletle ciddi bir toplantı mı yönetilir diye düşünür. Bunu söylememin nedeni Topçu’nun yaşadığı dönemin çerçevesini bilmemizle bağlantılı. Yani Topçu’yu anarken onu bugüne getireceğiz ama Topçu’yu anarken bir de yaşadığı dönem çerçevesinde mütalaa etmeye çalışacağız.
Topçu ve onun gibi, o dönemin önemli entelektüel insanları bir ölçüde ait oldukları zamanın ürünüdürler, ama bir ölçüde de o dönemi aşan özelliklere sahiptirler. Ben bir şey söyleyeyim, belki de söyleyeceğim tek şey bu. Yani bütün her şeyi hülasa eden her şeyi özetleyen hikâye de bu. Entelektüel bir toplumun düşünsel geleneğiyle tam uyuşmayan, ama düşünsel geleneğe de belli ölçüde yaslanan, düşünsel gelenekle problemi de olan, onunla tam uyuşmayan insandır. Bu manada Topçu, mevcut düşünsel ortamı hazmetmeyen/hazmedemeyen, 1928’le, 1930’larla, yani mevcut düşünsel ortamla, o ortamla hemen hep problemli olan bir adamdır ve o ortam tarafından da hazmedilemeyen bir adamdır. Baktığınız zaman düşünce adamı da zaten ancak böyle olur.
Nurettin Topçu’nun yazdığı şeylere baktığınız zaman da ilginç iki şey görürsünüz. Bir, entelektüeli anlatmak için söylediği şey. Bir insanın realite ile çok fazla ilgisinin olmaması gerektiğini söyler. Realite başka şeydir onun kafasına göre, hakikat başka şeydir. Çünkü özellikle entelektüele baktığı zaman entelektüellerin zaman içinde oradan oraya yöneldiklerini, oradan oraya kıvrıldıklarını, çok kıvrak bir hareket içinde olduklarını söyler ve entelektüelde en ilginç olarak en baş özellik olarak da düşünce anlamında istikrarı söyler. Bir de entelektüel açısından, siyasetçi açısından söylediği temel sözlerden biri siyasetçinin sıradan insan gibi yaşamasıdır. Siyasetçinin o zaman içindeki kıvraklığını taşımamasıdır. Dolayısıyla Topçu’nun metinlerini ele aldığımız zaman, metinlerini değerlendirdiğimiz zaman, kendisini milliyetçi, kendisini İslamcı, kendisini muhafazakâr, kendisini Kemalist, kendisini sosyalist olarak niteleyen o günün insanını da bu günün insanını da zıplatacak mahiyette, onların damarına dokunacak ters sözleri vardır. Topçu, bizim zaman zaman andığımız başka entelektüellerden bu özelliği itibarıyla olağanüstü farklı bir yerde durmaktadır. Döneminin özelliğini taşımaktadır, döneminin bir takım özellikleriyle hemhâldır, ama dönemini aşan bir yeri de vardır.
