Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Modernleşme Çabaları[i]
Dr. Mehmet ATAY[ii]
GİRİŞ
Türkçe konuşan Anadolu’ya, Türkiye adı yaklaşık olarak onbirinci yüzyılda Türkler tarafından ilk fethinden sonra Avrupalılarca verilmiştir. Fakat Türkler 1923’e kadar, ülkenin resmî adı olarak kullanmamıştır. Halk kendini Türk diye nitelendirmişti.
Osmanlı deyimi ise bir millet anlamında değil, Selçuklular gibi bir hanedan anlamına geliyordu. 19.uncu yüzyıla kadar Türkler kendini, Müslüman olarak kabul ediyorlardı. Bağlılık, farklı düzeylerde de olsa Müslümanlığa ve Osmanlı Hanedanına yani Devlete idi.
Çağdaş anlamda Türk ulusu kavramı, 19 uncu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dünyada yaşanan milliyetçi ve yenilikçi hareketlerin etkisi ile Anadolu Türk toplumu ümmet olmaktan, millet olma yolundaki gelişmeler neticesi modern Türkiye’nin doğuşu gerçekleşmiştir.
Uzun zaman yabancı etkilere maruz kalmasına rağmen muzaffer olarak yaşamını devam ettiren Türk dilinin, Türklerin İslâm dünyasındaki tarihî rollerinden aldıkları otorite ve kararlılık mizacı ve dolayısıyla kendine güven duygusu arasında bir çağrışım yapması muhtemeldir.
Osmanlı Devletinde, çeşitli etnik azınlık ve tebanın yanısıra Türklük, çoğunluk olarak nasıl etkin ve başat pozisyonda ise bir diğer önemli faktör de İslâmiyetti.
Osmanlılar altı yüz yıl, ilkönce, esas itibariyle başarılı olarak, Avrupa’nın geniş bir kısmında İslâm egemenliğini kurma çabasıyla daha sonra da Batı’nın amansız saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli artçı harekatıyla hemen hemen devamlı olarak Hıristiyan Batı ile savaş halinde olmuştur.
Yüzyıllar süren bu mücadele, Türk İslâmlığının ta kökenlerindeki kaynaklarıyla Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısını etkilememezlik edemezdi. Osmanlı Türkü için bütün ilk İslâm anayurtlarını kapsayan imparatorluk İslâmiyetin ta kendisi idi.
Bu itibarla Osmanlı Vakayinamelerinde İmparatorluğun toprakları “memalik–i İslâm” hükümdarı “İslâm Padişahı”, dini başkanı “Şeyhülislam” olarak adlandırılırdı. Osmanlı Türkleri kendilerini İslâm ile özdeş görmüşlerdir.
İslâmiyette, Avrupa’daki Hrıstiyan dünyasındaki gibi ruhban sınıfı olmamasına rağmen bunun teokratik anlamda doğrulduğunu korumasına ve mümin ile Tanrı arasında hiçbir ruhbani aracılık bulunmamasına rağmen, bunun Osmanlı’da hilafet ve saltanat müesseseleri dolayısıyla, sosyolojik ve siyasî bakımdan tersinin mevcudiyeti realitesi ortaya çıkar.
Büyük imparatorlukların yıkılışı daima büyüleyici bir ilgi konusu olmuş ve günümüzde, İmparatorluğun büyüklüğünün göçüşüne sevinenlerin ve ağlıyanların her ikisi için de yeni bir kesinlik kazanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı da ciddi olarak incelenmemekle beraber bu ilgiden uzak kalınmamıştır. Osmanlı tarihinin özellikle ilk 500 yılı hala en çok ihmal edilen inceleme alanlarından biridir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşu ve yıkılışı arasındaki tarihsel ve siyasal bağıntıyı kurmaya çalışırken şu noktalara eğilmek gerekir. İmparatorluğun özellikle 17 ve 18 nci yüzyıllara ait arşivlerinin büyük bir kısmı yayınlanmamış olmasına karşın, Osmanlı Devlet İdaresinin , toplum ve uygarlığının çöküşüne yol açan başlıca etken ve süreçlerin bazıları geniş bir klasifikasyona tabi tutulduğunda başlıca üç grupta konunun analize tabi tutulabileceği sonucuna varılır: Bunlar, a–Devlet İdaresi, b–İktisadi ve Toplumsal Yaşam, c–Manevi, Kültürel ve Entellektüel Değişmedir.
Birinci gruba devlet cihazındaki 1630’da IV.Murat’a sunulan ünlü Koçibey risalesinin esas konusunu teşkil eden Saray, Bürokrasi, Adliye, Silahlı kuvvetler dahil edilebilir. Osmanlı sarayının ilk on padişahının nadir rastlanan muktedir ve akıllı adamlar olmalarının yanında, bu silsileden gelen hükümdarların geri kalanlarının hayret verici bir şekilde yeteneksiz, dejenere ve uygunsuz adamlar serisini teşkil ettiklerine dair bazı tespitler oldukça dikkat çekicidir. Bu olgu bir rastlantı değildir ve etkili bir hükümdarın ortaya çıkışını fiilen engelleyen bir yetiştirme ve seçme sistemiyle açıklanabilir.
Devlet cihazındaki çöküntü, sadece yüksek hükümdarlık araçlarını değil, bütün imparatorluk yüzeyinde bürokratik ve dini kurumların bütününü etkilemiştir. Bunlar işe alma, yetiştirme ve yükselme yöntemlerinde artan değişikliklerin şiddetlendirdiği, yeterlilik ve doğruluk bakımından felaketli bir düşüşe uğramışlardır.
Bu bozulma 16 ncı yüzyılın titiz, dürüst ve son derece yeterli bürokratik hükümetinden 17 nci yüzyılın ihmaline ve 18 nci yüzyılın çöküntüsüne ulaşan değişimi canlı ve açık bir şekilde yansıtan Osmanlı arşivlerinde açıkça farkedilmektedir.
