İslamcı Hareketin Özgün Fikir Adamı: Said Halim Paşa

İslamcı Hareketin Özgün Fikir Adamı: Said Halim Paşa[i]

said halim pasa pascha

Ercan YILDIRIM

Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin kaynaklarına, bu kaynakların şekillendiği ortama, matbuata ve kişilere bakıldığında erken dönemlerde çok büyük çeşitlilik gözlenmez. İslamcılığın Tanzimat – II. Meşrutiyet arası dönemde tüm Müslümanları da içine alacak derecede, Batı karşısında bir İslam savunması şeklinde ortaya çıkması, Namık Kemal’den Sultan Abdülhamit’e hatta Batıcı İçtihat dergisine kadar benzer kaygıları barındırması nedeniyle belirgin bir İslamcılık, İslamcı ideoloji, kadro ve doktrin takip edilemez.

İslamcılık II. Meşrutiyet’ten sonra Batıcılığın “normalleşmesi”; artık İslam ile Batı arasındaki çatışmanın gerektiği gibi itikadî, tarihi ve ontolojik nedenlere bağlı olmadan yürütülmesi gibi nedenlerle bugüne kadar etkileri görülen modern anlamda bir ideoloji halini almıştır. Bu safhadan sonra artık İslamcılık İslam’ın mutlaklığını savunmayı gevşetirken modernleşmeyi, Batılılaşmayı “kaçınılmaz” görmeye, bu yolda Batılıların sadece teknolojik ve teknik değil, yaşam standartları ile hiyerarşik yapısını, kurumlarını ve devlet örgütlenmesini devşirmeyi esas almaya başlamıştır.

Tanzimat sonrası Müslüman ile gayri Müslim’in eşitlenmesi karşısında gösterilen direnç sayesinde ortaya çıkan İslamcılık bünyesine, tüm Yeni Osmanlıları hatta Batıcıları bile katacak denli geniş bir konsensüs iken Osmanlı’nın dağılma döneminde modernleşme metotlarından biri haline dönüşerek kısa süreli tarihini inkar etmiştir.

Bu tarihten sonra ortaya çıkan İslamcılık hareketlerinin, fraksiyonların, yorumların hepsi II. Meşrutiyet sonrasına yani İslamcılığın ideoloji halini aldığı döneme aittir. Türkiye’de Müslümanların modernleşmesi yolunda bir harekete dönüşen İslamcılığın bunca yıl modernite karşısında, Batı karşısında bir İslam varlığı ortaya 1 koyamamasının, İslamcıların sürekli olarak “kopuş ve uyum”a maruz kalmasının temel _ nedeni II. Meşrutiyet ve sonrası İslamcılığına dayanmasındandır.

Siyaseten Zayıf Fikren Üstün

II. Meşrutiyet Dönemi’nin, İttihat Terakki’nin, I. Dünya Savaşı’nın “kudretsiz sadrazamı”[1] Said Halim Paşa, İslamcılık düşüncesini etkileyen, sonraki dönemde İslamcıların tezlerini oluşturan, değindiği temel ve kritik konularla sadece İslamcılığın değil, ümmetin, İslam coğrafyasının, Müslümanların eksiklerini bildiren yaklaşımlarıyla İslamcılık hareketinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Paşa, genel ve yüzeysel okumalar nedeniyle İslamcılık hareketinin içinde İslamcılara yön veren temel görüşlerin sahibi olarak gösterilmesine rağmen geliştirdiği tezler, Batı ve İslam tarihi okumaları, önemli vurgularıyla Müslümanlara, İslamcılara ve Batıya sahici ve hakiki eleştiriler getirmiş, geleceğe ilişkin sağlam ufuklar çizmiştir.

Paşa II. Meşrutiyet döneminin belirgin figürü olmasına rağmen İslamcılığa yaklaşımı bakımından bu dönemi yansıtmaz; bu dönemi eleştirir; bu dönemde ortaya çıkan İslamcılık anlayışının karşısındadır; yavaş yavaş şekillenen tezlere ilmi, derinlikli ama naif vurgular yapar.

Said Halim Paşa, bu dönemde şekillenen “ideolojik İslamcılığın” hatalı olduğunu, yanlış tespitler yaptığını ve gelecekte de sıkıntılı bir söyleme bürüneceğini görmüş ve bunları dile getirmiştir.

Paşa’nın İslam dünyası ve Müslümanlar eleştirisine İslamcılık ve İslamcılar eleştirisini de eklemek gerekir.

Her büyük düşünür gibi Said Halim Paşa’da önce zamanını, döneminin fikrî ve ruhî yapısını, gidişatı eleştirmiş, hataları tespit etmiş sonra tarihe, uygulamalara dönmüş, temel kaynaklara müracaat ederek hakikat üzerine tespitlerde bulunmuş ve tüm bunların üzerine bir gelecek tasviri yapmıştır.

Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız kitabının içinde yer alan risalelerin içeriği belli başlı dört başlıkta ele alınabilir: ilk olarak Paşa, Müslümanların geri kalmasını, bunun nedenlerini, Müslümanlardaki hataları ve eksikleri ele alır.

İkinci olarak niçin geri kaldığımız, İslam’ın ve Müslümanların temel niteliklerine bağlı olarak nasıl yükseleceğimiz üzerinde durur.

Üçüncü başlıkta Batının İslam’a bakış açısına değinirken bununla bağlantılı olarak modernitenin, Batının ve teknolojinin niteliği üzerinde durur ve modernleşme projesinin nasıl gerçekleşeceğini anlatır. Bütün bu ana başlıkların hepsinin ruhunu ise İslam ile Batı arasındaki çatışma alır.

Said Halim Paşa Buhranlarımız’ı anlatırken İslamcılardan çok temelli ayrımlar içine girer. Sonradan değinileceği gibi Paşa Müslümanların hatalarını sıralarken klasik İslamcılar ya da İslam’ın ideoloji halini aldığı Meşrutiyet İslamcıları gibi İslam tarihini yok saymadığı gibi geri kalmada hatanın çalışmamakta, tembellikte olduğunu savunmaz; hatta tevekkül kavramını bazı yerlerde sırf Batılılar eleştiriyor diye de yüceltir, bu kavramı İslami sayar.

Batılıların Üstünlüğü Müslümanlara Kinlerindendir

Said Halim Paşa İsviçre’de eğitim görmüş İngilizce ve Fransızcası mükemmel, Batı 2 kültürünü bilen biri olarak Batı karşısındaki yargılarını hiçbir zaman duygusal ve romantik boyuta taşımaz; tam aksine fikirlerini tarihin süzgecinden geçirebilecek, Batının kendi tarihini gayet iyi bilecek bilgiye ve derinliğe sahiptir.

Batının psikolojisini bilir, İslam karşısında Batılıların kanaatlerini çok yerinde tespitlerle dile getirir ve İslam’ın, Müslümanların geri kalmasında büyük oranda hatayı Müslümanların İslamla doğrudan olmayan ilişkisine bağlarken bir yandan da Batının Müslümanlar ve İslam üzerindeki faaliyetleri ve kanaatlerinde bulur. Çünkü Batı üstün olmasına rağmen hala “İslam âlemine karşı kin ve düşmanlık beslemektedir.” (Buhranlarımız, 1993, 141)[2] Peki Müslümanlar Batıya karşı aynı duyguları besliyor mu elbette. Aynı güvensizlik ve nefret Müslümanlarda da var. Bu yorumun devamında Paşa İslamcıların genel karakteri haline gelen savunma psikolojisini biraz da kompleksi, özellikle Batı ile çatışmama adına “irticacı, kavgacı” yaftası almamak adına gösterilen kompleksi öne çıkararak adeta onlara güven telkin edecek bir şekilde “bizim Batılıları dinlerinden, vatanlarından, hürriyetlerinden, mülklerinden mahrum kılmak gibi tecavüzkâr bir emelimiz yoktur.” kanaatini yerleştirir. Aslında İslam ile Batı arasındaki kavgayı gerilik – ilerilik tartışmasının ortasına oturtan ve İslam ile Türkleri iyi çözümleyen Said Halim Paşa, şiddet taraftarı yaftası yememe adına bu naif tavrı gösterir.

Doğu için zaten Batı düşmanlığı biraz da meşru müdafaadır. Fakat Batının Müslümanlara düşmanlıklarının nedeni olarak genellikle İslam toplumlarının ilerlememesi gösterilir. Paşa bunun tamamen yanlış olduğu kanaatindedir. Çünkü Batı için Müslümanların ilerlemesini istemek safdilliktir böyle bir propaganda da zaten Doğuyu sömürmek için uydurulmuş bir tuzaktır.

Zira Müslümanların cahilliklerinden, geri kalmışlıklarından kârlı çıkan Batı, zarar gören İslam coğrafyasıdır.