Topçu’nun, döneminin diğer entelektüellerinden farkı, siyasetin önemli ölçüde dışında durmasıdır. Sadece siyasetin değil makam ve mansıbın da önemli ölçüde dışında durmasıdır. Söylediği şeylerden biri şu: Söylenen söz önemli. Adam nerde? İşte 1920’li yıllarda Türkiye’de büyük bir gelişme yaşanıyor. Öğrenci yetiştirmek açısından bir sürü insan yurtdışına gönderiliyor. Ondan sonra adım adım bu insanları değerlendirdiğiniz zaman bu insanların Türkiye’de belli makamlara, belli mansıplara geldiğini görüyoruz. Yani beraber gittiği, içinde kendi düşüncesine yakın, yatkın insanlar olduğu gibi kendi düşüncesinin dışında olan insanlar da var. Enver Ziya Karal da o dönemde gidiyor oraya, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu da gidiyor, Remzi Oğuz Arık da gidiyor, Ali Fuat Başgil de o dönemde gidiyor, bir sürü insan gidiyor ve bunlara baktığımız zaman, bunların zaman içinde Türkiye’de çok merkezi yerlerde durduklarını görüyoruz. Nasıl merkezi yerler; siyaseten. Mesela Ali Fuat Başgil’in 1961 yılında Cumhurbaşkanı adayı olduğunu görüyoruz. Remzi Oğuz Arık’ın 1950 yılında Demokrat Parti milletvekili olduğunu görüyoruz. Daha sonra bir parti kurduğunu görüyoruz. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun 1970’li yıllarda Türk-İslam sentezi çerçevesini çizmeye çalıştığını görüyoruz. Hilmi Ziya Ülken’in Türkiye’de akademik alanda, felsefe alanında, sadece felsefe alanında değil sosyoloji alanında çok merkezi bir yerde durduğunu görüyoruz. Ama Topçu’ya baktığımız zaman Topçu’nun bu tür bir yerde durmanın ötesinde Türkiye’de lise öğretmenliği ile başladığı hayatını lise öğretmenliği ile bitirdiğini görüyoruz. Yani ne oluyor hayatında? İki kere üniversiteye girme yönelimi, deneyimi oluyor, birini zaten kendi istemiyor, birini de üniversite istemiyor. Yani Topçu’ya baktığınız zaman o, akademik entelektüel hayatın kustuğu bir adamdır, sadece entelektüel hayatın değil, takım elbiseli, kravatlı üniversiteli hayatın da kustuğu bir adamdır.
Topçu’nun o muhalif kimliğini bariz bir biçimde görmek ve bariz bir biçimde anlamak durumundayız. Topçu’ya yaklaşırken, sadece Topçu’ya yaklaşırken değil, başkalarına yaklaşırken de belli bir eğilim, belli bir yönelim var. Bu eğilim, yönelim nereden kaynaklanıyor? Şuradan; mesela memlekette biraz daha ileri, biraz daha yenilikçi, biraz daha modernist olanların, solcu olanların çok net bir biçimde Türkiye’den entelektüel ve düşünce çıkmaz şeklinde temel bir değerlendirmeleri, temel bir yönelimleri var. Buna mukabil muhafazakârların, milliyetçilerin de Türkiye’de çıkan düşünce adamlarından birine yönelerek şartsız, şüphesiz, sütte leke var bunda yok şeklinde, onu biraz yüceltmeleri söz konusu. Bunun ikisinin de kendine göre bariz bir takım sıkıntıları var. Yani Topçu’ya baktığımız zaman Topçu’nun bu yönü itibarıyla insanları itici bir yanı var. Mesela, çok somut örnek verdiğimiz takdirde, geçmiş döneme baktığınız zaman Topçu kadar güncelleştirilmeyen sadece güncelleştirilmeyen değil güncelleştirilemeyen entelektüel Türkiye’de yoktur. Yani bugün muktedirlerin ağzına baktığınız zaman Necip Fazıl’dan geçilmez, çok yaygın bir biçimde Necip Fazıl gündemdedir. Topçu’nun yaklaşım biçimi itibarıyla Topçu ile Necip Fazıl arasında dünyalar kadar fark vardır. Neden? Şu nedenle böyle bir fark vardır. Necip Fazıl nereye gitmiştir. Necip Fazıl Büyük Doğu ile birlikte 1940’lı yıllarla birlikte hatta ne 1940’ları 1938’de Ağaç dergisini çıkardığı zaman Celal Bayar’dan İş Bankası’ndan ödenek alarak bunu çıkarmıştır. Ama ona teslim olmuştur anlamında söylemiyorum. Büyük Doğu 1950’li yıllarda Menderes’in örtülü ödenekten verdiği paralarla da çıkmıştır. Mesela Necip Fazıl, Erbakan’ın 1970’te Milli Nizam Partisi kurulduğu zaman yanı başındadır. 1977 yılında Necip Fazıl, Türkeş’le beraber MHP’nin propaganda konuşmalarındadır. Ama bütün hikâyeye baktığınız zaman oraya bütünüyle teslim olmuş bir hâli yoktur. Onlara eleştirel bir çerçevede de bakabilecek bir adamdır. Topçu ise bu siyasetin bariz bir biçimde içinde değildir. Topçu’nun başta Necip Fazıl olmak üzere o dönemin entelektüellerinden temel farkı budur. Bu temel farkın ötesine başka şeyleri de eklemek mümkündür. Topçu hiçbir zaman çıkardığı derginin temel taşı değildir. Topçu’nun bariz bir biçimde etkilediği insanlar vardır. Burada insanın bir soru işareti koyması lazım. Zira bugün heyecanla Cemil Meriç’in, Necip Fazıl’ın söylediklerini savunan insanlar bulabilirsiniz, ama Topçu’ya baktığınız zaman Topçu’ya karşı bu konuda belli ölçüde ve belli bir mesafede durulduğunu görürsünüz.