İmparatorlukta en dikkat çekici çöküntü, Osmanlı silahlı kuvvetlerinde gözlenir. Koçi Bey 1630’da imparatorluğun, sadık ve yiğit tebaasının büyük ihtiyat kuvvetine hâlâ güvenebileceğini söylüyordu. Yine 1774’de Ali Paşa, Küçük Kaynarca andlaşmasından sonra yazdığı yazılarında Türk askerinin cesaret ve moralinden hiçbir şey yitirmediğini belirtir.
Ama bir zamanlar Avrupa’ya dehşet salan Osmanlı Orduları, bizzat kendi hükümdarlarından ve sivil halkından başka kimseyi korkutamaz hale gelir ve bir zamanlar küçük görülen düşmanlarının elinde uzun bir utandırıcı yenilgiler dizisine uğrar.
Gelişen teknoloji ve tarihsel süreç içinde yeni teknikleri benimsemede ataklığın ve çabukluğun azalması, bürokrasi ve ilim adamlarına paralel olarak silahlı kuvvetlerin meslekî ve moral standartlarındaki genel bozulmanın belki de en tehlikeli cephesidir. Bu hal doğrudan doğruya, Roma İmparatorluğunda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da yıkılışın başlıca nedenlerinden biri sayılması gereken daha güçlü dış düşmanlara toprak kaybı yol açmıştır.
Modern tarihçiler, istilacılara karşı toprak kaptırılmasını, haklı olarak, zayıflığın nedenlerinden çok belirtileri arasında saymak eğilimindedirler. Fakat insan gücü, gelir ve kaynakların sürekli tükenişinin etkisini küçümsememelidir.
Osmanlıların, menzilinin ötesine yayılmış büyük savaş makinesi Macaristan ovalarında boşuna dönerken Osmanlı İmparatorluğunun hayatı ve büyümesi, Batılı denizci milletlerin Okyanus keşif gezileriyle çok daha geniş ölçüde tuzağa düşer.
Deniz yolunun ve yeni keşiflerin sonucu ipekyolu etkisizleşince dünyadaki ve Akdeniz bölgesindeki ekonomik ve ticari yapı Osmanlı aleyhine çöker. 1580–1620 arası dönem ekonomik darboğazların başlangıcını teşkil eder. Bir düka altını karşılığı akçenin rayici 60’dan 200’e düşmüştür. Ekonomik gerileme ve enflasyon sonucu, gittikçe artan harcamalar ve düşen bir para ile karşı karşıya kalan Osmanlı hazinesi her geçen gün daha da tatmin edilmez hale geldi. İmparatorluğun küçülen ekonomisi, gittikçe pahalılaşan ve hantallaşan bir üst yapıyı beslemek zorunda kalmıştır. Saray, bürokrasi, ulema sınıfı, gider açısından modern olan bir ordu ve vergi mültezimleri ile toprak sahiplerinin oluşturduğu bir asalak sınıf–bütün bunlar Ortaçağ devletlerinin beslemeye çalıştığı üst yapıdan çok daha ağır idi.
Müslümanlar kurdukları askerî imparatorlukta –ki derhal feodal ve bürokratik nitelik almış–yalnız dört meslek tanınıyordu: İdarecilik, savaş, din ve tarım. Sanayi ve ticaret, sanatlarını icraya devam eden fethedilmiş alanlardaki gayrimüslüm tebaaya bırakılmıştı. Batılılar ve yerli Hırıstiyanlar, bankerler, tacirler ve sanatkârların hepsi, Hırıstiyan menşeli fikirler ve icatlardan etkilenmez ve düşüncelerini zanaat ve aşağı mekaniğin sorunlarına saptırmağa isteksiz Osmanlı Müslüman tarafından küçük görülüyordu.
Bu arada, ilkel üretim teknikleri ilkel taşıt araçları, müzmin güvensizlik herhangi bir uzun vadeli ya da geniş çaplı teşebbüsü önlemekte ve Osmanlı ekonomisini en düşük yetenek, teşebbüs ve moral düzeyinde tutmakta birlikte rol oynadılar.
İmparatorluğun çöküşünün sebepleri incelenirken bir başka cepheden de bakmayı ihmal etmemek gerekir. Her nekadar imparatorluğun dünya gelişmelerine ayak uydurmasının mümkün olamaması çöküşünün temel sebepleri arasında ise de batının bazı yönlerden imparatorluğu etkilemesine bütün bu sorunlar bütünü içinde sistemi büyük oranda sarsmıştır. Diğer yandan Osmanlı’da Batılılaşma girişimleri de olmamış değildir. Ne varki sistemi değiştirme ve yenileme yolunda başarılı olunamadığı tarihsel bir gerçektir. askerî alan dışında Avrupa’dan alınan en önemli teknik yenilik şüphesiz matbaanın Türkiye’ye girişidir.
Osmanlı’da Modernleşme Girişimleri
Sosyal ve kültürel devlet idaresindeki yenilikler, Tımar sisteminin kaldırılması, vakıflar, haberleşme, ulaştırma, nüfus sayımı ve mülk yazımı ile kütüklere geçirilmesi ve en önemlisi askerî reformlardan oluşan 1800’lü yıllar ile 1840’lar arasındaki dönemi dikkat çekicidir. Ancak sonuçlar bu değişikliklerin yine de sadece yüzeyde olduğu yolundadır.
İslâmın şer’i hukuku özellikle toplum ve aile konularında yine itiraz edilmez durumdaydı. Evlenme ve boşanma, mülkiyet ve miras, kadınların ve kölelerin statüsü gibi konular esas itibariyle değişmemişti. Bu evrede reformcuların da dinî kurumlarda herhangi bir reformu düşünmüş gözükmedikleri ortadadır.
