Benim adım Samet! Ama Azerbaycan’da Semed de derler.
Karabağ’ın Hocalı kasabasında doğdum. Oralarda doğdum kelimesinden sonra hep büyüdüm kelimesi kullanılır. Ama ne yazık ki ben büyümedim, büyüyemedim!
Çünkü ben Hocalı’da öldüm…
Anlatacaklarım sizlere belki çok garip gelecektir ama ben aynısını yaşadım…
Hatırlıyorum; kara kış günlerinden biriydi, evet evet, şubatın 25’ydi. Dünyanın her tarafındaki çocuklar gibi bizim de oynayacak oyunlarımız, hatta iyi kötü oyuncaklarımız vardı. Ama o gün oyun değil daha başka şeyler düşünüyorduk. Büyüklerimizin konuşmalarını dinliyor, dinledikçe çocukluk duygularımızdan uzaklaşıyorduk. Çünkü vatanımızın semalarından karla birlikte ateşler yağıyordu. Köyümüzün büyükleri gibi başımıza gelecek felâketleri düşünüyor, çaresizlikler içinde çareleri konuşuyorduk. Her tarafta dert ve ıztırap tütüyordu.
Haa nerede kalmıştık… 25 Şubat demiştik. İşte o gün akşam olmuştu. Herkes dağılıp evine gidiyordu. Ben de diğer arkadaşlarım gibi eve doğru yürüyordum. Yürürken gözüme çarpan bağları ve bahçeleri sanki son görüşüm olacak gibi bir duyguya kapılıyordum.
Eve girdiğimde babamı pür-dikkat radyoya kulak vermiş olarak buldum. Canım Azerbaycan’ımın kara günlerini bildiren haberleri dinliyordu. Annem, doğacak olan kardeşim için patikler örüyor ve arada bir yüzünü babama doğru çevirerek, “Bu Türkler ne zaman gelecekler?” diye soruyordu. Babam da umut dolu gözlerle ona cevap veriyor, “Gelecekler hanım, inşaallah çok yakında gelecekler! Bu kara günler böyle gitmez!” diyordu. Bu sorusu aslında kendisini de efkârlandırıyor olacak ki, cebinden çıkardığı sigarasını ateşliyor ve yeniden radyoyu dinlemeye koyuluyordu.
Üçümüz de yaşanacak olaylardan habersiz, zamanın akışına kapılıp gidiyoruk. Bütün bu acıların sona ermesi için de içimizden dualar ediyorduk.
İşte o gece, neredeyse saat 12’yi geçmişti, evimizin tahtadan kapısı sert bir tekme darbesiyle açıldı. Vahşi seslerle içeri dalanlar, ellerinde Rus silâhları olan Ermeni askerleriydi. Ayakkabı çıkararak girdiğimiz evimizin tertemiz halıları, bu vahşilerin çizmeleriyle kirleniyordu. Bize doğrulttukları namlularla birlikte kendi dillerince homurdanarak bir şeyler söylüyorlardı.
O anı unutamıyorum. Gözlerimin önünde canlanınca hâlâ kendimi tutamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Sonra neler oldu biliyor musunuz? Bizimle birlikte bütün halkı kasabanın merkezine topladılar. Saat sabahın 7’siydi; kadın ve çocukların feryat figanı, Hocalı göklerini inletiyordu. Sanki gök kubbe üstümüze çökmüştü. Bir zamanlar ekmeğimizi bölüştüğümüz komşularımız olan Ermeniler, akla hayale gelmeyecek zulümleri bize reva görüyorlardı.
Babam kurşuna dizilmeden önce “Oğlum vatanımızı Hocalı’mızı sahipsiz bırakmayınız!” diyordu. Ya hamile annem? Aah garip annem! İki Ermeni askeri arasında sürüklenerek götürüldü. Ermeni caniler, karnındaki bebeğin erkek mi kız mı olduğuna bahse girip yazı tura attılar. Bahsi kaybeden, diğerlerine votka ısmarlayacaktı. Annemin karnını yarıp daha doğmamış kardeşimi karnından çıkardılar. İğrenç bahislerine alet ettiler.
Diğer tarafta 7-8 Ermeni askeri, arkadaşlarım Ahmet, Vakıf ve Araz’ın kafalarını masum bedenlerinden ayırarak top gibi oynadılar.
Henüz yedi yaşındaydım. Ne yapabilirdim ki… Kanlı gözyaşlarıma boğulmuştum. Bu vahşet ortamından nasıl kurtulacağımı düşünürken dişlerimi sıkıyor, çocuk kalbimi intikam duygularıyla dolduruyordum.
Akşam karanlığında içkiden sızarak uyuyakalan Ermeni vahşilerinin gafletinden yararlanarak ormana doğru kaçmaya başladım. Üç gün, aç susuz ormanda saklandım.
Üç gün sonra bizim dilimizle konuşan insanların sesleri geliyordu bir yerlerden. İçimden bir ses Samet, onlar seni kurtaracak diyordu. O seslerin geldiği tarafa doğru yürümeye başladım. Acaba bunlar bizim hep beklediğimiz Türkler mi diye soruyordum kendi kendime. Evet onlardı! Geç de olsa Türkler gelmişti. Annemin babama sorduğu Türkler gelmişti…
Askerlerden biri beni kucağına aldı, gözyaşlarımı sildi. Ben askerin göğsünde parlayan ay yıldıza bakıyordum. O kadar acı ve o kadar ümitsiz anlardan sonra ilk kez umut verici bir olay yaşıyordum.
O ay yıldızlı askerlerle birlikte Hocalı’dan çıktık.
Gönlümün mahbubundan ayrılıyordum. Ama bir gün mutlaka döneceğim diye düşünüyordum.
O günden sonra aklımda, fikrimde ve gönlümde bir intikam fidanı büyümeye başladı. Annemin, babamın, doğmamış kardeşimin ve arkadaşlarımın intikamı… Çünkü ben her gecenin dördünde annemin ayrılık türküsüyle uyanıyor, gece vakti acılara gark oluyordum.
Hocalı katliamının üzerinden yıllar geçiyor. Ben şimdi Hocalı’da hep beklediğimiz Türklerin ülkesindeyim, işte burada, karşınızdayım!
Yalnız, bazıları Şehitlerimiz diyor ki, öleceğiz bizleri bu topraklara gömeceksiniz. Sonra bu toprakları bize göre seveceksiniz .Şimdi ben size soruyorum biz ne kadar ölmeliyiz ki bu toprakları size sevdirebilelim.
Merhaba hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. İsmim Samet, Semed derler Azerbaycan’da bana. Karabağın Hocalı kasabasında doğuldum. Doğuldum kelimesinden sonra hep büyüdüm kelimesi kulanılır ama ben ne yazık ki, büyümedim, büyüyemedim çünkü ben Hocalıda öldüm.
Belkide anlatacaklarım sizlere çok uzak gelecektir ama ben aynısını yaşadım .
Hatırlaya bildiğim kadarıyla kara kış aylarından şubat ayının 25′ ydi. Biz çocukların oynayacağı o kadar oyun oynarken köyümüzün büyükleri gibi başımızdan geçen olaylara dert yanarak konuşuyor, ne olacakları düşünüyorduk. Akşam olmuştu artık. Herkes evine dağılıyordu, bende diğer arkadaşlarım gibi eve doğru yürüyor, yürürken de kasabamızın o güzel bağlarına bahçelerine bakarak sanki son kez görecek gibi izliyordum. Eve girdiğimde babam pencerenin kenarında canım Azerbaycanımın kara günlerini anlatan haberleri radyodan dinlerken, annem doğacak olan kardeşim için çarıklar örerüyor ve ara bir babama yüzünü çevirerek ”Bey bu Türkler ne zaman gelecekler’ ‘soruyor babamsa anneme yüzü sevinçli bir şekilde gelecekler hanım inşallah gelecekler çok yakında ve bu kara günler bitecek diyerek sözüne son veriyor cebinden gam tüteği okan sigarasını çıkartarak yakıyor ve yeniden radyoyu dinlemeye koyuluyordu.
Üçümüzde yaşanacak olaylardan habersizce zamanın ilerlemesini bekliyor. İçimizden bütün bu acı dolu günlerin bitmesi için dualar ediyorduk.
Saat 12’yi nerdeyse geçmişti, evimizin tahtadan kapısı sert tekme darbesiyle açıldı. ellerinde rus silahları olan ermeni askerleri evimizin o güzel halılarına pis ayaklarıyla kirleterek bize ermeni dilinde bağrıyor silahları üzerimize doğrultuyordular. O an gözlerimin önüne geldiğinde kendimi tutamıyor hıçkıra hıçkıra ağlıyorum .
Sonrası ,sonra ne oldu biliyormusunuz?. Bütün halkı kasabasına merkezine topladıllar . Sabahleyin saat 7’siydi çocukların feryat çığlıkları , kadınların göz yaşlarıyla beslenmiş hıçkırıkları hocalıyıo inletiyordu. sankı gök kubbe çökmüstü. Ekmek kestiğimiz ermeniler bir halka dayanamayacağı işkenceller çektiriyordullar.
Babamı kurşuna dizilmeden duygu yüklü gözleri ”Oğlum vatanımızı, Hocalımızı sahipsiz brakma” diyordu. Annem ah garip annem iki Ermeni askeri tarafından zorla götürülerek karnındaki bebeğin erkek mi kızımı olduğunu anlamak için yazı tura atarak kaybeden kazanana vodka ısmarlayacak diyerek annemin karnını yararak daha doğmamış kardeşimi annemin karnından çıkartıyor ve idannın kaybedenini belirliyorlardı. Diğer bir tarafta 7-8 ermeni asker, arkadaşlarım Ahmed’in, Vagif’in, Araz’ın kafalarını kesmiş futbol oynamak için kullanıyorlardı.
Ben daha 7 yaşındayken kanla beslenmiş gözyaşlarım dudaklarımı ıslatıyor dişerimi sıkarak bu olanları zorla izliyor alacağımın kısasın hayalini kuruyor bir taraftanda kaçmayı düşünüyordum. Akşam karanlığında içkiden sızmış Ermeni askerlerinin uyuduğu bir vakitte ormanlık alana kaçtım. Tam 3 gün ormanın içinde aç susuz saklandım. 3 gün sonra bizim dilimize çok benzeyen nerdeyse aynı asker sesleri duydum. Uzaktan baktığımda omuzlarında yine bizim bayrağı andıran bayrak görüyordum. Sanki içimden bir ses onlar beni kurtaracaklar diyordu. Askerler tarafa ağlaya ağlaya yürümeye başladım giderken içimden acaba bizim hep beklediğimiz Türklermi? diye soruyordum kendi kendime. Evet onlardı ya artık Türkler gelmişti geç olsa bile . Annemin babama hep sorduğu Türkler gelmişti artık.
Askerlerden biri beni kucağına alarak göz yaşlarımı siliyordu gözlerim ise askerin göğsündeki parlamasıyla gözümü alan ay yıldıza dokunuyor ve o güne kadar yaşadığım o kadar acı olaydan sonra ilk kez hatıra defterime hiç silinmeyecek umut verici bir olay yaşıyordum.
Beni başka bir asker teslim ettiler ve arabayla artık hocalıdan ayrılıyordum. Arabayla hocalıdan ayrılırken hocalıyı izliyor ve kendi kendime könlümün sevgili mehbubundan ayrılıyorum ama mutlaka bir gün dönevceğim diye düşünüyordum.
O günden sonra aklımda fikrimde, gönlümde de bir düş oldu annemin babamın doğmamış kardeşimin arkadaşlarımın almak. Çünkü ben her gecenin dördünde annemin ayrılık türküsüyle sesiyle uyanıyorgecede gark oluyordum. Şu an Hocalı katliamının (soykırımının) üzerinden tam 25 yıl geçiyor ve ben Hocalıda hep beklediğimiz Türklerin ülkesindeyim işte buradayım karşınızdayım
Yalnız son olarak sizlere bir şey söylemek istiyorum Niceleri diyor ki, öleceğim beni bu toprağa gömeceksiniz. Sonra bu toprağı bana göre seveceksiniz şimdi ben size soruyorum biz ne kadar ölmeliyiz ki bu toprakları size sevdire bilelim.