Topçu’nun ilk hamlesi 1939’dadır. 1939’da Türkiye’ye geldiği zaman Hareket dergisini çıkarmıştır. Türkiye’de felsefede veya felsefe alanında yurtdışında doktora yapan ilk insandır. Türkiye’de baktığınız zaman herkesin tezinin hemen tercümesi yapılır, yayılır ve insan bunun süksesiyle kendini bu topluma kabul ettirirdi. Ancak tezinin Fransızca metni vardır, basılmıştır lakin Türkçeye Topçu ölmeden çevrilmemiştir. Buna dikkat etmek lazım. Bu metnin belli bir dönemde çevrilmesinden sonra, daha bu sene bu metnin yazarı tarafından yapılan çevirisi yeni yayımlanmıştır. Yani baktığınız zaman bu o kadar ilginç bir şeydir ki, adamın arkasında Fransa’da doktora hikâyesi var ve o buna yaslanmıyor. Peki yaslandığı şeyler nedir? Yaslandığı şeyler çok net, tam tekmil, acayip şişkin metinler de değil, altı yedi sayfalık, sekiz on sayfalık metinler. Yani Türkiye’de Topçu bugün bununla tanınıyor. Öbür türlü baktığınız zaman, Türkiye’de özellikle akademi alanında tuğla gibi kitaplarla insanın entelektüel sanıldığı bir âlemde Topçu’nun çok fazla yankı bulmaması anlaşılabilir. Yani nedir olay, o kadar metin? Fazla mal haramsız, fazla laf yalansız olmaz. Şimdi metinlere baktığınız zaman her alanda yoğunlaştırılmış bir düşünce söz konusu. Hakikaten Topçu’nun özelliği bu.
1939’da Hareket dergisi çıkıyor, aralıklarla ve 1953’e veya 1954 kadar çıkıyor. On beş senelik bir süre. Buraya baktığınız zaman burada Topçu’nun dergiye damgasını vurduğunu ve fakat dergide Topçu ölçüsünde olmasa da önemli entelektüellerin yazdığını görüyorsunuz. Ve Topçu’nun o entelektüellerle frekansı belli ölçüde, bütünüyle değil, uyuşuyor ve o entelektüeller Topçu’dan bütünüyle etkilenmiş entelektüeller de değil. Bunu yeni yayınladılar bütünü ile iki cilt hâlinde görüyorsunuz ve o dönemde Topçu’nun dünyasını anlamaya çalışıyorsunuz. Okuyanlar vardır muhtemelen, orada “Çalgıcılar” adlı bir metin var. Müstear isimle yazılmış. Topçu’nun yazdığı metin neyi anlatmaya çalışıyor? Türkiye’de entelektüelin, Türkiye’de akademisyenin çalgıcı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Çalgıcı olduğunu anlatmaya çalışıyor dememin maksadı şu: o dönemde çalan orkestraya uyduğunu anlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla o dönemde kendisini milliyetçi, İslamcı, gelenekçi, mukaddesatçı olarak düşünen insanların önemli bir çoğunluğunun da Nurettin Topçu’nun gözünden baktığınız zaman bir çalgıcı figüründen öteye geçmediğini görmeniz mümkündür. Yani orada eleştirel bir tutumu belli oluyor. O çerçevede baktığınızda derginin son döneminde yazan ve kendini Anadolucu olarak, milliyetçi muhafazakâr olarak niteleyen insanların da Topçu’nun gözünde o grupta olduğunu düşünmek mümkün. Bu dergi ne zaman çıkıyor? Dikkat etmek lazım. “Fikirde ve Sanatta Hareket” derginin daha sonraki ismi. Daha önceki ismi “Hareket Fikir Sanat”. Zaten Topçu bir şey söylüyor. İlginç bir hikâye bu. Topçu diyor ki: “Bir toplumu, milleti anlamanın, bu toplumu anlamanın en iyi yolu edebiyattan geçer.”