Müslüman hukukçuların dar teorisinde hukuk, yalnız Tanrı’dan gelip vahiyle ilân edildiğinden devlette hiçbir yasama erki olamazdı. Böylece teorik olarak İslâmın Tanrı tarafından verilmiş değişmez hukuku şeriattan başka hiçbir hukuk ve onu yönetenlerden başka hiçbir yargı organı yoktu.
Osmanlı’da hukukî uygulama, örf-âdet ile hükümdarın iradesine etkinlik tanıyarak ve bunları şer’i mahkemeler sisteminin başındaki idari ve örfi mahkemelerde uygulayarak gerçek ile teori arasında bazı uzlaştırmalar yapılmıştı.
Dönemin yönetimi tarafından liberal ve modern bir rejimin Türkiye’de de kurulabileceğini Avrupa’ya göstermek amacıyla, Gülhane Hattı Şerifi hazırlanarak 3 Kasım 1939’da ilân edildi.
Türk tarihinde tümüyle Tanzimat diye bilinen büyük ıslahat fermanlarının ilkinin yazılıp ilân edilmesinde Reşit Paşa esas rolü oynamıştır.
Hattı Şerif, tebaanın hayatı, namus ve mülkiyet güvenliği ile iltizamın ve ona ilişkin bütün suistimallerin kaldırılması, askerî güce sürekli ve düzenli asker alımı, suçla itham edilenlerin adil ve açık muhakemesi ile kanunların uygulanmasında her dindeki kişilerin eşitliği gibi ilkeleri ilân eder. Reşit Paşa’yı bu tantanalı reform programını ilâna yönelten zorlayıcı sebeplerin başında Batı’nın zorlamaları ve istekleri önemli yer tutmakta, ayrıca Avrupa’nın desteğini kazanma ihtiyacı dikkat çekmektedir.
Yeni düzenlenen ordunun Ruslar karşısındaki zayıflığı, reformların içinin boşluğunu ortaya çıkarır. Avrupa’yı Osmanlı hükûmetinin ciddiyet ve iyi niyetlerine inandırma zorunluluğu bir kez daha belirdiğinde, 1856’daki Hatt–ı Hümayun bir dizi ek tavizler ve reformlar ihtiva ediyordu.
19 uncu yüzyıl Türk reformları hakkındaki Avrupa yazımında, reformların ölü doğduğunun beylik bir laf olduğu açıkça görülecektir.
Nitekim 1800 başlarındaki Türkiye ile 1871’deki Türkiye’nin bir kıyaslaması bir çok derin değişiklikleri iyi veya kötü, Tanzimat’ın Avrupa’nın ağzına çalınan bir parmak baldan veya saf reformcu taslaklarınca saygılı bir iyi niyet ifadesinden ibaret olmadığını gösterecek kadar gözler önüne sermektir.
Avrupa’daki yaygın kanı, İmparatorluğun eski kurumlarının ve yapısının barbar ve onarılamayacak kadar kötü olduğu ve sadece Avrupalı hükûmet şekli ve hayat tarzının mümkün olduğu kadar süratle kabulünün Türkiye’yi uygar bir devlet mertebe ve imtiyazına eriştireceği şeklindeydi.
Türk devlet adamları, Avrupa devletlerinin hükûmetleri ve elçilikleri tarafından oldukça şiddetle bu görüşe zorlandı ve bu görüş sonunda kendi gerilik yoksulluk ve zayıflığına kıyasla, reformlar Avrupa’nın kudret servet ve gelişmişliğini pek iyi bilen Türk egemen sınıfının gittikçe genişleyen bir bölümü tarafından hiç olmazsa zımnen kabul edildi.
19 uncu ve 20 nci yüzyıllar dünyasında, Türkiye ya modernleşmek ya da çökmek durumundaydı.
Buna rağmen Tanzimatçılar bütün başarısızlıklarıyla birlikte daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular.
Sonuçta hukukî ve idarî reformlar çok kez yanlış anlaşılmış ve yeteneksizce uygulanmıştır. Yeni anlayışla okumuş bir Elit yetişir. Okumuş yeni memur sınıfı idare ettiği cahil halktan gittikçe genişleyen bir uçurumla ayrılır. Bu yeni ruhun imparatorluğun egemen sınıflarına inmesi yavaş ve çok kez şevk kırıcı olmuştur.
Ancak, 20 nci yüzyıla gelindiğinde, modern Türkiye’yi yapan büyük sosyal ve siyasal devrimi başaracak bilgi ve yetenekte, sorumluluk alabilecek ve karar verme duygusuna sahip bir idareci elit yetişmiş durumdaydı.
Reformların kızgınlık ve hoşnutsuzluk uyandıracak pek çok yanı vardı. Gerektirdiği siyasal, sosyal ve ekonomik değişiklikler, Türk toplumunun hemen her grubunun çıkarlarına karşı bir çeşit tehdit taşır haldeydi. Osmanlı Türkiye’sinin son dönemdeki genel görüntüsü, Hırıstiyanlığı ideolojik olarak öne çıkaran Batı’nın 500 yıllık kavgasının başarıya ulaşması şeklindeydi. Bu yönüyle reformların Avrupa devletlerinin teşviki, uzman ve danışmanlarının yardımıyla, Müslüman bir ülkeye kabul ettirilmesi idi.
1871’e gelindiğinde reform basit bir geçmişe dönüş politikasını imkânsız kılacak kadar yol almış bulunuyordu. Eski düzenin yıkılması onun yeniden ihyasına imkân bırakmazcasına köklü olmuştu. İyi veya kötü Türkiye’nin önündeki tek yol, modernleşme ve Batılılaşma yoluydu, hızlı veya yavaş doğru veya dolambaçlı gidilebilir, fakat geriye dönemezdi.