Batılılar bu derece yüceltilen bilimleri, teknikleri, teknolojileri, sömürge araçları ve bunlara eşlik eden tecrübî felsefeleri, ilerlemeye olan inançları ve genel planda Aydınlanma fikirleri varken “hâlâ” niçin Müslümanlara ve İslam’a karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir kinin içindeler?

İslam / Türk Tehlikesi

Said Halim Paşa’nın bu soruya verdiği cevap aynı zamanda Müslümanların hususen Osmanlıların ve Türklerin içinde bulundukları potansiyeli, bu potansiyelle birlikte içinde bulundukları kötü şartlardan kurtulmalarını sağlayacak temel dayanak noktalarını da gösterir. Batılıların kızdığı, Paşa’ya göre öykündükleri ve kendilerinde olmadığı için yüksündükleri temel hususlar aslında Müslümanların geri kalmalarında gösterdikleri gerekçeler ve tespitlerin aynısıdır. Said Halim Paşa bu tespitiyle İslamcıların ve belki de Osmanlı devlet ricalinin yapamadığı ve göremediği bir hakikate temas etmiştir. Bu yanıyla Paşa modernitenin, Batının ve Müslüman geriliğinin kodlarını çözmüştür; dolayısıyla döneminin İslamcılarından ayrılır. Çünkü Paşa çok yerinde tespitlerle Batının ilerlemesinin ve kapitalist iktisadi modelin çok erken dönemlerde teşekkül ederek gelişmesini önleyen Müslümanların, Osmanlıların ve Türklerin bu özelliklerinden dolayı hala kinlerini muhafaza etmektedirler.

Bu sadece “olup bitmiş” bir durum değil bilkuvve Türk milletinin uhdesinde varlığını sürdüren potansiyeldir, güçtür; Batılılar bu yüzden, bu “Türk / İslam tehlikesi” nedeniyle korkularını ve dolayısıyla düşmanlıklarını sürdürürler: “İftira etmediğimizden emin olarak iddia edebiliriz ki: Haçlıların bunca zahmetlerini boşa çıkarmış, 3 Hristiyanlığın yayılmasına ve Avrupa’nın mahut medenileştirme siyasetine daima set _ çekmiş olan ‘İslami şahsiyeti’ ortadan kaldıramamış olmaktan doğan derin öfkesi ve nefreti, Batının Doğuya olan düşmanlığının gerçek sebebidir.” (Buhranlarımız, 1993, 143)

Çünkü bilhassa sermaye temerküzünü 13 ve 14. asırlarda gerçekleştiren kapitalizmin İtalyan Site Devletleri’nin dışına taşınması, Osmanlı’nın tüm ticaret yollarını tutmasına ve Akdeniz’i bir “Türk gölü” haline getirmesine bağlı olarak engellenmiş; kapitalizmin gelişmesi ancak okyanusların aşılarak coğrafi keşiflerin gerçekleşmesiyle mümkün olabilmiştir. Bu süre zarfında dünyada İslam’a bağlı, Osmanlı’nın yürürlükte tuttuğu iktisadi sistem etkili olmuştur. Bunun yanında Osmanlı öncesindeki Haçlı Seferleri ile Osmanlı dönemindeki fetihler ve erken dönemlerde yine Avrupa’nın düzenlediği Sırp Sındığı, Varna, Kosova gibi Haçlı Seferleri Batının Kıta Avrupası içine asırlarca hapsedilmesine neden olmuştur. Paşa bu gerçeği gözler önüne sererek kin ve düşmanlığın nedenini gösterirken bir yandan da bu potansiyelin, bu gücün devam ettiğini, gerilemenin durdurulmasının bu zihniyetin tekrar yürürlüğe sokulmasıyla mümkün olabileceğinin altını çizer. Bunu Paşa Batının kin ve düşmanlığının ikinci nedeni olarak aktarırken aynı zamanda bir gelecek kurgusu da oluşturur.

Müslümanların gerilemesinin, İslam anlayışının çökmesinin ve İslam coğrafyasının Batı postalları altında ezilmesinin nedeni olarak bünyemizde ve belki de ontolojimizde saklı duran, bizi biz yapan değerlerin ve gücün tekrar harekete geçirilmesi muhtemelen kurtuluşumuzun başlangıcı olacaktır. Paşa bu potansiyelin sadece “ruh” planında kaldığı gibi anlaşılabilecek yorumları örtecek derecede fiille ilgili konuşur. Dönemin İslamcıları İslam fetihlerinin, gazanın ve Müslümanları yükselten “Nizam -ı Âlem” kurgusunun geçmişte kaldığı vurgusunu sık sık yapmasına rağmen İslamcı ufka bu tarih ve ontolojik hakikati yerleştirmezler. İslamcılar daha çok modernitenin kendi kuralları, kendi hakikati ve kendi metodolojisinden kalkarak, bunları Müslüman dünyaya hiçbir süzgeçten geçirmeden, yorum katmadan getirerek sadece bunlara birer İslami meşruiyet temelleri bularak, ayet ve hadislerden ilerleme ve çalışmaya örnekler göstererek taşımalarına karşı alternatif bir yönelime gider.

Paşa İslamcıların İslam dünyasını yok sayan[3], birikimi heba eden anlayışlarına karşı parlak bir İslam gerçeği ortaya koyan tarihini Müslümanların dikkatlerine yeniden sunar: “Batılılar, fikir ve düşünce bakımından, şahsiyetimizi kendilerininkinden çok farklı buluyorlar. Dış görünüşünün aksine, hareketli ve savaşçı olan ve Batı istilasına karşı her an karşı duran, sabır ve kuvvetini, ızdırap ve mahrumiyetinden alan, Batılıların tahakkümünden kurtulacağına katî olarak inanan ve yok edilmesi imkansız bir hasım olan şahsiyetimiz, Avrupa’nın sıbar ve tahammülünü tüketmektedir.” (Buhranlarımız, 1993, 143)

Bu satırların yazarı Said Halim Paşa çok net biçimde Müslümanların yöntemlerini, şahsiyetlerini, savaşçılıklarını Batıdan çok farklı bularak İslam ile Batı arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyuyor. Belki sorulması gereken soru şu olabilirdi? Paşa, Müslümanların / Türklerin bu ahlaklarını, savaşçılıklarını öne çekecek bir yönelim geliştirebilir miydi, eserlerinde bu yöndeki vurguyu artırabilir miydi, Müslüman karakterini netleştiren yeni bir ahlaki süreç başlatabilir miydi?

Batı Müslümanların Ahlakına Düşman

Said Halim Paşa Batının kin ve düşmanlığının üçüncü nedeni olarak İslam ahlakını görür. Klasik ahlak kitaplarında varlığı görülen ama bilhassa II. Meşrutiyet İslamcılığının adeta yok etmek için saldırdığı bu ahlak anlayışı, bu tarihi birikim ve 4 Müslüman ontolojisiyle bütünleşmiş değerler sistemi Paşa için vazgeçilmez önemde _ olduğu gibi Batın saldırısının asıl nedenidir; Batı aslında Müslümanlara özgü tevekkülü yok etmek ister: “Avrupalıları telaşa düşürüp, bizlere karşı şiddete ve yolsuz hareketlere mecbur eden sebep, tevekkül ve dayanışma gibi kuvvetli vasıflara sahip olan bu manevi şahsiyet hakkında besledikleri tükenmez kinleridir.” (Buhranlarımız, 1993, 143)

İslamcı düşünce içerisinde bilhassa Akif’in metinlerinde oldukça dikkat çekici derecede menfi anlatılan tevekkül zaman zaman çağdaş biçimiyle yorumlanarak “ipini sağlam kazığa bağlamak” ve çalışıp, gayret göstermekle bir arada kullanılır. Sonuçta tevekkül, Batılıların düşmanlıklarının nedenlerinden biri olan bu imani vasıf, İslamcılar için hayli sorunludur ve Müslümanların geri kalmasının en büyük amillerindendir.

Öyle ki İslamcılık düşüncesinin kelamî yönü üzerinde, itikadî manada İslamcıların kader ve kaza anlayışlarını sorgulayacak derecede ehemmiyetli bir hal alır.

İslamcılar, çalışıp çabalayarak yükselmek, ileri gitmek ve gelişmek fikirlerini insanın kendiliğinden başarabileceği bir konu olarak gördüğü için büyük oranda seküler bir zihin ve düşünme biçiminin egemenliği altındadırlar.