Topçu’nun yazdığı uzunca iki edebî metin var. Baktığınız zaman iğreti durduğunun, bizim hamasi bir tarzda algıladığımız şeylerin dışında olduğunun en güzel göstergelerinden biri de Sabahattin Ali hakkındaki görüşüdür. Sabahattin Ali hakkında bilumum muhafazakârların eleştirel bakmalarına mukabil Topçu, Sabahattin Ali’nin gerçek milliyetçi olduğunu anlatmaya çalışır. Yani edebiyata bakarken gündelik basit kavgaların dışında edebiyata bakar. Bunun başka özellikleri de vardır. Topçu’nun sözünü okumaya kalkıştığınız zaman anlatmak istediğim hikâyenin ne kadar gerçekçi olduğunu fark edersiniz. Hikâyenin başka bir boyutu da 1966’da çıkıyor.
Türkiye’de bilumum milliyetçi, mukaddesatçı, İslamcı eğilimi olan insanların en yoğun olarak yazdıkları dönem 1950 – 1960 yılları arasıdır. Topçu’ya baktığınız zaman ise bir farklılık görüyorsunuz. Topçu 1939’dan 1953’e kadar yazıyor. 1953’ten 1960’a kadar çok az şey yazıyor. Arkadaşın okuduğu “Yarınki Türkiye” gibi metinler de 1960’lı yılların başında, 1961’de, 1962’de yayımlanmaya başlıyor. Bu ise başka bir durum ile bağlantılı. Türkiye’nin komünist entelektüelleri de 1950 – 1960 yılları arasında yazmıyor, yazamıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin komünist entelektüelleri ile Topçu arasında bir paralellik söz konusu. 1953 yılında Topçu neden yazmıyor, dergi neden çıkmıyor diye düşündüğünüz zaman 1953 yılı Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatıldığı yıldır. Bu tarihi anlamaya, yorumlamaya çalışırken içinde bulunduğu derneğin kapatılmasından dolayı 1950 – 1960 döneminin farklı bir tarzda ve farklı bir biçimde anlaşılması gereği üzerinde duruyor. 1966’da dergiyi yeni baştan çıkarıyor, 1966’da dergi bir başka grupla çıkıyor. 1939’da çıkan dergide yazı yazan insanların yaş ortalaması ile 1966’da çıkan dergide yazı yazan insanların yaş ortalaması birbirinden farklı. Onlar daha genç bir kuşak. Derginin mahiyetini gördüğünüz zaman, derginin aynı zamanda o dönemin başka dergilerine de çok yoğun bir biçimde benzemediğini görüyorsunuz. Ezel Erverdi, İstanbul’daki Topçu Sempozyumu’nda “Bizim bazı çevrelerle ilişki kurmamızdan rahatsızdı.” dedi. Bunu söylemesinin nedeni, Türkiye’de Marksist olarak tanınanlarla ilişki kurulmasından rahatsız olmasıdır. Çünkü Hareket dergisinin en yoğun olarak yaklaştığı kişi 1960’lı yılların sonlarında Kemal Tahir. Kemal Tahir sol, sosyalist, komünist bir eğilimden geliyor ve fakat sola ve Kemalizm’e yönelik eleştirel bir tutum içine giriyor. Topçu ise diyor ki “Bunlarla mesafeyi koruyalım, sizin bunlarla ilişkiniz bende bir problem yaratıyor.” Bu ise Topçu’nun 1966 yılından sonra Hareket dergisi çevresindeki insanlarla da çok net bir biçimde tam uyum sağlamadığını/sağlayamadığını gösteriyor.