1876’da Osmanlı Kanun–u Esasi’sinin ilânı Türk sorunlarında kanıtları ve yargıları çok kez Türklerin meziyet ve kusurlarından tamamen bağımsız düşüncelerle belirlenen Avrupa’daki Türk dostları ve düşmanları arasında çok tartışma konusu olmuştur. 1876 Kanun–u Esasisinin imparatorluk hükûmetini ıslah etmek veya değiştirmek için gerçek bir arzuyu temsil etmediği, sadece Batılı Devletlerin gözlerini boyamak ve milletler yararına müdahale planlarını bozmak amacında olan bir manevra bir göstermelik olduğu tenkidi sık sık yapılmıştır.
Kanuni Esasi’nin ilân edildiği koşullar ve uygulanma tarzı ilk bakışta, bu eleştirinin geçerliliğini doğrular mahiyettedir. Balkan eyaletlerindeki ayaklanmaların acımasızca bastırılması, Sırpların İmparatorluğa karşı başlattıkları savaşta yenilmeleri uluslararası bir bunalım yaratmıştı.
O dönemin siyasî gruplarından Genç Osmanlılar, Tanzimatın hukuki ve sosyal olmaktan çok siyasal bir amacı gerçekleştirmek niyetinde olan, reformdan çok bir manevra olduğu kanısını taşıyorsa da 600 yıl Dünya liderliğine oynamış bir ülkenin 1839–40’larda başlayan süreçte bu iddiasından resmen ve fiilen vazgeçmiş olması bu yargının subjektif bir değerlendirme olduğu anlaşılır.
Tanzimat’ın devlet adamlarına karşı ileri sürülen esas suçlama keyfi ve mutlakiyetçilik iddiasıdır. Hukuk ve örfün sağladığı eski teminat ve dengeler ve müktesep hakların kaldırıldığı veya bertaraf edildiği bilinen bir gerçektir. Namık Kemal’in bir çeşit silahlı halk meclisi olarak gördüğü Yeniçerilerin sınırlayıcı gücü yıkılmıştır. ?eriatın kendisi de ihmal veya ihlal edilmiş ve yerine gerçekte ne Batılı ne de İslâmi gerçekci ve etkili olmaması sebebiyle hükümdar iktidarını bütün frenlerden serbest bırakan bir batılı Kanunlar Karikatürü geçerken o dönemin sürekli dışarıdan borçlanma yapan hükümetlerin borç para alma politikası da eleştirilere yol açan konular arasındadır.
Osmanlı hükûmetine ilk örgütlenmiş muhalefet kümesi 1889’da bir Türk tarihçisinin belirttiği gibi Fransız Devriminin 100 üncü yıldönümünde kurulur. Bunlar; İbrahim Tema, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet ve İhak Sükufi’dir. Bazı kaynaklar beşinci isim olarak Hüseyin Zade Ali’yi de ilave eder.
Yeni örgütlenme İstanbul’daki sivil, askerî denizcilik tıb ve diğer yüksek okulların öğrencileri arasında taraflar kazanarak süratle büyür. Kendinden önceki 1865’in Genç Osmanlılar’ı gibi, bu yeni örgüt üyeleri de İtalyan Karbonari örgütünü örnek aldıklarını, numaralı hücreler halinde örgütlenmişlerdir.
Bernard Lewis’in tesbitine göre: “Abdülhamit, tarihsel mahallerdeki anlayışsız, uzlaşmaz ve tüm gerici olanaktan uzaktı; tam tersine istekli ve eylemli bir yenilikçi, Abdülaziz’in ve otokratik reformculuklarına karşı Genç Osmanlılar’ın müstebit idare devresinde ilk Türk hürriyetçi eleştirisini yükselttikleri Tanzimat devlet adamlarının gerçek varisiydi. Politika bir yana, Abdülhamit idaresinin ilk on yılı yüzyılın başından beri herhangi bir dönem kadar aktif bir değişme ve reform dönemiydi.”
Osmanlı Meşrutiyetinin vaatlerinin arkasında yatan samimiyet derecesi ne olursa olsun, olayların akışı çok geçmeden bu vaatleri gerçekleştirilemez hale getirir. İmparatorluğun tabi toplulukları arasında milliyetçiliğin yayılması ve hâkim ulus Türklerin bile sonunda milliyetçilik akımına dahil olması ile çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluğun hükümdar hanedanına ortak bir bağlılık içinde yaşayacak hür, eşit ve barışçıl bir uluslar birliği şeklindeki “Osmanlıcı” rüya da ebediyen sona ermiş oluyordu.
1908’den 1918’e Osmanlı imparatorluğunun kesin yenilgisine kadar İttihat ve Terakki Partisi, kısa aralar hariç, hâkim siyasal grup idiler.
İttihatçılar tamamen sebepsiz de olmaksızın, tarih tarafından hazin bir şekilde yargılanmışlardır. Zor baskı ve dehşetle kamu hayatının vahşileştirilmesi; ordunun politikaya sokularak askerîleşmiş hükûmet ve siyasî leşmiş kumanda gibi ikili bir yapıya yol açılması gibi sebepler son dönem için imparatorluğun kesin olarak yıkılışına yol açan olaylardır.
1908–1918 arasındaki yılların sicili, ilk bakışta cidden karadır. Devrimlerin yüksek ümitleri çabucak suya düşmüş ve meşruti hükûmetin düzenli ilerlemesi, tertip ve karşı tertip baskı ve fesat, tiranlık sindirme ve yenilginin perişan silsilesi içinde sona ermiştir.
