Turgut GÜLER
Geleceği olmayan, yarınsız gâlibiyetler, aslında mağlûbiyet hânesine yazılmışlardır. Onun için, ortaya konan emek ve eserin, ufuk derinliği olmalıdır. Sonraki zamâna ve nesillere taşınamayan, “başarı” kategorisine kazârâ kaydedilmiş ameller, ucundan hava kaçıran balon misâli, tez vakitte yamyassı hâle gelir.
Gölgesi geniş fiillerin bir başka özelliği de, kıskançlık cezbedecek derecede zengin duruşlarıdır. Elbette, bu zenginlik nakdî ve servet yekûnu bir vâridât değildir. Belki, dâire içinde böylesi zenginlik de – eşyânın tabiatından – husûle gelmiştir. Ama fikir ve ideâl zenginliği, daha mânâlı, daha ihâtalı görünmektedir.
Her zenginlik düşman kazanır, fikir zenginliği hepsinden çok. Eğer, bahsedilen zenginlik “millî” renklere boyanmışsa, o zamân düşmanın dizilişi de millet ve devlet çapındadır.
Körler diyârında görmek, nasıl marazdan sayılırsa; âcizler ve dalkavukların kol gezdiği yerlerde de deliler, aynı muâmeleye tâbi tutulur. Târîhimizde – maalesef – Petro kâbında bir delimiz olmadı. Dışarıdan mürekkepli kasıtlı satırlarda Mustafa, İbrâhim, Murâd gibi mâsum karakterlere, hiç de hakları olmayan “deli”lik isnâdında bulunuldu.
Osmanlı târîhine, soyundan gelen bir devir ekleyen Köprülü Mehmed Paşa’nın ümmîliği, hemen her mahfîlde bilinir. Paşa, icrââtı ile nice icâzetmâne sâhibini geride bırakmıştır. Köprülü Mehmed’de olup da zamânede göremediğimiz şey, “irfân”dır.
“Menâkıbü’l-Ârifîn”i, tekrâr tekrâr okumamız gereken günler yaşıyoruz. Ârif oldur kim, önce kendini ve de haddini bilir…
Diş hekimliği mesleğinin parlayan yıldızı hâline gelen ortodontistlik, ağızdaki eğreti dişleri düzeltme, hizâya getirme işine deniyor. Bilhassa, çocukluk çağında ihtiyaç duyulan bu diş ameliyesi yüzünden, ağızlarındaki mâdenî çubuk ve zincirleri aylarca genç kız ve oğlanlara, her yerde rastlıyoruz.
Şöyle veyâ böyle, ağzı eğreti dişlerden kurtarmak mümkün. Lâkin aynı mekânı dişlerle paylaşan tâlihsiz sözleri ne yapmalı? Çarpık ve de sakîl söz yığını, insan ağzında eğreti dişlerden daha çirkin duruyor.
Üst mevkilere yükselmiş nice zevâtın, “ben” diye açılan cümleleri; “beni”, “bana” diye sürüp gidiyor. O makâma her çıkan, mutlakâ kendisiyle başlayan bir “milâd” koyar: “Benden önce, benden sonra…”
Hâlbuki kendini bilmek ne büyük fazîlettir. Kendini bihakkın öğrenen insanın, mağrûr görünme ihtimâli “sıfır”dır. Çünkü insan denen acziyet romanını hatim ve hazm eden bünyede, gurûrun gölgesi bile kalmaz.
“Pîr-i fânî” sıfatını hak eden ihtiyarlara baktığımızda, çoğunlukla mâzîyi ararız, keşke istikbâli görmeye çalışsak… İnsanın, kendinden yaşlı her büyüğü, onun aynı zamânda geleceğidir.