Baktığınız zaman başka ilginç bir hikâye ise Topçu’ya izafe edilen bir takım yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlara baktığınız zaman durumu anlamak mümkündür, ama bunlar arasında bir konuya odaklanan yaklaşım var ki bu, bugün Türkiye’de pek fazla anlam ifade eden bir yaklaşım değildir. Bu, Anadoluculuk olarak yorumlanan bir anlayış tarzıdır. Topçu, Anadolucu olarak nitelenir, ancak Topçu kendisini hakikaten Anadolucu olarak niteler mi, burada belli ölçüde bir soru işareti koymak gerekir. Anadolucu olarak nitelenmesinin gerisinde ne vardır. Anadolucu olarak nitelenmesinin gerisinde Anadolu’ya, bu coğrafyaya bağlılığı vardır. Bu coğrafyaya bağlılığı hem bu coğrafyanın en eski mensuplarına sosyolojik bir bağlılıktır hem de bu coğrafyanın 1071’den sonraki şekillenmesine yani Anadolu’nun Türkleşmesine, Müslümanlaşmasına bir ilgidir. Yani burada Topçu’yu başka türlü milliyetçilerden ayıran temel öge eski dönem tarihini fazla önemsememe, yeni dönem tarihini, yani bu coğrafyada olan tarihi önemseme tarzında kendini hissettirir. Peki, Anadolucu olarak nitelendireceğimiz ya da kendilerini Anadolucu olarak nitelendiren insanlar kimlerdir? Mesela Hilmi Ziya Ülken’dir, Remzi Oğuz Arık’dır, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’dur, Mükrimin Halil Yinanç’dır. Bunlarla karşılaştırdığımız zaman Nurettin Topçu’nun dünyasıyla bunların dünyası arasında bariz bir biçimde fark vardır. Hilmi Ziya Ülken ile çok fark vardır mesela. Hilmi Ziya’nın 1930’lu yıllarda geldiği nokta bir biçimde Marksizm’dir. Hilmi Ziya’nın çıkardığı dergi de -İnsan Dergisi- 1938 yılında başlamış, 1943’e kadar yayımlanmıştır. Topçu’nun İnsan dergisinde hiçbir yazısı yoktur. Orada yazmamıştır. Ülken de Anadolu diyor ama Marksizm’e yönelik bir ilgisi var, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı bir kitabı var. Topçu ise ondan uzak durmayı dener ve hatta daha 1939 yılında yazdığı bir yazıda Hilmi Ziya’nın adını vermeden pozitivist bir içtimaiyatçılıktan, sosyologluktan, bir tür aşk ahlakı ile mistisizme gelen oradan materyalizmin dibine vuran bir insanla bu toplumun bir yere gidemeyeceğini, bir biçimde Hilmi Ziya üzerinde somutlaştırarak anlatmaya çalışır. Daha sonraki dönemde Hilmi Ziya, o geçmişini unutmak, sadece unutmak değil, unutturmak istediği için de kafa yapısını belli ölçüde değiştirir ve başka noktalara, başka yönlere gelir ve bu dönemde de yani 1940’lı yılların sonlarında, 1950’li yılların başlarında yani Tarihi Maddeciliğe Reddiye (1951) kitabını yazmasının öncesinde ve sonrasında Hareket dergisinde yazmaya başlar. Böyle bir eğilim, böyle bir yönelim söz konusudur. Mükrimin Halil Yinanç’ın metinlerine baktığınız zaman Topçu’nun yaklaşımıyla kimi benzerlikler, kimi paralellikler bulmak mümkün olsa bile Topçu’nun meseleyi soyutlama tarzı ve soyutlama düzeyi olağanüstü farklıdır. Mükrimin Halil Yinanç tipik, klasik bir tarihçidir. Topçu tipik klasik anlamda bir sosyolog değil, daha genel anlamda bir sosyal bilimcidir. Hatta daha genel bir çerçevede baktığınız zaman, Batılı düşünceye teslim olmama bağlamında Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun metinlerinde somut olarak görüleceği veçhile 1940’lı yıllarda, 1930’lu yılların sonrasında, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde baskın, etkin olan düşünce yapısıyla, yani Alman hocaların düşünce yapısıyla biçim almış bir yaklaşım tarzıyla arasında dünyalar vardır. Bunu görmek mümkündür. Yani her anlamda, anlatmaya çalıştığım hikâye, bir entelektüelin kendi metinlerinde kendi şahsi düşüncesinin damgasını taşıması ve bir entelektüelin sesinin tınısının başkalarından bariz bir biçimde farklı olmasıdır. Öbürlerinde bu hikâye bariz bir biçimde yoktur. Bu durumu en iyi vurgulayabilecek bir başka konu ise Topçu’yu eşitlemek için Anadolucu diye getirmenin yanlışlığıdır. Onun eşitlenmeyeceğini, eşitlenemeyeceğini gösteren işaretler metinlerinde tam tekmil vardır.
Bir başka yaklaşım tarzı da sosyalizm üzerine söylediği şeylerdir. Toplumun duyarlılığına bazen dikkat ediyor. Ben metinlerinin değiştirildiğini zannetmiyorum. Bu yeni baskıda iki yazı var. Birisi 1966 da yayımlanmış bir yazı, diğeri ise 1969’da yayımlanmış bir yazı. 1966’da yayımlanmış yazı Hareket hareketinin yani derginin genel gelişiminin bir değerlendirmesini yapıyor. Öbürü de arada suskunluklar, hem de bariz bir biçimde suskunluklar olan otuz yılın kendine göre bir değerlendirmesini yapıyor. Birinde Anadolu toplumculuğu kavramını kullanıyor, birinde Anadolu sosyalizmi kavramını kullanıyor. Tıpkı Türkiye’deki sosyalistlerin sosyalizm lafını biraz endişeli bir biçimde kullanmadıkları gibi. Sosyalistler başlangıçta toplumculuk lafını, kavramını sosyalizm karşılığı olarak kullanıyorlar. Daha sonra da o biçimde daha rahat bir şekilde söylüyorlar. Topçu’da da bunu bariz bir biçimde görmek, fark etmek mümkün. Sosyalizm kavramını kullanıyor. Anadolu sosyalizmi diyor. Marksizm anlamında bir sosyalizm mi kullanıyor? Hayır, Marksizm anlamında sosyalizm kavramını kullanmıyor. Ama sosyalizm kavramını kullanmaktan da endişe duymuyor. Bunu kullanmasının sebebi 1960’lı yıllarda, daha evvel de buna açık, mesela büyük bir köylü yüceltmesi var. Köylü yüceltmesi gerçekçi bir şey mi? Hayır değil. Ama dönemin entelektüellerine baktığınız zaman köylüye yönelik olağanüstü olumlayıcı bir tutum var. Ve o dönemde Türkiye’nin yüzde sekseni köylerde yaşıyor. Ve Türkiye’de çok temel bir metin gündeme geliyor. Aslında o metni incelediğimiz zaman hatta o metinden öte Garaudy’i incelediğimiz zaman Türkiye’deki fikir silsilesini, fikir sürecini anlamamız mümkün olabilir. Garaudy’nin metni 1965 yılında Türkçeye çevriliyor. Metnin başlığı Sosyalizm ve İslamiyet. Anlatmaya çalıştığı hikâye ise sosyalizm ve İslamiyet arasında bir iletişimin, etkileşimin olabileceği. İnsanlar bunu neden çeviriyorlar? İnsanlar o dönemde yükselen sosyalist hareketin dinle ilişkisinin sağlıksız bir biçimde kurulduğunu bunun sağlıklı bir biçime dönüştürülebileceğini düşünerek bunu çeviriyorlar. O dönemde de bunu çevirenler Yön dergisinde, bir buçuk sene süren bir tartışma başlatıyor. Aslında bunu çevirenlerin özellikle sonraki dönemde dinle, İslamiyet’le aralarında dünyalar var. Kimi bunların hiçbir biçimde uyuşmaz şeyler olduğunu, kimi de bunların bariz bir biçimde uyuşabilir şeyler olduğunu söylüyor. O dönemde de solun Türkiye’de damgasını vurmaya çalıştığı bu yorum tarzına oradan bir cevap geliyor. Cevap Topçu’nun kendi cevabı değil, Hüseyin Hatemi’nin Hareket dergisinde çıkan yazılarından derlenmiş bir kitap biçiminde tezahür ediyor. Kitabın ismi ne? İslam Açısından Sosyalizm. Yani İslamiyet ve sosyalizm ilişkisi tartışılmaz, biz bunu tartışacak olursak sosyalizmi İslamiyet açısından tartışırız şeklinde bir hikâye var. O dönemde Hareket Yayınlarından bir kitap çıkarılıyor. Kitap Mustafa Sıbai’nin İslam Sosyalizmi (1971) kitabı. Hatta ilginç bir şey var. Kitabı çeviren kişi Yaşar Nuri Öztürk. Kitabı çeviren Yaşar Nuri Öztürk o dönemde müstear bir isim ile çeviriyor. Kitap bir sene evvel tekrar yayımlandı. Orada altı çizilerek basılmış kısımlar da var. Kitabın başında da Yaşar Nuri’nin bir açıklaması var: “Biz o dönemde kitabı yayımlıyorduk, hazırladık, fakat Hoca dedi ki Türkiye’nin bu ortamı bunu kaldırmaz. Bunların bir kısmını çıkaralım. Biz ise şimdi ortam müsait olduğu için ortam çok şeyi kaldırır duruma geldiği için bunları ekleyerek yayımlıyoruz.” Bunları söyledi ve yayımladı. Bu neyi gösteriyor? Bu Topçu’nun ortamla pek fazla uyuşmadığını ve ortamdan da bütünüyle vazgeçemediğini gösteriyor. Aslında o dönemde bu konuya en yaygın olarak ve belki de en doğru olarak Sezai Karakoç yaklaşıyor. Sezai Karakoç tam bu konuşmalar gündemdeyken adeta şunu der gibi: “Sizin konuşmanız beni fazla ilgilendirmez. Yani ben sizle muhatap değilim. Ama siz bu toplumun kafasını karıştırdınız. Ben bu toplumun kafasını düzelteceğim”. Bunu söyleyerek kütüphaneye kapanıyor ve bir sene içinde İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967) adlı bir kitap yazıyor. Aslında hikâye bu tartışmadan kaynaklanıyor. Bunu 1966 yılında dergisinde ayrı ayrı yazı serisi hâlinde yayımlıyor. Ondan sonra da 1967 yılında bunu değerlendirmeye çalışıyor. Bununla şunu söylemek istiyorum: Türkiye’de Batı düşüncesini çok daha merkezden, çok daha Batı düşüncesinin ezikliğini yaşamadan, sadece Batı düşüncesinin ezikliğini değil, Türkiye’de sol düşüncenin ezikliğini yaşamadan bir takım düşünceler telaffuz eden entelektüeller vardır. Bunların başında da Sezai Karakoç gelir. Ama Topçu’ya baktığınız zaman Topçu’nun Batı literatürünü bariz bir biçimde önemsediğini, ama Batı literatürü altında ezilmediğini görürsünüz. Ama bu ezilmeme hâli Sezai Karakoç kadar değildir ve buradan yeni bir yönelim çıkarma eğilimini fark etmek mümkün olabilir.
Yani Topçu’da ne var? Topçu’da hemen hemen herkesi rahatsız eden ama işin iki ucuna da çok fazla bigâne kalmayan bir temel eğilim, yaklaşım kendini gösteriyor. Nurettin Topçu temelde böyle değerlendirilebilir gibi geliyor bana.
———————————————————
Kaynak:
[i] Türk Yurdu, Mayıs 2016 Yıl: 105, Sayı: 345
Önemlidir:
Atıf yapılmak istendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini, önemle rica ederiz.