Genç Türk dramının alarm zilleri ve perde araları arasında çok kez gözden kaybedilen diğer bir teması vardır. Bütün Genç Türk hizip ve komitelerinin nihai ve en büyük endişesi, o vakte kadar açık bir tehlike içinde olan İmparatorluğun bekasıydı. Kendilerinden önceki reformcular ve devrimciler gibi kendilerini iç yıkılmadan ve yabancı saldırıdan korumak için Osmanlı devlet ve toplumunda bazı köklü ıslahata ihtiyaç bulunduğuna inanıyorlardı.
Gerçi çalışmalar çok kez yanlış kavranmış, olaylar tarafından boşa çıkarılmış ve eksiklikler ortaya çıkmış olsa da yine de birçok açıdan kendileri sahneden çekildikten sonra ortaya çıkacak yeni Türkiye’ye yol hazırlamışlardır.
Osmanlı Devletinin son yılları muhafazakarlarla, radikaller, ılımlılarla aşırılar arasındaki tartışma ve siyasî iç kavgalarla geçer.
Devlet 1914 Ekiminde büyük bir Avrupalı devletler grubunun müttefikleri olarak diğer bir gruba karşı büyük bir Dünya Savaşına yuvarlanır. Ülke zaten 1911–1913 arasında savaşmıştı. Fakat büyük devletlerin çarpışmasına karışması yeni ve yıkıcı bir tecrübe olur.
Modern savaşın baskıları süratli değişiklikleri zorunlu kıldı. Büyük Avrupa devletleriyle birdenbire yakın ilişki ve ittifak içine girmiş Türkiye gibi bir Doğulu ve islâmî ülkede, bu değişiklikler özellikle şiddetli ve altüst edici idi.
İmparatorluk modern savaşın darbesi altında, askerî yenilgi, iktisadi yıkıntı ve siyasal basiretsizlik sonunda çöktü.
Kemalist Devrim ve Modern Türkiye
Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı andan itibaren milli bir ordunun kadrolarını örgütleyerek ve bir kurtuluş savaşının temelini hazırlayarak çetin bir çalışma içine girişir.
Ülkedeki sivil ve askerî makam ve güçler şu temel milliyetçi ilke ve görüşler etrafında ulusal mücadeleye çağrılır.
“1–Vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir.
2–Hükûmeti merkeziye deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madum tanıttırıyor.
3– Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
İstanbul hükûmetinin, müslüman halkı galeyana getirerek, İngiliz yardımıyla, doğudaki kürt aşiretlerini Mustafa Kemal’e karşı ayaklandırma teşebbüsü sonucu Ankara ile İstanbul hükûmetlerinin irtibatının kesilmesinin çabuklaştığı görülür. Ülkenin işgalini müteakip, İstanbul hükûmetinin hilafet ordusu ve Kuvva-i İnzibatiyesine karşı, Ankara Hükûmetince Kuvva-i Milliye örgütlenir.
Milliyetçi Ankara Hükûmeti güçleri, işgalci Yunan, İtalyan ve Fransız güçleri ile Hilafet Ordusuna karşı savaşmak durumunda kalır. 3 yıl süren savaş sonucu Avrupalı istilacılar Anadolu hükümeti ve güçlerince ülkeden kovulur. askerî savaşın kazanılması, milliyetçilerin siyasal programın başarılması sonucu uluslararası bir andlaşma-Lozan andlaşması- dünyaca kabul edilir.
Türkiye’de artık, siyasal otorite ve yürütme, halkın ve onun gerçek temsilcilerinin eline geçmiştir. Mustafa Kemal’in temel siyasal yaklaşımı halkçılıktır. Kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır.Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ocak 1921’de “Hâkimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir”. ilkesini kabul ve ilân ile Teşkilâtı Esasiye Kanunu kabul eder.
Halkçı – Milliyetçi Ankara Hükûmeti ve Meclis ile işgalci düşmanlara teslim olan İstanbul saltanatı arasındaki çatışma, Ankara’nın hilafeti kaldırdığını ilânı ile son bulur ve Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilân edilir. Böylece “Türkiye devletinin şekli hükûmeti Cumhuriyettir. Türkiye Reisicumhuru Türkiye Büyük Millet Meclisi heyeti umumiyesi tarafından ve kendi azası meyanından intihap olunacak, Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir” ilkesi benimsenir.
Osmanlıdan kalan diğer bir sorun hilafet konusu idi, Mart 1924’de, Halifelik kaldırılarak, halife ıskat edilmek suretiyle Osmanlı hanedanının ileri gelen mensupları Türk topraklarından sürülmekle, 600 yıllık bir dönem bütün neticeleriyle kapanmış oluyordu.
Bu arada doğu illerinde bir dizi kürt ayaklanması yaşanmış ve Türk ordusu tarafından bastırılmıştır. Kürt ayaklanması, müritleri kendilerince “Dinsiz” olarak niteledikleri Cumhuriyeti devirmeyi ve Halifeyi geri getirmeyi isteyen derviş şeyhlerince yönetilirken, doğudaki kürt isyanlarındaki İngiltere’nin açık tahrik ve desteğinin de gözardı edilmemesi gerekir.
1925’lerden sonra kalkınma, modernleşme ve batının ulaştığı teknolojik verileri elde etme ve savaş yaralarının onarılması ile ulusal ekonomik güçlenme süreci içinde Atatürk devrimleri başlatılır. Hukuk alanında yasal düzenlemeler, Latin alfebesinin kabulü, (partilerin) Türk diline önem verilmesi, kılık ve kıyafet düzenlemeleri, siyasal fırkaların sayısını çoğaltma çabalarını, planlı ekonomik program uygulamaları takip etmiştir.
1930’larda Cumhuriyet hükümeti esas itibariyle ekonomik konularla, daha sonraları da ufukta görünen Mihver saldırısı tehdidiyle ilgilidir. 1935’in en kayda değer yeniliği tüm Türklerin soyadı almak zorunluluğudur. Kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanınınca, Türkiye, eski tarihsel geleneğinden artık tam anlamıyla kopmuş oluyordu, 1938’de Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ile Kemalist Cumhuriyet’in kuruluş bölümü son bulur. Bu “tek parti” yönetimini takibeden “Milli şef” döneminin de başlangıcını teşkil eder.
İmparatorlukların peşpeşe yıkıldığı nasyonalist uluslaşma hareketleri ve döneminin damgasını vurduğu 20 nci yüzyıl-Türk Dünyasında, genç ve modern Türkiye’nin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün karizmatik bir lider olarak önemi, rolü ve katkısı gerçekten büyük olmuştur.
Atatürk’ün ölümüyle kapanan “tek parti” iktidarının yerini alan İsmet Paşalı “Milli Şef” dönemi Türk ulusunun, demokratikleşme ve çok partili siyasal yaşama geçiş sancılarının yaşandığı, II.Dünya savaşı yıllarını, 1938-1950 arası dönemi kapsar.
İnönü yönetimi, Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile bir ittifak andlaşması imzalar. Hemen ardından Fransa’nın düşmesi; Rusya’nın düşmanca tutumu ve Avrupa’nın çoğu üzerinde Alman kudret ve nüfuzunun yayılması, Türk hükümetini, bir Alman istilasını ve hemen hemen muhakkak olan bir Alman fethini tahrik etmekle hiçbir şey kazanılmayacağı sonucuna yöneltmiştir.
Savaş yılları Türkiye’yi şiddetli iktisadi zorluklara uğratmış ve iktisadi hayata devlet müdahalesinin çapını ve şiddetini arttırmıştır. Ancak dış talebin savaş nedeniyle artması, ihracatın ve dış ticaretin göreli olarak genişlemesine yol açmıştır.
Bu dönemde Türk ürünlerine büyük talep olmuş ve mallar ticari fiyatlardan çok, stratejik fiyatlarla satılmıştır. Bu gelişme büyük oranlı devlet masrafları ile temel malların kıtlığıyla birlikte, önemli bir enflasyonist baskıya yol açmıştır.
Nazi Almanyası’nın yenilerek bitişi ve siyasal anlaşmazlık sebebiyle Sovyet Rusya ile bozuşma, 1930’larda ve 1940’ların başında bir süre liberal ve demokratik Batının yerine geçmekte ve Türkiye’yi modernleşme yolunda bir totaliter otokrasi örneği haline getirmekte olan iki etki uzaklaşmıştır. 1918’deki gibi bir kere daha demokrasiler, otokratik düşmanlarını yenmişlerdi ve ilerleme ile kalkınmanın hakim sesini teşkil ediyorlardı.
Uluslar ve hükümetler, kuvvetler dengesi hesaplarını ve umutlarını yeniden gözden geçirip bağlılıklarını ona göre yeniden ayarlamış oldukları halde, Türkiye dış politikasını Batı çizgisinde tutmaktan vazgeçmeyi dahi düşünmemiştir.
Atatürk sonrası Türkiye’nin demokratik gelişiminde belki en önemli olgu, 1950 Mayısında muhalefetin iktidara karşı ezici bir zaferiyle sonuçlanan gerçekten serbest ve dürüst bir seçimin yapılmasıdır.
1946 ile başlayan savaş sonrası 1950’li yıllarda Türkiye’de tek parti idaresini sona erdiren ve o zaman göründüğü gibi ülkeyi liberal ve parlamenter demokrasi şosesine oturtan hızlı ve ani değişiklik gelir, aslında bu süreç 1945’te Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e katılmasıyla başlamıştır.
Böylece, Türk politikası daha etkin bir parlamenter demokrasi yönünde ilerlerken, Türk toplumu da geleneksel düzenin köklü ve kapalı bağlılığından, serbest hareket eden ve devlet idaresine katılan vatandaşların modern topluluğuna geçiş dönemine girmişti.
Osmanlı toplumu ile modern ve çağdaş Türk toplumunu kıyas edebilmek için iki “alıntı” verilebilir; Birincisi 1917 tarihli ve M.Said Halim Paşa’ya aittir. “Bir Müslümanın vatanı, Şeriat’ın hüküm sürdüğü yerdir. İkincisi ise 1935 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi programından alınmıştır. “Vatan; Türk milletinin eski ve yüksek tarihî ve topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleriyle yaşadığı bugünkü siyasî sınırlarımız içindeki kudsi yurddur”.
Osmanlı İmparatorluğunda egemen grup Türklerdi. İmparatorluğun kozmopolit idareci eliti bir çok ırktan kimseler arasından seçilmişsede Türkçe konuşmak bu gruba mensup olmanın normal bir ek şartıydı.
Müslümanlığı kabul eden ilk Türkler, kendilerini yeni dinleriyle tamamen özdeşleştirdiler ve kendi ayrı Türk geçmişlerini şaşılacak bir hızla ve genellikle unuttular.
İmparatorluk ve İslâmlık geleneklerinin çift ağırlığı altında, Hıristiyanlığa ve sapkınlara karşı ikili mücadelede, doğuş halindeki Türk milli özdeşlik duygusu silinmiştir. 19 uncu yüzyıl ortalarına kadar ki ; Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin bir çoğunda, “Türkiye” sözcüğü kullanılmamıştır. Anadolu için Türk yurdu anlamında Genç Osmanlılar’ın kullandığı “Türkistan” sözcüğü 1923’te batılılaştırılarak “Türkiye” olarak kullanılmıştır. Osmanlı’da “Türk” sözcüğü de Anadolu göçebelerini ya da köylülerini ifade etmek üzere kullanılıyordu.
İşte bu nedenle Osmanlı ile Türkiye’yi ayıran noktalardan biri Ümmet toplumundan, Türk ulusculuğuna-Türk milletine geçiş sürecidir. Zira milliyet modern çağda önemli bir ulusal kimlik göstergesi haline gelmiştir.
1897 Türk-Yunan savaşının doğurduğu şiddetli bağlılık duygusu içinde, Mehmet Emin Yurdakul, “Türkçe şiirler” adlı kitabında, bazılarına göre kaba, cahil köylü veya yörük anlamına gelen “Türk” sözcüğünü benimser ve kendinîn Türk olduğunu iftiharla ilân ettikten sonra şu ifadeleri kullanarak; “Ben bir Türküm dinî m, cinsim uludur”. Başka bir yerde de “Biz Türküz, bu kanla ve bu adla yaşarız” diyordu. Türkler, dünyadaki milliyetçi fikirlerden, etkilenerek, Osmanlı devletinden ve İslâm dinînden ayrı -içinde olmakla beraber – Türk ulusu olarak, Türkler olarak, ayrı bir ulusal özdeşlik duygusunu yeniden kazanmaya başladılar. Bu fikirlerin en önemli kaynaklarından biri, Avrupalı yeni bir Türkoloji bilimiydi.
Osmanlı Müslümanları arasında, Türk millî bilincinin ilk belirtileri için 19 ncu yüzyılın entellektüel hayatına özellikle de tarih ve dil yazınlarına bakılması gerekir 19 ncu yüzyıl sonları ile 20 nci yüzyıl başlarında Türkçülük hareketi, batıdan gelen milliyetçilik ve Türkçülük cereyanlarının yanısıra, diğer bir kaynaktan, Rusya Türklerinden, siyasal bir hız kazanmıştır.
Kemalist Devrimin ilk günlerinde ilk kez gözüken, yeni fikir -Türkiye’deki Türk ulusuna dayanan topraksal bir ulus- devlet fikridir. 1908’den beri kültürel milliyetçiliğin büyümesi, yeni Türk kuşaklarını Türklük, Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikirlerine alıştırmıştır.
Kemalist Cumhuriyet yeni bir fikir Türklerin ülkesi olan Türkiye fikrini getirmiştir.
19 ncu yüzyıl boyunca, Türk reformcuları yasama işlemleriyle Türkiye’ ye bir Avrupalı devlet şekil ve yapısı vermeye çalıştılar. Avrupalı kanunlar ve yargı örgütü, Avrupa tarzında bakanlıklar ve idarî usuller genellikle Fransız kaynaklarından, az veya çok değişikliklerle adapte edilip, padişah fermanı veya hattı ile ilân edilmiştir.
Daha sonraki dönemde Büyük Millet Meclisinin kurulmasıyla başlayan geçiş safhası, Cumhuriyetin ve yeni bir Anayasanın ilânıyla tamamlanır.
Modern ve çağdaş Türkiye’nin temel ve ideolojik karakteristiklerinden biri de Din ve Devlet işlerinin ve bunların toplum hayatından ayrılmasıdır.
Türkiye’de, militan laiklik yeni olmakla beraber, din adamlarının politik nüfuzuna karşı aleyhtarlık hareketinin izleri Osmanlı tarihinin ilk dönemlerine kadar inmektedir.
Genç Türk döneminde, laik ve pozitivist fikirler belli bir derecede rağbet görmüş,, ama bütün bu değişiklikler sırasında özellikle de 1923’e kadar, Türkiye’de ulema sınıfı pek kuvvetli olarak kalmıştır. Laikliğin gelişi, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile dinsel yapının tasfiyesi ve Arap Dünyasından Türk toplumunun kopması gerçekleşmiştir.
Kemalist din politikasının temeli laiklikti, dinsizlik değildi. Amacı da İslâmlığı yıkmak değil, onu devletten ayırmak, siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde dinîn ve onun temsilcilerinin yetkisine son vermek ve bunu sadece inanç ve ibadet konularına hasretmekti. Böylece, İslâmlığı, çağdaş, Batılı ve bir ulus-devlet’teki dinîn rolüne indirger iken, Kemalistler aynı zamanda dinlerine daha modern ve daha milliyetçi bir şekil vermeye de çaba sarfettiler.
Her ne kadar yeni rejim alenen Anti-İslâmik bir politikayı hiçbir zaman benimsememiş ise de örgütlü İslâmiyetin iktidarına son vermek ve Türk halkının zihninde ve kalbinde onun gücünü kurmak arzusunu taşıdığı da bir gerçektir.
Önceleri çoğu kez tüccar olan, taşra eşrafı veya mahallî eşraftan oluşan Ayan sınıfı, zamanla önemli siyasal fonksiyonlar gören eski ve yeni toprak sahiplerinin meydana getirdikleri belirli bir toplumsal grubu veya sınıfı ifade eder hale gelmişti.
Anadolu’da derebeyler ise özerk beylikler üzerinde hüküm süren bir çeşit tabi beyler (Vasal) haline gelmişlerdi. Savaş zamanı, geniş ölçüde yarı feodal askerlerden kurulu kendi askerî birlikleriyle Osmanlı ordusunda hizmet verirlerdi. Öte yandan Avrupalılara kapitülasyonlar adı verilen sayısız ekonomik imtiyazlar tanınmıştı. İhracat ve ithalat ile ticaret hayatı büyük oranda yabancılar ve gayrimüslim kesim tarafından kontrol ve idare edilmekteydi. Esasen orta sınıfta Hristiyanlardan oluşuyordu. İmparatorluğun son yüzyılında ekonomik ve teknolojik gerilemede işin içine girince Osmanlı toplumsal yapısı bozulmuş ve imparatorluk mozaiğinin çatlamasının temelini teşkil etmiştir.
Türk devrim mücadelesinin ilk evrelerinde açık iktisadi etkenleri veya kuvvetleri ayırdetmek ve belirlemek pek güçtür. Ama iktidar için çekişenler, idareci elit-hepsi geçimini devletten sağlayan ve devlet hizmetini kendi türlerinden insanların tabiî ve uygun mesleği olarak gören kimseler için de farklı gruplar ve hizipler halinde idiler.
Sonuç
Haliyle modern Türkiye’nin ve Türk toplumun sınıfsal ayrımdan uzak, bütünleşmiş, kaynaşmış bir ulus olması hedeflenmiş ve ulusal egemenlik iktisadi egemenliğe dayandırılmak istenmiştir.
Türk Devrimi, şeklî anlamda, 1880’lerde eski bir siyasal düzenin zorla atılması ve yenisinin kurulmasıyla başlamış, fakat bir diğer anlamda, iki yüzyıldan beri süregelmiştir.
Aslında Türk Devrimi bir zamanlar adam yerine konmayan “düşmanlar” karşısında alınan bir dizi yenilgiler, Türkleri, varlıklarını korumak için Avrupa silahlarını benimsemek, Avrupalı danışmanlar çağırmak ve böylece, ne kadar isteksizce olursa olsun, modern devlet ve ordunun temelinde yatan yeni fikirleri ve kurumları kabul etmek zorunda bıraktığı zaman başlamıştır. İlk reformlar, sadece daha iyi ordular eğitmek ve donatmak peşinde olan otokratik hükümdarların eseriydiler. askerî modernleşmenin yüksek maliyeti daha yüksek vergilemeye ve daha sert yönetime yol açmıştır.
Hürriyetçi, vatancı ve hatta devrimci fikirler, esrarlı Batının sırlarını keşfetmeye gelen Türk sivil ve askerî öğrencilerine, diplomat ve askerî ateşelerine bulaşmış, zamanla bu fikirler Türkiye’ye taşınarak ve orada genç subaylara ve memurlara yeni bir itici güç ve yeni bir yön verip, sırasıyla 1876, 1908 ve 1920 meşrutiyet ve halk hareketlerine yol açmıştır.
Türkiye’de temel değişiklik; İslâmi bir İmparatorluktan milli bir Türk devletine, bir ortaçağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye birbirini izliyen reformcu ve radikal dalgaları tarafından uzun bir sürede tamamlamıştır.
Türkler arasında kendi devrimlerini ifade etmek için en sık kullanılan iki deyim, milliyetçilik ve Batıcılıktır. Türk devriminde, diğer modern devrimlerdeki gibi, milliyetçilik muazzam bir kuvvet olmuştur.
Türkiye’de, Devrimden, Türklerin Osmanlılara karşı başkaldırısından daha çok, dağılan, Osmanlı İmparatorluğunun asli unsurunun kurtuluşu olarak söz edilmelidir. Türkün Devrimde giriştiği esas değişiklik, Batılılaşmadır. Türk halkının 1000 yıl önce Çin’den vazgeçip İslâmlığa döndükleri zaman başlamış olan Batıya doğru yürüyüşünde diğer bir adımdır. İslâmi miraslarının tamamından değilse de, büyük bir kısmından vazgeçerek Avrupa’ya dönmüşler ve devlet yönetimi, toplum ve kültürde Avrupa hayat yolunu benimsemek ve uygulamak için sürekli ve kararlı çaba göstermişlerdir.
KAYNAKLAR
1–Feruz Ahmed: The Committee of Union and Progress in Turkish Politics (1908–1913), London 1966.
2–Yusuf Akçora: Üç Tarzı Siyaset, İstanbul, Hicri:1327.
3–G.Aristarchı, Legislation Ottomane C.7. İstanbul,1873.
4–Falih Rıfkı Atay: Başveren İnkılâpçı, İstanbul.
5–Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam, Mustafa Kemal ,C.I (1881–1919), C.II, (1919–1922), C.III, (1922–1938), İstanbul 1963–1965.
6–Firouz Bahrampour: Turkey, Political and Social transformation. Brooklyn, N.Y.1967.
7–Niyazi Berkes: Historical Background of Turkish Secularizm ed. Islam and the West. The Hague. 1957.
8–Niyazi Berkes: Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, İstanbul, 1965.
9–İsmail Hami Danişmend: İzahlı Osmanlı tarihî Kronolojisi. IV, İstanbul, 1955.
10–Bülent Daver: Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, Ankara, 1955.
11–W.Eberhard: Nomaols and Farmers in South–Eastern Turkey:Problems of Settlement Oriens. VI.1953.
12–Halil İnalcık, “Land Problems in Turkish History” Muslim World, XLV, 1955.
13–Enver Ziya Karal: “Turkey from Oriental Empire to Modern National State” The New Asia: Readings in the history of Mankind, Newyork – London, 1965.
14–Kemal Karpat: Turkey’s Politics; the Transition to a Multy–party System, princeton, 1959.
15–M.Fuad Köprülü:”Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri Hakkında Bazı Mülahazalar” Türk Hukuk ve İktisat tarihî Mecmuası I,1931.
16–Ahmet Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1956.
17–Ahmet Bedevi Kuran: Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyetinde İnkılâp Hareketleri, İstanbul,1959.
18–R.D.Robinson: The First Turkish Republic: A.Case Study in National Developmant Cambridge, March.1963.
19–Feridun Server, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, İstanbul, 1962.
20–Samih Nafiz Tansu: İki Devrin Perde Arkası, İstanbul,1957.
21–F.S.Ülgener:İktisadi Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İstanbul, 1951.
22–Hilmi Ziya Ülken: Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, (2) Cilt Konya, 1966.
————————————
[i] Kaynak: https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/143/4.htm (Erişim: 06.05.2018)
[ii] Siyaset Bilimi Doktoru, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı.