Muharrem DAYANÇ
Oldum olası sanatçıların yetişmesinde kültürel bir ortam olarak mekânın ayrı bir yerinin olduğunu düşünmüşümdür. Bu mekân kavramını genelden özele doğru daraltılırsak bir yaşama alanı olarak kentlerden büro/ofis/oda gibi kapalı/mahdut alanlara doğru yol alırız. Bu bahsin, İstanbul genelinden özele, edebî metinlerdeki kurgusal anlamından gerçeğe doğru evrilmesinde, benim için, en önemli ilk pay Sezai Karakoç’undur. Üniversite yıllarında Karakoç’un Üretmen Han’daki bürosuna her ay bir şekilde yolumuzu düşürürdük. Masasından sandalyesine, kapısından penceresine hatta duvarına kadar bugünkü gibi aklımdadır bu dar oda. Beni buraya çeken temel faktör elbette Sezai Bey’di, ama bu hana geldikçe başta Mehmet Varış (Kitabevi) olmak üzere Çıdam ve Risale Yayınlarına da uğrardık. Bu hanı, yanındaki binalarla birlikte düşündüğümüzde Abdullah Cevdet’ten Ahmet Mithat’a kadar birçok yazarı misafir etmiş bir kültür ortamı/bir sokak canlanırdı gözümüzün önünde. (Narmanlı Han, dolayısıyla iki hemşehri Ahmet Hamdi Tanpınar-Haldun Taner bahsi bir başka yazıya kalsın.)
İstanbul dışında da sanatın ve sanatçıların nabzını tutan mekânlar vardır ve bu tür yerler varlıklarını genelde orada ikamet eden bir veya birkaç yazara (hâmî-i kitaba) borçludurlar. Bir önceki yazımızda (“Kişi Bile Söz Demini”) adını vermeden sayfalarımıza konuk ettiğimiz Atasoy Müftüoğlu bu bahsin en ince örneklerinden ve Eskişehir’e can verenlerden. (Mesela, Atasoy Müftüoğlu adını Eskişehir’le birlikte ilk olarak Abdullah Uçman hocamızdan duymuştum. Bu iki insanın dostluklarını da.)
…
Konuyu biraz daha açalım.
Yıllar önce bir gazetede Hüseyin Su’nun “Atasoy Müftüoğlu’nun Mekânları” başlıklı bir yazısını okumuştum. Yazıda, Müftüoğlu’nun öğrenci evlerinden kitapevlerine, memur odalarından iş hanlarına/iş merkezlerine ve hatta aynı şehirde değiştirdiği evlere kadar ayrıntılı bilgilere yer veriliyordu. “Ayrı şehirde de seyyah olunabilirmiş.” duygusu uyandırmıştı yazı bende. Yine buradan öğrendiğimize göre yazarın son evi -halen yaşadığı ev- Vişnelik’teymiş. (Eskişehir’de yer isimleri ağaç, meyve, çiçek kokar; Güllük, Meşelik, Çamlık, Bademlik, Fidanlık, Sazova, Çamlıca, Eskibağlar, Yenibağlar, Yukarısöğütönü, Aşağısöğütönü, Odunpazarı, Kanlıkavak, Elmalı Konakları vb.) Yazarın Eskişehir’deki mekân değişiklikleri güzel bir tevafuka da kapı aralamış. Cemal Süreya ile Atasoy Müftüoğlu bir süreliğine de olsa Zambak Sokak’ta ikamet etmişler. (Buyurun size bir çiçek adı daha.) Yine bu yazıdan Müftüoğlu’nun, sonuncusunda farklı iki katta olmak üzere, Zeyrek ve Sakarya İş Hanları ile Yasin İş Merkezinde dört farklı büroda, konuklarını ağırladığını öğreniyoruz. Önceki yazıda anlatmaya çalıştığımız ziyareti Yasin İş Merkezinde yapmıştık. Bize kitap hediye edilen yer de burasıydı.
…
Tekrar Bilgiler Kitabı’na dönelim.
İlk alıntılarımız biyokimya uzmanı Erwin Chargaff’tan. Bize hiç de tanıdık gelmeyen bir tarzda kimya ve edebiyat eğitimi alan bu bilim insanı Amerika’yı çok esaslı bir şekilde eleştirir, hatta bununla yetinmez ve bazı önyargıları da kökünden sarsar. Amerika’daki hayatı için; “Burada bir kültürün içinde değil, büyük bir çöp yığınının üzerinde yaşıyoruz.” (s. 54) der mesela. Başka bir yerde ruhu öteleyen yaklaşımlarla ilgili olarak önce “Görüyorsunuz iki tür düşünce tarzı mevcut. Biri mekanist, pozitivist, indirgemeci ve doğa bilimlerinde ifade buluyor; diğeri benim lirik düşünce diye adlandırdığım şey, ama bir süredir Amerika’da olduğu gibi dünyanın geri kalanında da ölüdür.” (s. 55) şeklinde bir giriş yapan Chargaff daha sonra “Hayat nedir?” sorusundan hareketle bahsi toparlar:
“Bilim insanlarını, tek tek karşınıza alıp, “Hayat nedir?” sorusunu sorarsanız, bize hayatı ortaya çıkaran şeyi, hayatın yansıdığı tepkime ve formülleri anlatırlar. Bu, aşağı yukarı, ‘Kitap nedir?’ diye sorup da şu cevabı almaya benzer: Kitabın yapısını ayrıştırıyoruz, kâğıdı analiz ediyoruz, harflerin neye benzediğine ve hangi mürekkeple basıldıklarına bakıyoruz, ama kitabın içinde gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. Bu, doğa bilimleri için de geçerlidir, onlar da bunu bize söylemezler. Hiçbir bilim insanı, hiç kimse, hayatın ne olduğunu bilmiyor.” (s. 55-56)
İlerleyen sayfalarda bilimdeki bazı ön kabulleri reddederek okuyucuyu şaşırtmaya devam eden Chargaff dolaylı bir yoldan da olsa daha yaşanılır bir gelecek için “azla yetinme”yle “kanaat”e gönderme yapar:
“… Paradoksal bir şekilde, her şeyden önce daha az para kazanmalıdır. Birkaç yıl önce bu reform önerisini bir söyleşide ifade ettim; büyük bir öfkeye yol açtı, çünkü birçok enstitü tam da mali imkânlarının yetersizliğinden şikâyet ediyordu. Benim bakış açımdan, bilime çok büyük önem atfetmemek gerekir, ilginçtir, ama ille de yaşamsal değildir. Örneğin genom en kısa sürede deşifre edilmezse felaket kopacak dendi. Bu anlayış yanlıştır. Bu keşfi yapmak için daha yüz yıl beklenebilir. Sürekli baskı, bilimin ilerlemesinin kaba, hatta şunu da söyleyebilirim, canice biçimidir. Amerika sabırsız bir ülke, bütün söz dağarcığı -yalnızca the sharp edge of research ifadesini düşünmek yeter- bir büzülme durumuna girildiğini gösteriyor. Özünde bilimde zaman yok. Daha az paraya sahip olmayı kabul ediyorum, ama daha sakin bir yaşam olmalı ve bir hiç için rütbe dağıtılmamalı. Ama ben bunu söylediğimde gerici olmakla, kendi dönemimi ya da önceki dönemi özlemekle beni suçluyorlar.” (s. 58)
İlk cümle ile son iki cümleyi alıntıdaki “sürekli baskı” ifadesiyle birlikte bir kere daha okursak mevzu daha sarih hale gelecektir. Bu okumalardan sonra zihnimizde canlananlar modern hayat karşısında nerede durduğumuza da ayna tutacaktır. Chargaff gibi alışkanlıklara meydan okumak her entelektüelde güzel/ince durmaz. Aslında şu cümle olmasaydı böyle bir yargıda bulunmayacaktım Chargaff için: “Kesintisiz ilerleme, örneğin müzikte, en iyi bestecilerin, daha da büyük Mozart’ların sürekli ortaya çıktığını görmek anlamına gelmez mi? Bunu gerçekten arzular mıyız? Felsefede de durum farklı değil. Kimilerinin kefil olduğu gibi Heidegger bir deha olsa bile, Aristoteles’in ille de daha kötü bir düşünür olduğunu sanmıyorum. En iyi durumda ılımlı bir ilerleme kimi zaman görülmüştür, ama bu durum şu özdeyişe uygundur; per aspera ad astra(zorluklardan geçerek yıldızlara ulaşmak), ama biz henüz yıldızlardan uzağız.” (s. 58)
Yukarıdaki ölçüyü birçok sanat-bilim dalına uyarlayabilirsiniz. Bugünün öne çıkan değerleri, fikirleri, kavramları, insanları geçmişin birikimini yok sayıyorlarsa ortada bir sorun var demektir. Bu sorun her şeyden önce ahlakî ve vicdanî bir sorundur. Doğu milletleri bakış açılarındaki kısırdöngüyü kıramadıkları için yapay sorunlarla uğraşmakta, bir türlü gerçek dünyanın problemleriyle yüz yüze gelememektedirler. Bu, en basit ifadeyle zamanın dışında kalmak veya iyimser bir yaklaşımla yerinde saymak, hayatın ve olayların öznesi olamamak demektir. Evet, böyledir.
…
Toparlayalım:
Filozof Raimon Panikkar, “İlerleme fikri beni ikna etmiyor. Doğrusal bir zaman anlayışı varsayılıyor, bunun da bilimsel bir temeli yok. Güneş sisteminin içinde oluşmuş bir zaman kavramının genelleştirilmesi, bu sistemin dışında yanlış bir çözümdür.” (s. 251) dedikten sonra, “Teknoloji bize fazladan bir özgürlük getirmedi mi?” sorusunu şöyle çürütüyor: “Varsayılan bu özgürlük, özgürlük değildir. Bir süpermarkette on farklı marka arasından seçim yapmamı sağlayan bu sözde özgürlük müdür kastedilen? Özgürlük belirli sunular arasında seçim özgürlüğü değildir; öyle olsaydı, sunu bol oldukça daha özgür olurduk. Buda der ki: ‘Ne kadar çok arzularsan o kadar az özgürsün.’ ” (s. 252.)
Felsefe ve bilim tarihçisi Michel Serres, “Yalnızca bir aptal ne söyleyeceğini daima bilir, oysa ki zeki biri şaşırtıcı bir şeyin olabileceğini hep dikkate alır.” (s. 305) diyerek zekaya yatırım yapar, fevrilikten önce.
Son alıntı şehirci ve hızbilimci Paul Virilio’dan:
“On ikinci yüzyılda Hilddegard von Bingen homo est clausura mirabilium Dei, yani ‘İnsan Tanrı’nın mucizelerinin sona erdiği yerdir.’ diyordu. Bunun anlamı şudur: İnsan dünyanın merkezi değildir, hedefidir, yetkinliğinin doruğudur. Yaradılışın en yüksek gerçekleşmesidir, aynı zamanda da sonucudur. Bu hakikati dinler ve bilimler daima kamufle ettiler, çünkü onlar insan-merkezlilik ve dünya-merkezlilik üzerinde ısrar ediyorlardı.” (s. 367-368)
Ne dersiniz, “insan Tanrı’nın mucizelerinin sona erdiği yer” midir? Bu soruya verilecek cevapların bir kısmı hümanizme, bir kısmı homo sapiense, bir kısmı vahdet-i vücuda/insan-ı kâmile bir kısmı inkâra çıkabilir. Benim çıkmazım tam da burada.