Halbuki Paşa’nın İslamcılar kadar seküler ve Batılı anlamda insani karar verici mekanizmanın gücüne inanmadığı söylenebilir. Said Halim Paşa Batının gelişmişliği, tabiat bilimlerinde ve felsefedeki ilerlemelerine, yönelimlerine ve dönüşümlerine hiçbir itiraz getirmeden onların yükselişlerinde “kaderin” de etkili olduğu kanaatindedir. (Buhranlarımız, 1993, 129)

İslam dünyası ile Batının gerileme – ilerleme süreçlerini dini, tarihi nedenlere bağlayan ve isabetli tespitlerde bulunan Said Halim Paşa, zamanın getirdiği yaklaşımlar, Batı üstünlüğü ve belki konumunun da etkisiyle İslam – Batı çatışmasını bulunduğu dönemde sürdürmek en azından politik olarak bu çatışmaya katkı sağlamak istemez ve yorumlarının akabinde bu sürtüşmenin devam etmemesi lehine davranır. “Birbirimizi tanıyıp öğrenmeye mecburuz” diyen Paşa’nın, “Avrupa bizi tanıyamamış ise, ona kendimizi daha doğru tanıtmak da bizim vazifemiz idi.” yorumu ve teklifi bu meseledeki yaklaşımlarının mahiyetini zedeleyecek bir yüzeyselliğe sahip. En azından onun bir diğer tespitine “Müslümanların gerilemesinin ikinci bir sebebi de İslam alemi ile Batılı Hristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez bir din düşmanlığıdır.” mugayir gözükür. (Buhranlarımız, 1993, 143 – 156)

Said Halim Paşa İslam’ın ve Müslümanların meselelerini ele alırken tarafların yani İslam ile Batı medeniyetinin temellerini, sorunlarını ve çağa göre avantajlarını “çözümlemeyi” öncelikli olarak ele alır. Bu açıdan Müslümanların durumunu çoğunlukla siyasete, bu siyaseti besleyen, belirleyen felsefi yaklaşıma dayandırır.

Kapitalizmin, Modernitenin Dinamiklerini Bilir

–  Paşa Batı medeniyetini, onun kendi çağındaki görünümünü, iktisadi nizamını, felsefi yönelimini bilir; tam manasıyla mahiyetini kavrar. Kapitalizmin farkındadır; kapitalizme bağlı değerler sisteminin, iktisadi nizamın nasıl olduğunu kavramıştır. Bu yüzden Müslümanlara seslenirken Batının bütünüyle Hristiyan olmadığını, Hristiyanlık saikiyle hareket etmediğini, yepyeni düşünce ve siyasal sistem geliştirdiklerini adeta bağırarak söyler.[4] Dolayısıyla Müslümanları ilk olarak Hristiyanlık ile İslam arasında bir tercihte bulunmaya itecek herhangi bir sebebin olmadığı ve Hristiyanlığın kendi değerler manzumesinin çekicilik arzedecek kadar kuvvetli olmadığı konusunda uyararak, Müslümanların Batıdaki gelişmeleri daha düzgün yorumlamaları üzerine ikazlarda bulunur.

Said Halim Paşa, geçmişte Batının Doğu ile birlikte hareket ederken Hristiyanlığın neticesinde iki dünyanın birbirine düşman kesildiği kanaatindedir. Hristiyanlığa ve böylece Batıya egemen olan ruhban sınıf mutaassıp kaderiyle kendi ikbalini terk etmemek için öncelikle Batılıların vicdanlarını bozmuştur. Sonrasında da Haçlı Seferleri’ne neden olacak bir şiddet ve din düşmanlığının kapılarını açacaktır. Bu yorumuyla Paşa, Hristiyanlığın bu hale gelmesini ruhbanlığa bağlar ve çoğunlukla yakın zamanlara ilişkin yorumlara gider. Artık Batı dünyası klasik hristiyanlık ve din anlayışından uzaklaşmış ve yepyeni bir dine girmiştir. Paşa’nın bu yorumu İslamcılık hareketi içinde çok fazla düşünülmemiş yorumlanmamış ve modernizme bakış, Batılılaşmaya yaklaşım bu zemin üzerinden yapılmamıştır. İslamcıların modernizm eleştirileri ve teknolojiye bakış açılarını işleyen yeni bir insan ve yeni bir varlık anlayışının geliştiğini ele alan bir takım eserler kaleme alınsa bile Batılılaşma taraftarları, modern yönelimlere uyum sağlamayı, İslami bir düşünceyle modernleşmenin gerçekleşebileceği gibi eğilimleri, “İslam”dan farklı bir algı biçiminin geliştiğini görmezden gelir. Dolayısıyla İslamcılığın farklı bir modernleşme projesine dahil olduğu kanaatlerini besleyecek denli yorum hatası gerçekleşir.

“Şimdi Batılılar ilmî ve fennî gerçeklerden doğan hislere, bunların eseri olan yeni inanç ve kanaatlere inanıyorlar. Bu yeni iman, belki, Hristiyanlığın verdiği imandan fazla değildir. Ama herhalde onun kadar ciddî ve samimidir.” (Buhranlarımız, 1993, 133) Döneminin İslamcılarından farklı olarak Paşa, modernizmin sadece dışsal yönü yani refahı ve geliştirdiği kültür nesneleri üzerinde durmuş, virane – kaşane dikotomisi üzerinden bir modernleşme algısı oluşturmuştur.

Batının geliştirdiği maddi medeniyet İslamcıların “Kızıl Elma”sı olmaya hala devam ederken, modernitenin yeni bir din ve varoluş algısı geliştirdiği dile getirilmesine rağmen, modernleşme teorilerinde, İslamcıların ve Müslümanların çağdaşlaşma yaklaşımları içinde moderniteyi “dışlayacak”, “topyekûn” kopuş ve ayrı bir saha açacak eğilimler, fikirler gelişmemiş, ya zayıf ya da marjinal bir düzeyde kalmıştır.

Paşa’nın moderniteyi değerlendirme biçimi de İslamcılardan farklıdır. Said Halim Paşa zamanının İslamcılık algısı içinde değil sonraki dönemlerde bile görmezden gelen derinlikli modernite tespitlerini yaparak, İslamcılara öncülük etmiş olmasına rağmen 6 tezleri yeterince itibar görmemiştir.[5]

–  Said Halim Paşa Batı modernizmini değerlendirirken, ruhbanlık üzerinden yorumlamalara gittiği ve belki de anlaşılmak kaygısı güttüğü için olacak bu konuda sloganik bir dil kullanır. İslamcıların İslam ve Müslümanlar hakkındaki yargılarında, inceleme ve değerlendirmelerinde derinlikli, İslami ilimleri devreye sokacak denli kapsamlı bir yaklaşım göze çarparken modernite sözkonusu olduğunda basitleştirici, sloganik, yadırgayıcı ve küçümseyici bir dil kullanır.[6] Bu dil Batıyı ve modernizmi anlamada sorun çıkardığı için Batı üzerine yapılan yorumlar genellikle yüzeysel kalmıştır.

Said Halim Paşa’nın Batı algısı kışkırtıcıdır. Çünkü Batı ile medeniyeti asıl önemlisi medeniyet ile Haç’ı özdeşleştirir. Bir yanıyla Haçlı Seferleri’nin geçmişteki rolünü kapitalizmle birlikte kolonyalizmde görür. Paşa’nın Batının doğu ve İslam ülkeleri üzerindeki baskılarını ele alırken bilinçaltında ve bastırdığı benliğinin gerisinde büyük bir hınç duygusunun egemen olduğu görülür. Batının İslam’ı savaşlarla, çapul ve yağmalarla yani dengesiz, ahlaksız ve ölçüsüz anlayışla yıkması gayri nizamı usullere başvurması muhtemelen onu bu dile sevketmiştir. Bütün bunların sonunda “Mutaassıp zihinlerde din uğrunda can vermiş ‘azizler’in yerini, uzak kıtaların kaşifleri, kaba ve katil çapulcu şövalyelerin yerini de müstemleke askerleri aldı. Bu değişiklikler, eski düşmanlığın sadece yeni bir şekle girdiğini gösterdi.” (Buhranlarımız, 1993, 131) derken İslamcıların girmeye çalıştığı medeniyetin Haç ve Haçlılık fikriyle aynı olduğu görüşünü getirir.

Teknik Kültürüyle Birlikte Gelir

Said Halim Paşa, İslamcıların teknikseverliği karşısında tekniğe övgüler düzüp, ona ulaşmak için tüm varoluşu, tarihi ve itikadı harekete geçirme yoluna ve arayışına gitmez. İslamcılardan bir başka ayrılan özelliği de budur. Belki Müslümanların öz bakımından değil fakat metod açısından tekniği mutlaka almaları gerektiğini dile getiren Paşa, tekniğe kurtarıcı rolü yüklemez ve en azından bu yüzden Müslümanları ve İslam tarihini hakir görüp, küçümsemez. İleride görüleceği gibi esasında tekniği gelişmemiz ve ilerlememiz için temel araç olarak da değerlendirmez, İslam anlayışı üzerine yoğunlaşır, İslam’ın özüne ve İslam’ın itikadi fonksiyonuna yüklenir. İslamcılardan ayrı olarak, geriliğimizin nedenini din yorumuna, dinden sapmaya değil, bunu da kapsayacak derecede İslam’ı tam olarak “hazmetmemeye” bağlar.

İslamcılardan farklı olarak Said Halim Paşa tekniğin kültürüyle beraber geldiği tezini de savunur.

İslamcılar kabaca “Batının tekniğini alalım, kültürünü değil” derken ve bunu hala içinde bulunduğumuz Neo Liberal kültür de bile dile getirirken Paşa tekniğin aslında kültür olduğunun farkındadır.[7]

–  Teknik kültürüyle gelir. Teknoloji bir bakıma onu meydana getiren kültürü yansıtır; teknik hem neden hem sonuçtur fakat hepsinin toplamı ahlaki olarak düşük bir Batının, Hristiyanlıktan bile yüz çevirmiş, nevzuhur din anlayışının ürünü olan teknik tabi ki İslam’a ve İslamcılara bir katkı sağlamaz; daha kötüsü onların da bu teknik sayesinde aynı pozisyona düşmelerine aynı kültür yapısına geçmelerine neden olur.

Paşa, tekniğin ve modernleşmenin sonraki dönemlerde çokça tartışılacağı gibi derin bir manevi kriz, büyük bir yabancılaşma ve ahlaki sorunlar doğuracağı gibi insanın kötü tabiatına seslenen bir saldırganlık, tüketme arzusu ve elde etme hislerini kamçılayacağını da görebilmiştir.

Şu sözleriyle o hem moderniteyi ve onun tekniğini mükemmelen anlamış, çağının ve sonraki dönemlerin İslamcılarının aksine tekniğin yol açacağı sorunları tespit edebilmiş ve içinde bulunduğumuz Neo Liberal kültürün, tüketim toplumunun öngörüsünü yaklaşık bir yüzyıl öncesinden görebilmiştir: “Milli bencillik esasına dayanmakla iftihar eden bugünkü medeniyet, en müthiş bir vahşetin, en son ve en zararlı yeni bir şeklinden başka bir şey değildir… Bu medeniyet fevkalade gelişmiş bir tekniğin eşsiz bir eseridir. Bu teknik insanlara, şimdiye kadar görülmemiş bir mükemmellikte olarak bütün vasıtaları hazır etmiştir. İnsanlar bu sayede en ilkel hislerini teskine, en zararlı temayüllerini tatmine muvaffak oluyorlar. Üstelik bu vahşi his ve temayülleri, tahminlerin üstünde bir dereceye vardırıyorlar.” (Buhranlarımız, 1993, 209)

Batıda Burjuva Doğdu, Bizde Memur

Buhranlarımız yazarının Batı çözümlemesi ile Türk modernleşmesi bir arada yürür. Modernleşmenin, batılılaşmanın yanlışlığı üzerinde duran yazar, bu yanlışlığın toplumsal kökenleri üzerinde dururken Batı toplumları ile Osmanlı toplumu arasındaki farkları izah eder. Bir kere Batıyı daha doğrusu modern kapitalist sistemi ortaya çıkaran yapılanma içinde yepyeni bir sınıf doğurmuştur. Burjuva sınıfı Batının ilerlemesinin lokomotifidir. Elbette feodaliteden ve genellikle tarıma dayalı bir ekonomik yapıdan burjuvanın egemen olduğu finans, ticaret ve sonrasında sanayileşmeye adım atan Batı, insanlarını, toplumsal yapısını ve buna bağlı olarak siyasal organizasyonunu bunlara göre dizayn etmiştir. Halbuki Osmanlı hala bir tarım toplumudur. Bu devleti sevk eden yönetici sınıf varken “modernleşme” ile beraber “memur – bürokrasi” kesimi doğmuştur. Yani Batıdaki gelişmelerden burjuva yani hareketli, serbest zihinli, müteşebbis ve dinamik, aktif bir sınıf ortaya çıkarken Osmanlı’da “memurluğa has olan kayıtsızlık, tevekkül, teslimiyet ve mes’uliyetten kaçınmak şeklindeki ruh hali” yani bürokrasi zuhur etmiştir. (Buhranlarımız, 1993, 21)

Burjuva Avrupa’da milletlerin mukadderatları üzerine nüfuzlarını kullanıp hüküm verebilirken bizdeki memurlar her türlü fedakarlıktan kaçıp şahsi teşebbüsten imtina eden tipler olarak doğmuştur. Bu yüzden memur tabakası ile burjuvanın oynadığı rolleri mukayese etmek imkansızdır. Burjuva “serbest ve müstakil, medeni cesaret 8 sahibi ve müteşebbis kimselerdir. İşi ve mes’uliyeti arar ve severler” bizdeki memurlar _ gibi ilerlemek isteyen toplumları yavaşlatmazlar.[8]

Batı aydınlanma ile girdiği yolda kendini yeni bir felsefi, siyasal ve toplumsal aşamaya evriltmesine karşın Müslümanlar da yeni bir sürece girmişlerdir. Batı bulunduğu kötü ahlaktan daha da kötü bir ahlaka yönelerek üstünlük kurarken, Müslümanlar ideal ve örnek bir ahlaktan çok daha kötü bir ahlaki yapıya geçmişlerdir.

Yani Batı ve Müslümanlar kötüye, bulundukları yerden daha düşük bir seviyeye razı olmuşlardır. Fakat bu seviye farklılığı Batıyı Müslümanların üzerine çıkarmıştır; Müslümanlar düşüşten bir üstünlük devşirememişlerdir, İslam’ın ontolojisine bağlı olarak.

Said Halim Paşa çok canlı ve aktif bir cemiyet hayatı olan Osmanlılar ve Müslümanların çok tehlikeli bir buhran içine düştüğünü savunarak, cemiyetin adeta ilkel bir topluluğa dönüştüğü kanaatini kısaca özetleyerek anlatır: “Ahlak, an’ane, inanç gibi temel esasların bozulmasına eklenen kanun ve nizam yokluğu ile yara alan sosyal yapı, sarsıntı ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Toplumun fertlerinden her biri istediğini yapıyor. Birçoğu noksanlarını, ayıplarını ve günahlarını övünerek ortaya döküyor ve bu kötülüklerin, bugünkü medeniyetlerin faziletlerinden veya hiç değilse zaruri neticelerinden olduğunu herkese kabul ettirmeye çalışıyor.” (Buhranlarımız, 1993, 83)

Aydın Halkın Ahlakını da Bozdu!

Said Halim Paşa Osmanlı Modernleşmesini erken dönemde, süreç işlerken fark edebilmiş, modernleşmenin yukarıdan aşağıya doğru yürütüldüğünü kavrayarak, bilhassa aydınların etkisini gözleyerek, buradaki hataları doğru tespit edebilmiştir.[9] Aydın, bu süreç içinde son derece bozulmuş, kendine, tarihe ve milletine yabancılaşmış hatta misyon olarak bu yabancılığı tüm topluma teşmil edecek denli vazifeli görmüştür kendini.

Onun tespitleri, Türk modernleşmesinin aydını celbeden “şaşaalı, hoşa giden zevklerle dolu, parıltılar saçan” Batı imgesiyle ilgili olduğunu gösterir. Batılılaşma metodunu çok yerinde bir tespitle aydını anlatırken özetler: “Bu parlak medeniyetin aydınlık güzelliği ile gözleri kamaştı. Gördükleri bu güzel eserleri, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler.” (Buhranlarımız, 1993, 84) Fransız hayranlığının doktrinleştirdiği “Frenkleştirme” çabası milleti aydından mahrum bırakır.[10]

Paşa’nın farkı halk ile aydın arasındaki kopukluğun, iki ayrı zihniyetin farkına varabilmesidir; o başka aydınlardan, İslamcılardan ve yazarlardan farklı olarak aydınları, onların batılılıklarını eleştirirken, halkın yaptıklarını da kötülemez tam tersine aydınların hatalarını dile getirirken, halkın hali hazır durumunu örnek gösterecek kadar mutlaklaştırır. Bu yüzden halkın da aydınlar gibi olmasından dolayı üzüntülerini dile getirerek, endişeye kapılır: “Şimdi artık halk da, vaktiyle ayıpladığı aydın sınıf gibi, hatta 9 ondan daha aşağı bir ahlak bozukluğuna ve geri dönülmez bir çöküntüye doğru _ sürüklenip gidiyor.” (Buhranlarımız, 1993, 89)

Paşa’nın üzüntüsü Osmanlı cemiyetinin “birkaç okullu nesil tarafından” bozulmasıdır. Bunda cemiyet olarak kurtuluşu maneviyatta değil maddiyatta aramanın

tesiri büyüktür. Onun döneminin İslamlarının “kurtuluş” için gerekli hususların başında saydıkları ahlak vurgusunu Paşa da yapar. Fakat İslamcılar ile Paşa arasında çok belirgin bir fark vardır. İslamcılar Müslümanların kurtuluşunun en önemli şartlarından birinin “cehalet” olduğunu, çalışmak, ilerlemek olduğunu söylerler. Burada çalışan, eğitim gören, bilgi ve görgü bakımından yükselen kimselerin toplumu yükselteceklerini, geliştireceklerini söyleyen İslamcılar ahlak meselesine hiç temas etmezler; toplum ve birey mutlaka okusun, cahilliklerini atsın ve gelişsin, diye düşünürler.

Buna karşı Said Halim Paşa, eğitimi, çalışmayı, sa’yı mutlaklaştırmaz, ahlak ile ilmi bir arada alır, bu bakımdan da geleneksel İslami anlayışa yaslanır: “biz hala bütün felaketlerimizin sebebini cehaletimizden biliyor ve bunda ısrar ediyoruz. Kendimizde ilim eksikliğinden başka bir noksan bulmuyoruz. Bilgi sahibi kimselerin de kötülük yapabileceklerine ihtimal vermiyoruz, ilim ve tekniği her şeye deva sanıyoruz.” (Buhranlarımız, 1993, 103)

Said Halim Paşa sadece modern kavrayışla değil ama İslam’ın bünyesinde de olan bireyin ahlakı, değişimin bireyden başlaması gibi ilkeleri önemser. “Vatanın başına gelen felaketler vatan evlatlarının ahlaki noksanları sebebiyledir. (…) Kısacası, her ferdin, mevcut kötülüklerden kendi hissesi kadar mes’ul olduğunu ve bu kötü durumun, ancak kendini düzeltmeye çalışması ile ortadan kalkabileceğini kabul ve itiraf etmesi lazımdır. Bunun gerçekleştiği gün, kurtuluş yoluna doğru büyük bir adım atılmış olacaktır.” (Buhranlarımız, 1993, 105) İnsana yol gösterenin bilgi değil ahlak olduğu kanaatini güçlü şekilde savunan Paşa bu tavrıyla İslamcılık hareketine önemli bir katkı sağlar.[11]

Müslümanlar Niçin Geri Kaldı?

Oryantalistler “İslam’ın bir din olarak ilerlemeye müsait olmaması” yüzünden 10 Müslümanların geri kaldığı “ithamı”yla, Müslümanları uzun süre meşgul etmişlerdir. İslamcılar, büyük oranda Renan sonrasından itibaren savunmaya çekilerek İslam’ın ilerlemeye engel olmadığını savunup durdular. Hala Neo Liberal dünyada bile Müslümanlar kendilerini ifade etmeye çalışıyor ve Batılıların ithamları karşısında aslında öyle olmadıklarını savunuyor.

Dün İslam’ı mani – i Terakki olarak eleştirenler, sonradan gericilik, irtica, kesme ithamları getirirken Neo Liberal dünyada Müslümanların, İslamcıların barış içinde bir arada yaşamak istemedikleri, ötekini tanımadıkları, hoşgörü taraftarı olmadıkları eleştirilerini getirerek onları uyuma zorluyor.

Said Halim Paşa eğitimi, görgüsü ve Batıyı iyi tanıyan yapısına bağlı olarak Batının bu tezlerinin iler tutar yönü olmadığı, üzerinde konuşulmayacak derecede siyasi olduğunu bildiği halde, Müslüman olmanın getirdiği öfkeyi yenemez. Belki de Buhranlarımız’ın yerleşik ve klasik İslamcı tezlere en yakın olduğu, İslamcılarla aynı dili ve hassasiyeti kullandığı ender bölümlerden biri taassup kısmı ve özellikle İslam şeraitinin Müslümanları geri bıraktırdığı iddialarım yanıtladığı kısımlar. Paşa hiçbir surette İslam şeriatının Müslümanları geri bıraktırmadığı hatta ilerlemeleri için tüm donanımı kendilerine sağladığı, şeriatın hayatın her zerresine kadar nüfuz edebildiği halde Müslümanların “dinlerine uydukları için değil uymadıkları için” geri kaldığı fikrini takip eder. Kitabın bu bölümleri, savunmayı derinleştiren malzemeden uzak, yüzeysel ve sloganik olarak ele alınmıştır.

Asıl önemli olan İslamcıların çok fazla temas etmedikleri gerilikle ilerleme arasındaki meselelerde Said Halim Paşa tespitler yaparken aynı zamanda ilerleme ile ilgili metodik teklifler sunar. Paşa, gerilemenin nedenleri üzerine vurgu yaparken aslında toplumların gelişme ve ilerlemeleri ile ilgili genel sosyal yasaları da vurgular. Bu açıdan o da diğer İslamcılar gibi ilerlemecidir, değişimcidir, yenilikçidir. Fakat onun vurguladığı yenilenme ve ilerleme modern medeniyetin anladığı manada insanı, tabiatı, metafiziği ve Yaradanı görmezden gelen, tarihi ve geçmişi yıkan bir ilerleme değil; kontrollü, dengeli ve eksikleri kapatmaya dayalı ilerlemedir. Bu yüzden Paşa gibi düşünenler dünyanın insanların etkisiyle değiştiğini değil, dünyanın insanlardan önce değiştiğini ve insanların burada kendilerine bir yer bulup bulamayacakları fikrini takip ederler.

Müslümanlar, İslam Öncesi Hayatlarına Dönüyorlar!

Said Halim Paşa İslam’ın adalet, eşitlik ve bilgi ile büyük ve örnek bir medeniyet kurduğunu fakat bu ileri medeniyetin yürütülemediğini söylerken tezlerini “itikadi” bir noktaya götürür. Paşa Müslümanların hala İslam’ı tam anlamıyla içselleştirmediklerini dolayısıyla da kavrayamadıklarını, onun sürekli olarak değişen dünyayı belirleyecek denli önüne baktığını söyler. Fakat Müslümanlar bir türlü İslam’ı anlayamazlar ” İslam 11 öncesi hayatlarına” geri dönerler. İslam öncesi şartların tesirini kesip bir türlü kurtulamazlar. Paşa’nın bu konudaki tespiti aynı zamanda İslam’ın, aynı zamanda ilerlemenin ve gelişmenin mantığını gösterecek düzeyde orijinaldir: “Çünkü intisap ettikleri dinin en mühim gayesi beşer fıtratında bulunan gelişme kabiliyetini daha da artırmak ve insanları mazinin noksan ve hatalı mirasından kurtarmaktı. (…) Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlar, bu yüzden gerileyip çökmüşlerdir.” (Buhranlarımız, 1993, 154 – 155)

Paşa açıkça İslam’ın her zaman çağı takip ettiğini, bünyesinin ve içeriğinin buna müsait olduğunu, Müslümanların eski geleneklerine İslam öncesi köklerine bağlılığı sürdürdüklerini, Müslümanların çağı takip edemediklerini, gelişmelerden haberdar olmadıklarını, dinlerini de aktifken pasif hale getirdiklerini, İslam’ı tefsir etmediklerini, donuk halde bıraktıklarını çünkü İslam’ı yaşamadıklarını, bir anlamda hayatın her alanına teşmil edilecek bir zorunluluk, varoluş sebebi ve gündelik hayat algısı olarak düşünmediklerini yazar.[12]

Paşa için gerilemenin nedenlerinden bir diğeri ise Müslümanların bitmek bilmeyen metafizik tartışmaları, sonsuz, boş ve kısır münakaşalarıdır. Bunun karşısında Batıda genç ve zinde milletler, tecrübeye yani pratiğe dayalı bir medeniyet inşası gerçekleştiriyorlardı.

Müslümanların Kurtuluşu Nerede?

Said Halim Paşa Batının Müslümanları da tahakkümüne alan metotlarını çok yerinde tespitlerle anlatır. Paşa’nın tespitleri neticesinde zaten İslamcıların bile moderniteden, Batıdan etkilenmekten ziyade ona karşı düşman olmaları gerekir.

Çünkü o Batının geliştirdiği teknik ve teknolojik üstünlüğe öykünür ama hayran kalmaz. Teknik üstünlüğü almak ister ama onun meydana getirdiği sonuçları da düşünür.

Türk modernleşmesinde olduğu gibi tüm bakışını bu tekniği elde etmeye yöneltmez Müslümanlar nezdindeki karşılığına, Batının bunu nasıl kullandığına bakar; sömürüye, baskıya ve insafsızlığa teknolojinin nasıl ön ayak olduğunu önemser: “Fizik ve kimya sahasındaki keşif ve icatlar sayesinde Batı medeniyeti görülmemiş teknikler bularak, az bir külfetle en büyük verimi sağlayacak mükemmel ve sağlam vasıtalar yaptı. Bu da Batı milletlerindeki zahmetsiz kazanç, sömürme ve tahakküm hislerini son derece artırdı. Doğu’nun zenginliklerine göz diken bu milletler, cehennemî harp alet ve cihazları ile, kendilerine karşı durmaktan aciz kalan İslam memleketlerini istila ettiler.” (Buhranlarımız, 1993, 157)

Paşa yakında bir inkılap bekler, Müslümanların bu tahakküme, baskı ve zulme karşı çıkacakları bir mukavemet geliştireceklerini düşünür. Bu kısmen gerçekleşir; Mısır, Pakistan, Cezayir gibi yerlerde fiili olarak sömürge idaresine karşı çıkıp onları 12 topraklarından atarlar fakat Türkiye gibi fiili sömürge olmamış sahalarda sistem baskı ve şiddetini bizzat göstermez; onun yerine denetimli bir tahakküm kurar.

Müslümanlar İlerlemedikleri İçin Zayıflamadılar!

Said Halim Paşa’nın zihninde İslam’dan başka paradigma olmadığı gibi İslam’ın çerçevesi dışına taşan herhangi bir metotta bulunmaz. Bunda “Bizim ideallerimiz ile sosyal ve siyasi kanaatlerimiz, tamamiyle dinimizden doğmuştur.” (Buhranlarımız, 1993, 77, 96) inancının etkisi büyüktür.

Böylece Paşa sadece geçmiş avuntusunu İslam ve yüce medeniyet özelinde kurmamış gelecek tasarımını da toplumsal dokunun tamamı, kurumların hepsi ve tüm kültürel yapı İslamla şekillendiği için İslam’a göre düşünmüştür. İslami müesseselerin kemal olduğu konusunda tereddüdü yoktur (Buhranlarımız, 1993, 174) ama ilerleme hususunda belirgin bir hata vardır. İslamcılar, Türk modernleşmesi ve Osmanlı devlet ricali “ilerleme” kavramını bütünüyle yanlış algılayıp, yanlış yorumlayıp uygulamalarda da belirgin hatalar yapıyorlar. Çünkü hala İslam’ın güçlü olduğunu, hala İslam’ın bütünüyle sapasağlam durduğunun farkındadırlar.

Paşa’ya göre bu derece ilerleme hastalığına tutulmuş İslam düşüncesi ve Müslümanların “hala zayıflamayışının sebebini Müslüman milletlerin, henüz o derecede ilerlememiş olmasında bulur.” (Buhranlarımız, 1993, 135)

Paşa’nın ilerlemeden kastı esasında Batının yanlış bir şekilde tefsir edilmesi, Batılılaşmanın hatalı yollarla ithal edilmesidir. Onun anladığı ilerleme ile Türk modernleşmesinin ilerleme adına yapıp ettikleri arasında belirgin farklar vardır. Paşa için ilerleme bir zorunluluktur. Gelişmiş ülkelerin seviyesine çıkma hevesi bakidir. Hatta Batıdan “faydalanmaya” mecburuz. İslam zaten hayatı tamamen kapsayacak derecede şümullü olduğu için kendisine iman eden müntesiplerinin “mutlu” olmasını ister. (Buhranlarımız, 1993, 38, 61, 76, 164) Bu yüzden ilerlemek gerekir. Fakat onun anladığı ilerleme taklit etmek değildir; çünkü modernitenin kendi doğasına uygun olarak medeniyeti ve kültür değerleri birbirinden kopmayacak derecede bütündür. Batılılaşma anlayışı bu yüzden sürekli olarak Batılı olmayan toplumlar için kültür değerlerini, tekniğini daha az almaya ama medeniyet değerlerini daha fazla elde etmeye müsaittir.

Bu manada yürürlükteki ilerleme anlayışı, İslamcıların ilerleme kavrayışı her ne kadar Batının adet ve yaşayışını reddetmeye dayanıyorsa da “fiili modernleşme” taklide dayalıdır. O da eninde sonunda “kendi şahsiyetimizden, mazimizden, adet ve inançlarımızdan ve adeta varlığımızdan sıyrılıp çıkmamıza” neden olur. (Buhranlarımız, 1993, 28)

Buna örnek olarak Paşa Anayasa çalışmalarını hatta genel planda söylersek tüm hukuk devşirmelerini örnek gösterir, yarım asırlık çabanın hatalı bir yol olduğunu belirtir. Çünkü tamamen sosyal, siyasal, dini ve hissi manada ayrı olduğumuz Batının kanunlarını “aynen” almak hatalıdır. Bu hata zaten sonradan fark edildiği gibi yanlış modernleşme Anadolu’da karşılık görmemiş ve tutmamıştır: “Bir milletin örf, adet ve 13 geleneklerini bir günde değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve adetlerin gelişmesine ve geleneklerin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden temel içtimai kanunların bilinmediğine bir delildir. Bunu artık öğrenmeliyiz.” (Buhranlarımız, 13 – 18, 53)

Peki bu basit gerçeği, bu metodolojik hatayı iyi yetişmiş devlet erbabı, aydınlar niçin algılayamamıştır?

Bunda casus ve hürriyetçi olan hırsızların, Batının emellerini karşılayan tiplerin yanında, Batının tecrübelerinden yararlanmak için dikkatli ve uzak görüşlü perspektif eksikliğinin yanında Batı medeniyetinin parlaklığı karşısında hayret ve hayranlığın verdiği algı hatalarının payı büyüktü.[13] “Yabancıdan çok yabancı oluş” sendromu aslında Türk modernleşmesini en iyi anlatan ibarelerden biridir. (Buhranlarımız, 13, 42, 55)

Tamamen Almak Değil, Millileştirmek!

Said Halim Paşa’nın Batılılaşmadan anladığı sadece ve sadece ilim ve fendir: “İslam aleminin derdinin çaresi, kendisinde bulunmayan ve geriliğine sebep olan ilim ve fenleri hiç vakit geçirmeden elde etmesidir. Bu ilim ve fenler, bugün Avrupadadır. O halde bizim için yapılacak şey açıktır: Bilim ve fenleri Avrupalılardan öğrenmek… Evet!

Gerek unutmuş bulunduğumuz tecrübe metodunu ve gerek hiç bilmediğimiz bilgileri öğrenmek!”

Paşa’nın modernleşme algısının ve modern kapitalist sistemi çok iyi bir biçimde öğrendiğinin en net kanıtı, bütün bu fen ve teknolojiyi alırken kesinlikle “iktisat kaidelerini, iş ve sermaye kuruluşlarına ait usulleri” getirmemektir. Çünkü bu hususların Müslümanlar için uygun olmadığı, Batıyı vareden temel saikin de kapitalist ilişki biçimleri ile iktisat kanunları olduğunu bilir. Fakat daha önce de belirtildiği gibi teknik ve teknolojik gelişmelerle ilim anlayışının kapitalist zihinden çıktığını fark eden Paşa bunları da doğrudan almayı yani taklidi değil, dönüştürmeyi teklif eder, yani millileştirmeyi: “Şu halde bizim de şimdiye kadar takip etmemiz gereken yol, Avrupa medeniyetini millileştirmek yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olacaktı.” (Buhranlarımız, 76, 255)[14]

Said Halim Paşa, Buhranlarımız’da meseleleri çok derinliğine ele almaz, örnekler getirmez ama savunduğu görüşlerin arkasını doldurarak o fikrin gerekçelerini ve yöntemlerini de belirtir.

Belki de en büyük özelliği sadece eleştiride bulunup, tespitler yapıp, geçmişte olan bitenleri kayda geçirmek değil, bir sosyolog, bir psikolog gibi toplumun yapısını belirlemek, Osmanlı’nın ve Müslüman milletlerin tarihi siyasal algılarını, siyaset teorilerini dikkate alıp uyarlamaları ve mukayeseleri bu temel üzerine yerine getirmek, örnek alınan Batının tüm sosyal ve siyasal kimliğini belirttikten sonra eski ve yeni iktisadi düzenini göz önüne almaktır; Müslümanlara sadece tespitler yapmaz gelecek perspektifi de sunar.

İslamcıların neredeyse “ilerleyelim de nasıl ilerlersek ilerlereyelim” dediği, Batıcıların ve milliyetçilerin herhangi bir kıstas kullanmadığı, devlet ricalinin cezri 14 yöntemler uyguladığı modernleşme bahsinde her zaman toprağın, milletin yapısını düşünmüş, etraflı bir değerlendirme yaparak “ihtiyatlılığı” gözetmiştir. Sadece milli olmak bakımından değil sosyal değişmelerin, devrimlerin ve bilimsel anlayışın bir gereği olarak mutlak dönüşüm, mutlak değişim ve mutlak kopuş olmayacağını bilerek davrandığı için Paşa “sonsuz ilerleme”nin olmayacağı bilinciyle hareket etmiştir.[15] Bu yüzden de Müslümanları yükseltecek bir ilerleme kanaati getirir ve hürriyet, yerinde saymama gibi kavramları öne alır.

İslamcıların Tezlerinin Ötesinde, İslamcıların Üstünde Bir Algı

Said Halim Paşa, İslamcılık hareketinin en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen metinde de vurgulandığı gibi bir çok konuda onlardan ayrılmıştır. İslamcılık hareketinin en özgün isimlerinin başında gelen, sonraki dönemlerde İslamcılık düşüncesini Mehmet Akif ile birlikte en fazla etkileyen kişilerin başında yer alan Said Halim Paşa, İslamcılık düşüncesinin meselelerini ve çıkış yollarını ararken her zaman bu toprağın ruhunu, tarihini, milleti millet yapan değerleri hesaba katmış; modernizmi ve Batıyı, Batının öğretilerini mutlaklaştırmamış ve İslamcıların yaptığı gibi tarihsel kesintiye itibar etmemiştir.

Modernizmin ve Batının yeni bir düşünce, felsefe, inanış olduğunu; kapitalist örgütlenme tarzını, sermaye ve kara dayalı iktisadı anlayan Paşa, hurafe, bidat, tevekkül gibi kavramları diğer İslamcılar gibi yermemiş, makul bir izaha girişmiş, Müslümanların hala çökmemesini “ilerlememelerine” bağlayarak, zamanın ruhunu tersten işletmiştir.

Tanzimat döneminde doğan ama II. Meşrutiyet’te keskin bir kopuş ve uyum sürecine giren İslamcılıktan, İslamcılardan farklı olarak o bizim gerileme, Batının yükselme dönemini İslam ile Batı arasındaki tarihi ihtilafa, çatışmaya bağlayarak, İslamcılığın aslî yönünü göstermiştir.

Batı kültürünü, Batı dilini çok iyi bilmesine, İmparatorluğun çöküş sürecini bizzat yaşamasına rağmen Batı gibi düşünmeyi, Batı gibi yaşamayı reddeden; İslam’ın bu topraklarda tek ve alternatifsiz bir imkan olduğunu her fırsatta vurgulayan Paşa, İslamcıların genelinde olduğu gibi yaşayışı ile düşüncesi arasında zıtlıklar göstermemiştir.

Türklere İslam dünyası içinde müstesna bir yer ayıran Paşa, sadece bir cümlesiyle bile Türklerin, Müslümanların geri kalmalarının nedenini açıklayabilecek yeteneğe, bugün bile hala Müslümanların içinde bulunduğu psikolojiyi anlatma kabiliyetine sahiptir: “Memlekette Batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber Avrupalı telakki ve esasları getirirsek, Avrupa hükûmetlerinin sevgilerini kazanmaya, eski düşmanlıklarını 15 hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak oluruz.’ Sandılar.” (Buhranlarımız, 206 – 207)

Kitabiyat

Hüseyin Kazım Kadri (1999) İslam’ın Avrupa’ya Son Sözü. Pınar Yayınları.

Özel, İsmet (1977) “Teknik Üzerine”. Düşünce Dergisi. Ağustos – Eylül 1977. Sayı: 5 – 6. Said Halim Paşa (1993) Buhranlarımız ve Son Eserleri. Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ. İz Yayıncılık.

Dipnotlar

[1]      İttihat Terakki’nin Sadrazamı görünürde Said Halim Paşa olmasına rağmen İmparatorluğun geleceğini ilgilendiren büyük ve temel konularda; I. Dünya Savaşı’na girerken ve Ermeni Tehciri’nde herhangi bir rolü, etkisi olmadığı gibi rivayetlere göre bilgisi bile yoktur. Paşa, Talat – Cemal – Enver triumvirasının etkisiz bir sadrazamı olarak tarihe geçmiştir.

[2]      Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız’dan yapılan alıntılar şu kitaptan yapılmıştır. (Said Halim Paşa, 1993)

[3]      İslamcılar özellikle Türkiye’deki etnik ve kültürel çeşitlilik içine girenler, Moğol ve Gazali sonrası İslam dünyasının gerilemeye başladığını söylerler. En basit bir tarih kitabını eline alanların da göreceği gibi, Emeviler döneminin parlak ama kısa süreli “temelli” fetihlerinin kat kat fazlası, örnek bir iktisadi düzen, gelişkin bir eğitim ve medrese sistemi, devlet hiyerarşisi ve siyaset anlayışı, canlı bir fikir hayatı, Moğol ve Gazali sonrasına rastlar. Gazali’nin “işlek ve hayatın içindeki din” algısı ve ahlak öğretisi, İbn Arabi’nin Vahdet – i Vücud felsefesi, Yunus’un estetik söyleyiş tarzına Moğol’dan kaçan büyük bir ulema ve zanaatkar kitlenin eklenmesiyle Anadolu’da dünya tarihinin 13 – 17. asırlarında tek etkili gücü olan bir dünya görüşünün tesisi gerçekleşmiştir. Batılıların “deneyimlemek” dedikleri tecrübi felsefe, İslam dünyasında Osmanlı / Türk çıkışıyla gerçekleşmiş, Emevi sonrasında ortaya çıkan mügalataya dayanan ve dünyadan kopuk felsefi anlayış yerine, “yaşayan ahlak felsefesi”, “aktif siyaset anlayışı”, “hayatı besleyen medrese geleneği” bu dönemde yürürlüğe girmiş ve kapitalizm gibi insan varoluşuna, nefsine seslenebilen bir sistemin uzun müddet yayılmasını engellemiştir. Bu tarih ve fikri hakikat İslamcıların nezdinde Batıdan aldıkları feyzle “yok” hükmündedir.

[4]      Çağdaş İslam Düşüncesinin belki de en büyük meselesi İslam ile Hıristiyanlığın yani din ile dinin karşı karşıya gelmemesidir. Görünüşte böyle bir karşılaşmadan, İslam ile gizli Hristiyanlık çatışmasından söz eden İslamcılar bulunsa da modernite tam manasıyla bir Hristiyanlık değildir; hatta modernizmin din ile Hristiyan değerleriyle bağlantısı çok zayıftır; esasında varlık gerekçesini Hristiyani değerlerin, dini değerlerin karşısında olan, bu değerlerin kurguladığı tabiat anlayışının tersine geliştirilen doğa felsefesine bağlıdır. Bu açıdan İslam’ın yani dinin karşısında kendisi gibi bir din değil, beşer yorumu ideoloji vardır. Dengesizlik, çaresizlik, tezsizlik biraz da buradan gelir. Dini bakış açısıyla, tevhidi bakış açısıyla beşeri bir modele geçiş sağlama çabası!

[5]      Her ikisi de aynı dergide yani Sebilürreşad’da yazan Akif ile Said Halim Paşa’nın hatta diğer İslamaların bu tür temelli meselelere yaklaşımlarının birlikte okunmasına, değerlendirilmesine ihtiyaç var. Bu açıdan hem Akif – Said Halim Paşa’nın mukayeseli kritik edilmesi hem de Sebilürreşad’ın yazarları üzerinden incelenmesine ihtiyaç var.

[6]      Bu tavrın hala bugün bile dile getirilmesi, Batılı metinlerin okunmadan çevirilerden oluşan bir anti batıcılık ve modernizm karşıtlığının etkisi büyük iken bilhassa erken dönemlerde İmparatorluktan gelen asaletin, kafiri kendi dengi görmemenin, zelil addetmenin ve aşağı görmenin etkisi büyüktür. İslam’ın Müslümanı üstün konumda tutması, kafiri aşağı tutması İslamcıları onları hakir görmeye itmiştir; halbuki aşağı görmek hakaretin karşılığı değildir, üstünlük algısının mensubiyeti ve meşruiyeti içindir!

[7]      İsmet Özel 1970’li yıllarda bu konu üzerinde durmuş biraz da Heideggeryen tarzla tekniğin kültürle iç içe olduğunu ve Batıdan alınacak tekniğin aslında büsbütün Batı kültürünü de getirmek olduğuna temas etmiştir. (Özel, 1977, 10 – 24) Dolayısıyla Batının tekniğini sonraki dönem İslamaları gibi erken dönem İslamcılarından Hüseyin Kazım Kadri’de reddetmiştir: “bize Hristiyan Avrupa’dan gelen tüm bilim / teknoloji (fen) ve sanayinizi de nefret ve tiksintiyle reddediyoruz.” (Hüseyin Kazım Kadri, 1999, 152) Hüseyin Kazım Efendi, Hristiyan değerler derken, kültür yani tekniğin de aslında kültürden neş’et ettiği üzerinde durmak ister; bu cümleden modernitenin Hristiyanlıkla olan ilgisini derinliğine incelemediği de anlaşılabilir. Nurettin Topçu’da teknik ve teknolojik gelişmelerin bilhassa insanın varoluşu üzerine etkilerini inceler ve yabancılaşma üzerinde durur.

[8]      İslamaların say, gayret, ilerleme, aktif bir birey özlemi ile Said Halim Paşa’nın burjuva vurgusu örtüşür. İslamcıların bu dönemde tam anlamıyla bir burjuva sınıfı özlemi içinde oldukları çok nettir. Bu talepler zaten belirttiğimiz gibi II. Meşrutiyet Dönemi’nde ortaya çıkmış / artmıştır. Bu dönemde İttihat Terakki’nin “milli burjuvazi” oluşturma çabalarıyla İslamcıların talepleri örtüşür. İslamcıların büyük oranda Meşrutiyetçi dahası İttihatçı oldukları göz önüne alınırsa, modernleşme projesinin İslamcıların nezdinde önemli ve sınıfsal bir düzlemde algılandığı net olarak görülür.

İslamcılar bu emellerine 2000’lerdeki üçüncü kopuş / uyum döneminde; Neo Liberal politikaları uygulayan İslamcılık döneminde ulaştı!

[9]      Paşa, I. Dünya Savaşı sonunda artık yeni bir dünyanın doğduğunu, imparatorluklara dayanan dünya sisteminin bittiğini, o dönem milli devletler bugün ulus devlet denilen yeni örgütlenme biçiminin oluştuğunu fark edebilmiştir. İslam’ı iyi bildiği ve yazılarında sık sık dinin, çağın getirdiklerine karşı düzenlenebildiğini belirttiği için, Anadolu’da bir ulus devletin teşekkül ettiğini de görebilmiştir. Bu doğumun mutlaka İslami bir alt yapıda tesis edilmesi gerektiğini, yeni devletin imparatorluktan farklı bir hiyerarşisinin olacağını düşündüğü için, İslam’ın devlet anlayışını modern ve ulus devlete göre dizayn edip gerekli ilkeleri kaleme almıştır.

Paşa’nın son eseri Düzdağ’ın çeviride kullandığı kavramla “İslam Devletinin Yapısı” 1960 sonrası Türkiye’ye ihraç edilen İslam Devleti kavramından çok daha önce şekillenmiş ve yerli bir mantıkla biçimlenmiştir. Paşa bu kitapta milli iradeden, İslam’ın sosyal yapısına, karşılaştırmalı olarak Batı ile İslam’ın siyaset metoduna kadar bir çok konuyu yeni dünya sistemine göre yazmıştır. Bu açıdan Paşa orijinalliğini bilgi, görgü ve sezgisine borçludur.

[10]     Said Halim Paşa, milleti önceler, çoğu konuda millet yaşayışını makbul kabul eder ama “halk dalkavukluğu ve popülizm” yapmaz. O, yüksek kültürü, aydını önemser. Bozulmanın aydından başlaması karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Çok detayına girmese de Buhranlarımız’ın bünyesinde sık sık her meseleyle irtibatlı şekilde bir yüksek kültür vurgusu yapar; yüksek kültürün, aydının nasıl olması gerektiği konusunda teklifler getirir. Anlaşılan Paşa, modernitenin aydın tanımından kaçtığı gibi, kitle iletişimin, matbuat ve gazetelerin yaygınlaşmasıyla aydınların ve yüksek kültürün “popülerleşmesi”ni fark etmiş buna karşı geçmişteki kimliğine özgü bir yüksek kültür ihtiyacının hasıl olacağını kavramıştır. Said Halim Paşa’nın bu yönü müstakil bir çalışmayı, Türk modernleşmesi bağlamında karşılaştırmalı olarak incelemeyi hak ediyor.

[11]     Said Halim Paşa’nın fark ettiği gibi Müslümanların meselelerinin büyük kısmında ahlak sorunu vardır. Fakat bu ahlak klasik ahlak literatüründen biraz farklı ele alınması gereken hususlar içerir. Modernitenin ortaya koyduğu maddi ve iktisadi gelişmişlik ve yönelim karşısında bu klasik ahlak Müslümanları yönlendirmeye kâfi gelmemektedir. Babanzade Naim Efendi bu eksiği fark ettiği için bir ahlak risalesi kaleme almıştır. Bu dönemdeki ahlak vurguları maalesef önemli bir birikim oluştursa da İslamcılara, Müslümanlara yön verecek güncellikten uzaktır. Nurettin Topçu İsyan Ahlakı’yla determinizmin ve modernitenin ilkeleri karşısında dayanışma ve sorumluluk temelli bir ahlak önerir. Said Halim Paşa da “azim ve sebat, irade ve fedakarlık” temelli ahlak anlayışı teklifinde bulunur. Hürriyet, eşitlik, eşitsizlik, yardımlaşma kavramlarını ahlak anlayışı içine yerleştirir. (Buhranlarımız, 103, 188 – 191) Modern ahlaka karşı Müslümanların hala geçerli, ittifak edilmiş ve insanları yönlendirebilecek ahlak sistemi kurulamamıştır.

[12]     Paşa burada Türkleri diğer Müslüman milletlerden ayırır; ona göre Türkler İslam’ın özüne uygun olarak çağın koşullarıyla dinin yapısı arasındaki uyumu ve bağlantıyı çözmüştür: “İslam’dan önce kurdukları medeniyet, İslam’dan sonraki ilerlemelerine mani olacak kadar köklü ve ileri bulunmadığından, Türkler kabul ettikleri yeni şeriata büyük bir başarı ile hizmet etmişlerdir. Ancak Arap ve Acem medeniyetleri ile yakın temas halinde bulunduklarından, onların tesirlerine kapılarak aynı akıbete düşmekten kurtulamadılar.” Yani Türklerin gerileme nedeni Arap ve Acemlere uymalarıdır. “Müslümanlığı kabul eden milletler arasında, İslam’ın esaslarını en iyi anlayan ve en güzel şekilde tatbik eden Türkler oldu. Bu da onlara büyük bir devlet kurarak, İslam’a, bütün öteki Müslüman milletlerden daha fazla hizmet etme imkanı verdi. (…) hem son derece çeşitli ırklarla dolu olan bu muhitin , hem de İran ve Arap muhitlerinin tesirleri altında kaldılar. Bu tesirlerle hiç farkına varmaksızın Müslümanlıktan uzaklaşmaya başladılar. Sonunda ötekiler gibi gerilediler. Fakat ötekilerden farklı olarak istiklallerini korumayı başardılar.” (Buhranlarımız, 156, 203)

Said Halim Paşa, milletin dehasını gösteren, milli, fikri ve ahlaki varlığını meydana getiren kıymetleri küçümsemenin hata olduğunu tarihimizi ve ecdadımızın büyüklüğünden şüphe etmememiz gerektiğini dile getirir. (Said Halim Paşa, 1993, 67) Bu yönüyle Paşa incelenmeyi gerektirecek milli yaklaşımlar geliştirir!

[13]     Said Halim Paşa her ne kadar, Batıyı iyi çözümlese bile bazen duygusallık ve zamanın ruhunun tesiriyle söylemlerine zıt tespitler yaparak, küçük hatalara düşebilmektedir: “Batılı milletler, ilerlemek ve olgunlaşmak için önce suistimallere, adaletsizliğe ve cehalete karşı savaş açmışlardır.” yargısı, “Esasen Batı toplumu, fertlerin ve sınıfların imtiyazları ve eşitsizlik temelleri üzerine kurulmuş bir cemiyettir.” sözleriyle çelişir. (Buhranlarımız, 56, 262) Paşa ilk alıntıda Batının cehaletle savaş konusundaki yaklaşımı bakımından haklı olsa da bu hiçbir zaman tüm Batı insanına ulaşmış bir hak değildi; ayrıcalığı kullanan burjuvanın tamamı modernleşmeyi gerçekleştirdi.

[14]     Paşa millileştirme yöntemini özellikle Batının kurumları için de kullanır. Ona göre İslam cemiyeti, eşit derecede demokratik ve aristokratik olma ihtiyacı duymaktadır. Fakat bu demokratikleştirme yani milli bir demokrasi anlayışı Batıdaki usullerle gerçekleşmez, üst tabakadaki halkçı fikir, his ve geleneklerin gelişmesine bağlıdır. (Buhranlarımız, 170 – 171)

[15]     Onun bu tavrını, ihtiyatlılığını ve öngörüsünü “muhafazakarlık” diye yaftalamaya çalışanlar, ondaki milli tavırdan, hadiselere tarihi tecrübeler ve toprağa bağlı cepheden yaklaşmasından rahatsızdırlar. Bir takım etnik ve kültürel öbekler, İslamcılık adı altında kendi tezlerini savundukları için İslamcılığı mutlak modern, kesintisiz ilerleme, tarihten ve milletten kopukluk olarak görürler. Paşa’ya yapılan muhafazakarlık yakıştırması aynı zamanda İslamcılığın rasyonel ve uygulanabilir olmasını, tarih ve milletle bağının koparılmasını hedefler. Böylece bugün de olduğu gibi İslamcılık hala modernleştirmenin “ileri uç beyi” olarak yabancılaştığı milleti yola getirmeyi düşünür. Kaldı kı Paşa için Avrupa, Batı sonsuza kadar devam etmeyecek muhakkak yıkılacaktır. (Buhranlarımız, 260)

[i] Umran Dergisi. Sayı: 232. Aralık 2013.

Yazar
Ercan YILDIRIM

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen